30 Ekim 2022 Pazar

Devrimin karşısında bir akım: Reformizm

Reformizm rüzgarı karşı inat ve ısrarla devrim! 

  Devrimin karşısında bir akım: Reformizm 

 Reformizm, kaçınılmaz bir biçimde Marksizm’e de musallat olmuş, onun devrimci özünü; sürekli devrimci fikir üreten dinamiklerini, temel kavramlarını, yaklaşımını bozmaya çalışmıştır. Onun bu niteliksel özel- liği oportünizm gibi Marksizm’in de revize edilmesine yol açmış; Mark- sizm, gelişimi boyunca bu revize edilmeye karşı da mücadele etme görevini yerine getirmek zorunda kalmıştır. Reformizm ve devrimci yoldan ilerleme, sınıflar mücadelesinin başlangıçtan bugüne kadar içinde taşıdığı çatışmalı iki çizgiyi sembolize eder. Hemen her devrimsel süreçte reformistler ve devrimciler olmuştur. Toplumsal hareket, devrimle nitel dönüşümler yaşamamış olsa da her seferinde reformizm dev- rime ayak diremek üzere peydah olmuş ve devrimci hareketin zaferiyle so- nuçlanan süreçlerin sonunda ise bir süre için silinmiştir. Reformizm sınıf mücadelesi tarihi boyunca tüm devrimci akımlara musallat olan ayak bağı olarak nitelenebilir; öyle ki devrimci akımlar bu ayak bağı ile baş edebildik- leri sürece başarılı olabilmişlerdir. Reformizm, kaçınılmaz bir biçimde Marksizm’e de musallat olmuş, onun devrimci özünü; sürekli devrimci fikir üreten dinamiklerini, temel kavramlarını, yaklaşımını bozmaya çalışmıştır. Onun bu niteliksel özelliği oportünizm gibi Marksizm’in de revize edilmesine yol açmış; Marksizm, gelişimi boyunca bu revize edilmeye karşı da mücadele etme görevini yerine getirmek zorunda kalmıştır. 

Elbette tüm bu mücadele, gelişimin bu biçimi kaçınıl- mazdır. Burada söz konusu akımlar “suçlu” gibi kavranmamalıdır, bunlar has- talıktır ve hemen her hastalık gibi bünyenin tabiatından beslenirler. Dolayısıyla reformizmi, Marksizm’i revize etme özelliğiyle kavramaya çalışmamız aslında Marksizm’i derinlemesine öğrenmemize sebep olur. Marksizm ile revizyonizmin tarihi ortaktır. 

Reformizm ile devrim çatışması Marksizm ile revizyonizmin temel çatışma alanı olarak bir bütündür. Marksizm öncesi reformizm Feodalizmin burjuvazi tarafından tarih sahnesinden silinmesi ile burjuvazi ve proletarya arasındaki mücadele toplumsal çelişkinin odağı haline gelmiştir. 

Kapitalizmde “özgürlüğün” emekçi sınıfların sömürüsü ve baskısına dayandığı anlaşıldığında buna karşı çeşitli tepkilerin ifadesi olarak çeşitli öğretiler de ortaya çıktı. Bunlar kapitalizmin olumsuzluklarını eleştiriyor, yıkılmasını düşlüyor, daha iyi toplum hayal ediyorlardı. “Ne var ki ütopik sosyalizm, gerçek çıkış yolunu gösteremedi. 

Ne kapitalizmdeki ücretli köleliğin özünü ne kapitalist gelişme yasalarını açıklayabildi ne de yeni bir toplum yaratma yeteneğine sahip toplumsal gücü keşfedebildi.” (Engels, 2005:92) 

Komünist Manifesto’da “sosyalist ve komünist yazın” başlığı altında ortaya çıkan bu çeşitli öğretiler ele alınmıştır. 

