6 Ağustos 2024 Salı

YOKSA? Kapitalist mi !!! Yada Emperyalist bir ülkemi ??!! Türkiye „Yarı-Sömürge“ Bir Ülke Mi?


Yusuf Köse___________Sömürge-Yarı-Sömürgecilik Üzerine

“Sömürge”, “yarı-sömürge”, “bağımlı” ülkeler kavramı sık sık kullanılmaktadır. Ancak, yarı-sömürge kavramının çoğu zaman yerli yerinde kullanılmadığı da bir o kadar gerçektir. Sömürgeciliğin tarihi kapitalizm öncesi (kölecilik ve feodal) toplumlarda olmasına karşın, kapitalist toplumda sömürgecilik, dünyanın belli emperyalist ülkeler arasında paylaşılmasına ve paylaşım uğruna savaşlara dayanmaktadır. Özellikle serbest rekabetçi dönemden tekelleşme dönemine geçişte, kapitalist ülkelerin sömürgeciliği de tekelleşmeye oranla artmıştır.

 

Kapitalizmin tekelleşme evresindeki sömürge politikasıyla, kapitalizmin önceki evrelerindeki sömürge politikaları -Lenin belirttiği gibi- temelde farklıdır.1

 

Emperyalizm dönemindeki sömürge politikasının ayırt edici özeliği, en büyük tekellerin dünyayı egemenliğidir. Yarı-sömürgecilik ya da yeni sömürgecilik süreçleri de her bağımlı ülke için değişmesine karşın, emperyalist tekeller, kapitalizmin gelişmediği ya da az geliştiği, kapitalist tekelleşmenin fazla gelişmediği ülkeleri finans sermayesi aracılığıyla kendilerine bağlarlar.

 

Sömürgecilikten kurtuluş, işgale ve sömürgeciliğe karşı açıktan savaş ve göreceli de olsa bağımsızlığın kazanlıması ve sömürgecilerin ülkden kovulmasıdır. Sömüge ülkelerin “bağımsızlıklarını” kazanmaları emperyalizm çağında “tam bağımsızlık” söz konusu olmaz. Ancak, sosyalizmin zaferiyle bu gerçekleşebilir. Bağımsızlığını kazanan sömürge ülkelerin kapitalist yolda devam etmeleri, yani, emperyalist sistemin zincirinin bir halkası olmaya devam ettiği sürece, “bağımsızlık” da göreceli olarak kalmaktadır.

 

Özelikle sermaye birikiminin gelişmesiyle, emperyalist ülkeler diğer ülkeleri kendi finans sermayesine bağımlı hale getirmişlerdir. Ancak, emperyalist sermaye gittiği ülkelerde kapitalizmi geliştirici bir rol oynaması nedeniyle, yarı-sömürge ülkelerde de kapitalizm gelişmiş ve gelişmektedir. Tekelci burjuvazi gittiği yerlere özgürlük götürmez, ama sermaye ihracıyla kapitalist gelişmeyi götürür ve dünyayı kendine benzetir.

 

Yarı-Sömürge ülkelerin gelişmiş kapitalist ülkelere, yani emperyalist ülkelere bağımlılık dereceleri, bu ülkelerdeki kapitalist gelişme ile doğru orantılıdır. Yarı-sömürge bir ülke, emperyalizme sermaye ve politik olarak bağımlıdır. Bu bağımlılık ilişkisi, ülke içindeki kapitalist gelişme (tekelleşme) arttıkça, yani kapitalizm geliştikçe, emperyalist sermayeye bağımlılıkta azalır. Emperyalist sermayeye olan bağımlılığın azalması, politik bağımlılığı da zayıflatır ve bağımsız hareket etme özelliği daha fazla öne çıkar.

