(Kaypakkaya geleneğinin tarihine kısa bir bakış)
Şunun altını çizelim;
Burada Hasan AKSU arkadaşın ifadelerinin hiçbirini
çürütmek, ya da doğruluğunu ispatlamaya veya yanlışlığını göstermeye çalışmak
değil amaç!
Amaç, böylesi
tarihsel belge niteliği taşıyan çalışmalarda, daha titiz davranılmasıdır.
Şüphesiz çalışma sübjektiftir. Ancak kimi olayların belgeleri ve tanıkları
mevcut ise başvurmaktan sakınılmamalıdır.
Çalışma anı/anlatı veya öyküde olsa açık ve net, şaibe
bırakmayacak kadar şeffaf davranılmasına işaret etmek istiyorum.
Aksi halde, güven
sarsar, şüphe uyandırır, önce kişi veya kişileri, ardından bunu ortaya
çıkarmayan kolektif organizmayı töhmet altında bırakır, gerçekler
bulanıklaştırılır! Kötü niyetli kimseler bunları istediği gibi alır ve
kullanır! Bu vb. şeylerin önünü açmamalı.
Kesinlikle hem Hasan AKSU, hem de Nisan Yayımcılık kitapta
yer alan birçok konudaki bu eksikliklere ve boşluklara ilişkin yeni
baskıda düzenleme yapmalıdır!
https://hakangurer.blogspot.com/2016/07/bir-kitap-ve-bir-hareketin-portresi.html#more
Bir kitap ve bir hareketin Portresi!..(Kaypakkaya geleneğinin tarihine
kısa bir bakış)
H.GÜRER--21 Temmuz, 2016
Genel olarak dünyanın ve insanlığın, özel olarak da çeşitli
uygarlıkların ve toplulukların tarihlerinin, kuşaktan kuşağa yüz yıllardır
aktarımının en önemli aracı şüphesiz yazıdır. Yazının bulunuşu, insanlığın en
önemli buluşlarından biri olmakla beraber, yine insanlığın hafızasının da bin
yıllarca kaydedilebilmesinin en önemli araçlarındandır. O halde, tarihi
yazılmamış topluluklar belleksiz, hafızasız topluluklardır! Yazılmamış tarihler
okunup bilinemeyeceği gibi, sözlü aktarımlar ise manipülasyona açıktır. Kolayca
çarpıtılabilir!
“Tarih, kazananların yazdığı safsatadan başka bir
şey değildir” diyen düşünür, esasen kazananların yazacağı bir tarihin
manipüle edilip, gerçeği doğru bir şekilde ifade etmeyeceğine vurgu yapar. Bu
yüzden toplumlarkendi tarihlerini kendileri yazmalıdır! Çünkü yazılmadıkça
bir tarih, tarih olamaz! Toplumların tarihleri de yazılmadığı sürece
çarptırılır.
Tarih, yaşanan olayların, yaşandığı dönemlerde, içinde
bulunduğu şartlarda, onu çevreleyen ve etkileyen koşulların mümkün olduğunca
nesnel bir şekilde sunulması ile oluşur. Ve “yaşanan olayların bir daha
yaşanabilmesi mümkün olmadığından, diğer bilimler gibi deney ve gözleme
dayanamaz.” Bu da, sübjektif olmasını kaçınılmaz kılar! Marksistler tarihe
farklı yaklaşır.
Marksistler için tarih bilimi ve bilinci, sadece olup
bitenin kronolojik sıralamasını yapmak değildir! Aynı zamanda onu yorumlayıp
sebep-sonuç ilişkisi içinde olguları da bir bütün anlamak ve anlatmaktır!
Marksist tarih bilinci, seküler materyalist bir tarihtir. Ahiretten ve
ruhani-dini meselelerden uzaktır.
Tarih teorisi sosyal politik pratiğin özgün bileşenlerinden
oluşur ve analitiktir. Bu yüzden de “kazananların yazdığı tarih” ve
“tarihçileri” karşısında, Analitik Marksist tarih teorisi deyim yerindeyse
güçten güce koşar. O halde bizler, yaşadığımız dönemlerin özneleri olarak
yazacağımız tarihsel şeyleri analitik Marksist tarih teorisi yönteminden
sapmadan, ilke ve prensiplerinden taviz vermeden, gerçeklere bağlı kalarak
yazmalıyız!
O halde tarihi yazarken, duygularımızla,
duyumlarımızla, içgüdülerimizle, düşüncelerimizle ve olmasını
istediğimiz şekliyle değil, geleceğe karşı sorumluluk taşıyarak hoş ve güzel
şeylerden ibaret olmasa da kaygılar gütmeden, edinilebilecek kadar en
geniş düzeyde kaynaklara ve tanıklara/bilgiye ve gerçeğe dayanarak
yazılmalıdır. Öyle ki, Lenin’e çıkaracakları gazetenin yazı kurulu
toplantısında, “ne yazacağız” diye soran yoldaşlarına, Lenin’in yanıtı nettir:
“Sadece gerçekleri yazacağız, çünkü gerçekler devrimcidir!” der.
Türkiye Devrimci Hareketinin (TDH) devrimcileri bu öğüdü ne
kadar tuttu, tartışılır! Ama hâlâ gerçeklerde ısrarcıysak, o halde kaygılar
gütmeden onları (gerçekleri) ifade etmeliyiz. Belki yakınımızdaki
dostlarımızla, sevdiklerimizle gerçekleri ifade ettiğimiz için sıkıntılar
yaşayabiliriz. Ama gerçeklerin olduğu yerde doğru olmayan, gerçeği ifade
etmeyen, manipülasyon içeren asılsız her şeyin güneş görmüş kar gibi
eriyeceğini bilmeliyiz. Haliyle, bunlar üzerine kurulmuş her türlü ilişkinin de
kar misali olacağı açıktır. Yapılacak şey açık ve nettir; tarihsel nitelik
taşıyan her şey, belgelere ve tanıklara dayanarak, belgelenerek ifade
edilmelidir.
Hakan AKSU’nun, “Şafak Alazında harpagos’a kafa tuttuk”
isimli anı/anlatı içerikli kitap çalışması, şu ana dek (M. Oruçoğlu, Ali
Taşyapan, Halil Gündoğan, Erdoğan Şenci, M. Ali Eser, H. Hayri Arslan, Kamber
Akbalık, Ahmet Cihan-Mehmet Çetin’in vb) yapılan çalışmalar gibi, yarım asrı
aşkındır, ‘resmi’ anlamda yazıl(a)mamış, sözlü aktarımlardan öğrendiğimiz bir
hareketin tarihine ilgi ve alaka duyanlar için şüphesiz göz atılması gereken
bir çalışmadır.
Ancak, göz atılması gerektiği kadar, kimi noktalarda
eksiklerinden kaynaklı kafa karıştıran, oldukça fazla tekrarlar barındıran,
kimi yerlerde ise sanıyorum fark etmeden suçlamalarda bulunan, yer-yer ise
değindiği konuları tam açmadığı için ne demek istendiği anlaşılmayan ve bundan
dolayı da kişileri, süreçleri, eylemleri şaibede bırakan kesitler barındırıyor.
Tüm bunları değerlendirme yazımın içerisinde açıklamaya çalışacağım.
Bu değerlendirme yazısından önce düşüncelerimi Hasan AKSU
ile sözlü olarak kısmen paylaşabildim. “Değerlendirmeni yazar ve
paylaşırsan mutlu olurum” diyerek yazmamı rica etti. Yaptığım eleştirilere
karşı hoşgörülü davrandığı gibi, yetersiz ve eksik olacak noktaları da bu vb.
değerlendirmelerle gidererek daha iyi bir çalışmaya dönüşmesini istediğini,
kitabın yapılacak 2. baskısında da bu yönlerin giderilmesinde etkili
olabileceğini hiçbir kaygı taşımadan belirtmesi de ayrıca mutlu etti beni.
Kendisiyle konuşurken ifade ettiğim ve eksik bıraktığım noktaları daha derli
toplu halde sunmaya çalışacağım.
Keşke, bu vb. çalışmaları emek veren, yazan arkadaşlar, aynı
süreçleri yaşadıkları kişilere (imkânı varsa) bitirdikten sonra gönderseler,
onların okuyup düzeltme, hatırlatma yapmalarının ardından bireysel aklın,
kolektif akla dönüştürüldüğü, daha ‘eksiksiz’ bir kolektif ürün çıkarsalar.
Ortak yaşanmışlıklar, ödenmiş ortak emek ve bedeller, yaratılmış ortak tarih ve
birlikte deneyimlenmiş böylesi tarihsel meseleler, daha titiz ve dikkatli ele
alınıp hazırlansa!
Bu vb. eksikleri sadece Hasan AKSU’nun çalışmasında değil,
genel olarak yukarıda ifade ettiğim çalışmaların hemen hepsinde görmek mümkün.
Ancak, Hasan AKSU’nun çalışmasında ise bu eksiklik biraz daha ön plana çıkmış.
Bunun en önemli nedeni ise, bir nefeste koca bir tarihi anlatmaya çalışması
olmuş! Bunu yaparken de açması gereken belirleyici kimi noktaları açmayıp, çok
belirleyici olmayan noktaları uzunca açmış!.. Bunlara tek-tek değinemeyeceğim,
fakat okuyucunun gözünden kaçmayacağını düşünüyorum.
Diğer arkadaşların çalışmalarının basımını yapan kimi
yayınevleri belki tarihsel olayları, süreçleri, özneleri ve sonuçlarını
bilmeyebilir. Bu durum, onları küçükte olsa ‘incelemeden ve denetimden’
geçmediği esprisi ile ‘anlaşılır’ kılabilir. Fakat bu durum yine de kişinin
aktardığı koca tarihe karşı sorumluluğunu hafifletmez! Oysa Hasan AKSU’nun bu
çalışmasını ‘NİSAN Yayımcılık’ basmış.
Bir de önsöz yazmış.
Bu tarihsel süreci, olayları ve sonuçlarını en iyi bilen böylesi bir yayınevi,
nasıl bu çalışma üzerinde daha dikkatli durmaz?! Kimi tarihsel noktalarda hayli
eksik ve yetersiz bilgileri görmez? Redaksiyon hatalarını, anlatım
bozukluklarını, yazım kuralı hatalarını ve çokça yapılan tekrarları ise es
geçiyorum. Oysa tüm bunlar, ticari amaç taşımayan, önemli misyonlar yüklenmiş
‘NİSAN Yayımcılık’ gibi yayınevlerinin es geçmemesi, dikkatle üzerinde durması
gereken noktalardır!
Bu kitap henüz yazım aşamasındayken, Armenak belgesel
çekimleri için bir araya gelmiştik. Çekim aralarında, yemek sonrasında, yürüyüş
esnasında Hasan AKSU ve kitabında ismi geçen birçok arkadaşla genel güncel
gelişmelere ve yarım asrı bulan tarihsel kesite dair sohbetler ediyorduk. Bu
sohbetlerde tarihsel süreçler, eksiklikler, hatalar, başarı ve olumlu noktalara
vurgular yapılıyordu. Henüz doğmadığım dönemlerden bahsedildiği için, ben
kişisel olarak, bu dönemleri yazan kişilerin kitaplarından, gazete ve dergi
arşivlerinden, sürecin tanıkları ve özneleri ile yaptığım röportajlardan,
kayıtlardan ve sohbetlerden edindiğim bilgiler çerçevesinde sorular soruyor,
süreçleri ve tarihsel kesitleri anlamaya/algılamaya çalışıyordum.
Anlamadığım, anlamlandıramadığım, kendimce “önemsiz” ve
“trajik” bulduğum kimi noktaları ifade ettiğimde Hasan arkadaş bu vb. süreçleri
içeren bir kitap çalışmasıyla uğraştığını, bunların hepsine yanıt vereceğini,
birçok kaynağın eksik-yetersiz ve doğru bilgilerden yoksunluğunu ifade etmişti.
Bu konuda haklıydı. Çünkü var olan parmak sayısını geçmeyen
yazı-öykü-anı/anlatı türünden kitaplar yeterli bilgiler vermiyor, verdiği
bilgileri de aynı süreci yaşayan kimseler onaylamıyor, farklı şeyler
anlatıyordu. Bunca bilgi kirliliği içerisinde doğru bilginin nerden edinileceği
bilin(e)mediği gibi, yarım asırlık tarih de bilin(e)miyor, dersler
çıkarıl(a)mıyordu!..
