17 Eylül 2023 Pazar

Ölüm yıldönümünü vesile ederek, Yılmaz Güney'i itibarsızlaştırmayı bir fırsat olarak görüyorlar. Aslında bu tavır sınıfsaldır.

Aslında bu tavır sınıfsaldır.

Fatoş Güney de İthaki Yayınları'ndan çıkan "Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun" kitabında o geceyi bütün detaylarıyla anlatıyor.

Ölüm yıldönümünü vesile ederek, Yılmaz Güney'i itibarsızlaştırmak bir fırsat olarak görüyorlar.

 Aslında bu tavır sınıfsaldır.

 

Independent Türkçe'ye konuşan Yılmaz Güney'in eşi Fatoş Güney ise, geride kalanları rencide etmek, üzmek, kırmak istemediğini ancak o gece Hâkim Sefa Mutlu'nun son derece içkili olduğunu belirtiyor ve şöyle konuşuyor:

 

Film çekimindeki sesleri denemek için bir silah getirilmişti. İyi kayıt yapılmadığı ortaya çıktı. Tekrar kayıt yapabilir miyiz dedi. Sonra iş çok başka yerlere girdi. Hayatını kaybeden kişi maalesef bir taraftı. Katil suçlamalarından hicap duyuyorum. Hâkim Bey sözle olsun, şiddetle olsun saldırılarda bulundu. Yılmaz asla kendisini tanımıyordu. Fakat inanın ki bir sanatçı için bu olay ölümden beterdi.

 

 

 

 

Yılmaz Güney'in dünya çapında, sinemasını dünyaya taşımış ve yerini bulmuş bir sanatçı olduğunu, söylenenleri üzüntüyle karşıladığını söyleyen Fatoş Güney; şimdi yeniden alevlenen tepkilere dair ise şu yorumu yapıyor:

 

Bu tepkiler durup dururken verilen tepkiler değil. Ölüm yıldönümünü vesile ederek, Yılmaz Güney'i itibarsızlaştırmak bir fırsat olarak görüyorlar. Aslında bu tavır sınıfsaldır.

 

Onun fikirlerinin, görüşlerinin ve mücadelesinin karşısında olan kişiler tarafından, onu kötü göstermek için gösterilen bir tutumdur ve bizce değersizdir.

 

Çünkü Yılmaz Güney, ülke insanının yüreğindedir, bilincindedir. Sanatını bütün dünyaya ispatlamıştır. Dünyanın en önemli sinema ödüllerini kazanmış, ulusal ve uluslararası camiada aldığı 33 ödülle bunu herkese göstermiştir.

 

 

Yılmaz Güney'i 'bir efsane' olarak niteleyen Fatoş Güney; filmlerinde işlediği konuların hala güncel ve evrensel olduğunu da hatırlatarak "Yılmaz'ın uğruna yıllarca cezalar aldığı görüşleri, başta Kürt sorunu olmak üzere hala güncelliğini koruyor" diyor.

 

Fatoş Güney, ancak bütün eleştirilere rağmen Yılmaz Güney'in yarattığı ve halen yaşayan çizginin 'sarsılmaz' olduğunu da vurguluyor.

 

 

Peki, 13 Eylül 1974'te ne oldu?

 

Mutlu'nun öldüğü gecenin yakın tanıklarından, Yılmaz Güney'in de asistanı olan yönetmen Ali Özgentürk yıllar sonra Sefa Mutlu'nun ölümüyle sonuçlanan geceyi şu sözlerle anlattı:

 

Olayın yaşandığı tarihte Adana Belediye Başkanı Ege Bagatur, ekibin bulunduğu Yumurtalık'ta denizin kenarındaki otelin gazinosuna akşam yemeğine geldi.

 

Yılmaz Güney hepimizin bu yemekte olmasını istedi. Bir masaya Belediye Başkanı Ege Bagatur, Yılmaz Güney, eşi Jale Fatma Pütün, öğretmen Murteza Timur, Şerif Gören ve ben oturdu.

 

Gazino ağzına kadar doluydu. Bir süre sonra deniz kenarından karartı şeklinde bir adam gelerek gazinoya girdi. Sarhoş olduğu her halinden belliydi, ayakta bile doğru dürüst duramıyordu. Birdenbire 'Ulan sana Yılmaz Güney mi diyorlar. Yılmaz Güney kim?' diyerek küfretmeye başladı.

 

Herkes şaşırmıştı. Yılmaz adama hiç cevap vermedi. Birtakım kişiler araya girerek adamı gazinodan uzaklaştırdılar. Daha sonra ağır ceza hâkimi olduğunu öğrendiğimiz bu adam, yani Sefa Mutlu, ailesiyle birlikte gazinonun az ilerisinde bir kampta kalıyormuş.

 

Bir süre sonra yine geldi. Yine sarhoştu. Bu kez Yılmaz'ın eşiyle ilgili çok ağır bir söz söyledi. Ne olduysa işte o anda oldu. Gazino birdenbire karıştı.

