6 Eylül 2024 Cuma

Tarımda Yarı Feodal İlişkilerin Temel Dayanağı: Küçük Üretim-1-2

 

DEVRİMDE TUTARSIZ ANLAYIŞLARA YER YOKTUR_GİRİŞ

Uzun süredir var olan büyük kapitalist krizin tüm ülkelerde neden olduğu kriz dalgaları ve buna karşı gerçekleşen, kitle refleksi biçiminde ifade edilebilir isyanlar önümüzdeki günlerin nasıl geçeceğine dair net fikirler vermektedir. Sadece yarı sömürgelerde değil gelişmiş kapitalist ülkelerde de görülen “ekonomik bozulma”lar ve kitlesel yoksullaşma, sorunun “ülke yönetimleri”nin acziyeti, yöneticilerin dar çıkarlarına göre davranmaları, fanatik olmaları, dinlerine veya milletlerine aşırı tutkuları olmadığını, bunlar da olmakla birlikte asıl sorunun kapitalist sisteme içkin olan (çok meşhur bir ifade olarak buna “yapısal” deniyor!

 Oysa konu ettiğimiz şey kurguyla oluşan bir “yapı”dan çok insan toplumunun üretim ve yeniden üretim ile gerçekleştirdiği toplumsal ilerlemedir. İnsanın bunun içindeki “kurgusu” genel olarak esası teşkil etmez. İnsan bu toplumsal ilerleme süreçlerinde, yer yer bilinçte sıçramayla meydana gelen devrimler haricinde esas olarak belirlenendir.) aşırı üretim, kâr oranlarının düşmesi, sermaye birikiminin önce yavaşlaması ve ardından düşmesi olduğunu göstermektedir.

Serbest rekabetin ilk döneminden, kapitalizmin olgunlaşmasından itibaren insanlık bu sistemin kaçınılmaz krizlerinin sonuçlarını yaşamaktadır. Üretim araçlarının muazzam gelişmesine, üretimin olabildiğince toplumsallaşmasına yol açan kapitalizm bütün tarihi boyunca kitlelere yoksulluk, işsizlik, gelirde eşitsizlik dayatmıştır. Bunlar onun kaçınılmaz sonuçları olarak gerçekleşmektedir, kapitalizm şartlarında bunlardan kurtuluş yoktur. Çünkü bu sistem nihayetinde artı değer sömürüsüne, canlı insan emeğinin üretim sürecinde gerçekleşen sömürüsüne dayanır. Üretim kâr amaçlı ve piyasaya dönük olduğu için esasen planlı bir ekonomi söz konusu olamaz. Planlı ekonomi uygulamaları denilen ekonomi politikaları burjuva sınıfına hizmet eden devletlerin büyük sermaye gruplarının, büyük tekellerin çıkarlarını gerçekleştirmek için “düzenleyici” rolü oynamalarından ibarettir. Örneğin son süreçte Türkiye’de uygulanan, “planlı ekonomi” olarak tanımlanmasa da “tasarrufun planlanması” diyebileceğimiz ekonomi politikaları büyük tekellere, finans merkezlerine ödenmek “zorunda” olunan borçların tahsili içindir. Sadece bu da değil “yatırım şartlarını düzeltmek” adı verilen ama aslında amacı finans merkezlerine “talan ve sömürü şartlarını” sunmak olan bu “tasarruf ekonomisi” böyle bir ekonomidir.