 

Buradaki “bağımsızlık”, bütünüyle emperyalist sistem dışına çıkmak değil, daha fazla emperyalist sistemin içine girmek olarak ele alınmalıdır. Çünkü, emperyalist sistem içinde bütün ülkeler şu veya bu oranda birbirine finans sermayesinin zincirleiryle bağımlıdır. Hepsi emperyalist zincirin birer halkasıdır. Örneğin, ABD emperyalizmi, “bağımsız” gibi görünsede, diğer emperyalist ülkelere şu veya bu oranda bağlıdır. Diğer emperyalist ülkelere göre daha güçlü bir emperyalist ülke olması nedeniyle, daha bağımsız hareket etmesi ve diğer emperyalist ülkeler üzerine baskı oluşturmasına karşın, o ülkelerin sermayesine gereksininmi var ve birçok konuda birlikte hareket etmek ya da onları dikkate almak durumunda kalmaktadır. Ayrıca, emperyalist rekabet ve emperyalist kamplaşma, zorunlu olarak en güçlü emperyalist ülkeleri, daha güçsüz emperyalist ülkeleri dikkate almaya itiyor. Çin, Tayvan'ı kendi topraklarına bağlamak istiyor, ancak, önünde diğer emperyalist (başta da ABD emperyalizmi) ülke engeller var.

 

Ya da AB ülkeleri ve AB içinde Almanya gibi ülkeler, emperyalist sistem içindeki çelişmeler ve güç dengelerinden dolayı, Rusya ve Çin karşısında ABD'nin emireri gibi hareket etmek zorunda kalıyor. Hatta, yaklaşık 10 milyar Avro'ya mal olan Rusya-Almanya arasındaki “Kuzey Akım-2” gaz boru hattını, ABD'nin sobataj düzenleyerek tahrip etmesini sessizce kabullenmek zorunda kaldı. Oysa, Alman sermayesi bu boru hattından gelecek gazı “dört gözle bekliyordu” dense yeridir. Emperyalist sistem içindeki dengesiz gelişme, emperyalist ülkelerin birbilerini kollamalarını, taviz vermelerini ve yerine göre birilerine boyun eğmelerini de sağlıyor. Kurtlar sorfasında kuzuların özgürce dolaşma özgürlüğünün bedeli, kendisinin yenmesiyle sonuçlanır.

 

İki Emperyalist Kamp Arasında Şansını Arayan Tekelci Türk Devleti

 

Yarı-Sömürge ya da bağımlı ülkeler, sermaye birikimlerine oranla bağımsız hareket etme eğilimi her zaman vardır ve kendi sermaye birikimlerini sağlamak için çaba harcarlar. Ve kapitalist gelişme ile birlikte dış ülkelere sermaye ihraç etme eğilimini taşırlar. Yarı-sömürge ülkelerdeki tekellerin sürekli emperyalist tekele bağımlı kalma eğilimi olamaz ve bu tekelleşmenin doğasına aykırıdır. Her tekel büyümek ister. Sermayesini büyütecek bütün ilişkileri, yolları kullanır ya da böylesi bir eğlim içindedir. Bir zamanlar ajentacılığını yaptığı tekelin karşısına, aynı pazarlarda rakip olarak çıkar. Bu nedenle yarı-sömürge ülke burjuvazisi, sonsuza kadar “böyle kalalım” demez, diyemez, kapitalist gelişme kendi yasalarını her zaman hakim kılar. “Yarı-sömürge”cilik de, kapitalist gelişmeye bağlı olarak sermaye birikimiyle doğru orantılı olduğu için, kapitalist tekelleşme geliştikçe bağımlılık da azalır ve yerini, emperyalistler arası dengesiz gelişen ilişkilere bırakır.

 

Bugün Türkiye'i “yarı-sömürge” olarak değerlendiren devrimci ve komünist örgütlenmeler çoğunlukta. Bazıları yavaş yavaş bir değişim göstermesine karşın, hala “göbekten emperyalizme bağımlı” diyen anlayış ve siyasal örütlenmeler çok.