 

 

 

 

Fatoş Güney de İthaki Yayınları'ndan çıkan "Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun" kitabında o geceyi bütün detaylarıyla anlatıyor. Güney'in o geceye dair ilk tanıklığı şöyle:

 

Silah sesi duyulduğunda adeta bir ağır çekim sahnesinin içindeymişiz gibi Yılmaz'a doğru koştum. Etrafta bir sürü insan vardı ama hiçbir yüzü seçemiyordum.

 

Yılmaz kanlar içinde yerde yatan adamı hastaneye götürmek için çabalıyordu. Elindeki silahı aldım, koşarak gazinonun mutfağına gittim. Herkes dışarıya çıkmıştı bile. Silahı sanayi tipi buzdolabının arkasına sakladım. Otele doğru koştum. Odaya çıkıp arabanın anahtarını kaptım.

 

Hızla geri dönüp Yılmaz'ın yanına koştum. 'Hadi gidelim buradan' dedim. Kabul etmedi Yılmaz. 'Hayır, olmaz' dedi. 'Yardım edin hastaneye götürelim.'

 

Jandarmalar girdi gazinoya. Yılmaz'ın etrafını sardılar. Bileklerine kelepçe taktıklarını gördüm. 'Bu bir kabus' diye geçirdim içimden. Gerçek olamazdı, gözlerimi yumdum ve yeniden açtım. Değişen bir şey yoktu. Askerler Yılmaz'ı götürüyordu.

 

 

Sabaha karşı komutandan beş dakikalık bir görüş izni koparabildiğini ve Yılmaz Güney'in ilk cümlelerinin şu olduğunu anlatıyor Fatoş Güney:

 

Neler oluyor Fatoş, ne oldu Allah aşkına? Nasıl oldu anlamıyorum? Hâkim yaşıyor değil mi?... Koluma sandalyeyi indirince silah ateş aldı. Yarası ağır mı peki, durumu nasıl?

 

 

Fatoş Güney daha sonra eşinin gömleğinin kolunu sıvayıp kolunu gösterdiğini söylüyor:

 

Ağır bir darbe aldığı belli oluyordu. Dirseğiyle omuzu arasında kocaman bir morluk vardı, kolunu hareket ettirirken zorlanıyordu. Acısı vardı besbelli.

 

 

Ve yine Yılmaz Güney'in şu cümlelerini aktarıyor:

 

Arkamızdan sana hatta bana hakaretler ve küfürler yağdırıyordu. Durum tahammül edilecek gibi değildi ama sen soğukkanlılığını koruyordun, ekipten bazı arkadaşlar çoktan ayaklanmıştı.

 

Gazinon ortasındaki setin üzerine çıkıp 'Herkes otursun' diye bağırdın… İşte tam o sırada onu uzaklaştırmak isteyen arkadaşlarının elinden kurtularak bir sandalye kapıp senin üzerine hücum etti. Ben sandalyeyi kafana vurdu sandım, o sırada da silah sesi duydum.

 

 

Fatoş Güney, Yumurtalık hâkimi Sefa Mutlu'nun ölümüne ilişkin soruşturmaya dair de şunları anlatıyor:

 

Yumurtalık hâkimi Sefa Mutlu'nun vurulması olayının soruşturmasını Yumurtalık'ta polis teşkilatı olmadığından jandarma yapmaktaydı. Olayın hemen ardından tutanak tutan jandarma, hâkimi kendi aracıyla hastaneye nakletme çabasında olan Yılmaz'ın otomobilinde arama yapmış, araçta herhangi bir suç aletine rastlanmadığını belirterek zabıt varakasını düzenlemişti.

 

Savcı bölgeye intikal ederek hazırlık tahkikatını yürütmeye, ilk ifadeleri almaya başlamıştı. Ancak gece yarısı bizzat Adalet Bakanlığı tarafından verilen yıldırım emriyle görevli savcı değiştirilmiş, Adana Cumhuriyet Savcılığı'ndan başka bir savcı onun yerine atanmıştı.

 

Bu yeni savcı tanıklara baskı yaparak, kimilerine fiziksel saldırıda bulunup kimine hakaret ederek tahkikatı taraflı bir şekilde yürüteceğinin sinyallerini vermişti bile.

 

Anayasanın 'yurttaşların kanun önünde eşitliği ilkesi' resmen çiğnenirken, ilk tahkikatın gizliliği ilkesi de Adalet Bakanlığı tarafından apar topar görevlendirilen savcı tarafından ihlal edilmiş, yetmezmiş gibi basın-yayın organları da olayı hukukun işlerliğine imkân vermeyecek bir biçimde çarpıtarak yansıtmaktan geri durmamıştı…

 

Yılmaz henüz savunmasını dahi vermeden anonslarda 'eli kanlı katil' olarak tasvir ediliyordu.