Bunlar gerici sosyalizm (feodal, 
küçük burjuva ve Alman sosyalizmi),
 tutucu sosyalizm ile
eleştirel- ütopyacı sosyalizm ve komünizmdir.

 Bunların dışında farklı öğretiler de ortaya çıkmıştır. 

 1) Gerici Sosyalizm 

 a) Feodal Sosyalizm: Burjuvaziye karşı feodal sınıfların bir tepkisiydi. Halkı burjuvaziye karşı yanlarına çekmenin bir taktiğiydi. “Hıristiyan der- vişliğine sosyalist bir hava vermekten daha kolay bir şey yok. Öyle ya Hıristiyanlık, özel mülkiyete, evliliğe, devlete de karşı çıkmamış mıydı? Onların yerine yardımseverlik ve dinlenme, manastır bekâreti ve nefsini öldürme, çadır hayatı ve kilise diye vaazlar vermemiş miydi? Hıristiyan sosyalizmi, aristokratın öfkesine papazın serptiği vaftiz suyudur yalnızca.” (Marx-Engels, 2009:75) 

Eleştirinin esas noktasında burjuva toplumunda eski düzeni tamamen ortadan kaldıracak bir sınıfın yani proletaryanın gelişmesi olduğu için gerici bir özellik taşımaktaydı.

b) Küçük-burjuva Sosyalizmi: Kapitalist üretim ilişkilerini ve bunun doğurduğu, doğuracağı çelişkileri isabetli değerlendirmekle birlikte eski üre- tim ilişkilerini yeniden kurmaya ya da yeni üretim ilişkilerini eski olanın içine zorla yerleştirmeye odaklandığı için gerici ve ütopik bir özelliğe sahipti. 

c) Alman Sosyalizmi: Proletaryanın çıkarları yerine hiçbir sınıfa men- sup olmayan “genel insan”ın çıkarlarını savunan, burjuvaziye karşı mut- lak-gerici sınıfların bir silahı olan, bağnaz küçük burjuvazinin çıkarını doğrudan temsil eden bir öğreti olarak gelişmişti. 

 2) Tutucu Sosyalizm: Burjuva toplum içinde kalınarak ondan doğan sıkıntıların giderilmesini savunur. “Bu çerçevede: ekonomistler, filantrop- lar, insancıllar, çalışan sınıfın durumunu düzeltmeciler, yardımseverler, hayvan korumacıları, ılımlılık örgütçüleri vardır. En çeşitlisinden köşe bucak reformcuları...” (Marks-Engels, 2009:81) 

Bunlar burjuva toplumunu çelişkisiz arzularlar. Yalnızca ekonomik koşullarda bir değişimin yararlı ola- cağını savunarak işçi sınıfının bütün devrimci hareketinin içini boşaltmaya çalışırlar.

 Kısaca sermaye ile ücretli emek arasındaki ilişkide esasen hiçbir şeyi değiştirmeden korumayı ve ufak tefek iyileştirmeleri hedeflerler. 3) “Esas sosyalist ve komünist sistemler, St. Simon’un, Fourier’in, Owen’ın vb. sistemleri” (Marks-Engels, 2009:83) proletaryanın hem kendi gelişmemişliği hem de maddi koşulların yetersiz olduğu dönemde boy göstermiştir. 

Bu öğreti sınıf karşıtlığını tanır ve bunun ortadan kaldırılmasını ister “Mevcut toplumun bütün temellerine saldırır” (Engels) ancak, proletaryaya siyasal bir rol biçmez, onun rolünü görmez. Tasarladıkları toplumu propaganda ve örnekler yoluyla barışçıl şekilde gerçekleştirmeyi hedeflerler. 