 

Örneğin, TKP'nin online sitesi Sol Haber'de, Türkiye'nin Afrika'da faaliyetlerini inceleyen yazılar çıkmaya başladı.2 Türkiye'nin Afrika ülkelerindeki, ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel (emperyalist kültür) ilişkileri “Emperyalist Türkiye”3 adlı kitabımda geniş olarak ele alınmıştır. Her ne kadar TKP genel sekreteri Kemal Okuyan, Türk devletinin emperyalist yayılmacılığını “Yeni “Osmanlıcı zihniyet”4 olarak adlandırıp, sosyal şovenist anlayışla emperyalist karakterini reddetse de, yine de bu tür inceleme ve araştırmaların yayınlanması olumlu bir gelişme olarak değerlendirilmelidir.04.08.2024 tarihli Evrensel gazetesi, “Afrika’daki Türkiye!” manşetiyle çıktı.5

 

Bu konuda Evrensciler beni şaşırttı desem yeri. Çünkü “emperyalizme bağımlı” olarak değerlendirdikleri gibi, “Teori ve Eylem” dergilerinden Türkiye’yi emperyalist olarak değerlendirenler eleştiriliyor.6 Evrensel’de çıkan “Üsler, limanlar, yollar, okullar: Afrika'da Türkiye'nin büyüyen izi” Cihan Çelik imzalı yazı, benim 2022 yılında yayınlanan “Emperyalist Türkiye” kitabımda; “Türk Emperyalist Devletinin Yayılmacılıkta Askeri ve Yumuşak Güçleri” başlıklı bölümde, fazlası var, eksiği yok.7 Ancak, küçük burjuva anlayışlar, her şeyi ilk defa kendileri “keşfettikleri” için, çok önceden yayınlanan çalışmaları görmezden gelme gibi bir “körlenmeleri”de söz konusudur. Bunların eleştirileri bir sonraki yazıda ele alınacağı için geçiyorum. Evrensel’in yazarları’da, Sol Haber’in yazarları gibi, “dev tekellerin büyümelerini” anlatmalarına karşın, bu emperyalist tekellerin devletini “yeni osmanlıcılık” “özentisi”8 gibi göstermeye devam ediyorlar. Demek ki, Osmanlı’nın “dev sermaye sahibi tekelleri” varmış da dünya alem bilmiyormuş!!!

 

Yine, Bolşevik Partizan'ın (Bolşevik Parti /Kuzey Kürdistan-Türkiye) 12. Kongre'sinde “Türkiye'nin emperyalist” olma sorununu tartışacaklarını (“T.C.’nin emperyalistleşme yönünde geliştiği ve bu gelişmede çok önemli mesafe katettiği yönünde bir görüş birliği var.”)9 açıklamaları ileri bir gelişmedir.

 

Bu olumlu gelişmelerin yanında, hala “yarı-sömürgecilikte” direnenlerin varlığı ve Türk tekellerinin hemen hemen bütün ülkelerdeki sermaye yatırımlarını görmezden gelmeleri, ama Türkiye'deki emperyalist sermayeyi öne çıkarıp, yerli sermayeyi (ki bu da emperyalist sermayedir) ikinci plana atan yaklaşımlar devam etmektedir. Marksizm-Leninizmle biraz temasta olanlar, Türk devletindeki bu gelişmeyi eninde sonunda göreceklerdir. Çünkü görmemek olası değil. Tekelci Türk devleti “ben buyum!” diye bas bas bağırıyor.

