9 Kasım 2022 Çarşamba

Tarihimizden Notlar..KALANLAR VE AYRILANLAR…DARBE GERÇEKLİĞİ--

 


Daha yakın tarihimize bakalım; ‘94 sürecine baktığımızda takındığımız tutum ve mahkum ettiğimiz bir dizi pratiğin bugün azınlık Merkez Komite üyeleri tarafından partiye nasıl dayatıldığını görürüz. Şimdi o dönemin darbecileriyle birlik çağrıları üzerine yürütülen tartışmalara bakalım.

“Birliği bozan veya “ayrılık sürecini tamamlayan” adım II. MK toplantısıdır. Bu toplantı birliğin ruhuna aykırıdır. Partiye rağmen onu reddeden bir içerikte gerçekleşmiştir. Ayrılık bu toplantıyla tescillenmiştir. Darbe bu toplantı ile teminat altına alınmak istenmiş ve ayrılık için şartlar olgunlaşmıştır. Bu toplantı ile MK çoğunluğu parti çoğunluğunu dışlamış ve parti çoğunluğu da onu “parti dışı” ilan etmiştir. (Partizan, sayı: 71, s. 28)

Dönemin darbecilerine verdiğimiz yanıtta neyin darbe olacağını görmeye-göstermeye çalışalım.

KALANLAR VE AYRILANLAR…

ST“dört kriter”e tekabül eden farklı görüşlerin ayrılık nedeni olabileceğinden bahsetmektedir. Aramızdaki ayrılıkların önemli olsa da o seviyede olmadığını özellikle vurgulamaktadır. Çünkü birlik önerisi “dört kriter” zemininde gerçekleşmektedir. Bize böylece, “ayrılık noktalarını abartarak birliğe olumsuz yaklaşmayın” demiş olmaktalar. Oysa bizim ileri sürülen hiçbir “ayrılık noktasını” “bölünme gerekçesi” yapmamız mevzu bahis değildir.

 

Daha da ötesi biz ST’nin ileri sürdüğü “dört kriter” üzerinden de “ayrılık gerekçesi” üretmedik. Aslına bakılırsa biz ne DABK ile ne de “darbe” ile ayrılık gerekçesi ileri sürdük. Her iki yapı da partiden ayrılmalarının sonuçlarını yaşamışlardır. Program veya örgütsel kurallar ya da stratejik ve taktik anlaşmazlık konuları olduğu için ayrılık ilan eden vaktinde DABK olmuştur.

 

DABK II. MK’yı parti çizgisinden sapmakla, revizyonizmle suçluyordu. Sonraki ayrılık ise darbe ve darbeye tavırla şekillenmiştir. “Ayrılık gerekçesi” üretmeye ayrılacakların ihtiyacı olur. Oysa biz hiçbir zaman bu ihtiyacı hissetmedik. Zaten hep kalan biz, ayrılan onlar olmuştur. Komünistler bulundukları partiden ayrılmayı, o parti komünist geleneğin/enternasyonalin temel kurallarına göre kurulduğu ve öyle işlediği sürece esasen ve hatta neredeyse tamamen reddederler. Onlar için esas olan sonuna kadar parti için mücadeledir.

 

TİİKP’in revizyonist önderliğine rağmen Kaypakkaya bu yolu sonuna kadar zorlamış ve kendilerinin varlığı tehdit edildiği, ifade özgürlüğü yok edildiği durumda, belki de “mecburen” demeliyiz, yeni bir parti kurmaya yönelmiştir. Örgüt hukuku açısından meşru olduğu ve bunu bozmadığı sürece önderliği oportünist olsa da komünistler, partiden ayrılmayı bir yol olarak benimsemezler. Bunu bozacak kural, siyasi olarak nitelik değiştirecek bir aşamada partinin önderlik misyonunu oynamaması olabilir.

 

Ustaların ve önderlerin genel tavrı bu yaklaşımı doğrulamaktadır. Lenin’in devrim öngörüsünde bulunup devrime önderlik görevini öne sürmesiyle beraber RSDİP içinde hem de merkezinde yaşanan karmaşa bilinir. Başlangıçta Lenin neredeyse yalnızdır. Lenin’in devrim perspektifi, planı MK tarafından kabul edilmemektedir.