Merkez Bankası rezervlerinin yükseltilmesi, faizlerin yüksek tutulması, ücretlerin düşük tutulması (asgari ücrete yapılan zammın sürekli olarak enflasyon oranının çok gerisinde kalması, beklenen “ara zammın” gerçekleştirilmemesi), emekli maaşlarının güven kaybına rağmen, ısrarla artırılmaması vb. hep büyük sermaye gruplarının, büyük tekellerin çıkarlarını gerçekleştirmek içindir. Şu anda Dünya’da hiçbir yer, hiçbir ülke üreterek, emek sömürüsüne dayanan kâr ile “yeniden sermaye”yi gerçekleştirmek, bu yolla zenginleşmek için yeterli şartlara sahip değildir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde, uzun süreceğe benzer bir durgunluk süreci söz konusu. ABD, enflasyonu düşürmek üzere faizi artırma politikasından vazgeçemediği için bugün ciddi bir resesyona girmiş bulunmakta. ABD ekonomisinin halihazırda dünya ekonomisinin motoru olduğu gerçeği bu resesyonun yaygınlaşacağını, derinleşeceğini gösterir. Krizin son belirtisi “tarım dışı istihdam ve işsizlik” oranındaki beklentinin altında kalan artış oldu. Borsaları ve genel olarak piyasaları etkileyen bu düşüşle birlikte ciddi bir “değer kaybı”ndan, ABD borsalarında bir gecede (perşembeyi cumaya bağlayan gece) 2.9 trilyon dolarlık bir kayıp yaşandığından söz edilmektedir. Ekonomisinde durgunluk olduğu gerçeğini uzun bir süredir suni önlemlerle, enflasyon ve faiz dengesini finansal hamlelerle kurarak gizleyen Fed yönetiminin piyasayı manipüle eden yorumlarının sonuna gelindiğinden kuşku yoktur. Borsada ve gerçek ekonomide ciddi kayıplar yaşayan, sermeyesini yeniden üretecek dinamikleri bir süreliğine kaybeden ABD ekonomisinin bu krizi bir dünya ekonomisi krizi olduğunu ısrarla vurgulamak gerekir.

Bağımlı ülkelerdeki kapsamlı ekonomik sorunları salt bu ülkelerdeki “başarısız ekonomi yönetimlerine” bağlayan yaklaşımın bir manipülasyon aracı olduğunu ileri sürüyoruz. Aslolan emperyalist dünyanın dayandığı kapitalist ekonominin kaçınılmaz krizleridir. Bu ülkelerin büyük sermaye gruplarının, tekellerinin ekonomik krizlerin yarattığı sonuçlara göre bağımlı ülkelerdeki kaynaklara yönelmeleri bu ülkelerdeki ekonomi politikalarının belirleyici unsurlarından biridir. Bu güçlerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere, emperyalizmin yarattığı olanaklar kullanılarak bağımlı ülkelerdeki geri ekonomik şartlar sürdürülmektedir. Ülkemizde yarı feodal şartların halen varlığını sürdürmesi, feodalizmin tümden, tüm kalıntılarıyla tasfiye edilmesinin esasta faşizm uygulanarak engellenmesi emperyalizmin kaçınılmaz olarak ürettiği bir sonuçtur. Benzeri tüm ülkelerdeki aşırı milliyetçi, dindar, tam gerici bir avuç yönetici grubun dar çıkarlarına dayalı ekonomi politikalarının temel dayanaklarından biri emperyalizmdir.

Emperyalizme karşı mücadele ülkemizdeki tüm halk sınıflarının ve katmanlarının ortak konusudur. Böyle olmakla birlikte bu ortak bir amaçla hareket etmenin doğal/kendiliğinden koşullarını yaratmaz.

Yoksul ama toprağı olan köylünün, küçük işletme sahiplerinin, küçük burjuvaların, ulusal burjuvaların emperyalizme karşı mücadelesi “kendi mülkiyet biçimlerine” ve bunlardan kaynaklanan bilinçlerine yansır. Sosyalizm yönünde değil de küçük üretimini ve mülkiyetini korumak yönünde davranmaları da bu nedenle kaçınılmazdır. Bu, onları devrim düşmanı yapmaz. Bununla birlikte sosyalizmin tutarlı savunucusu da yapmaz. Emperyalizme karşı tutarlı çizginin başarısında onların olmazsa olmazlığı emperyalizme karşı kaçınılmaz ortak mücadelede tanımlıdır.