 

“Yarı-sömürgelik” ve “yarı-bağımlılık” ilişkileri, birbirinden çok farklı değil, aralarındaki fark görecelidir. Bunu bağımlılık ilişkilerini belirleyen o ülkenin emperyalist sermayeye bağımlılık oranıyla doğru orantılıdır. Her yarı-sömürge ülkenin, emperyalizmden bağımsız hareket edemeyeceğini varsaymak, “bağımsız” ülkelerin somut durumunu tam olarak yansıtmaz. Örneğin Türk devleti 1974'de Kuzey Kıbrısı, tüm emperyalistlerin karşı çıkmasına rağmen işgal etti ve hale bu işgal devam ediyor. Gelinen aşamada, işgali sonlandırması bir yana, oradaki varlığını daha da güçlendirmektedir. Türkiye, Kuzey Kıbrıs'ı işgal ettiğinde emperyalist bir ülke değildi. Ama, “yarı-sömürge” olma halinde zayıflama vardı. Emperyalistlerin baskılarına rağmen, bağımsız hareket etti. Ya da en azından diğer (sosyal emperyalist SSCB, ABD ve İngiltere) emperyalist ülkelerin askeri karşı koyuşunun olmayacağını garanti ettikten sonra böyle bir işgali gerçekleştirdi. Oysa, aynı Türk devleti, 1964 yılında Kıbrıs'a “müdahale” etmek istedi, ancak ABD'nin sert (Johnson Mektubu10) tepkisiyle karşılaşınca, karşı saldırıyı göğüsleyemeyeceğini hesaplayıp, müdahaleden vazgeçti.

 

Kıbrıs işgali, Türk sermayesinin tekelleşmesinin güçlenmesiyle de doğru orantılıdır. 1970'lerin ortasında tekelleşmenin düzeyi, “Emperyalist Türkiye” kitabımda incelenmiştir.11 Türk sermayesinin giderek güçlenmesi, birçok ekonomik ve politik yaptırımları (ABD'nin silah ambargosu) gözaldığını da göstermektedir. ABD'nin askeri yardımı Türk devleti için önemliydi. Çünkü Türk ordusunun askeri (silah) gereksinmelerinin büyük bir bölümü ABD'den karşılanıyordu.

 

Türkiye 1990'ların başından itibaren daha bağımsız hareket etmeye başladı. Bu “bağımsız”lık, Türk sermayesinin uluslararsı sermayeden bağımsız olduğunu göstermez. Tersine 1980'den itibaren Türk sermayesi uluslararası emperyalist sermaye ile daha bir içiçe girmiştir. Türk tekelci sermayesinin uluslararası sermaye ile bütünleşmesi, daha sıkı ilişki içine girmesi, uluslarası sermayenin ülke içinde daha rahat hareket edebileceği yasal düzenlemelerin yapılması, Türk tekelci sermayesinin de gelişme düzeyi ile doğru orantılıdır. Türkiye'nin 1980'lerden itiabren uygulanan ekonomik politika, hem Türk tekelci sermayesinin hem de uluslararsı sermayenin çıkarlarını gözeten bir politikaydı.

 

Emperyalizm çağında, “kapitalizmin kendi iç dinamiği ile büyümesi, gelişmesi” bir masaldır. Kapitalist ülkelerde, “kendi iç dinamiği ile büyüme” arayanların, kapitalist dünyanın yeni bir (emperyalist) aşamaya geldiğinin ve bunun ekonomi-politik etkilerinin neler olduğunu tam olarak bilmeyen ve “her şey eskisi gibi” sanan dogmatik yaklaşımların ürünüdür. Bu bağlamda da, Türkiye'deki kapitalist gelişme, emperyalist sermaye desteği ve emperyalistlerden alınan kredilerle (borç) sağlanmıştır. Bu durum, diğer “yarı-sömürge” ülkeler içinde geçerlidir. Geçerken söyleyelim, bazı ulusalcıların çok övündüğü, 1930-40'lar arasında Türkiye'de kurulan fabrikalar, dışardan (bir çoğu o zamanın SSCB'den) ve batılı emperyalist ülkelerden sağlanan kredilerle (borç) gerçekleşmiştir.12

 