Bunu yapması gereken kolektif organizma ise ne yazık ki
yapmıyor, yapmadığı gibi yayın organlarında ifade ettiği haliyle de
süreçleri yaşayanlar tarafından kabul görmüyordu! Hasan arkadaşın kitabı ile
tüm bunlara ilişkin vereceği doğrudan bilgiler, esasen bir başvuru kaynağı
niteliği taşıyacağı gibi, yapılan-düşülen hata ve olumsuzlukları da analiz
ederek bir tecrübe, ders ve sonuç çıkarmayı ve aktarımını içerecekti! En
azından sohbetlerimizden çıkarsadığım sonuçlar beni bu yönde beklentiler içine
sokmuştu.
Armenak’ın annesi ve kardeşleri ile belgesel için çekim
yapmamızın ardından, kısa süre sonra Elmas Ana yaşamını yitirmişti. Onun
anısına yazdığım yazıda “Anılar güzeldir! Ve bir o kadar da özel!
Anılar özneldir! Yaşanan olaylarda! Anılar, kişilerde bıraktığı anlama, öneme,
algılanışa göre de biçimlenir ve yorumlanır! Aynı olayı ve an'ı yaşayanlar
tarafından aynı algılanmayı ve yorumlanmayı sağlamaz! Aynı
değerlendirmelere ve ifadelere kavuşmaz… Çünkü aynı an'ı ve olayı yaşayan
farklı kişiler, farklı öyküler anlatır!..” demiştim. Bu çalışma da
Hasan arkadaşın ‘öznel’ yaklaşımı şüphesiz. Fakat yukarıda da belirttiğim gibi,
bu vb. çalışmalar da önemli olan, bence, ele alan ve alacak olan her arkadaşın
daha titiz ve dikkatli olmalarıdır. Dönemi yaşayan, tanıklık eden kişilerle
paslaşarak sonuçlandırmaları ve kitlelere ulaştırmaları daha doğrudur.
Hasan arkadaşın, kendi döneminde birlikte sürecin
öznesi-nesnesi-edilgeni olmuş birçok kişi ile irtibat ve görüşme
halinde olduğunu biliyorum. Bu anı/anlatı çalışmasını bitirmeden önce ve
bitirdikten sonra bu kişilerle ne kadar paslaştı, bilgi aldı, sordu,
fikirlerini ve önerilerini aldı, çalışmayı bitirdikten sonra taslak halinde bu
kişilere gönderdi, göz atmalarını rica etti bilmiyorum. Ancak tüm bunları
yapmanın fevkalade koşullarının olduğunu da biliyorum. Kitapta gördüğüm eksik
ve yetersizlikler, böylesi bir paslaşmanın çok zayıf kaldığını
gösteriyor…
Kitaba dönecek olursak;
Ayrılıklar-hizipler meselesi!
Hasan AKSU kitabın, giriş kısmında Kaypakkaya geleneğinin
önemli bir kesitini anlatırken, o dönemde meydana gelen kimi ‘ayrılık’ ve
‘hiziplerin bir kısmını da ele almaya çalışıyor. Ben tek-tek buna
girmektense, genel olarak Türkiye Devrimci Hareketinde (TDH) ve özel olarak da
Kaypakkaya geleneğindeki ‘ayrılıklar’ ve ‘hiziplere’ dair genel bir
değerlendirmede bulunmayı daha doğru görüyorum. Aksi halde yazının muhtevası
bir kitap değerlendirmesi olmaktan çıkacaktır!
Bugün, Uluslararası Komünist Hareket, (UKH) iktidar olduğu
sosyalist ülkelerde aldığı yenilgilerle geri dönüşler yaşamasıyla, derin
sulara çekilmiş, var olma kavgası veriyor. Berlin’de yıkılan duvarın yükü, ne
yazık ki Uluslararası Komünist Hareketi ezen bir ‘enkaz’ olmaya devam ediyor.
Oysa UKH, duvarın yıkılmasına kadar, tüm eksik ve yetersizliklerine karşın,
dünya halkları üzerinde önemli bir etkiye sahipti. Bu etki, yerkürenin çeşitli
parçalarında ezilen ve sömürülen halkların iç dinamiklerini harekete geçirmede
önemli bir role sahipken, harekete geçen bu dinamikler kendi çevresini de
olumlu anlamda önemli oranda etkileyebiliyordu.
Bu da ezilenlerin ve sömürülenlerin enternasyonal bilincinin
ve pratiğinin gelişmesinde kendilerine çizilen sınırları aşmasını beraberinde
getiriyordu. Ancak, sosyalizmin, iktidar olduğu ülkeler yalnızca böyle olumlu
etkilerde bulunmadı. Geri dönüşlerin ardından, bir sistemin çöküşünü sembolize
eden duvarın yıkılışı, bu ana dek yaptığı olumlu etkileri tersine çevirmiş,
ezilenlerin arz yuvarlağı deyim yerindeyse başlarına yıkılmıştı.
Böylece, sosyalizmin iktidar olmadığı ülkelerdeki sosyalist
hareketlerin ise iktidar olan ülkeleri dogmatik olarak taklit ettikleri,
kalıpçı ve şabloncu yaklaştıkları, haliyle aynı sorunları yaşayıp, aynı
hatalara düşüp ortak yanlışlar yaptıkları, taktik ve stratejik hataları da
ortaya çıktı. İdeolojik-politik ve örgütsel bağımlılığın ve dogmatizmin
hâkimiyeti, duvarın yıkılması ile açık bir şekilde görüldü. Gerilemeler,
kırılmalar, güvensizlikler, yenilgiler ve tasfiye rüzgârı kasırga kanatları
takmıştı. Bu kasırga önüne geleni kırdı geçirdi. Kırılan ama yeşeremeyenler
çürümeye yol açtı. Yer kürede mevzilerini adım adım geri alan kapitalizm, her
adımda UKH’nın üzerine ölü toprağı saçarak ilerledi. Çeşitli kıtalarda tüm
bunları öngören küçükte olsa devrimci güçler, bu yıkımın altında kalmamak için
uğraşsa da önemli oranda etkilendi. Kapitalizm, UKH’nin surlarını ağır
gürzlerle yıktı, büyük gedikler açtı.
TDH, bağımlı siyaseti ve dogmatik algılayışı nedeniyle kendi
coğrafya ve ülke gerçekliğini analiz edemedi. Halada etmiş sayılmaz! Kendi
ülkesini, insanını ve üretim ilişkileri gerçekliğini, özgünlüklerini,
çelişkilerini, devriminin yolunu, yöntemini ve araçlarını nesnel olarak analiz
edemedi/etmedi. Bunun yerine kimisi Rusya, kimisi Çin, kimisi Küba, kimisi Arnavutluk
vs. modellerinden etkilendi ve bir şablon olarak da
kendi ülkesinde uygulamak istedi.
Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısını, özgünlüklerini,
inceleme-araştırma-sentezleme ve bunun ışığında bilimsel bir
politik-siyasal-örgütsel hat oluştur(a)madı. Kendi ülke gerçekliğini, o ülkeler
ile aynılaştırma dogmatizmine düşerek, aynı örgütlenme modelleri ve aynı
politikaları ‘mutlak doğru’ olarak savunup, devşirme politika ve yöntemlerle
uygulamaya kalkıştı. Haliyle de o ülkelerdeki aynı hataları yaparak, aynı sonuçları
paylaştı.
Bu ‘etkiler’ TDH’nin üzerinden atması gereken ‘etkiler’
olmaktan çıkıp, bir düşünüş ve siyaset yapma haline dönüştü. Kendi ülke
gerçekliğinden bir haber, başka ülkelerin gerçekliğiyle, örnekleriyle ve
yöntemleri ile uğraştı. Onları okudu, onları ezberledi ve onları uygulamaya
çalıştı. Gerçekliğine yabancı olduğu kendi ülkesinde devrim yapmaya kalktı. Bu
da ardı ardına yanlışlar yapmasına neden oldu.
Yanlışların kaynağı bilimsel olarak sorgulanıp bulunamadığı
için sistemli hale dönüştü. Kronikleşti. Sistemleşen ve kronikleşen bu davranış
biçimi, sürekli ayrılmaları, tasfiyeleri, yenilgileri ve çürümeyi getirdi!
Bilimsel bir düşünüş tarzına sahip olmadığı için bu ayrılıkların-tasfiyelerin
ve yenilgilerin kaynağını/kökenlerini sorgulayıp bilince çıkarıp aşma ve
tekrardan yapmama iradesi gösteremedi. Bu irade göstermiş olsaydı, Türkiyeli
devrimci hareketin durumu bu denli ağır olmayabilirdi.
Kaypakkayacı geleneğin tarihi
ayrılıklar-hizipler-tasfiyeler ve yenilgiler tarihidir!
Yukarıda genel olarak ele aldığım durumu özele,
Türkiye’ye indirgeyip irdelediğimizde, TDH’nin tarihinin, yenilgiler
tarihi olduğunu göreceğiz. Ancak TDH’nin içerisinde hatırı sayılır bir yerde
duran Kaypakkayacı geleneğinin tarihi ise yalnızca yenilgi değil, ayrılıklar-hizipler-tasfiyeler
ve yenilgilerle dolu bir tarihidir! Belki böyle değerlendirmem kimi
dostlarımızca eleştirilecektir. Fakat yarım asırlık tarihi ele alıp
irili-ufaklı ‘ayrılıklar’ ve ‘hizipler’ kronolojik olarak sıralanırsa, bunlarla
beraber alınan yenilgiler incelenirse, ne demek istediğim daha net anlaşılır
olacaktır!
Kaypakkayacı gelenek, yarım asrı bulan tarihinde onu aşkın
ayrılık yaşamış, güç-güven, insan ve prestij kaybetmiştir. Her ayrılık,
‘sağcı’-’solcu’ veya ‘oportünist-tasfiyeci’ ya da ‘darbeci-mafyacı’ vb.
sıfatlandırmalar ile yapılmıştır. ‘Ayrılıklar’, hareketi önemli oranda
zayıflatıp varlık-yokluk aşamasına getirmiştir. Her ‘ayrılık’ düzinelerce
ideolojik argümanla sıfatlandırılmış ve her ayrılık özü itibari ile (her
ne kadar bu ayrılıkların kaynağı olan, başını çeken kimseler sübjektif olarak
karşı-devrimci olmasa da ya da en azından bu konuda somut bir
veri olmadığından) objektif olarak karşı devrime hizmet
etmiştirler! Ancak, “ayrılmayıp kalmak devrime hizmet etmiştir” sonucu
çıkmamalıdır bundan!..
Bünyesinde defalarca ayrılık-hizip ve tasfiyelerin çıktığı
Kaypakkaya geleneği, tüm bunları nedenleri-niçinleri ve sonuçları üzerine
etraflıca muhasebesini yap(a)madı. Yeni çıkabilecek benzer oluşumların ise
öngörüsünde bulunamadı. Bunun için ortaya çıkan akımlar değerlendirilerek,
esasen yalnızca sonuçlar değerlendirilmiş oldu. Düşünüş tarzı sorgulanmadı.
Haliyle defalarca aldığı yenilgileri de ‘iç’ ve ‘dış’ koşullarla
açıklamaya çalıştı.
Özüne in(e)medi. Oysa ‘iç’ ve ‘dış’ yenilgiler yalnızca bir
sonuçtu. Bunun aşılması için teorik, politik ve örgütsel/pratik hat
oluşturulamadı. Sınıf mücadelesinin çetin yasalarına uygun teorik, politik ve
örgütsel bir hat oluşmayınca, örgüt mekanizmasını oluşturan unsurlarda buna
uygun şekillenemedi ve sistem dışı, var olana alternatif, farklı kişilikler,
yeni bir insan modeli oluşturulamadı. Haliyle, düşünüş tarzı, siyaset yapışı,
yaşam biçimi, çalışma tarzı, disiplini ve sistemden her yönüyle kopmuş, farklı
işleyen bir düşünce gücü oluşmadı.