 

 Nihayet Lenin, istifa etmek durumunda kalacağını belirterek partiyi son kez devrime önderlik etme sorumluluğunu almaya çağırır. Ancak ondan sonra RSDİP MK’sı nihai kararı alır. Lenin için bu devrimi kavrayamayan, sürecin gerisinde kalan bir karardır; başka bir ifadeyle, parti, kendiliğinden sürecin altında kalmıştır ve terk edilebilir. Lenin istifa tehdidi içeren mektubuyla komünist partiyi kesin bir ikileme sokmuş ve nihayet onun kendisini aşmasına, devrime önderlik etme kararını almasına neden olmuştur. Aksi halde Lenin mektupta ifade ettiği yolu tercih edebilir, RSDİP’tenkoparak yeni bir örgütlenmeye girişebilirdi! Lenin’in pratiği ST’nin “dört kriteri” ile bire bir açıklanamaz.

 

Sonuçta ideolojik olarak, program açısından, örgüt kurallarında, stratejik ve taktiklerde -Lenin’in devrim öncesinde onlara dair sunduğu “yeni” görüşleri, tezleri hariç tutulursa- bir ayrılık olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Nihayet biliyoruz ki, parti “Lenin’in partisiydi”. Onun hemen her hücresine nüfuz ettiği bir partiydi. Kuşkusuz burada da sonuç olarak “dört kritere” tekabül eden olgulardan bahsedebiliriz.

 

 Ancak bundan “sonuç olarak” bahsedebiliriz. İstifa mektubu bize bu kavramların nasıl biçimleneceği hakkında olabildiğince bilgi vermektedir. Bütün bunlar bize “basit” görünen kimi olguların büyük sonuçlara neden olabileceğini ve aynı zamanda kimi “karmaşık” olguların da aynı partide bir arada olmaya engel olmayabileceğini (elbette mücadelesiz değil) göstermektedir.

 

 “Dört kriter”i referans aldığımızda Lenin’in Menşeviklerle ayrılık gerekçesi üretmeye daha yatkın olduğu halde ayrılmayıp Ekim Devrimi öncesinde Bolşeviklerden “ayrılma gerekçesi” üretmeyi “tercih” ettiğini görüyoruz! (Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin Menşeviklerle aynı partide bulunduklarını ve çoğunluk iradesini kabul etmeyerek çoğunluk ile uyumlu çalışmayı reddedip ayrılığı tercih edenlerin de Menşevikler olduğunu unutmayalım.) Bu, özgün ve ilginç bir deneyimdir.

 

 Buradan çıkaracağımız sonuç şu olmalıdır:

 ST’nin belirlediği “dört kriter” iç içe bulunan halkalardır. Bu halkalar derece derece çoğaltılabilir ve gene her pratiğin, her anın değerlendirilmesine konu olabilir. Bunları belli, önceden belirlenmiş, kesin maddeler olarak kavramak ve uygulamak eksiklik ve yanlışlıklara neden olabilir. Mesela program maddelerindeki önemli bir anlaşmazlık birliğe engel görülmediği halde ve birlik buna rağmen sürdürüldüğünde hata yapılmış olmazken bir tüzük maddesinin çiğnenmesine göz yummak ciddi bir siyasi suç olabilir. Birincisi de “ayrılığa gerekçe” olabilir ama bu ayrılığın doğru/haklı olduğu anlamına gelmez.

İkincisi; görünürde birincisinden daha az “dört kriter” ile ilgili olsa da sonuçta ondan dolayı yaşanacak ayrılık “kaçınılmaz” kabul edilebilir, birlik zemininin kaybedilmesi göze alınabilir. Dolayısıyla “dört kriter” hakkında, sonuç olarak hem fikiriz. Ancak, bunların gerçeklik içerisinde somut olarak kavranışında farklı düşünmekteyiz. Zaten sorunumuz da bu kavrayış farklılığında yatmakta, o darbeyi “dört kritere” uygun olarak mahkûm edememektedir.