2. emperyalist paylaşım savaşı öncesi Türkiye'de kurulan tüm fabrikalar yabancı ülkelerden ya da tekellerden sağlanan kredilerle (borçlarla) kurulmuştur. Kapitalizmin gelişmediği, tekelleşmenin olmadığı yerde de sermaye birikimi olamaz. Böylesi bir durumda dışa bağımlılığın derecesi daha yüksektir. Bu dönemdeki kapitalizm komprador kapitalizmdi. Türkiye'de de sermaye birikimi ve tekelleşme 1970'lerin başından itibaren olmuştur. Özellikle büyük sermaye gerektiren tüm fabrikalar, büyük alt yapı-yatırımları, büyük baraj ve elektrik santrallerin kurulması vb. yine dışardan sağlanan kredilerle kurulmuştur. Bugün de özel sektörün faaliyetleri için dış kredilere gereksinimi vardır. Ancak, ülkede kapitalizm komprador niteliğini çoktan yitirmiş tekelci kapitalizm haline dönüşmüştür ve tekelleşme yüksek düzeydedir.13 Dış kredilere gereksinim duymak her zaman “yarı-sömürgecilikle” doğrudan bir ilişkisi yoktur. Bütün emperyalist büyük tekeller dış krediye gereksinim duyar ve yüksek düzeyde borçlanırlar. Tekellerin borçlanmalarının miktarı kendi öz sermaye birikimleri ile doğru orantılıdır. Borçlanmalar (sağlanan krediler) yurt dışındaki bankalardan olduğu gibi yurt içindeki bankalardan da sağlanabiliyor. Ve özel tekellerin dış borçları devlet garantilidir.

 

T.C. Merkez Bankası'nın verilerine göre, şu anda özel şirketlerin (tekellerin) dış ülkelerden sağladıkları kredi borçlarının toplamı; “Mayıs sonu itibarıyla, özel sektörün yurt dışından sağladığı toplam kredi borcu, 2023 yıl sonuna göre 4,5 milyar ABD doları artarak 168,5 milyar ABD doları olmuştur.“14

 

Türk tekellerin dış ülkelerden sağladıkları krediler, onların dış krediye bağımlı olduğunu, ancak bu “yarı-sömürgecilik” değil, tersine, uluslararsı sermayenin içiçeliğini ve kapitalist ülkelerin birbirine kopmaz bir şekilde bağlandığını gösterir. Çünkü, aynı şekilde uluslararası diğer emperyalist tekellerde dış ülkelerden kredi (borç) almaktadırlar. Örneğin, Almanya'nın ülke olarak toplam borcu 6,7 trilyon Avro'yu aşmıştır.15 Buna karşın; “2023 yılı sonunda, Almanya'daki finansal olmayan şirket gruplarının borcu yaklaşık 2 trilyon 175 milyar avroya ulaşmıştır. Bu, finansal olmayan şirket gruplarının borcunun son on yılda yaklaşık yüzde 63 oranında arttığı anlamına gelmektedir.“16

 

Almanya ve diğer AB ülkeleri ABD’den bağımsız hareket etmek istiyor ve hatta AB içinde bir çok ülke Almanya ve Fransa’ya boyun eğmek istemiyor, ama, emperyalist dengesiz gelişme ve emperyalist hegomanya rekabeti, kendi yasaları içinde ilişkilere yön veriyor. Türk devleti de, kendi sermayesi oranda bağımsız hareket ederken, aynı zamanda, emperyalist kamplar arasındaki çelişkiyi kendi emperyalist çıkarları için kullanıyor. Türk devleti, iki emperyalist kamp arasındakiçelişkiden yaralanma taktiğini, özellikle, Suriye’nin emperyalistler tarafından boğzlanmasından ve Rusya-Ukrayna savaşından sonra daha da geliştirdi. Bu, hareket serbestliği yarı-sömürge bir ülkenin yapacağı bir ilişki biçimi olamaz.