Bu nedenle devrimci tüm siyasal eylemleri, hareketi olumsuzlarlar. Bu öğretinin savunucularından biri olan Owen, 1833’te Londra’da İşçi Sendikaları Büyük Ulusal Birliği’nin kurulmasına öncülük etti ve birli- ğin başkanı oldu. Birlik, üretimin yönetimini ellerine alarak barışçıl yolla toplumun baştan aşağı dönüştürülmesini hedefliyordu. Ancak burjuva devletin-toplumun şiddetli tepkisi sonucu bu ütopik plan başarısızlığa uğradı ve birlik 1834’te dağıldı. Sınıf mücadelesini törpülemeye ve sınıf karşıtlıklarını uzlaştırmaya hizmet ettiği için sınıf mücadelesi geliştiği oranda önemini kaybederek gerici bir özellik kazanmıştır. 

Bir başka akım ise Kotheder sosyalistleri (kürsü sosyalistleri) idi.

 Bu akımın başlıca temsilcileri üniversite profesörleriydi ve kürsülerden sosyalizm adı altında burjuva reformizmini vaaz ediyorlardı. Devletin sınıflar üstü bir kurum olduğunu, dolayısıyla düşman sınıfları uzlaştırabileceğini savunuyor, işçilerin durumunu hastalık, kaza sigortaları ve fabrika sözleşmeleri ile iyileştirmeyi amaçlıyorlardı.

 İşçi sendikalarının siyasi mücadeleyi ve işçi sınıfı partisini gereksiz kıldığını belirtiyorlardı. Bu profesörlerden L. Brentano, İngiliz trade unionlarını kapitalizm sınırlarını aşmadan işçi sını- fının durumunda iyileştirmeleri ve sömürüden kurtulmalarını sağlamada örnek örgüt olarak gösteriyordu. Lenin bu akımı “burjuvazinin, Marksist sınıf mücadelesi teorisini ‘çürütmek’ ve… emekçilerin burjuvazinin etkisi altına girmesini sağlamak için gündeme getirdiği girişimlerden biri…” olarak tanımlamıştı. (Lenin, 1997:219) 

Kürsü sosyalistleri revizyonizmin ideolojik bir öncülüydü. Komünist hareketin ayrımı Engels Manifesto’ya neden sosyalist değil de komünist dediklerini açıklarken o dönemi şöyle ifade eder: “ … 

1847’de sosyalist denince iki tür kişi anlaşılıyordu. Bir yanda, daha o zaman giderek tükenmekte olan tarikatlara daralmış çeşitli ütopik sistemlerin, özellikle de İngiltere’de Owen’cılığın, Fransa’da Fourier’ciliğin peşinde olanlar. Öbür yandaysa, sermayeye ve kâra hiç dokunmaksızın toplumsal bozuklukları her derde deva çeşitli mer- hemlerle her çeşit yamalık yöntemleriyle gidereceğini sanan sosyal lafa- zanlar. Her iki yandakiler de işçi sınıfının dışında duran ve daha çok ‘kültürlü’ sınıfların desteğini arayanlar. Buna karşılık, işçilerin salt siyasal değişimlerin yetersizliğinden emin olan ve toplumun temelde yeniden bi- çimlenmesini gerekli gören öteki kesimi, o zamanlar kendilerine komünist diyorlardı. Biraz ham işlenmiş, salt içgüdüsel, bazen biraz kaba komü- nizmdi bu. 1847’de sosyalizm bir burjuva hareketi, komünizmse işçi hareketiydi… 

Ve biz daha o zaman ‘işçilerin kurutuluşu işçi sınıfının kendi işi olmalı’ görüşünü taşıdığımız için, bu iki deyimden hangisini seçeceğimiz konusunda bir an bile tereddüt etmedik.” (Marks-Engels, 2009:39–40) Dönemin özgün karakterini Engels böyle anlatıyor. 