 

“ÖRGÜTSEL İLKELERDE BİRLİK VE PARTİDEN KOPMANIN YANLIŞLIĞI

” Şimdi en başa dönelim; darbe sürecine, darbeye ve de “ayrılığa” nasıl yaklaştığımızı tartışalım. Görelim bakalım ST’yle ne derece ortak/uyumlu olabiliyoruz? ST halen basit bir “ayrılıktan” ve halen “ayrılıp giden” olarak bizden bahsetmektedir.

 Ve halen Maoist parti anlayışını “darbeye karşı tavrımızın” karşısına koymaktadır. O halen “ayrılık anı”ndaki durumu doğru görmekten uzak davranmaktadır. Bundandır ki, kimi “düzeltmelerin” esasen bir yenilik, değişim/düzeltme olmadığı biçimindeki değerlendirmemizi anlamamaktadır. ST, II.Kongre’nin aldığı karardaki “ayrılıklarımız” listesinden özel olarak birini temel aldığımızı anlamalıdır. Sorunu çözmek amacındaysa eğer, çözmeye buradan başlamalıdır. Kuşkusuz “ayrı düşündüğümüz” yığınla konu, taktik mesele vardır ve gelecekte de bunun önünü almak mümkün olmayacaktır. Zaten “bunun önünün alınması” kaygısı da taşınmamalıdır.

 

 Denebilir ki, yapıların herhangi birinde yer alıp da birçok konuda diğeri ile daha çok “ortaklaşan” unsurlar bile olabilir… Hatta daha da ileri gidip denebilir ki, örgütlü olmadığı halde teoride herhangi bir yapının görüşlerini “ileri derecede” savunanlar da olabilir... Buna sınır koymak ne anlamlıdır ne de gerçeğe uygundur. “Örgütsel ilkelerde birlik ve partiden kopmanın yanlışlığı.” Bütün mesele nihayet bundan ibarettir.

ST’yle tartışmamızın ve yahut “tartışmamamızın” özü budur! Diğer tüm meseleler ancak bunun doğru kavranması durumunda ST’nin belirlediği “birlik” hedefi açısından da bir değer kazanmaya başlar. Peki, ST bunu kavrayabilir mi? Şimdiye kadar gördüğümüz şey bunun mümkün olmadığıdır. Neden? Nedeni ayrı bir konudur ve bu soruya yanıt oluşturan konuyu son söze bırakalım… “Örgütsel ilkelerde birlik ve partiden kopmanın yanlışlığı” bu tartışmadaki temel “sorunsal”dır. ST tüm süreci bu kavramı belirsizleştirerek kavramakta veya anlatmaktadır.

Bugün ST ile “apayrı” yerlerde bulunmamızın temelinde bu vardır. Onlar kimi yerde ve zamanlarda bu “ayrılığa” dair “ille de Maoizm”i benimsememeyi, “Stalin Gerçeği” belgesi üzerinde farklı düşünmeyi, “Partimizin Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ürünü olduğu” konusundaki sözde uzlaşmazlığı ve daha da ileri gidip “yarı-Hocacılık” eleştirisini gündeme getirseler de, ayrı yaklaşımlara sahip olduğumuz konularda görüşlerimizi çarpıtarak, anlaşılmaz hale getirerek bazı “ayrılık gerekçeleri” uydursalar da temel sorun “örgütsel ilkelerde birlik ve partiden ayrılmanın yanlışlığı”dır.

 

 ST’nin DABK ayrılığına dair, en başından beri vurguladığımız temel zaafa yıllar sonra “değinmesi” aslında konuya pek de yabancı olmadığını gösteriyor! Şimdi bizim temel sorun kabul ettiğimiz olguyu “örgüt kurallarında birlik ve partiden kopmanın yanlışlığı” olarak formüle ediyor olabilmesi de aynı duruma işaret ediyor. Ancak bunun temelde kavranmadığına dair hükmümüzü değiştirmiyor bu durum. ST halen, partiden kopmanın yanlışlığından dem vurabiliyorken de “darbe”nin anlamının bu olduğunu görmezden gelip bizi “ayrılanlar” olarak görmekte/göstermektedir.

 Çevresine halen bunu propaganda etmekte, ortadaki gerçekliği zorlamalar pahasına çarpıtmaktadır.