 

 

Kovuşturma sonunda 16 Eylül 1974'te iddianamenin hazırlandığını ve Yılmaz Güney hakkında TCK 449. Maddesi gereğince "vazifesini yaptığı sırada veya vazifesini yapmasından dolayı devlet memurlarından birini öldürme" ve 6163 Sayılı Ateşli Silahlar Kanunu'na muhalefetten cezalar istendiğini anlatan Fatoş Güneş hiçbir hafifletici ve tahrik edici nedenin dikkate alınmadığını öne sürüyor:

 

Bir an için farz edelim ki, merhum yargıcı gerçekten Yılmaz Güney öldürmüş. O halde olayda açıkça görülen ağır tecavüz ve tahrik sonucu işlenmiş bir cinayette hafifletici bütün etkenleri unutup müebbet hapis istemek neden?... Kaldı ki savcı tarafından yapılan isteğin gerekçesinde, içkili bir lokantada demlenen yargıcı, görev başında ve görev içinde gösteren bir yargı yanlışlığı daha var.

 

 

Fatoş Güney, Yılmaz Güney'in Kürt sorunu konusundaki tavizsiz tutumu nedeniyle, o dönem kaldığı İzmit Cezaevi'nde öldürülmeye çalışıldığını da söylüyor:

 

Yılmaz'ın 'bardağı taşırması' Kürt meselesindeki fikirleri ve siyasi görüşlerindeki tavizsiz tutumu cezasız kalmayacaktı. Pusu kurulmuştu bile, bileti kesilecekti. Bu iş cezaevinde bitirilmeliydi artık. Kimse ne olduğunu bile anlamayacaktı.

 

Cahil, çulsuz, sahipsiz, dünyadan habersiz, zavallı birini bulup kanına girerek, para vaat ederek dayayacaklardı hapı, bıçağı vereceklerdi eline ve Yılmaz'ın üzerine salacaklardı.

 

El ayak çekildiğinde, Yılmaz'ın yalnız ve savunmasız olduğu bir anda gerçekleştirilecekti operasyon. Cinayet nedeni de kılıfına uydurulmuştu. Yeraltı dünyasında her zaman işleyen o bildik senaryo girecekti devreye. Ünlü olmak isteyen az ünlü bir kabadayı Yılmaz Güney'i vurarak namını yürütecekti.

 

 

Ve saldırı anını da şöyle anlatıyor Güney:

 

Koğuşları birbirine bağlayan koridora açılan küçük hole geldiğinde, arkasında belli belirsiz bir hareket hissetti. Bir kedi gibi yaklaşmakta olanı sezmiş, yine bir kedi çevikliğiyle kenara doğru atılarak üzerine geleni şaşırtmayı başarmıştı. Gözüne parlak bir cismin ışığı yansıdı. Yılmaz o parlak cismi kendine doğru savuran çelimsiz kolu bileğinden kavradı. Kısa bir süre direnmeye çalıştı saldırgan ama başarısız oldu.

 

 

 

 

 

 

 

© The Independentturkish

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bakın adam öldürmem demiyorum, öldürebilirim. Hayati bir tehlikeyle karşılaşsam, başka çarem kalmamışsa yapabilirim. Fakat bir yumrukta, bir tekmede yıkılan, üflesen devrilecek sarhoş bir adamı neden öldüreyim? Bütün hayatı kavgayla geçmiş, bir yığın silahlı-bıçaklı olayın içine girip çıkmış, vurmuş, vurulmuş deney sahibi bir adam, böylesine aciz bir adamı neden öldürsün?

 

 

Bu sözler, Yumurtalık hâkimi Sefa Mutlu'nun ölümüne ilişkin yargılandığı davada savunmasını yapan Yılmaz Güney'e ait.

 

Tam 47 yıl önce söylenmiş bu sözlerin yeniden hatırlamamızın sebebi ise, Güney'in ölüm yıldönümü vesilesiyle ortaya çıkan tartışmalar.

 

Türk sinemasının tartışmasız en büyük yönetmenlerinden ve oyuncularından biri olan Yılmaz Güney, bundan 37 yıl önce 9 Eylül 1984'te Paris'te yaşamını yitirdi.

 

Uzun bir süre yasaklı olan Güney'in itibarı, geride bıraktığımız yıllarda iade edildi. Hatta bu 9 Eylül'de onu ananlardan biri de Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı oldu.

 

Bakanlık Twitter'da yaptığı paylaşımla "Sinemamızın Çirkin Kral lakaplı oyuncusu senarist, yönetmen, yazar Yılmaz Güney'i ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz" ifadelerini kullandı.

Bakın adam öldürmem demiyorum, öldürebilirim. Hayati bir tehlikeyle karşılaşsam, başka çarem kalmamışsa yapabilirim. Fakat bir yumrukta, bir tekmede yıkılan, üflesen devrilecek sarhoş bir adamı neden öldüreyim? Bütün hayatı kavgayla geçmiş, bir yığın silahlı-bıçaklı olayın içine girip çıkmış, vurmuş, vurulmuş deney sahibi bir adam, böylesine aciz bir adamı neden öldürsün?

 

 

Bu sözler, Yumurtalık hâkimi Sefa Mutlu'nun ölümüne ilişkin yargılandığı davada savunmasını yapan Yılmaz Güney'e ait.

 

Tam 47 yıl önce söylenmiş bu sözlerin yeniden hatırlamamızın sebebi ise, Güney'in ölüm yıldönümü vesilesiyle ortaya çıkan tartışmalar.

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)