Kapitalizm yeterince gelişmiş değildi. Maddi koşulların ve proletaryanın gelişme düzeyi “burjuva sosyalist” görüşlerin doğmasına-gelişmesine zemin sunuyordu. Proletaryanın kendiliğinden sınıf olmaktan çıkıp kendisi için sınıf haline geldiği Komünist Manifesto ile ilan edilmişti. Sanayinin gelişmesi, işçi sı- nıfının gelişen mücadelesi ve örgütlenmesi, Avrupa’da mayalanmakta olan devrimler, Paris Komünü, işçi sınıfının bilimi-ideolojisi olarak Marksizm’in inşa edilmesi ütopik ve burjuva sosyalist görüşlerin etkisinin kırılmasını sağladı. 

Marksizm ile Marksizm dışı akımlar arasındaki ayrım, mücadele daha belirgin, daha keskin bir nitelik kazanmaya başlamıştı. Marksizm’in temel ilkeleriyle hedefleri, strateji ve taktikleri belirlenmişti. Bu ilkeler burjuva görüş ve akımlara karşı mücadele içinde geliştirilmiş, Marksizm böyle güçlenmiştir. “… (1840’lardan sonra)

 Marksizm temel olarak kendine düşman olan teorilerle savaşmakla uğraştı. Kırkların başlarında Marks ve Engels, dünya görüşleri felsefi idealizm olan radikal genç hegelciler ile hesaplaştı. Kırkların sonlarında savaşım, prudonculuğa karşı, iktisadi öğreti alanında başladı. Elliler, fırtınalı 1848 yılında ortaya çıkan partiler ve öğretilerin eleştirisiyle bu savaşımın tamamlandığına tanık oldu. 

Altmışlarda savaşım, … Bakuninciliğin Enternasyonalden çıkarılmasına…” yönelmişti. (Lenin, 1990:243) 

 70’lerin başında ve sonunda proletarya üzerinde etkisi olmayan farklı görüşler de ortaya çıkmıştı. Marksizm’in bütün öteki ideolojilere karşı mücadele kazandığı zafer sayesinde burjuva görüşlerin etkisi kırılmıştı. Gene de sosyalist hareket içinde devrimci ve reformist, proleter ve küçük burjuva çizgi arasındaki mücadele henüz ulusal sınırlarda kalmaktaydı.

  Reformizm: İhanet yolu 

 Almanya’da Lasalcılar Bismarck’ın “Büyük Güç” politikasını desteklemişlerdi. Engels bunu “nesnel olarak bir alçaklık ve Prusyalılar lehine tüm işçi sınıfı hareketine ihanet” olarak değerlendirmişti. Marks ve Engels bu akımı bütün yönleriyle eleştirerek işçi sınıfı içinde oportünist bir eğilim olarak tanımlamışlardı. Ayzenahçılar ise Marks ve Engels’in görüş ve eleştirileri doğrultusunda hareket ederek Lasalcılardan daha tutarlı ve devrimci bir yol izlemişlerdi. Almanya’nın birleştirilmesi sorunu ile ilgili olarak Lasalcıların tersine “demokratik ve proleter bir yolu ve Prusyacılığa, Bismarkcılığa, milliyetçiliğe ve her türlü ödüne karşı savaşımı” desteklediler. (Lenin, 1990:536) 

Daha sonra (1875) bu iki parti Gotha Kongresi’nde (Alman Sosyalist İşçi Partisinde) birleştiler. Bu kongrede kabul edilen program “niteliği” yönünden seçmeci ve oportünist”ti (Lenin). Ayzenahçılar belli başlı konu- larda Lasalcılara ödün vermişlerdi. Marks ve Engels programın eski Ayzenah programına göre daha geri olduğunu, Marks ilkelerin formülas- yonu konusunda verilen tavizleri eleştirerek ilkelerle ilgili taviz verilme- mesini, teorik “tavizler” verilmemesini belirtmişlerdi. Fransa’da Guesdciler proletaryanın bağımsız devrimci bir politika izle- mesini savunan sol Marksist bir akımdı. Possibilistler (olanakçılar) ise pro- letaryayı devrimci savaşımından saptırmaya çalışan küçük burjuva reformcu bir akımdı. Proletaryanın devrimci amaçlarını geri plana iten, devrimci bir program ve taktiğe ihtiyacı olmadığını, kendisini gerçekleşti- rilmesi olanaklı şeylerle sınırlayan bir akımdı.