 

 

 

 

DARBE GERÇEKLİĞİ…

“Darbeye” dair gerçekleri ve görüşümüzü ortaya koyarak konuyu açalım. ST konferans kararının iki kişi tarafından çiğnenmesinin TKP/ML’nin öne sürdüğü “darbe” olduğunu, “darbe” demenin bundan ibaret olduğunu iddia ederek güya “birlik ve ayrılık” anlayışımızı mahkum etmektedir:

 “Kısaca TKP/ML’nin anlatarak bitiremediği sorun şudur: birlik görüşmeleriyle birlikte TKP/ML’den yoldaşlarında ağırlıklı olarak içerisinde olduğu önderlikler başta olmak üzere, konferans delegeleri de dahil hepsinin birleşerek üyelere darbe yaparak aldıkları kararın, yine bu kültürün bir parçası olan, yine önderlikten iki kişinin konferans delegelerinin iradesine darbe yaparak açıklamasıdır.”

!!! (ags, Sf: 36)

 Böylece hafif bir darbeye karşı benzer hafif darbeler de söz konusu edilerek “Partiden ayrılık ilanı” teşhir edilmiş olmaktadır!

 Şöyle diyor ST 37. sayfada: “TKP/ML’nin gelinen aşamadaki birlik ve ayrılık anlayışı; eğer bir gün bulunduğunuz örgütlenmede bir karar uygulanamaz ya da yanlış uygulanırsa sizlerin o yapıdan ayrılmanız ya da atılmanız için yeterli sebep ortaya çıkmış demektir boyutuna gelmiştir”, “TKP/ML açısından bir ayrılıkta temel meseleler önemli değildir. O gün açısından ayrılığı meşrulaştıracak en uygun şey çok tali bir şey de olsa ayrılığın sebebi yapılabilir.” Bu tespiti üzerinden eleştirilerini sakız çiğner gibi sürdürüyor ST. “Ne kadar çok söylenir ve basitleştirilirse o kadar kabul ettirilebilir” varsaydığı için olsa gerek, bu bölüm, tüm yazıdaki en geri yaklaşımı içerdiği halde gereksizce uzatılıp sürdürülmüştür.

 

Ya da bu eleştiriye konu edilen yaklaşım neredeyse kimsenin savunamayacağı bir niteliğe sahip olduğu için sürdürmek mümkün olmuştur! Yazdıkça yazası gelmiştir yazanın! Bu basit yanlışa karşı üstünlüğün verdiği haz abartıya neden olmuştur!..

 

Darbe dediğimiz şey nedir?

ST darbeye kadar varan sürecin belki de en dikkat çekici “başlangıcı”ndan söz etmektedir. TKP/ML’nin darbe kabul ettiği şey ise bu değildir. Elbette ST’nin konu ettiği olay ve ona dair tanımı reddetmiyoruz. Onun belirttiği gibi konferans iradesine karşı ona rağmen yapılan bu hareket de bir “darbe”dir. Hakeza daha güçlü bir irade olarak konferansın kararı da partiye karşı “darbe” olarak adlandırılabilir. Bu anlayışla hareket edilerek yığınla yanlış arka arkaya dizilebilir. Ama bu yanlışlar “parti içindeki ayrılıklar” olarak “birlik içindeki sorunlar” olarak kavranılır ve bu çerçevede çözümlenir ki daima bu anlayışla hareket edilmiştir. “Başlangıç” olarak tanımladığımız ama ST’nin “TKP/ML’yi anlatarak bitiremediği” dediği hareketten devam edelim tartışmaya…

 