Sistem içi yaşayan, sistemden beslenen, sistemin istediği ve
dayattığı yaşam ve düşünüş tarzının ötesine geçilemedi. Zaaflarına,
hatalarına ve suçlarına karşı bilimsel ve acımasız davranamadı. Haliyle
kitlelere karşı dürüst ve samimi olmayı da başaramadı. Düşüncesi başka, yaşam
biçimi ise başka oldu! Bu durum kitlelerin gözünde kaçmadı, karşılığında
güvende bulmadı. Bu yönleri ile “proleter devrimci” bir nitelikten uzak
olduğunu söylemek, küçük burjuva ve halkçı bir devrimci çizgide kaldığını ifade
etmek yanlış olmayacaktır!
Kaypakkyanın katledilişi ve tutuklanmalar üzerine!
Türkiye Devrimci Hareketi ve Kaypakkaya geleneği, 1970 ve
1980 askeri darbeleriyle örgütsel yenilgilerini, 1990’da duvarın yıkılıp modern
revizyonizmin gün yüzüne çıkması ile ideolojik ve örgütsel
alanda sarsıntı, yıkım ve yenilgiler almıştır. 2000’lerde ise hapishane temelli
yürütülen siyaset nedeniyle aldığı yenilgi ile her 10 yılda bir
yenilgiler aldığı açıktır. Kimileri ‘objektif’ kimileri ‘sübjektif’,
kimileri ‘örgütsel’ yenilgi demiş, kimileri ise ‘yenilgi’ olarak dahi
görmemiştir durumu. Yani iki ‘uç’ yaklaşım hâkimdir. Ya yenilgiyi ‘iç’ veya
‘dış’ koşullar teorisi yaparak meşrulaştırmak, ya da tümden yok saymak! Buda
benzer yenilgileri yaşamayı beraberinde getirmiştir. Haliyle bu yenilgilerin
hiçbiri, bilimsel olarak ele alınıp sentezler üretilememiştir.
Kitapta da ne yazık ki bu durum hâkim. İ.Kaypakkaya’nın
katledilmesine ve beraberinde ki kadroların tutuklanmasına değiniliyor. Ancak
neden ve niçinleri analiz edilerek, dersler çıkarılarak yapılmıyor. Hasan Aksu
arkadaş bu süreci “KÖK süreci” başlığı altında ele almaya çalışıyor. Göze
çarpan ve ifade edilen noktaları kısaca aktarırsak şöyle;
“Kaypakkaya yoldaşın tespit ettiği MK üyeleri daha bir
araya gelmeden, yani merkezi bir toplantı yapma çalışmaları yürütüldüğü
dönemde faşizmin baskısı ve operasyonlarına maruz kalarak ağır darbe
almışlardı.”Altını çizdiğim nokta yukarıda ifade ettiğim yenilginin
‘dış’ kaynağını ifade etme çabasıdır! Devamında; “Tespit edilen,
konuşulan ve onayı alınan toplantı gerçekleştirilmeden yeni kurulan
Parti yenilgiye uğramıştı. Bu sebeple merkezi bir toplantı
gerçekleşmemişti.
Böylece tespit edilen ama fiili toplantısı
gerçekleşmeden, örgütsel hiyerarşisi oluşmadan yenilgi alınmıştı.” deniyor.
(Syf:22) Kısaca çözümlemeye çalışalım; okur, paragrafı dikkatle okunduğunda
oldukça tekrar olduğunu görecektir. Sonra, bir parti kurmak için yapılması
gereken bir toplantı söz konusu. Fakat bunun gerçekleştirilemediği ifade
ediliyor. Nasıl olurda “tespit edilen MK üyeleri bir araya gelmeden” ve kuruluş
toplantısı gerçekleştirilemeyen ama “yeni kurulan Parti” yenilgiye uğramış”
oluyor? Yani fiili olarak kuruluş toplantısını, kongresini
yapamamıştır! Haliyle de kurulamamıştır.
Bu durum gerek TDH
tarafından gerekse Kaypakkaya geleneği tarafından çok açıkça bilinmektedir.
Neden bu kadar tekrara düşmeye ve zorlama şeylere gerek duyuluyor? Oysa
duyulmaması gerekiyor. “Biz kuruluş kongresini/toplantısını yapamadan yenilgiye
uğramış, önderini ve kurucu üyelerinin kimilerini kaybetmiş, kimilerinin
ise tutsak düştüğü bir hareketiz” demek doğru olanıdır. Bundan sakınmak,
gerçeği ifade etmeyi sakınmaktır. Lenin’in öğüdünü tutmamaktır!
Devam eden sayfalarda ise şunlar aktarılıyor;
“İbrahim o kısacık, kısıtlı, imkânsızlık içinde direkt
devlete kırmasıyla, tabancasıyla, taşla sopayla, sapanla yöneliyor. Önüne hedef
koyuyor. Teorik olarak koyduğu baş çelişkinin çözümü için, durmaksızın
eyleme başlıyor. İdeolojik, siyasi tartışmaları ertelemiyor. Önemine
göre önceliklere parmak basıyor. Fiili eylemliklere geçiyor, hedefe yöneliyor.” (Syf:
64)
Altını çizdiğimiz noktaların ifadesi, bize Kaypakkaya’nın ve
arkadaşlarının önceliği parti kurmak değil devlete yönelmek(!) olarak yansıyor.
Kaypakkaya ve arkadaşlarının ‘niyetlerinin’ böyle olmadığını biliyoruz. (Yani
evet devlete yönelmek, ama örgütlü bir disiplin altında!) Ancak, bu ifade
esasen Kaypakkaya ve arkadaşlarının içine girdiği pratiği doğru olarak ifade
ediyor. Ve hareketin yarım asırdır tartıştığı “1.yenilgi” dediği yenilginin
temeli burada yatıyor.
Nasıl? 12 Mart 1971 askeri darbesi koşulları. Darbe,
Türkiye’nin en güçlü hareketlerinin liderlerini kimilerini asmış (Deniz, Yusuf
ve Hüseyin’i), kimilerini dağ başlarında katletmiş (Kızıl derede M.Çayan ve
arkadaşlarını, Nurhaklarda Sinan Cemgil ve arkadaşlarını), sıra ise sana
gelmiş. Bu koca hareketlerin nicel gücü, kitle ilişkileri, teknik imkân ve
olanakları yanında çok ama çok yetersiz, eksik ve nicelik olarak zayıf
kalan bir hareket olarak senin, darbenin gücünü, etkisini, çapını ve
yaptıklarını öngörüp analiz etmen gerekirken, güçlerini koruyup partini kurmak
ve koşulları değerlendirip uygun zamanda ona göre atılımlar yapman gerekirken,
seni arayan darbecilere adeta “ben buradayım” diyerek tüm ilgiyi üzerine
çekiyor, bulunduğun bölgeyi deşifre ediyor ve kahreden malum sonu yaşıyorsun!
Senin önceliğin, bu coğrafyada devrimi örgütlemek ise, böylesi bir darbe
karşısında güçlerini korumak, partini kurmaktır. Darbeden en az zararla
sıyrılmaya çalışmaktır! “imkânsızlık içinde” değil, yarattığın imkânlarla,
“kırma, tabanca, taş, sopa, sapan” ile değil, örgütleyeceğin kitlelerin
kahreden gücü ile yönelmelisin! Bu yapılmadığı gibi, alınan yenilgi
kitapta “kırma, tabanca, taş, sopa, sapanla yöneliyor. Önüne
hedef koyuyor.” Denilerek işin “cesaretli-inançlı” kısmı öne çıkarılıp,
yenilgiye götüren hatalar gözden kaçırılıyor.
Bu yenilgiyi analiz edip, bilimsel bir senteze ulaşamayan,
‘iç’-‘dış’ veya ‘örgütsel’ ya da ‘ideolojik’, ya da ‘sübjektif’ ve ‘objektif’
yenilgi vs. diyerek yarım asır geçti. Yenilginin nedenleri ortaya koyulup
mahkûm edilip doğru dersler çıkarılamadı. Tüm yapı tarafından içselleştirilmesi
sağlanamadı. Aksine, yukarıda ifade edilen şekilde ifade edilerek, yanlış,
doğru yapılmış gibi yansıtıldı. Hareketin en gerisinden, en ileri unsuruna
kadar herkes bu hatayı ve yenilgiye götüren yanlışı övünerek sahiplendi,
benzerlerini yaptı. Doğru dersler ve sonuçlar çıkarılamadığı için, önlemlerde
alınamadı. Bu da, ardı ardına alınan darbelerin ve Süleyman Cihan’ın
katledilmesine kadar giden sürecin kodlarını kendi içinde barındırdı.
Süleyman Cihan olayı!
“Süleyman ve bir kadın yoldaş ev boşaltmaya gittiklerinde
içeride pusu kuran ekiple karşı karşıya gelir. Yanındaki kadın yoldaş
(Gülay) uyanık davranarak operasyon ekibini oyalar, beklemediği (kimin
beklemediği? BN) bir yanıltma hareketi yaparak Süleyman yoldaşın kaçıp
kurtulmasını sağlar, ama kendisi faşizmin eline düşer.” (Hasan
Aksu-Şafak alazında harpagos’a kafa tuttuk. Syf:337)
Paragrafta ifade edilenler ne yazık ki tam değil, eksik ve
okuyunca insanın kafasında farklı şekilde canlandırmasını sağlıyor. Yazımın ilk
girişinde ifade etmiştim, tarihsel olaylar dikkatli aktarılmalıdır. Yanlış
anlamalara yol açmamalıdır. Hele tanıkların anlatımları belgelerle mevcut ise
yorum katılmadan olduğu gibi verilmesi en doğru olanıdır. Şimdi bu paragraftaki
durumu, direk Süleyman Cihan ile giden kadın arkadaşın kendisinden dinleyelim:
“… Sanırım 14 Temmuz 1981, 12 civarlarıydı” diye
anlatıyor GÜLENDAM; (Gülay değil!) “O gün sabah Süleyman Cihan’la özel
görevim nedeniyle randevumuz vardı. Randevumuz Hıdır’ın yakalanması ve
evinin boşaltılması ile ilgili değildi, tamamen farklıydı ve zaten ben de
yakalanmalardan habersizdim. (Altını ben çiziyorum) Görüşür görüşmez,
Hıdır’ın yakalandığını ve evini boşaltmamız gerektiğini söyledi.” Birlikte
oraya giderler ve evde onları H. Ayata’nın eşi Mualla karşılar: “Evde
epeyce illegal yazı ve önemli belgeler vardı, birlikte onları toplayıp
paketlemeye koyulduk. Onları elden taşıma olanağı yoktu, o yüzden Süleyman bir
araba ayarlamaya gitti.
Mualla ile ikimiz
evde belgeleri paketlemeye devam ettik. Biz eşyaları toparlamaya çalışırken
polis aniden evi bastı, …” ve çeşitli detayları da anlatarak
devam eder “… Evde o kadar çok önemli belge vardı ki, polisler okumaya
daldı ve Süleyman’ın gelişini fark edemediler. Dairenin kapısı açık
bırakılmıştı. Süleyman birden kapıda görünüverdi ve onunla göz göze geldik,
polislere çaktırmadan ona ‘git’ işareti yaptım. Süleyman dikkatlice
dönüp, aşağıya doğru gitti…” (Bkz: Süleyman Cihan,
Komünist bir önderin yaşamı. Ahmet Cihan-Mehmet Çetin. Belge yayınları. Syf:99) şeklinde
durumu özetler. Ve aynı sayfada bu duruma ilişkin Süleyman Cihan’ın M.Çetin’e
durumu şöyle aktarır; “Yoldaşın işareti üzerine hemen uzaklaştım evden
ama polisler beni nasıl fark ettilerse, sokakta ardıma düştüler. Epey bir
kovalamaca oldu…” der. Ama sonuçta kurtulur. Orada yakalanmaz.
Şüphesiz soracak çok soru var, ilk akla gelen ise “Ev boşaltmaya gönderilecek
başka kimse yok muydu? Bu kimse/ler yakalansa da sonucun ölümcül bir
sonla sonlanmayacağı gibi, darbeciler açısından en azından S.Cihan kadar ‘önem’
ifade etmeyecek biri/leri gönderilemez miydi?”
Süleyman Cihan’ın yakalanması nasıl ve neden
gerçekleşti?!