 Bu iki akım 1905’te sosyalist partide birleşti. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında sosyal şoven bir tutum takınarak proletaryaya ihanet ettiler. İngiltere’de fabiyanlar (reformcu fabiyan derneği üyeleri) proletaryanın sınıf savaşımına ve sosyalist devrime gerek olmadığını, kapitalizmden sosyalizme geçişin reformlar yoluyla gerçekleşeceğini savunuyorlardı. Lenin bunları “aşırı bir oportünist eğilim” olarak tanımladı.

 Sosyaldemokratlar ise Marksizm’i savunan ve sosyalist hareketin sol kanadını oluşturan devrimci sosyal demokratlarla birlikte reformistler ve anarşistlerin de içinde yer aldığı bir akımdı. Engels bunları dogmacı-sekter tutumları işçi hareketi ile ilişki kurmamaları nedeniyle eleştirmişti. 

  Marksizmʼde revizyonizm

Bu akımlarla mücadele ulusal sınırlar içinde kalmasına rağmen Marksizm ile revizyonizm arasında uluslararası bir mücadelenin ön koşullarını oluş- turuyordu. Lenin bu farklı akımların tek bir aile oluşturduğunu, birbirlerini överek birbirlerinden öğrendiğini ve Marksizm’e karşı ortak bir mücadele için birleştiğini belirtir ve “… Sosyalist oportünizmle giriştiği bu ilk ger- çekten uluslararası çatışmada belki de uluslararası devrimci sosyal demokrasi, uzun zamandan beri Avrupa’da egemen olan politik gericiliğin sonunu hazırlamak için yeterli güce ulaşacaktır” (Lenin, 1997:11) der. Bu dönemde revizyonizm daha belirgin bir hale gelmiş, özellikle Bernstein’ın Marksizm’in en temel ilkelerini revize edip (reddederek) Marksizm’den kopmasıyla bu mücadele keskinleşmiştir. 

Fransa’da sosyalist Millerand 1889 yılında gerici hükümete bakan olarak katılmayı kabul etmişti. Bu uluslararası işçi hareketinde şiddetli tartışmalara yol açtı. Oportünistler bunu olumluyor, göklere çıkarıyor ve Millerand’ın hükümete katılımını Paris Komünü’nü işçilerin kanıyla boğan General Gallifet’in (kendisi de Millerand’la beraber hükümette yer alıyordu) “… faaliyeti için güvence” olarak ifade ediyorlardı. (Lenin, 1997:220)

 Marksistler ise buna şiddetli eleştirilerde bulunarak mücadele başlatmışlardı. Bernstein, Millerand’ı hararetli bir şekilde savunuyor, övüyordu. Çünkü bu onun savunduğu görüşlerin pratik bir örneğiydi. Lenin bunu “pratik Bernsteincılık” olarak tanımlamış, sosyalizmin bu şekilde aşağılanmasının ve işçi sınıfının bilincinin böylesine bozulmasının karşılığının “… zavallı reformlar için görkemli projeler, öylesine zavallı ki burjuva hükümetler altında daha fazlası elde edildi” diyerek bu akımın karakterine işaret etmişti.

 Aynı dönemde Rusya’da ise Legal Marksistler Marksizm’in sadece kapitalist gelişmeyi açıklayan yasalarını kabul ettiler. Onun devrimci özünü, kapitalizmde çelişkilerin gelişmesini, proletaryanın ortaya çıkışını ve ikti- dar mücadelesini reddettiler. Onlar sadece burjuvazinin tarihsel rolü ile ilgileniyorlardı. Böylece revizyonist, nihayetinde de burjuva liberali olup çıktılar. Bütün bu akımlar Marksizm’in temel ilkelerine aykırı görüşleri savunu- yor, onun özünü bozuyorlardı. Ama Marksizm’in revizyonu işini asıl olarak Bernstein yerine getirdi, teorik önderliğini yaptı. 