Bu hareket başta planlı, amacı belli bir hareket olarak değerlendirilmektedir. Bu hareketin öncesi de vardır sonrası da. Kendisiyle sınırlı olsaydı elbette ne plandan bahsedilebilirdi ne de “sonuç”tan… Tuhaf olan şey, ST’nin sonrasındaki gelişmelerle ve açığa çıkardığını belirttiği düşman oluşumuyla bunu neredeyse hiç bağlantılandırmamasıdır! TKP/ML’nin darbe dediği olgu bu değildir. Darbe, parti iradesinin tamamen gasp edilmeye çalışılması ve hatta bunun gerçekleşmesine paralel olarak, bünyenin “nihayet” dışına atmayı başardığı “sözde irade”nin oluş biçimidir. Parti bu oluşumu henüz gelişim halindeyken, tamamlanmamışken çoğunluk iradesine uymaya çağırdı; Onu konferansa yöneltmeyi denedi. Bu çağrı, uğraş parti birliğine yaklaşımın somut ifadesidir. Sorunların hangi yöntemle çözülebileceğine verilmiş yanıtlardır bunlar. Açık ki o süreci yaşayanların birçoğu gidişatın nereye olduğunu sezmişlerdi ve daha önce değindiğimiz “kaçınılmazlığı” öngörmüşlerdi. Ancak buna rağmen “sonuna kadar” parti içi çözüm kopmakta olanlara sunulmuştu. Konu ettiğimiz konferans çağrısı, “darbeye doğru yürüyenlere” partide kalma çağrısıdır.

 

II. MK’da reddedilen çağrı, birliğin reddi olmuştur. Darbe dediğimiz budur! Partinin üçte birinin talebiyle toplanması mümkün olan konferans, MK kararı ile reddedilmiştir. Böyle davranan MK, parti çoğunluğunun üzerinde irade kurmaya yönelmiştir. ST’nin bunu gizlemek için “iki kişinin konferans kararlarına muhalefeti”nden söz etmesi, gerçekliği çarpıtma girişiminden başka nasıl tanımlanabilir? Üyelerin çoğunluğunun konferans talebi bulunduğu durumda MK’nın konferansı gerçekleştirmekle yükümlü hale gelmesi parti disiplininin, çoğunluk iradesinin tanınmasının bir gereğidir. Bunlar parti birliğinin temelidir.

 

 ST’nin sıraladığı dört kriter ancak bu temel varken anlamlıdır, güçlüdür… ST’nin bu çarpıtması aynı zamanda şaşırtıcıdır. Olayların yaşandığı zamanda darbe hakkındaki tespitlerimiz, daha çok farklı olgular öne çıkarılarak örtbas edilmeye çalışılmıştı. “Üyelerin çoğunluğu değil, çoğunluk bizden yana tavır aldı”, “şu organ disiplinsizlik yaptı”, “hizipçi örgütlenmenin çağrısı meşru değildir”, “ticaret işini yapanlar korunuyor”, “makyavelist parti anlayışına sahipler” vs. bunlar günümüzde unutulmuş veya “terk” edilmiştir. Şimdi tespitin dayandığı olayı çarpıtmak tercih edilmekte; TKP/ML II. MK toplantısı yerine “iki kişinin konferansın gizli kararına muhalefeti” konulmaktadır. İkincisi bir disiplinsizlik, sıradan bir “darbeci” tavrı, bu kültürün tezahürü şeklinde nitelenebilir.

 

 Ama ya birincisi? ST yazarları, onun için de aynı “küçümseyici” ifadeleri kullanabilecek misiniz? Yoksa ret mi edeceksiniz? Doğru değil, öyle bir şey olmadı; olsa da parti çoğunluğu onay vermedi metne, hatta üçte biri dahi vermedi mi diyeceksiniz? “Darbe” dediğimiz, parti iradesinin, belli bir plan ile ve belki de düşman yönlendirmesinin payıyla (o dönemdeki operasyonların örgüt mekanizmasına etkisi özellikle dikkat çekicidir) üstelik parti çoğunluğunun konferans çağrısının küstah biçimde reddiyle ele geçirilmesidir. Parti çoğunluğu “irade” kendisine rağmen ele geçtikten sonra onu tasfiye etmiş, birliği korumayı seçmiştir. “Ayrılan” yok, “ayrılmaya gerekçe” de yok! Parti zemininde kalınmıştır. Darbeye tavır alınmasaydı, partiye rağmen kendini dayatan irade kabul edilseydi, parti birliği onulmaz bir yara almış olurdu.

 

 Parti anlayışımız yenilmiş olurdu. Büyük bir siyasal suç işlenmiş olurdu! Ayrıştığımız temel nokta budur! DABK ile de sizinle de ayrıştığımız husus budur. Şimdi sizler, bu gerçekliği örtbas ederek ama “ileri derecede” birlikçi gibi davranarak “basit” olayları “ayrılık gerekçesi” yapan TKP/ML’ye yol göstererek, onu parti anlayışı konusunda olmadık “suçlama”larla “teşhir” ederek “birliği tartışalım” istiyorsunuz!