O dönem siyasi davalara bakan Av.Kemal Yılmaz şöyle diyor;
“Ayaküstü kısa konuşmamızda, S.Cihan, o dönem İstanbul, Ankara, Erzincan
bölgelerinde yakalanan TKP/ML yöneticilerinden olduğu idea edilen kişiler
hakkında bilgiler aldı. Bende kendisine, kendisinin bu sanıkların ifadelerinden
dolayı ciddi bir şekilde arandığını söyledim ve ayrıldık.” Der. (Bkz:
Süleyman Cihan, Komünist bir önderin yaşamı. Ahmet Cihan-Mehmet Çetin. Belge
yayınları. Syf:100) S. Cihan’ın 12 Eylül darbecileri tarafından çok
ciddi arandığını sadece Av. Kemal Yılmaz’dan duymaz. Belli ana merkezlere
arandığına dair fotoğrafları asılanlardandır ve bunu bilmektedir.
Tüm uyarılara karşın “tuzak” olarak ifade edilen şeyin içine
düşer. Ama tanıklardan aktardığımızda bunun aslında “tuzak” olup olmadığını o
zaman daha iyi göreceğiz.
Olaydan bir gün önce, 28 Temmuz 1981’de, “S.Cihan ve
M.Çetin ile Aksaray’da ki çay ocağında buluşacaktık.” diyor Nadir
Demirçivi. “Ben biraz erken gitmiştim. Tanıdık olan işletmeci, Hıdır’ın
karısının uğrayıp bir not bıraktığını söyledi. Notun Süleyman’a iletilmesi
gerekiyormuş. M.Çetin gelince olayı ona da anlattım. Az sonra Süleyman’da
geldi, notu ona verdik. Okuduktan sonra, benimle görüşmek istiyor, dedi.
İkimizde karşı çıktık. O da biraz bekleyin dedi, dışarı çıktı.
On beş-yirmi dakika sonra döndü. Telefonla konuştum,
yüz yüze benimle görüşmek istiyor, dedi. Gitmemesi yönünde tekrar görüş
belirttik. Hayır, mutlaka gitmeliyim; eğer üç gün içinde gelmezsem, tedbirinizi
alın, dedi. Biz gitmemesini ısrarla isteyince, notu bize de gösterdi. Notun
altında bir telefon numarası da vardı.” (Bkz: Süleyman Cihan,
Komünist bir önderin yaşamı. Ahmet Cihan-Mehmet Çetin. Belge yayınları.
Syf:103)
İfadeler çok açık. Devam ediyoruz aktarmaya. S.Cihan bu
kişilerle görüştükten sonra “Karaköy köprüsü üstünde Erhan Gencer, H.Hayri
Arslan, ve A.H.Akgül ile de buluşur ve gelişmeleri onlara da anlatır. Buna dair
“Mualla Ayata ile görüşmeye gitmek istediğinde son derece kırıcı ve sert tepki
göstermiştim; bunu E.Gencer ve A.H. Akgül de biliyor, tartışmamız onların
önünde cereyan etti.” Diyordu H.H.Arslan; “Karaköy köprüsü üstündeki gerilimli
tartışmamızın sebebi de buydu zaten. Sonunda önleyemedik…” (Bkz:
Süleyman Cihan, Komünist bir önderin yaşamı. Ahmet Cihan-Mehmet Çetin. Belge
yayınları. Syf:103)
S.Cihan, aynı gün “yakın akrabası ve yoldaşı olan Hasan
Dikçe ile de görüşmüş olmalı ki, ona da Mualla’ya atfen, ‘Benim onu görmem
lazım, gelişmeleri öğrenmem lazım, ona göre tedbir almalıyım’ dediğinde, o da,
görmeye gitmesinin yanlış olacağını söyler. “Onu özel olarak bırakmış
olabilirler, seni yakalamak için dedim, o da, evet ama çok önemli, dedi” diyordu
Hasan Dikçe; “Ben gideyim, hem durumu öğrenirim hem de seninle ilgili
bilgiyi değişik şekilde ulaştırsınlar dedim. Kabul etmedi. O zamanda sen
yakalanırsın dedi. Sonuçta gitmeme konusunda hemfikir gibiydik. Gidersem sana
haber veririm dedi. O gün bu gündür…” (Bkz: Aynı sayfa) bu
ve daha çarpıcı bir kaç kişinin daha ifadeleri mevcut. Çok uzun olduğundan
hepsini aktarmayacağım. Ancak şu noktalar konunun daha iyi anlaşılabilmesi için
önemli!
O günün akşamı M.Çetin ile S.Cihan uzun uzun tartışırlar.
M.Çetin şöyle bir öneri getirir kendisine: “Mualla’ya kendisinin yerine,
H.Ayata ile akrabalığı da olan Murat Aydın’ın gitmesidir. Ayrıca M.Aydın’ın herhangi
bir örgütsel ilişkisi ve bu anlamda görünür bir risk de yoktur. M.Aydın’ın
olmaması durumunda Munzur Yıldız’ın da adı geçer ancak asıl M.Aydın’dan rica
edilecektir bu; içeriden bırakılan bir yakınına ‘geçmiş olsun’ ziyareti
yapılacak, Hıdır, yoldaşlar ve ihtiyaçlar sorulacaktır, vd.” (Bkz:
Süleyman Cihan, Komünist bir önderin yaşamı. Ahmet Cihan-Mehmet Çetin. Belge
yayınları. Syf:105)
“Süleyman yakalandığı gün bana uğramıştı” diyordu Munzur
Yıldız; “Gelişmeyi anlattı ve Mualla’ya gitmesi gerektiğinden söz etti.
Ben buna ne kadar karşı çıksam da, yok, benim gidip görmem lazım, diyordu da
başka bir şey demiyordu. O özel şeylerin ne olduğunu hiç söylemedi ve hala da
ne olduğunu bilmiyorum. Biz gidelim teklifinde bulundum. Bak, zaten ben
Hıdır’ın mısaybıyım, I. Şube de biliyor bunu, ayrıca komşuyuz da, evlerimiz
bitişik yani. Yok, benim gitmem lazım, dedi ve gitti…” (Bkz: Aynı
sayfa) diyerek yakalandığı güne dair son durumu açıklar.
Ve S.Cihan’ın uğradığı kişilerden Murat Aydın, ayrılıklarını
şöyle açıklar; “Evden ayrılırken sarılıp öpüştük. Eşime, belki bir daha
görüşemeyiz, hakkını helal et, dedi. Örgütsel çalışma içinde bulunan her kişi
sürekli böyle bir risk ile karşı karşıya olduğundan söylediklerini o an için
buna yorumladık.” der.
Yığınla tanıklık var bu konuda. Hepsini aktarmak uzun
olacağından geçiyorum. Sonuç olarak, S.Cihan bunca karşı konulmasına,
eleştirilmesine, çeşitli öneriler getirilmesine karşın kimseyi dinlemez. Mualla
ile görüşmeye gider. “M.Ayata ile görüşmesinin biçimi ve içeriğine dair bir
bilgi hala yok” (Bkz: Aynı belge, Syf:106) notu düşülmüştür
kitapta. “Ahmet Cihan, tahliye olduktan sonra, yani 1985 sonlarında,
iki tanıkla birlikte görüşmeye gittiğinde, Mualla Ayata’nın kendilerine,
Süleyman’ın kendisine mahalle muhtarlığına ait telefon ile ulaştığını ve
kendisi ile görüşmeye geldiğini, sorgudaki arkadaşları merak ettiğini, sonra da
onu yolcu ettiğini ama nasıl yakalandığını bilmediğini söylediğini, belirtir.” (Bkz:
Aynı belge, Syf:106)
Ve son olarak aktaracağımız bölüm çarpıcıdır;
“Süleyman Cihan, M.Ayata ile görüştükten sonra, yani
29 Temmuz 1981 günü saat 14.30’da Özlem Turizm’e ait bir otobüsle
İstanbul’a döner. Otobüs, Çekmece yakınlarında durdurulur. Süleyman, yapılan
ilk kimlik aramasını ‘Oktay Emre’ kimliği ile atlatmasına rağmen, elinde telsiz
olan sivil polisin ön kapıdan otobüse binerek direkt Süleyman’a yöneldiğini ve
gözaltına aldığını, otobüs şöförünün anlatımından izlemek mümkün olur. Ayrıca
Süleyman’ın, gözaltına alınıp 2. Şube’ye götürüldükten sonra, ‘Beni
Hıdır Ayata’nın karısı ele verdi, kaçamadım, bunu bilin’ dediğini,
o dönemde 2. Şube’de sorguda olan M.Ali Kankotan ve diğer yoldaşlarının
tanıklığı üzerinden izlemek de…”
Bunca uzun alıntılardan okurun kafasında durum
cisimleşmiştir sanırım! Cisimleşmesi oldukça önemli. Çünkü
aktarımlardaki cümle bütünlüğü, yakalanmanın nedenlerini, hataları ve
açıktan işlenen ‘suçu’ sorgulamamızı engelliyor. Olguyu bütünlüklü sorgulayıp
doğru dersler çıkarmamızın önüne geçiyor. Nasıl mı? Hasan Aksu, kitabında
S.Cihan’ın yakalanmasına dair şöyle devam ediyor; “Nihayetinde bilinen
tuzak kurulur, (anlatılmadığı için okur bu tuzağın ne olduğunu bilemeyecek!
BN) Süleyman
yoldaşın hümanist yanı ve zor durumda kalana yardım etme erdemliliği, tespit
edilerek, hedefe varma planlanır. (…) Süleyman Cihan yoldaşı tuzağa düşürerek
ele geçirir.” (syf:337)
Altını çizdiğim ve
yazının puntolarını kalınlaştırdığım kısım, dikkat çekmek istediğim kısımdır.
Öyleki, bu nokta S.Cihan’ın yakalanmasında ki hata ve zaafları ve hatta ‘suçu’
örten ve onları tamamen karşı tarafa yükleyen bir noktadır! Türk dil kurumu
sözlüğünde Tuzak şöyle ifade ediliyor. “Birini güç ve tehlikeli bir duruma
düşürmek için kurulan düzen, komplo”!
Peki, S.Cihan’a kurulan acaba bir tuzak mı? Buna uzunca
aktardığım tanıkların ifadelerini okuyun sizler ne diyorsunuz? Evet bir
“tuzak”! Ama bilinen bir “tuzak”! haliyle bilindiği için de, esasen bir “tuzak”
olma durumundan çıkıyor. Bilerek gidip içine düşüyorsunuz. Hem halktan insanlar
tarafından hem de MK üyeleriniz tarafından gitmemeniz gerektiği yönünde sert
tartışmalar yaşamanıza rağmen çıkıp gidiyorsunuz. H.Hayri Arslan ile sohbet
ettiğimizde bana bu duruma ilişkin şöyle demişti; “Süleyman’a çok
kızdım. Silahım olsa ve gücüm yetse seni burada tutuklarım, gitmemelisin
dedim.” Söylerken bile üzerinden yıllar geçmesine rağmen o anı
yaşayarak söylüyordu. Bakışları, yüz mimikleri, sesindeki o tok vurgular bunu
gösteriyordu. O denli kızmış, o denli karşı çıkılmış. Ama nafile…
S.Cihan, bir partinin genel sekreteri olduğunu, stratejik
sorumluluklarının olduğunu unutmuş, bunları hatırlatan MK üyelerini ve
taraftarlarını dinlemeyip, ilke ve prensiplerden, disiplinden uzak bir tutum
içerisine girerek, kendisini yok etmek isteyen güçlere karşı önlem almayıp,
aksine ellerine düşmek için adımlar atmış. Ve bunu, uzunca alıntılar
yaptığımız “Süleyman Cihan, Komünist bir önderin yaşamı.” isimli
kitapta görmek mümkün.
“… partinin yaşayabileceği muhtemel yeni kayıplarından
(…) sorumluluk anlayışı gelişkin bir önder olarak, bir yandan ele düşenlerle
ilgili avukat ve aile takibini örgütlerken, diğer yandan, ele düşmeler
nedeniyle gelecek muhtemel yeni darbelere karşı önlemler almaya çalışır.
Bölgede yeni örgütsel yapılanmaya da, fiilen kendisi önderlik etmeye başlar.”