Bernstein, Marksizm’in revizyonu adı altında Marksizm’in temel ilkelerini reddederek Marksizm karşıtı bir pozisyon almıştı. Kapitalizmin çelişkilerinin proletarya-burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin sönmesini, proletarya ile burjuvazi arasında iş birliğini, proletarya diktatörlüğü yerine sınıfların işbirliği temelinde ka- pitalizmin barışçıl bir biçimde dönüşümüne sosyalizme evrilmesini, bu yüzden de işçi sınıfı partisinin sınıflar arası bir reformlar partisi, burjuva liberal bir parti olmasını, siyasal özgürlük, demokrasi ve genel oy hakkının sınıf savaşımının temelini ortadan kaldırdığını, seçimlerde “çoğunluğun iradesi”nin üstün gelmesinin devleti sınıf egemenliğinin organı olmaktan çıkaracağını savunuyordu. “Hareket her şeydir, nihai amaç hiçbir şey” (Bernstein) sözü revizyonizmin özünü, ruhunu yansıtır. Marksizm’in böylesine içinin boşaltılmasına Alman Sosyal-Demokrasisi,

Kautsky ve 2. Enternasyonal’in önde gelenleri ciddi bir mücadelede bulunmadığı gibi Bernsteincılığa taviz veren, önünü açan yaklaşımlar ser- gilemişlerdir. Kautsky daha sonra Marksizm’in en önemli sorunu olan proletarya diktatörlüğü konusunda savunduğu görüşlerle Bernstein’la uzlaşmış, onu “derinleştirmiş!”, Marksizm’in ilkelerinin iğdiş edilmesine kan taşımıştır. Kautsky “Proletarya Diktatörlüğü” adlı broşürüyle proletarya diktatörlüğüne, proleter devrime karşı çıkmış, bu en önemli meselede karşı-devrimci rolü oynamıştır. Marks’ın proletarya diktatörlüğü hakkın- daki temel fikirlerini çarpıtarak içini boşaltmış, proletaryanın burjuvaziye karşı iktidarı şiddetle yıkma ve kurma zorunluluğunu reddetmiştir. “Saf bir demokrasi”, “herkes için demokrasi” savunularıyla sorunun sınıfsal özel- liğini inkâr etmekle burjuva demokrasisi ve burjuva devletini savunmaya varmıştır. 

Demokrasi-Devlet-Devrim olgusunun sınıfsal karakterini bir ke- nara bırakıp proletaryanın sınıf düşmanlarına karşı şiddete dayalı müca- delesinin yanlış olduğunu ispatlamaya çalışmıştır. Lenin, Bernstein ve Kautsky’nin bu karşı-devrimci revizyonist teorilerine karşı kararlı bir mü- cadele yürütmüş, onların bu görüşleriyle nasıl burjuvaziye hizmet ettiğini vs. ortaya koymuştur. “… apaçık safsatalarla Marksizm’in devrimci yaşa- yan ruhu gasp ediliyor, devrimci mücadele araçları, bu mücadele yön- temlerinin propagandası ve hazırlanması, kitlelerin tam da bu yönde eğitimi dışında Marksizm’de ne varsa kabul ediliyor…” (Lenin, 1996:129) Bernstein ve Kautsky’in savunduğu görüşler 2. Enternasyonal’e dam- gasını vurarak çizgisini belirlemiştir. Tam da bu nedenle 2. Enternasyonal partilerinin çoğu sosyal şoven, oportünist bir karaktere bürünerek 1. Em- peryalist Paylaşım Savaşı’nda kendi burjuvazileri safında “Yurt Savun- ması”na, burjuvazinin çıkarlarının savunmasına katıldılar. Böylece prole- taryaya karşı büyük bir ihanet sergilediler. “… Durumdan duruma tutumunu belirlemek, kendini günlük olaylara ve küçük politikanın kesinti ve değişimlerine uyarlamak, proletaryanın bi- rinci çıkarlarını ve tüm kapitalist sistemin, tüm kapitalist evrimin özellik- lerini unutmak, bu birincil çıkarları, anın gerçek veya varsayılan avantajları uğruna feda etmek-revizyonizmin politikası budur.” (Lenin, 1990:249)