Biz ne samimiyet ne de yürünebilir bir yol görüyoruz. Samimiyet için kavramlarımızın, tespitlerimizin çarpıtılmamasını ön koşul sayarız. Yürünecek yol için uygun bir hedef, bir umut ararız!

DARBE OLGUSUYLA YÜZLEŞME GEREĞİ…

ST, başından beri temel sorunun parti anlayışı olduğunu bilmiyor olamaz.

Zira bugüne kadar ve hatta DABK ayrılığı da dikkate alınırsa öteden beri ST’nde ifadesini bulan çizginin “parti anlayışı” dışındaki  Üyelerin çoğunluğunun konferans talebi bulunduğu durumda MK’nın konferansı gerçekleştirmekle yükümlü hale gelmesi parti disiplininin, çoğunluk iradesinin tanınmasının bir gereğidir.

Bunlar parti birliğinin temelidir.

ST’nin sıraladığı dört kriter ancak bu temel varken anlamlıdır, güçlüdür… rüşleri “ayrılık gerekçesi” olarak tartışılmamıştır! Söz konusu görüşlerin ayrılık nedeni olduğu iddialarının gerçeklerle ilgisi/ilişkisi yoktur. DABK, farklı görüşler savunduğu, Kaypakkaya çizgisinin yadsınmasına izin vermeyeceği iddiasıyla ayrılmaya karar verdiğinde o savundukları nedeniyle değil, partiyi terk ettiği için eleştirilmiştir. Sonraki dönemde partiye katılması için yapılan çağrıların özü de buna dayanıyordu.

DABK’ın ısrarla “ayrılık gerekçeleri” olarak “derin ayrılık”, “ideolojik-politik-teorik ayrılık”tan bahsetmesi onun temel problemini çözmemiş, aksine parti birliğinin temeli konusundaki sapmasını “düzelemez” noktaya ulaştırmıştır. Bugün hepimiz bilmekteyiz ki “ayrılık gerekçeleri” doğru ve yapılanı açıklayabilir değildir.

 Yıllar sonra “birlik” iki taraflı olarak, bir şekilde gündeme geldiğinde ve “ayrılık noktaları” üzerinden bazı değerlendirmeler yapıldığında meselenin özü, temeli iyice umursanmaz hale gelmiş, tali (elbette önemli ama ayrılık gerekçesi olmayan anlamında) görüş ayrılıkları ve “örgütsel birleşme”de uzlaşma gerçekleşmiştir. Ayrıca parti anlayışının sorgulanması anlamına gelen “DABK ayrılığı” veya “III. Konferansa tavır farklılığı”, çözümü sonraya bırakılan bir mesele olmuştur.

 

Oysa temel noktanın, sorunun o olduğu unutulmamalıydı. Yıllar sonra temel uzlaşmazlık tekrarlandı! Böylece yıpratıcı döngüye girilmektedir. ’92’deki birlik hakkındaki değerlendirmemiz nihayetinde bu uzlaşmazlığa dayanmaktadır.

 

Ayrılığı parti anlayışına dayandırmayan ve birliği de bunun üzerine inşa etmeyen yaklaşım kaçınılmaz olarak hüsrana neden olmuştur.

 

 Sonuç olarak bizi asıl ilgilendiren konu “örgütsel ilkelerde birlik ve partiden ayrılmanın yanlışlığı”dır. ST bu meseleye dair lafta “ileri düzeyde” açıklamalar yapıyor. Gerçeklere bakmaksızın yapılacak tartışmalarda öyle görülüyor ki “ille de Maoizm” diyerek bizi bir kaşık suda boğacak kadar kendinden emindir.

Üstelik asıl kökleri olarak kabul ettiğimiz DABK’ı tam da bu nedenle mahkum etmiş durumdalar! Ayrıca ’94 ayrılığında “parti önderliği”ni de ciddi biçimde eleştirdiler.

Peki, bu mesele bu biçimde çözüme kavuşturulabilir mi?