(bkn: Syf:99) Şeklinde ki ifadelerde, Hasan Aksu’nun “hümanist
yanı ve zor durumda kalana yardım etme erdemliliği,” ifadeleri,
S.Cihan’ı ve hatalarını, onun özgülünde alınan yenilgiyi sorgulamayı
engellemektedir! Öyle ki, S.Cihan’ın uyarılara karşın, yakalanmada ki kendi
hatasını hafifletmek/göz ardı etmek ve stratejik olarak sorumlu olduğu harekete
ve devrimci mücadeleye karşı bu ‘bile-bile’ düştüğü durumdan dolayı adeta ‘suç’
işlediği gerçeğini perdelemek ve sorgulanıp açığa çıkarılmasının önünü
kesmektir! Tıpkı “1. Yenilgi” deyip yıllarca nedenleri ve sonuçları ortaya
koyulup doğru dersler çıkarıl(a)mayan İ.Kaypakkaya ve arkadaşlarının
süreçlerinin sorgulanmasının ve açığa çıkarılmasının önü kesildiği gibidir!
Yenilginin nedeni bir ‘objektif’ bir ‘subjektif’ tartışmasıyla yarım asırı
buldu. Bilimsel bir sonuç/ders çıkarılamadığı için yarım asırlık zaman içinde
art arda yenilgiler aldı. Ama hiçbiri çözümlenmedi. Aksine, her yenilgiye
oportünist açıklamalar yapılıp duruldu. Böylece yeni yenilgilerin önüne
geçilemedi.
Süleyman Cihan’ın söylediği iddia edilen “Beni
Hıdır Ayata’nın karısı ele verdi, kaçamadım, bunu bilin” ifadesi
ise, darbecilere kendisini altın tepside sunduğu hatasının, başkalarına
yüklenmesidir! İfade etmiş olduğu gibi dahi olsa, yani Mualla ele vermiş dahi
olsa, ele geçirilme koşullarını yaratan, bilmesine ve birçok kişi
tarafından uyarılmasına karşın kendi ayakları ile giden kişi yine kendisidir.
Burada suçlu aranacaksa, birincisi Süleyman Cihan’ın kendisidir! İkincisi ise
kendi sekreterine laf geçiremeyen MK’dir.
Ve S.Cihan’ın kadın arkadaşı yanına alıp ev
boşaltmaya giderek o arkadaşın yakalanmasına neden olduğu için sorgulayıp
mahkûm etmemiştir. Bunun özgülünde bu vb. hatalar yaptığında
kendisinden ciddi şekilde acımasızca hesap soracak bir partinin olmadığı
gerçekliğidir! Çelik disiplinli bir parti olmuş olsa, kimse bu kadar kendi başına
buyruk davranmayacağını bilir. Bu sekreterde olsa!..
Bu şekildeki ifadeler belki ‘ağır’ algılanacaktır. Ancak,
yukarıda ifade ettiğim gibi, bunların hepsi aslında düşünüş tarzından
kaynaklıdır! Defalarca alınan yenilgiler karşısında ne düşünüş ve yaşam tarzı
sorgulandı, ne örgüt modeli ne çalışma yapısı ne kadro modeli nede siyaset
yapma, taktik belirleme şekli sorgulandı. Şayet sorgulansaydı, yeni bir insan
modeli, yaşam tarzı, savaşım biçimi/tarzı da geliştirilebilirdi!
Ali Uçar olayı; suçlama ve iddia!
Hasan arkadaş, Ali Uçar’ın yakalanıp katledilmesini
anlatırken, önemli eksiklikler bırakıyor. Keza iddialarda da bulunuyor. Oysa
yazılmış belgeler taransaydı, yaşayan tanıklarına sorulsaydı yazılacak şeyler
daha isabetli olur, süreci bilmeyen okurların kafasında ise gereksiz şaibeler
oluşmazdı sanırım. Belki de H.Aksu’nun yazdıkları doğrudur! Bilemiyorum.
Bildiğim şey, okuduğum farklı kaynakların farklı bilgiler vermesi. Bu bilgiler
içerisinde haliyle en ‘makûl’ olanı alıyor insan. Bunun için buraya bu farklı
kaynakları aktararak okurun da ‘makûl’ olanı almasını, kaynak sahiplerinin ise
durumu daha ciddiyetle soruşturup düzeltmelerini ve tarihi, yaşanılanları
bilmek isteyenlere ‘makûl’ olanı değil, gerçek olanı vermelerini sorumluluk
gereği rica edeceğim.
Hasan AKSU’nun kitabından ilerlerken, sayfa 177’de ilk
paragrafta şöyle bir iddiada bulunuluyor: “… yaşam tarzıyla, militanlığıyla,
kültürüyle, sanatıyla sevilen en çok sevilen ama kalleşçe bir tuzağın
içine düşürülüp katledilen Ali Uçar’ı her yanıyla anlatacağım…” diyor.
Bizde haklı olarak soruyoruz; Kimdi Ali Uçar’ı “kalleşçe bir tuzağın
içine düşürüp katlettirenler?” Bu çok önemli bir suçlama ve iddia! Hem
ifade edildiği gibi bir “tuzak” ise sorumluları önemli bir suç işlemiş
durumda. Bunun sonuçları araştırılıp-incelenip ortaya çıkarılmadı mı?
Çıkarıldıysa sorumlularına ne oldu? Sorulacak birçok soru var, ama hepsini
sormak yerine, aktarmaya ve soruları okurun sormasına bırakalım!
Devam ediyoruz ve 198.sayfada karşımıza şunlar
çıkıyor; “İradenin yitirildiği, yol geçen hanına dönen 83’teki sorumsuz
“sorumluların” korkak, ürkek canını kurtarma aşkına Ali’yi, Ali’nin yaşamını
hiçe saymaları bunun en iyi örneği. Ben bu sorumsuzluğu gösteren “sorumluları”
affetmiyorum…” diyor. Ama Ali Uçar’a ne olduğunu, nasıl yakalanıp,
katledildiğini, kimler tarafından “kalleşçe tuzağa düşürdüğü”nü yazmıyor,
açıklamıyor!
Oysa 177.sayfada “Ali Uçar’ı her yanıyla
anlatacağım…” diyordu. Ben bu düşüncelerle doluyken, 150 sayfa sonra,
yani kitabın sonunda, 365.sayfada tekrardan Ali Uçar ile ilgili bir bölümle
karşılaşıyorum!.. Bu da kitaptaki bağlantıların ve kurgunun birçok bölümde
olduğu gibi (bu yüzden hayli tekrara da düşülmüş) kopukluğunu gösteriyor
esasen. İşte merak içinde kaldığım bu sorulara burada kısmen yer verilmiş!
Şöyle diyor;
“Ali Haydar Akgün yakalanmış, üç gün evi vermemişti. Evde
kalan arkadaşlar panikleyerek ve ciddi bir zaafla hiçbir belge almadan, evi
boşaltmadan terk etmişlerdi. Günler sonra Ali Uçar yoldaşı ev boşaltmaya
göndermişlerdi. Ali Uçar yoldaş evi boşaltmaya gittiğinde pusuya düşerek
kurşuna dizilmişti. Evi anından boşaltmadan ve aniden terk edenlerin ve üstelik
sonrasında Ali Uçar’ı eve yollaması affedilir gibi değildir.” (Bakınız;
syf:365)
Yukarıdaki her iki paragrafı da kısaca çözümlemeye
çalışalım; “yolgeçen hanına dönen 83’teki sorumsuz “sorumluların” korkak…”
satırında birçok yerde olduğu gibi anlatımda sıkıntılar var. “yolgeçen hanına
dönen” yer neresidir? Bundan ne kastedildiğini gayet iyi biliyoruz ama mesele
bizim bilmemiz değil, açık ve net olmayışıdır!
Devam edelim, “Ben bu sorumsuzluğu gösteren “sorumluları” affetmiyorum…”
çoğul bir fiil kullanıldığı için A.Uçar’ın katledilmesinde birden fazla
kimseden “sorumlular”dan bahsediliyor!.. Bu paragrafı hiçbir fikri
olmayan kimseler okuduğunda nasıl algılayıp sonuçlar çıkaracağı çok açık! Bir
altta aktardığımız paragrafta ise, “Günler sonra Ali Uçar yoldaşı ev
boşaltmaya göndermişlerdi. (…)” dikkat ediniz,
altını çizdiğim noktada burada da çoğul bir ifade kullanılıyor! Ama şurada ise
“Ali Uçar’ı eve yollaması affedilir gibi
değildir.” tekil bir ifade kullanılıyor! Şimdi Ali Uçar’ı bir kişi mi, yoksa
birden fazla kişi mi eve gönderdi? Erdoğan Şenci’nin kitabında olay nasıl
ifade ediliyor! Şenci o evde olan ve en son terk edenlerden biri. Keza kitapta
bu bölümü yazarken Ali arkadaşın katledilmesi esnasında yanında olan kadın
arkadaşın tanıklığını da aktarmış. H.AKSU ise kendisinin de ifade ettiği
gibi kendisi o süreçte yurtdışında ve haberi ise dolaylı kanallardan alıyor!
Ancak anlatım şekli ve dili ise kendisi oradaymış ve birebir yaşıyormuş gibi! Keza
H.AKSU’nun bu kanallardan aldığı bilgi şayet böyle ise, soruşturma
yapıldı mı? Sonuç ne oldu? Birebir tanığı olan kadın arkadaştan (Bu kişi,
A.Haydar Akgün’ün eşi Gülfidan’dır aynı zamanda!) ve Erdoğan Şenci’den ve daha
başka kişilerden durum soruşturuldu mu? Soruşturulduysa tutanaklarıyla elde
mevcut olması gerekiyor!..
Bir diğer önemli nokta ise, MK toplantısının
gerçekleştirildiği evdir. Bu ev A.Haydar’ın evidir. Eşinin 2,5 yaşındaki
çocuklarının da bulunduğu bir yer. Ve E.Şenci toplantıyı anlatırken birçok
askeri mühimmatın olduğundan bahsediyor. Bu ne büyük bir sorumsuzluktur? Bir
hareketin böylesi bir toplantı yaptığı bilgisi alınsa, ora basılsa karşı
koyulacağı açıktır.
Burada çocuğa karşı sorumluluk nerededir? Kimileri “ya onca
adam da gidecek sen çocuğu düşünüyorsun” diyebilir. Onca adam bilinçli
tercihiyle orada, ama o çocuk kendi tercihi ile orada değil! Uluslararası savaş
hukukundan yoksun sorumsuzca bir davranıştır. Üstleneceği ve toplantılarını
yapacağı noktaları dahi böyle üstün körü seçen düşünüş tarzı.
Ve bunun sonucunda “Kaynana operasyonu” ile ele geçen parti
yöneticisi! Ki, öyle bir parti yöneticisi ki, bırakalım partiye-devrime- halka
ve yoldaşlarına karşı sorumluluğu, eşinin ve çocuğunun da bulunduğu,
mühimmatlarla dolu bir evi 2-3 gün içinde çözülüp ele veriyor.
Katledileceklerini bile-bile! Ne çok seviyormuş kendi canını! Söylenecek çok
şey var ama geçiyorum…
Gelelim Erdoğan Şenci’nin Firar isimli kitabından durumu
aktarmaya;
“… Arap, Ali Uçar ve o dönem Almanya’dan gelmiş bir şoför
arkadaş evin çevresinde dolanıp garip bir durumun olup olmadığını anlamaya
çalışır. Garip bir durum yoktur görünürde. (…) şöyle bir plan yapılır. Ali Uçar
ile şoför, evin biraz ötesinde arabada bekleyecek, Gülfidan da eve girip
pencereyi açıp dışarı bakınca bir tehlike olmadığı anlaşılacak ve Ali de o
zaman eve girip eşyaları alacak. 6 Nisan günü, yani Ali Haydar’ın
yakalanışının dördüncü gününde eve gelinir. Dikkat çekmemek için şoför arkadaş
arabayı hastanenin yakınında park eder, Ali, arabada kalması gerekirken çocuğu
kucaklayarak Gülfidan’la birlikte apartmana doğru yürür.” (Erdoğan Şenci.