 Kısaca reformizm Devrim ve reform sorunu Marksizm ve revizyonizm arasındaki bu tarihsel mücadele temelinde ele alındığında daha anlaşılır olacaktır. Reform genel anlamıyla tümüyle değiştirmeyi hedeflemeden aksaklıkları giderme, onarma anlamına gelir. Toplumsal devrimin reformlarla, do- layısıyla barışçıl karakterli ve sınıfların uzlaşmasına dayalı olarak gerçekleşeceği bu akımın temel savunusudur. Reformizm sınıf karşıtlıklarını uzlaştırmaya çalışır, onlar arasındaki çelişkilerin her birinin kendi sınıf- sal gerçeğini koruyarak-sürdürerek çözümlenebileceğine inanır. Ancak bilinir ki emek-sermaye çelişkisi bir sınıfın diğeriyle uzlaşmasıyla, birbirini dönüştürerek değil karşıtlardan proletaryanın burjuvaziyi şiddet eşittir zorla ortadan kaldırması, iktidarını yıkması ve kendi iktidarını kurması ile çözümlenecektir. “Reformcu için reform her şeydir; devrimci çalışma ise yalnızca gelip geçicidir, sözü edilecek bir konudur, göz boyamaya yarar. “Devrimci için ise tersine, esas olan reform değil devrimci çalışmadır; onun için reform devrimin ikincil ürününden başka bir şey değildir. 

“Devrimci, reformu legal eylem ile illegal eylemi bağdaştırmaya yara- yan bir dayanak ve burjuvaziyi devirme amacıyla kitlelerin devrimci ha- zırlığını amaç edinen illegal çalışmayı pekiştirmeye yarayan bir barınak olarak kabul eder. “Reformcu ise tam tersine reformları illegal eylemden vazgeçmek için, kitlelerin devrime hazırlanışını suya düşürmek için ve ‘bağışlanan’ re- formların gölgesinde uykuya yatmak için kabul eder.” (Stalin, Leninizm’in İlkeleri; 79) 

Stalin’in ortaya koyduğu yaklaşım bize reform ile devrim arasındaki ilkesel ayrımı göstermektedir. Kuşkusuz her ideoloji gibi reformizmin de sınıfsal bir temeli, maddi dayanağı vardır. Reformizmin temeli; kapitalizmin gelişme hızı, işçi hareketinin büyümesine, toplumsal gelişmenin çelişkiye dayalı olmasına ve burjuvazinin taktiklerindeki değişikliklere dayanır. “Belli bir ülkede, kapitalizmin gelişmesi ne denli yüksek ise burjuvazinin yöne- timi o denli katışıksız olur ve siyasal özgürlük ne denli büyükse ‘en yeni’ burjuva sloganlarının kullanılması o denli yoğun olmaktadır: devrime karşı reform, burjuva düzenin devrimci yolla al aşağı edilmesine karşı ça- lışan sınıfı bölmek ve zayıflatmak ve burjuvazinin egemenliğini sürdür- mek amacıyla yıkılması kaçınılmaz olan düzenin kısmen de olsa onarılması.” (Lenin, 1990:290)

 Kapitalizmdeki gelişme, çelişkilerin uzlaşıya dayalı barışçıl temelde çözüleceği düşüncesini oluşturur. Kautsky de ultra-emperyalizm teorisiyle emperyalizmin tek tekele doğru gittiğini ve barışçıl gelişmenin esas olacağını savunmuştur. Lenin’in bu teoriyi ultra- saçma teori diye eleştirdiği bilinir. Kapitalizmdeki her gelişme aynı zamanda küçük mülk sahiplerinin büyük bir kısmının yıkımına yol açarak onları proletaryanın saflarına iter. (Kuşkusuz kapitalizm aynı zamanda küçük mülkiyetin kendini yeniden üretmesine de zemin sunar.) 