 

Türkiye’nin emperyalistleşmesi de Suriye’nin egemenliği altındaki Kürdistan topraklarının bir kısmının işgal edilmesiyle kendini daha net göstermiştir. Türkiye’de emperyalist sermayenin dışa açılması ve askeri işgaller birbirine koşut gitmiştir. Bu durum Türk devletinin emperyalist amaçlarını ve hedeflerini büyütmesine yardımcı olmuştur. Ve emperyalist kamplaşmanın netleşmesi ve çelişmelerin keskinleşmesi, Türk devletine “iki emperyalist kamp arasında şansını arama ve bu şansı zorlama” koşuşulları yaratmıştır. Ancak, bütün bunların esas nedeni, Türk devletinin askeri gücünden değil, esas olarak emperyalist sermayeye sahip olmasından kaynaklanmıştır. Askeri gücü ise, Türk tekelci burjuvazisinin yayılmacılığını ve hegomanya alanlarını genişletme ve elinde tutmayı kolaylaştırıcı rol oynamıştır ve oynamaktadır. 05.08.2024

1Lenin, Emperyalizm, sf. 105, Sosyalist Yayınlar

2https://haber.sol.org.tr/haber/turkiyenin-afrika-boynuzu-seruveni-1-dort-koldan-etiyopyaya-hucum-394116

3Yusuf Köse, Emperyalist Türkiye, El Yayınları 2022

4https://haber.sol.org.tr/yazar/gercek-bu-savas-kapiyi-caliyor-394447 02.08.2024

5Cihan Çelik, https://www.evrensel.net/haber/524769/usler-limanlar-yollar-okullar-afrikada-turkiyenin-buyuyen-izi

6https://teoriveeylem.net/tr/2024/03/04/kurulusunun-ikinci-yuzyilinda-turkiyenin-bagimli-kapitalizmi/

7Yusuf Köse, age, sf. 247-295

8Yusuf Karadaş, „Yeni Osmanlıcılığın Afrika’daki tezahürü“ https://www.evrensel.net/yazi/95324/yeni-osmanliciligin-afrikadaki-tezahuru (04.08.2024)

9https://www.bolsevikparti.org/bp/193_sayfalar.pdf

10Ali Rıza İZGİ, Kıbrıs Barış Harekatı Sonrasında Türkiye’ye Uygulanan Silah Ambargosu ve Sonuçları, Temmuz -2007, Yüksek Lisans Tezi, pdf

11Yusuf Köse, Emperyalist Türkiye, sf. 65-76

12İlk Bez fabrikası (Sümerbank) Kayseri'de SSCB'den sağlanan 20 yıl ödemesiz sıfır faizle 8,5 milyon liralık krediyle Sovyet bilim insanları ve ekonomistlerin denetim ve gözetiminde 1935 yılında kurulmuştur. Fabrika için gerekli makineler de Sovyetlerden getirilmiştir. Bkz. Yaşar SEMİZ, Güngör TOPLU, “Cumhuriyet Döneminde Devlet Tarafından Kurulan İlk Sanayi Kuruluşu Kayseri Sümerbank Bez Fabrikası. https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/836386

13Yusuf Köse, Emperyalist Türkiye, “Türkiye'de Tekelleşme”, sf. 55-104

14https://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/TR/TCMB+TR/Main+Menu/Istatistikler/Odemeler+Dengesi+ve+Ilgili+Istatistikler/Ozel+Sektorun+Yurt+disindan+Sagladigi+Kredi+Borcu/ (TCMB, Özel Sektörün Yurt Dışından Sağladığı Kredi Borcu Gelişmeleri - Mayıs 2024)

15https://www.ceicdata.com/de/indicator/germany/external-debt

16https://de.statista.com/statistik/daten/studie/1060295/umfrage/schulden-der-nichtfinanziellen-boersennotierten-unternehmensgruppen-in-deutschland/

 

 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)