Firar. Syf: 289-290)
Devam ediyor;
“Bu kitabı hazırlarken görüştüğüm olayın tek tanığı
Gülfidan, bakın neler anlattı. (…) Apartmanın girişinde, kapıcının
karısından durumu yoklamaya çalıştım. Kadının çelişkili konuşmaları ve
tedirginliğinden şüphelenince hemen geri döndük. Polisler bizi görmüş olacaklar
ki peşimize düştüler. Ali’ye “yoldaş sen bizi bırak ve kaç dediysem de”
dinlemedi. Bizi bırakmak bir yana, benim bile arkamda kalarak çocuğu kucakladı
adeta bana da siper oldu. Şoför arkadaş ise çoktan toz olmuştu. Araba olsaydı
belki kurtulabilirdik. Kısa bir kovalamacanın ardından polisler bizi, İncirli
Köprüsü’nün üzerinde yakaladılar. Kendime değil ama Ali’nin yakalanışına
kahrolmuştum. Kimlik kontrolü ve bizim çeşitli itirazlarımıza rağmen ite kaka
bizi eve getirip bir odaya beni, diğerine Ali’yi aldılar ve iki buçuk yaşındaki
oğlumu da tuvalete kilitlediler. Çocuk habire ağlıyor, polislerin ise
sorularının ardı arkası gelmiyordu. Üzerimde, Beyhan Demir adına düzenlenmiş
sahte kimlik olmasına rağmen, polis direk ismimle hitap ediyordu bana. Bir ara
Ali’nin burayla alakasının olmadığını yolda karşılaştığımı söyledim ama para
etmedi. Sonra nasıl olduysa oda kapıları birlikte açılınca Ali ile göz göze
gelmiştik. Ona ısrarla “Kıvırcık sen misin ulan?” diye soruyorlardı. Dışarıda
ne kadar polis vardı bilemiyorum ama bizi sorgulayan üç sivil polisti. Sanırım
bir saatten fazla devam etti sorguları. Polislerin bağırtısı, çocuğun ağlaması
ve ardından peş peşe patlayan silah sesleri, kahrolmuştum. Tek başıma yığılıp
kaldığım odada bir süre olayın şokunu yaşadım. Sonra, odama giren polis “Bak
onu nasıl hallettik, konuşmazsan seni de öyle yaparız” diye tehditler
savurdu durdu.” (Erdoğan Şenci. Firar. Yıldız kitapları. Syf: 290-291)
Ya peki Ali Uçar’ın yakalanıp katledilmesi ‘Resmi’ olarak
nasıl biliniyor? Ve yıllarca nasıl anlatıldı? PARTİZAN’ın “Parti ve Devrim
şehitleri albümü”nde kısaca aktaracak olursak; “(…) İstanbul
Bakırköy-İncirli’de bir evi boşaltmaya giden Ali Uçar, düşmanın kurduğu pusuya
düştü. Faşizmin azgınca saldırdığı bu dönemde O, teslim olmayı aklının ucundan
bile geçirmedi. Var olan imkânları ile düşmana ve teslimiyete
kurşun sıktı. Bu çatışma sırasında 6 Nisan 1983’te şehit düştü.” Altını
çizdiğim noktalardaki vurgulara özel dikkat lütfen!
Birkaç yıl önce (yanılmıyorsam 2012 yılıydı) Ali Uçar’ın
katledilişinin yıldönümü ile ilgili Partizan’ın sanal âlem üzerinden yaptığı
bir açıklamaya denk gelmiştim, şu şekilde bir yanıt yazmış ve incelenip doğru
ne ise ona göre düzeltilmesi gerektiğini, aksi halde doğruyu ifade etmediğini
ifade etmiştim. Partizan’a yayınladığı kanal üzerinden gönderdiğim kısa
yazı şöyleydi;
“Arkadaşlar, Ali Uçar’ın katledilişinin yıldönümü vesilesi
ile yayınladığınız mesaj şüphesiz anlamlı. Fakat mesajın içeriği ve olayın
gelişiminde sıkıntılar olduğunu düşünüyorum. Ali Uçar arkadaşın tutuklandığı ve
katledildiği evde “çatışarak şehit düştü” ifadesi o an Ali arkadaşın yanında
bulunan tanığın ifadesi ile karşılaştırıldığında örtüşmüyor. Arkadaş
silahsız olarak ele geçmiş, ele geçtiği evin sahibi olan kadın arkadaş
ve küçük çocuğu ile birlikte evde sorgulanmış. Ve orada infaz edilmiştir. Devlet,
uluslararası savaş hukukuna ve insan haklarına göre suç işlemiştir. Siz bu vb.
açıklamalar ile gerçeği ne yazık ki bilinçli veya bilinçsiz olarak katleden
kişilerin lehine manipüle etmiş oluyor, “çatışarak şehit düştü” ifadesi ile
katliamı meşru kılmış oluyorsunuz!.. Oysa bu vb. olaylarda uluslararası hukuk
işletilebilir, katleden kişilerin yargılanması için hukuksal süreçler
başlatılabilir. Tüm bunlar olmasa bile, gerçek ifade edilmelidir. Çünkü Ali
Uçar kimseye silahla direnmemiş, sağ yakalanmış ve sorgulandığı evde evin
sahibi olan kadın arkadaşın tanık olduğu şekilde evde infaz edilmiştir.”
Böylesi bir yazıydı. Partizandan yanıt gelmedi. Ve yıllarca aynı şekilde
açıklamalarını sürdürdüler…
Şunun altını çizelim; Burada Hasan AKSU
arkadaşın ifadelerinin hiçbirini çürütmek, ya da doğruluğunu ispatlamaya
veya yanlışlığını göstermeye çalışmak değil amaç! Amaç, böylesi tarihsel belge
niteliği taşıyan çalışmalarda, daha titiz davranılmasıdır. Şüphesiz çalışma
sübjektiftir. Ancak kimi olayların belgeleri ve tanıkları mevcut ise
başvurmaktan sakınılmamalıdır. Çalışma anı/anlatı veya öyküde olsa açık ve net,
şaibe bırakmayacak kadar şeffaf davranılmasına işaret etmek istiyorum. Aksi
halde, güven sarsar, şüphe uyandırır, önce kişi veya kişileri, ardından bunu
ortaya çıkarmayan kolektif organizmayı töhmet altında bırakır, gerçekler
bulanıklaştırılır! Kötü niyetli kimseler bunları istediği gibi alır ve
kullanır! Bu vb. şeylerin önünü açmamalı. Kesinlikle hem Hasan AKSU, hem de
Nisan Yayımcılık kitapta yer alan birçok konudaki bu eksikliklere ve
boşluklara ilişkin yeni baskıda düzenleme yapmalıdır!
Orhan Bakır olayına yaklaşım, ele alış ve sonuç!
Armenak’ın 1.Parti konferansına katılmayışını ‘büyük bir
haksızlık olarak ifade eden Hasan arkadaş, “Bizden önce tutsaklıktan
özgürlüğe kavuştuğu halde, biz Batıda bölge delege seçimlerine katılmıştık. (…)
Orhan Bakır yoldaşın bu hakkı elinden alınıp gasp edilmişti.”(!) deniyor.
(sayfa 184.) Kim tarafında nasıl gasp edildiği belirtilmemiş.
Devam ediyoruz, “Ortada anormal bir durum mevcuttu.
Konferans bu anormal durumu görmüştü, araştırma kararı alarak, görevi seçilecek
MK’ya vermişti. (…) yapılan araştırma sonucu Orhan Bakır yoldaşa bu ciddi
haksızlığın özeleştirisi Parti tarafından verilmişti. (…) (peki, özeleştiri verildi
ama onuru iade edildi mi? BN.) Orhan Bakır’a DABK
bölgesinin de hataları vardı. Orhan Bakır bölge delege seçimi
sürecinde Doğu’ya geliyor ama burada da temsil hakkını kullanamıyor. (…)
Bu vahim hatayı yapanlar, tabi ki araştırmaya soruşturmaya ve de cezayı
uygulamaya tabi tutulacaktı. Öylede oldu sanıyorum.” (syf: 184-185) uzunca bu
paragraftan sadece belli kısımları aktarıyorum. Kitapta aktarılan düzinelerce
olayda göreceğiniz üzere burada da bir sonuç yok. Yani “Öyle oldu sanıyorum.”
denerek sonucun ne olduğunu bilmiyor, haliyle bizde bilmiyoruz. Ancak ilerleyen
sayfalarda satır aralarında fark ediyoruz ki hiçbir şey olmuyor! Nasıl mı?
Şöyle;
“Bu araştırma neticesinde (yani MK’nın araştırması
sonucunda. BN) ZR hizbi ortaya çıkmıştı. Kendi başına buyruk, benmerkezci,
kariyerist bir tutumla yapılan ağır hatanın özeleştirisini verme yerine, hatada
ısrar etme, kabullenmeme gibi tavırlar sergilenmişti.” (Syf: 184) ve
devam ediyorlar işte buradaki şu satırlardan anlıyoruz Armenak’a yapılan
haksızlığın, boşa çıkarmanın hesabının sorulmadığını; “ZR hizbi kendi
gerçek dünyasında geri döndü, unutulup silindi gitti.” (Syf:185)
deniyor. Böylece özel’de Armenak’a ve genel olarak da yapıya karşı yapılan
hata/suç ve boşa çıkarma eylemi de “unutulup silinip gidiyor.” Hesap
sorulmuyor. Sorulsa da olan Armenak’a olmuş oluyor!
Ama asıl ifade etmek istediğim nokta bunlarda değil. Ali
Uçar’a yönelikte benzer bir durum yaşandığını okuyoruz. Olay şöyle gelişiyor;
“Batıda parti üyesi olan Ali Uçar doğuya geliyor ve
Konferans sonrası bütün Parti üyesi ve aday üyelerinin yeniden üyelik müracaatı
yapması ve özgeçmişini özetlemesi döneminde es geçiliyor. Yeniden yazılı
müracaatta Ali Uçar bulunamıyor, Parti de uyarmıyor. Böylece Ali’nin
üyeliği gümbürtüye gidiyor. Üyelikten otomatik olarak düşürülüyor…” (syf:197)
böylesi bir hatayı düzeltmek için hareket ediliyor ve hatayı şu şekilde
düzelttikleri ifade ediliyor. “Önce Dersim Parti örgütünde aday
üyeliğini kabul ettik. Altı aylık prosedürün uygulanması devreye
sokularak, aday üye sıfatıyla parti ordu komitesinde görev verdik…” (syf:
197) Görüyoruz ki, Ali Uçar’a karşı yapılan haksızlığın aşılması için küçükte
olsa, tam olarak telafi edilememişte olsa, çaba sarf edilmiş! Peki aynı durum
neden Armenak için olmadı? Yoksa Mao konusunda veya başka düşüncelerde ayrı
düşmek, haksızlığın düzeltilmemesi için bir neden mi? Yani sadece özeleştiri
vermekle neden yetinildi? Ya da başka şeyler yapıldıysa ve yazıldıysa biz mi okurken
gözden kaçırdık?
Sayfa 257’ye geldiğimizde ise “MK, DABK’ı feshetmiş,
A.C, Nezih Uzuner, Orhan Bakır DABK’ın yönetiminden alınmıştı.” deniyor.
DABK’ın feshedilmesini anlayabiliriz. Nezih Uzuner’in ‘ayrı düşündüğü için
birlikte yürümeyeceğini’ biliyoruz. A.C’nin ise Rus sosyal emperyalizmini
‘Sovyetler, sosyalizmin kalesi’ olarak değerlendirdiğini ve kısa süre sonra bu
kişinin de ilişkisini kestiğini kitaptan biliyoruz. Aslında bu durumda da
yukarıda ki “MK, DABK’ı feshetmiş, A.C, Nezih Uzuner, Orhan Bakır
DABK’ın yönetiminden alınmıştı.” ifadenin doğru olmadığını
gösteriyor. DABK’ı MK filan feshetmiyor, DABK üyelerinin çoğunluğu kendisi
artık birlikte yürümeyeceğini, ayrı düştüğünü açıkladığı için, DABK objektif
olarak işlerliğini yitiriyor! Üç üyesinden ikisi ilişkisini kesiyor. Bir tek
Armenak kalıyor! Yoksa biz mi öyle anladık?! 256-257’nci sayfaları dikkatlice
okuduğumuzda durumun böyle olduğunu daha iyi göreceğiz! 269.sayfaya
geldiğimizde ise “DABK hakkında başlatılan soruşturma Orhan’ın DABK’tan
istifasını da beraberinde getirmişti” denildiğini görüyoruz. Yani
anlatım öyle çok farklı noktalara serpiştirilerek ele alınmış ki, her
farklı bir bölümde farklı bilgilerle karşılaşıyorsunuz. Toparlamak haliyle zor
oluyor. Buda kafa karışıklığına sürüklüyor okuru! En azından bende böyle
oldu. DABK fes mi edildi, yoksa yolarını ayıran çoğu üyesinden dolayı
işlevsiz kaldığı için objektif olarak varlığı ortanda mı kalktı? Armenak
DABK’tan istifa mı etti? Yoksa MK tarafından ‘yönetimden mi alınmıştı’?!