Hayır! Sorunun nedeni varlığını korudukça onun çözüldüğü iddia edilemez. ST üzerinde bulunduğu zeminin temelleriyle yüzleşmek durumundadır. DABK’ta vücut bulan ve devamında “darbe” pratiğinde yeniden cisimleşen bütün süreçte kendini doğru tanımlamalıdır. Onun DABK’a karşı duruşu ile darbeye karşı duruşu arasında özde bir fark yok.

 

 Fark şudur: zamanında DABK’a tavır almayıp kendini onunla ifade edenler günümüzde darbeye tavır almayıp kendini onunla sürdürmektedir. Darbe süreci DABK’ı “mahkum” etmelerine kendilerini bir ölçüde arındırmalarına olanak vermiş oldu ama darbeyi savunmak ve sürdürmek pahasına. Bizim için özde bir fark yok. Kuşkusuz gördüğümüz “korkunç” zararı bu değerlendirmeden ayrı tutuyoruz! Şimdi ayrılığı mahkum etmelerini ummanın haklı bir nedeni olabilir mi? Yıllarca onunla var olduktan sonra şimdi onu yadsımak mümkün olmasa gerek…

 DABK’ı “mahkûm” etme başarısı gösterenler neden darbeye karşı aynı başarıyı gösteremezler?

Çünkü,

 DABK eski bir sayfadır. ’92 birliği bu sayfayı biçimsel olsa da kapatmıştır. Birlik olmadan DABK çıkışı mahkum edilebilseydi nasıl bir boşluk oluşurdu, düşünün?!

 

Ya da “birlik” süresince bu konunun neredeyse “dokunulmaz” kılındığını hatırlayın ve değindiğimiz “boşluk” ile anlamlandırmayı deneyin… Bu ifadelerimiz DABK’ın devrimci yanını, ödediği bedeli, onun samimi ve fedakâr unsurlarını görmezden gelmek, küçümsemek olarak algılanmamalıdır.

 

 DABK’ı kusurlarına ve parti ile ilişkilerindeki suçuna karşın devrimci bir değer olarak görmekte ve o ölçüde sahiplenmekteyiz. Ortaya koyduğumuz görüş, ’92 birliğini DABK tarafından işlenmiş suçu açıkça değil ama biçimsel olarak örtmüş olmasına dairdir.

 

VI. Konferans’ın (2. OPK) bu soruna dair aldığı karar bilinmektedir. Darbeyi mahkûm etmeksizin birliği tartışmak istiyorlar ve kuşkusuz “birlik” istiyorlar… Bu talep ayrılık ilan etmenin, partiden ona zarar vererek ayrılmanın bir kez daha, bu kez darbe için meşrulaşması talebidir.

 Elbette son ayrılığı biçimlendiren, onu öncekinden daha “sorunlu” hale getiren olgulardan söz etmeye gerek duymayışımız yanlış yorumlara neden olabilir. Yazdıklarımız “aradaki farkı” örtmez…

Ancak şunu tekrarlamak da gerekmektedir:

Bunlar temel sorunlar değildir. Daha samimi olmak şüphesiz önemlidir. Ama ondan da önemli olan politik hattır; parti anlayışındaki seviyedir. Birlik önerisinde bulunanlar neden ayrılık yaşandığını gerçeğe uygun ve doğru olarak ortaya koymalıdır.

Varlıklarının bir darbe üzerine bina edildiğini, bu anlamda partinin reddi ile eşanlamlı bir süreçten ibaret olduklarını kavramalıdır. Yazılarında sözünü ettikleri “ayrılık noktaları” bizim için de birliğe engel oluşturmaz.En başından beri bunun bilincindeyiz.

Daha da ötesi, “ayrılık nedeni” olarak parti anlayışı dışındaki daha somut ifadeyle “darbe” dışındaki konulara değindiklerinde, bunu bizim ileri sürdüğümüzü iddia ederek gerçeği çarpıttıklarına tanık oluyoruz sadece! 

Bu uydurmalara sadece canımız sıkılıyor ve karalama içerikli olması nedeniyle tepki duyuyoruz!... Sanırız bu meselenin anlaşılması için bu açıklama yeterlidir.

 https://www.xn--yziekasn-t0abd8vxz.de/2024/07/tarihimizden-notlar-kalanlar-ve.html

 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)