Böylece proletaryanın saflarına katılan küçük burjuva unsurlar, bu ideolojinin etkisinde olanlar küçük burjuva ideolojisinin proleter saflarda kendini üretmesini sağlar. Bu da işçi hareketi içinde burjuva ideolojisi reformizmin ortaya çıkmasına temel oluşturur. 

Buna karşı kararlı bir ideolojik bir savaşım sürdürülmediğinde burjuva ideolojisinin saflarda egemen olması ve işçi hareketini yozlaştırması kaçınılmazdır. Bur- juvazi işçi sınıfı içerisinde işçi aristokrasisi denilen ayrıcalıklı bir kesimin oluş(turul)masına dayanarak da hareketi bölmeye, yozlaştırmaya çalışır. Hem kapitalizmdeki gelişmeler hem de işçi sınıfı hareketinin büyümesi burjuvaziyi toplumsal devrim fikrine karşı görünüşte toplumsal reformları savunmaya, salık vermeye yöneltmiştir. Ayrıca sadece şiddete dayalı bir taktik politika değil liberal-reformcu bir politika da izlemeye başlayarak işçi hareketi içinde bölünmeyi, proletaryanın devrim bilincini karartmayı, harekete ihanet etmeye hazır küçük burjuva reformcu unsur ve eğilimleri güçlendirmeyi hedeflemektedir.

 Lenin sosyalizme karşı reformculuğu “modern”, “ileri” eğitim görmüş burjuvazinin formülü olarak tanımlamış- tır. “Politik örgütlülüğün feodal sınıfa karşı kazandığı tek bir zafer yoktur ki inatçı bir direniş olmaksızın kazanılmış olsun. Tek bir kapitalist ülke yok- tur ki kapitalist toplumun farklı sınıfları arasında yaşanan bir ölüm kalım savaşı olmaksızın az ya da çok özgür, demokratik bir temelde kurulmuş olsun. Marks’ın dehası, onun herkesten önce bunun altını çizmesinde ve dünya tarihinin öğrettiği bu sonucu tutarlı bir şekilde göstermesinde yatar. 

Bu sonuç sınıf mücadelesi teorisidir.” (Engels, 2005;93) 

Dünya devrimler tarihinin bize öğrettiği şudur ki proletarya burjuvaziyi ancak şiddete dayalı bir devrimle yenebilir ve kendi iktidarını kurabilir. Burjuvazinin proletarya karşısında iktidarını barışçıl biçimde terk ettiğine dair tek bir örnek dahi yoktur. Nasıl ki burjuvazi iktidarını korumak için zor
 aygıtlarını örgütlemişse proletaryanın da onu yıkmak ve kendi iktidarını kurmak için zoru örgütlemesinden başka seçeneği yoktur! 

 Kaynakça: 1) Engels, (2005) Ütopyadan bilime sosyalizm: Evrensel Basım Yayın 2) Lenin, (1997) Ne Yapmalı; İnter Yayınları 3) Lenin, (1990), Marks-Engels Marksizm: Sol Yayınları 4) Lenin, (1996), Seçme Eserler- Cilt 7; İnter Yayınları 5) Marks-Engels, (2009): Komünist Parti Manifestosu; Evrensel Basım Yayın 6) Stalin, (T.Y) Leninizm’in İlkeleri; Sol Yayınları


devamı...

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)