DABK’tan bölge yöneticiliğinden alınan Armenak, “Dersim alt
mıntıka parti örgütü çalışmasına atanmış” (bknz, syf: 324-325) “Acayip
olan yönetici bir kadronun daha alt bir Parti organında örgütlenmesi ve daha
tecrübesiz ve donanımsız PÜ’lerin sorumluluğuna verilmesi.” (syf:
325) olarak şaşkınlığını dile getiriyor Hasan Aksu. Ama nedendir bu
şaşkınlığını partiye sormuyor! Sorduysa nasıl bir yanıt aldığını kitaptan
okuyamıyoruz! Ayrıca, Askeri kamp kuruluyor, ama burada da Armenak yok. Askeri
kampın sorumlusu olduğunu söyleyen Hasan arkadaş Armenak’ın bu kampa
katılmadığını neden merak etmedi? Bunu da geçtik, “Partide ikinci dönem”
olarak ifade edilen süreçte, MK yeni görev dağılımı ve atamalar yapıyor.
Burada hiçbir yerde Armenak’ı görmüyoruz!!! Haliyle Armenak katledildiğinde
konumunun ne olduğunu, neden böyle olduğunu da anlamış değiliz. Oldukça sorunlu
bir durum. Keza Armenak’ın belgesel çekimlerinde de bu konudaki
muğlaklığa dair ifadelerde bir netlik ortaya çıktığını hatırlamıyorum!
Armenak’a karşı açık olmasa da özel bir durum var. En
azından açıklanamadığı için oluşan ‘gizem’ böyle düşündürüyor! “Armenak Mao
düşünceleri konusunda ayrı düştü, bundan dolayı vs.” denilecek olursa,
“Partide Mao karşıtı çizgide hareket eden İsa,…” “İsa’nın
başlattığı ve partide esen anti Maoist tartışma yangın halini aldı.” (Syf: 207)
“İsa, Sefa Kaçmaz, Peygamber parti’de ortaya çıkan bu sapmanın mucitleriydiler”
(Syf: 269) denerek ifade edilen kişilerin hemen hepsinin, “Partide
ikinci dönem” (Syf:258) olarak ifade edilen ve MK içinde yeniden görev
dağılımı yapılan (Syf:260-261) süreçte görev verilen ve en üst noktalarda
konumlandırılan, “bu ideolojik sapmaya ön ayak olan kişiler” denilen
şahsiyetler olduğunu görüyoruz. Yani, (doğru bulmuyoruz ama) o halde Armenak’a
karşı sergilenen tutum, aynı şekilde onlara karşıda sergilenseydi! Bir işin
“mucidi” dediğin kişiler yerlerini koruyacak, ama “onlardan etkilendiğini”
söylediğin kişi veya kişiler pasifleştirilecek ya da tasfiye
edilecek!
Partizan’ın “Parti ve Devrim şehitleri albümü”nde ise
Armenak’a dair şunlar yazıyor:
“TKP/ML üyesi ve kadrolarındandı.” (…) “13 Mayıs 1980’de
İ.Kaypakkaya’nın ölüm yıldönümünde bir polis komiserini cezalandırmak
için gittiği Elazığ’ın Karakoçan kazasında köyden dönüşte kurulan pusuda
polisle girdiği çatışmada silah elde toprağa düştü.” “Tunceli, Elazığ,
Bingöl’den oluşan Alt Bölge Komitesi sorumlusu olan
Armenak’ın…” diye devam ediyor. Ancak H.Aksu’nun aktardığından ise görüyoruz ki
Armenak “Acayip olan yönetici bir kadronun daha alt bir Parti
organında örgütlenmesi ve daha tecrübesiz ve donanımsız PÜ’lerin
sorumluluğuna verilmesi.”! Diyor. Hangisi gerçeği ifade
ediyor?
Armenak’ın Mao düşünceleri hakkında;
269.sayfa da “Parti üyelerinin kafası karışmış, Mao Zedung
yoldaşa kaygı ve tereddütle bakmaktaydı. Bunlardan biride Orhan Bakır
yoldaştı…” diyerek devam ediyor. Ve paragraf şu ifadelerle
sonlanıyor; “Mao Zedung konusunda ise şaşırtıcı bir tavır takınarak Mao
Zedung yoldaşın “küçük burjuva köylü devrimcisi bir çizgi izlediği kanaatinde
olduğunu” açıkladı.” diyor. Ancak okumaya devam ediyoruz ve sayfa 324’e
geldiğimizde ise farklı bir ifade ile karşılaşıyoruz.
İfade şöyle; “Mao Zedung yoldaşın Demokratik Devrim
ve Sosyalizmin inşası sorununda da ilk ve son dönemlere yakın hem fikirdik. Baş
çelişki, baş düşman, zıtların birliği yasasının temel yasa olması, (…) herhangi
bir görüş ayrılığımız mevcut değildi. Parti içi tartışma dönemi
boyunca da bu böyleydi.” 269.Sayfada ki ifade ile burada ki ifadeler
bir biriyle uyuşmuyor. Ancak okumaya devam ettiğimizde, 326.sayfada ise
şunlarla karşılaşıyoruz;
“Orhan Bakır yoldaş çok kısa sürede ayrı bir görüş
değişikliğine gitmişti. “Mao Zedung’un Marksist-Leninist olduğunu ama usta
olamayacağını, ciddi hatalar yaptığını” söylüyordu.” şeklinde ifade
ediliyor. Bu üç ifadenin de Armenak’a ait olduğunu söylüyor Hasan Aksu. Durum
böyle ise, Armenak’ın kafası ideolojik olarak hayli karışık bir haldeymiş.
Fakat kitabın bir bölümünde ise “herhangi bir görüş ayrılığımız mevcut
değildi. Parti içi tartışma dönemi boyunca da bu böyleydi.” (Bknz:
269.Sayfa) diyor. Çok sorulacak soru var. Okur olarak kafam hayli karıştı.
Ama soru sormadan önce bir paragraf daha aktarmak gerekiyor.
“(…) konuşmalarımızda (ikili) Mao Zedung’un iyi
araştırılması gerektiğini söylemişti. Parti içi tartışmalardan
etkilenmişti. Bir taraftan bunu söylerken beri yandan da
PMK’yı pasiflikle, silahlı mücadeleyi, Halk Savaşı’nı örgütleyememekle
eleştiriyordu. Saldırı eylemleri, gerilla birimlerinin saldırılar
gerçekleştirmesini istiyordu.” Deniliyor. Oldukça çelişkili. Mao’yu bir usta
görmeyip, ona ait bir formülasyonla billurlaşmış olan halk savaşı stratejisini
ise örgütleyemediği için PMK’yı eleştireceksin! Açıkçası, oldukça tezatlıklarla
dolu… Bu yüzden yukarıda “Armenak’ın kafası ideolojik olarak hayli karışık bir
haldeymiş.” dedim.
Partide anti-Mao’cu akımın başını çekenler!
Parti içinde anti-mao düşüncelerini tartışıp yayan kişileri
201.sayfada “Bu ideolojik sapmaya ön ayak YDB (Yurt Dışı Bürosu) oldu dersem
yanılmış olmam.” denirken, ilerleyen sayfalarda ise “Parti’de Mao
karşıtı çizgide hareket eden İsa, Yurt Dışında bulunma avantajını da kullanarak
ha bire tartışma yazıları yazıyor, Parti’ye sunuyor, ondan etkilenen diğer MK
üyeleri ve SB üyeleri de oportünist tutum içine giriyorlardı.” (Syf:
207) diyerek devam ediyor; “İsa, Sefa Kaçmaz, Peygamber Parti’de ortaya çıkan
bu sapmanın mucitleriydi.” (bknz: syf-269) deniyor. Ancak, bu kişilerin hem
partide ideolojik tartışmalar yarattığını, bölünme, ayrılmalara neden olduğunu,
1.Konferansın görevlerini yerine getirmediğini, onun yerine parti içi
tartışmalar yürüttüklerini vs. vs. okuyoruz. Hem de bu kişiler yine “Partide
ikinci dönem” olarak ifade edilen süreçte partinin en üstünde yöneticiler!
Syf:261’de yer alan yeni görev dağılımında Sefa kaçmaz hem SB, hem de Parti
sekreteri! İsa Güzel ise SB üyesi! Ancak Armenak bu düzenlemede dahi
görünmüyor! Partinin kafasını bu denli karıştıran, kadroların partiyi
bırakmasına neden olan, 1.konferans kararlarını uygulatmayan, boşa çıkaran,
bunun yerine iç tartışmalar yaratan bu kimselere karşı gösterilen “tolerans” ve
“hoş görüyü” anlıyor insan anlamasına da, Armenak’a karşı ise, hiç bir şey
yokken (varsa da kitapta bunu göremiyoruz) bu tutumun nedeni ve kaynağı nedir
onu anlamıyoruz!.. Tekrar oldu farkındayım, ama iyi anlaşılmasını
istiyorum.
Bu karışık ve yanıtlanmayan durumlar, Sarkis Hatspanian’ın
Armenak hakkında yazdıklarını ve iddialarını bir daha okumama, özellikle de
Sarkis Hatspanian, Nubar Yalımyan’a dayandırdığı kimi iddialarının sonuna ise
ünlem işareti koymama götürüyor beni!
Deşt Toprak İşgali, genel yaklaşım ve sonuç!
Deşt Toprak İşgali’nin yer aldığı bölümlerde ise,
anlatıldığı gibi bir işgal organize edilmişse vasat bir durum olduğunu
söylemeliyiz. Çünkü işgalin zamanlaması, amacı ve hedefi konusunda hiçbir
şey göremiyoruz. Gördüğümüz tek şey işgal planlanırken yapılan ‘güvenlik’ ve
‘traktör-tohum’ muhtevalı hazırlıklar! Oysa biliriz ki, her devrimci eylem
örgütlenmeden önce öngörülmesi gereken kimi temel noktaları vardır. Kısa-orta
ve uzun vadeli planlar yapılır. Eylemin başta amacı, hedefi, elde edilmek
istenen ve varılmak istenen noktası belirlenir. Sonra alacağı olası sonuçlar,
bunlar karşısında izlenecek yol ve yöntemler ve A-B-C planları
yapılır/hesaplanır. Her eylemin kitlelere, devrime ve harekete sağlayacağı
kazanımlar hesaplanır. Şayet bu kriterlerden yoksunsa, o eylem yapılmaz!
Ancak, Deşt işgalinin örgütlenmesini okurken bunları
göremiyoruz! Gözümüze çarpan bir bölümde, işgalin “hedeflediği” söylenen bir
paragraf ise bizde kan akışını durduruyor!
“TKP/ML’nin olmazsa olmaz isyan ateşini kırlardan
şehirlere adım adım tutuşturmak, faşizmi en zayıf noktalarından vurarak adım
adım Türkiye geneline yayma yollarını açan Halk Savaşı’nı örgütlemekti.
Bu işgal böylesi bir provayı, deneyimi, başkaldırıyı hedefliyordu.” (syf:
225-226)
Kitabı okuyan herkes görecektir ki, işgali örgütleyen
hareket başta kendi yönetim mekanizmasında olmak üzere, yapının genelinde
önemli sorunlar, ayrılıklar, hizipler, tasfiyeler yaşıyor. Kendi içinde bir
bütünlük sağlayamamış bir hareketin, böylesi bir örgütsel-ideolojik kaos
yaşıyorken, bu tarz bir toprak işgali örgütlemesi ne kadar doğru ve isabetli
olmuştur? Bunu da geçtik, bu eylemin kazanımları nelerdir? Belirlediği
hedefe ulaşmayı başarabilmiş midir? Sürekliliği sağlanabilmiş midir? Ayrıca
taktik olarak ele alınacak böylesi bir işgale stratejik bir misyon (Halk
Savaşı’nı örgütleme) yüklemek ne kadar doğrudur?
“Bine yakın bir kitleyi eylemde yönlendirmek, sorunsuz
kazanımlar yaratmak belirleyici önem taşıyordu. Çünkü Dersim’de örgütsel
faaliyet gösteren devrimci örgütlerin çoğunluğu HB, HK, HY çok yönlü
eleştiri saldırı yapıyorlardı. Adeta eylemin başarısız olması için ellerini,
avuçlarını açmış dua ediyorlardı.” (Syf:225) denilerek Deşt Toprak
İşgali karşısında diğer grupların takındığı tavrı ifade ediyor. Ancak, hemen
alta ise şu ifade kafa karıştırıyor;
“TKP/ML önderliğinde, örgütlü tüm Türkiye Devrimci
Hareketi’nden güç ve destek alarak boyutlandırdı.”(Syf:225) Bu satırda
devrik bir cümle kurulduğundan anlatılmak istenen muğlak kalmış. Ve yukarıda ki
ifade ile örtüşmüyor! Okur olarak kafam karıştı. Destek mi veriyorlardı? Yoksa
“başarısız olması için ellerini, avuçlarını açmış dua (mı-BN)
ediyorlardı.”? Belki ilerleyen sayfalarda başka devrimci grupların
desteklediğini görebiliriz diye okumaya devam ediyorum. Ancak herhangi bir
ibare göremiyorum. Hatta ilerleyen sayfalarda diğer devrimci güçlerin
daha sert eleştiriler yaptığını okuyorum.
“(…) diğer örgütler eylem içinde tartışma başlatmak
istediler. HK, HY, HB başta olmak üzere işgalin yanlışlığından tutun da, bunun
“maceracı bir katliama kadar varacağı” suçlamalarını yapmaya başladılar.” (syf:
229) İlerleyen sayfalarda diğer devrimci güçlerin Deşt Toprak İşgaline
ilişkin bu vb. durumları ifade eden birçok nokta görmek mümkün. Tüm
bunları okuyunca “TKP/ML önderliğinde, örgütlü tüm Türkiye Devrimci
Hareketi’nden güç ve destek alarak boyutlandırdı.” ifadesinin maddi
bir zemin üzerinde durmadığını görüyoruz. Keza, Deşt Toprak İşgali, burada
anlatıldığı şekliyle yapılmış ise, diğer hareketlerin yaptıkları eleştirilerin
haklı gerçekliğini de göreceğiz ilerleyen satırlarda!
Bunca kafası karışık kişilerin bir araya geldiği bir
hareket, kendi sübjektif güçlerini dahi örgütlemede sıkıntılar yaşarken,
kadroları ve birincil derecede yöneticileri arasında dahi bir ideolojik
birliktelik ve uyum sağlayamazken, devrimin yolu, yöntemleri vs üzerinde hem
fikir olamamışken böylesi bir işgal ile böylesi bir tehlikeli “provaya”
girişmesi HK, HY ve HB’nin “maceracı bir katliama kadar varacağı”
suçlamalarını” haklı kılıyor! Onca kitleye karşı devletin bir katliam içerisine
girmemiş olması, eylemin doğruluğuyla alakalı olmadığı çok açık. Keza, aksi
olsaydı, yani bir katliam olsaydı, bu işgali organize eden hareket bu katliamın
hesabını nasıl verecekti? İşin bu yönünü düşündü mü? “Güvenlik” olarak aldığını
söylediği hazırlıklar ise, 20-30 bilemedin 50 kişilik ve ellerinde yetersiz
teknik mühimmat ile bir gerilla gücünden bahsediliyor. Karşısında ise
Elâzığ’dan, Erzincan 3. Ordu’dan, Dersim merkez ve Hozat’tan komando ve
jandarmaların olduğu ifade ediliyor. Bunca büyük askeri bir güce karşı, bini
aşkın ifade edilen savunmasız halkı nasıl koruyacağını anlamış değiliz! Her ne
kadar kitlelerin güvenliğinin alındığı yazılsa da, eylemin ardından 100’e
yakın insanın gözaltına alındığı da ifade ediliyor!
Diğer bir çelişkili nokta ise şurası; “bekliyorduk
ama bu kadar bir güçle üstümüze gelebileceklerini kestiremiyorduk.” (syf:
239) denerek itirafta bulunuluyor. Ancak bunu 1 sayfa sonra yadsıyan şu
ifadeyle karşılaşıyoruz. “Türk devletinin ve ordusunun böylesi bir
operasyon gerçekleştirmesi bizi şaşırtmadı, korkutmadı ve şoke etmedi.
Beklediğimiz bir durumdu.” (syf: 240) buna benzer ifadeleri satır
aralarında görmek mümkün. Birbirini yadsıyan bu ifadelerle okur neyi almalı? Ne
anlamalı?
Deşt Toprak İşgali 1979’un 29-30 Mart tarihinde yapılıyor.
Bu tarihe dikkat çekmek istiyorum. Oysa 19-26 Aralık 1978’de Maraş Katliamı
yapılmış, aradan yalnızca 3 ay geçmiş! Abdi İpekçi 1 Şubat 1979’da yani 2 ay
önce katledilmiş. Bu vb. yığınla suikast olmuş. “24 Ocak Kararları” yine ’79
yılında gündeme gelmiş. Bu kararlar ile ülke ekonomisini neoliberal ekonomiye
dönüşümünün hedeflendiği çok açıkken, bunun önündeki engellerin de her yol ve
yöntemle aşılacağı vurgulanıp dururken, TSK 27 Aralık 1979 tarihinde “Uyarı”
mektubu yayınlarken, NATO Brüksel üzerinden Türkiye’deki gelişmelere dair
sürekli açıklamalar yaparken, bir darbenin ayak sesleri bu denli yüksek
çıkıyorken bu tür eylemlerle mi uğraşmalıydı? Vizyon ve öngörü bu mu? Dışarıda
ise yanı başında İran’da, “İslam devrimi” (1 Şubat 1979) gerçekleşiyor, peşinde
ise Sovyetler
Birliği'nin Afganistan'ı işgal etmesi (24
Aralık 1979) yaşanıyor. Ortadoğu’da sular ısınmış, NATO müdahalesi kapıda,
Ortadoğu’daki durumlardan “kaygı” duyan ABD ve NATO, Türkiye’deki
“istikrarsızlığın giderilmesi” için bir düzine şey yaptığını dönemin gazete
arşivlerinde görmek mümkün. Şimdi sorum şu; kapıda askeri darbe dururken, Alevi
ve sol kitleye karşı ciddi kıyım ve katliamlar mevcutken, senin kendi parti
içinde ideolojik ve örgütsel sorunlar, bölünme ve ayrılıklar, tasfiyeler
yaşayıp kan kaybettiğin bir dönemde, bu tür bir toprak işgali
devrime, halklara ve partine ne kazandırdı? Darbeciler bu eylemi farklı
değerlendirmek isteselerdi, onca kitleyi “teröristlerin işgali, devlete isyan
içindeler” diyerek katlederlerdi. Darbe için bir neden daha ellerine almış
olabilirlerdi! Kısacası, diğer hareketlerin niyeti neydi, ne değildi
bilmiyorum, ama ifade ettikleri kaygılar eksik ve yetersiz de olsa, bence
yerinde ve doğru kaygılarmış. Bugünden dönüp Deşt Toprak İşgal eyleminin
yapıldığı süreci saydığım ve sayamadığım onlarca-yüzlerce objektif gelişme
ışında değerlendirdiğinde, vasat bir durum!
Güvenliği alındığı söylenen eylemin güvenliği de
sağlanamamıştır! Güvenlik için bulunan güçlerin, gözaltına alınan insanları
uzaktan izlemesi gibi, Behzat Firik’in katliamı da izlenmiştir! Belki de doğru
karar o an oydu. Bunu bilemiyorum. Ancak dikkat çektiğim nokta şudur, 1
arkadaşını dahi kurtaramayacak, caniler elinde alamayacakken, bini aşkın
kitleyi, binlerce ifade ettiğin caninin elinden ve zulmünden nasıl
koruyacaktın?
Fahri üyeler meselesi
Kitapta, fahri üyelere, “beklentilere” karşılık
vermediklerinden ufak tefek sitemlerde bulunulmuş. Bu da oldukça liberal
bir şekilde yapılmış. Ve kitapta, FÜ’lerin sonuçta ne olduğu, harekete ne denli
olumsuz etkiler yaptıkları açıklanmıyor. Ve yalnızca FÜ olarak ifade edilen
Muzaffer Oruçoğlu ve Arslan Kılıç olmuş. Oysa Süleyman Yeşil de var. Bu 3 FÜ
tutuklu olmalarına karşın 1978’de yapılan I.Konferanstan 1987’ye kadar “doğal
MK üyeleri” olarak kabul ediliyorlardı. “Kurtarıcı” olarak görünen FÜ’lerden
Aslan Kılıç tahliye olduğunda ise nefesi eski önderi Doğu Perinçek’in yanında
alıyor. Ve parti içinde kaldığı süre boyunca da Doğu Perinçekçi düşünceleri
yaymakta geri kalmıyor! M.Oruçoğlu ve Süleyman Yeşil ise 1987 yılında yapılan
III.Konferansla parti önderliğinden uzaklaştırılıyorlar. Bu iki FÜ’nün eseri
ise, parti tarihinde “II.MK” olarak anılan süreci bırakmış olmalarıydı. Kitapta
bu vb. daha birçok bilgiler de yer almış olsaydı, okur açısından daha sağlıklı
olacaktı inancındayım.
Sonuç olarak; görüyoruz ki, 40-50 yıl önceki hata ve
yanlışlar, hâlâ sorgulanıp düzeltilmemiş. Bu vb yaklaşımlarla da
düzeltilmeyeceği çok açık. Bugün, yazdığımız bunca sayfa yazı ile bir şeylerin
küçükte olsa düzeleceğine zayıf ve cılız bir umut besliyoruz sadece… Ama olsun,
hiç umutsuz olmaktan iyidir!..
Yıllar önce, henüz Ali Kaypakkaya yaşamını yitirmemişti.
Emrah Cilasun’un yaptığı tarzın daha geniş ve kapsamlı bir çalışmasını yapmak
gerektiğini önermiştim arkadaşlara. Bir “sözlü tarih projesi” çalışması ile
yarım asırlık tarihsel kesitin “hafızasını” oluşturmayı planlamıştım. Ayrıca
bunun diğer bir yönünü de “belgeseller serisi” oluşturuyordu. Bu kayıtlarla
1-2-3-4-5… şeklinde her dönem ve süreci detaylıca işleyen bir belgesel serisi
planlıyordum. Böylece bu tarih yazılmak istendiğinde, eldeki kayıtlarda gözden
geçirilebilir, bunlara da dayanılabilirdi! Bu kapsamda, Muzaffer Oruçoğlu ve
Ali Taşyapan gibi hareketin kuruluşunda yer alan, ardından hareketin kritik
dönemlerinde, önemli yerlerinde özneleri olmuş kişilerle de kayıt altına almak,
çekimler yapmak istedim. Duyumlara ve ikinci-üçüncü kişilerden aktarımlara
değil, direk sürecin özneleriyle görüşüp kayıt altına almak doğru olanıydı.
Başta M.Oruçoğlu ve A.Taşyapan ve daha birçokları memnun olacaklarını
söyleyerek kabul etti. Ancak bu kayıtların yapılabilmesi için gerekli ekonomik
durum sağlanamadığından çekimler yapılamadı. Böylece, tanıklarına dayanarak
yapılacak bir “sözlü tarih projesi” ve “belgesel serisi” de projelerimden biri
olarak kaldı! Bunu yazıyorum, çünkü hâlâ geç değil, bunun maddi zemini
ayarlanabilirse, A veya B kimin yaptığı önemli değil, önemli olan yapılıp
kaydedilmesidir!
Bu tarihin oluşmasında H.Aksu ve diğer arkadaşların bu vb.
çaba ve çalışmaları tüm eksik ve yetersizliklerine karşın önemlidir.
Desteklenmeli, teşvik edilmeli, yazmayanlar ise eleştirilmelidir. Ama bunu
yaparlarken gördüğümüz eksiklikler konusunda yapıcı ve tamamlayıcı
eleştirilerimizi de yapmayı ihmal etmemeliyiz.