Bu yazı dizimizde bizimki gibi ülkelerdeki feodal şartların, dinamiklerin gerçekliğini de ortaya koyarak küçük üretime dair olumlu bir rota çizmenin anti bilimsel ve anti Marksist özelliklerini ortaya koyacağız. Böylelikle kapitalist krizlerin neden olduğu sonuçlarla, özellikle sermaye ihracı ile gerçekleşen değişimlerin anlamı da çözümlenebilecektir. Ayrıca ülkemizdeki devrimin, toplumsal gelişimin doğal bir ürünü olduğunu ileri sürdüğümüz büyük toplumsal dönüşümlerin ülkemizdeki somut durumu da gözler önünde serilmiş olacaktır. “Devrimimiz kimlere karşıdır ve kimler içindir” sorusunun bir özet yanıtı niteliğindeki yazımızda yaygın bir üretim biçimi olarak küçük üretimi tartışacağız…

Kapitalist ekonominin tarımda oynadığı devrimci rol toplumsal ilerlemenin en önemli, değeri çok büyük tarihi rollerden biridir. Bugünkü toplumsal üretimin gücü ve yetkinliği, ayrıca gelecekteki toplumsal mülkiyetin de bu olaydan ayrı değerlendirilemez. Ne var ki bu devrimci rol kapitalizmin emperyalizm aşaması ile birlikte tamamen sona ermiştir. Günümüzde emperyalizm aşamasının ileri bir düzeyine sahip kapitalizm tarımda devrimin bütünlüklü ilerlemesinin önünü kesen, geri ekonomik şartlardaki ülke ekonomilerinin tarımını kimi zaman dehşet verici biçimlerde baltalayan bir role sahiptir. Uzun bir süredir bu ülkelerdeki tarımsal devrim bu kapitalizme karşı güçlü ve yok edici toplumsal eyleme gereksinim duymaktadır. Yarı feodal ülkelerdeki bu tür bir devrimi kavramadıkça tüm insanlığın gerçek kurtuluşu, toplumsal mülkiyetin tüm şartları gerçekleşemeyecektir. Nasıl bir toplumsal düzene sahip olduğumuzu öğrenerek, bunun için kafa yorarak kurtuluşumuzun dinamiklerini anlamak zorundayız. Bunu engelleyen, buna bir biçimde muhalefet eden, gerici yaklaşımlarla toplumsal kurtuluşun gerçek bilincini bulanıklaştıran, kendi dar düşünüşünü ve belirsiz geleceğini bütün topluma yayan anlayışlara karşı mücadele söz konusu anlama zorunluluğunun bir parçasıdır. Bütün çalışmalarımızın temelinde özellikle yer alan “anlama zorunluluğu” ideolojik ve teorik mücadelelerimizin de bir parçasıdır. Bu zorunluluğun gerçekleşmesine/kavranmasına vesile olacağını umarak dizi yazımıza başlıyoruz…

TARIMDA YARI FEODAL İLİŞKİLERİN TEMEL DAYANIĞI: KÜÇÜK ÜRETİM-I 

Lenin Tarım Sorunu teorisinde (Cilt-12) kapitalizmin tarımda oynadığı devrimci rolü Kautsky’den şu alıntıyla ortaya koyar: “Kapitalizm tarımda, yoksulluk ve cehalet içinde ezilen köylülerin geleneksel zanaatını tarımbilimin bilimsel uygulamasına dönüştürerek, tarımın ezeli durgunluğunu kırarak ve toplumsal emeğin üretici güçlerinin hızla gelişmesine ivme kazandırarak devasa bir devrim gerçekleşmiştir…” (Lenin, 1998:19)

Hayvanların, toprağın ıslahı, tarımda uzmanlaşmanın ve iş bölümünün gelişmesine tekniğin eşlik etmesiyle beraber ürün değişimi yaygınlaşmış, çeşitlilik ve verimlilik önemli bir artış göstermiştir. Makinede buhar ve elektriğin kullanılmasıyla bu üretim dalında muazzam gelişmeler yaşanmış, bakteriyoloji tarıma uygulanmış, bitki fizyolojisine uygun yapay gübre kullanımı gelişmiştir. Bunların hepsi toplumun doğaya bağımlılığını, doğa karşısındaki acziyetini azaltmada önemli rol oynayan yadsınamaz ilerlemelerdir. Bunun başat aktörünün kapitalizm/burjuvazi olması, gerçekliği değiştirmez. Burjuvazinin gericileşip emperyalist karakter kazanmasıyla beraber toplumun ilerlemesine, üretici güçlerin gelişimine uygun üretim ilişkilerinin devrimci dönüşümüne bütün olanaklarıyla engel olmaya başlaması tarihsel olarak oynadığı ilerici rolü inkâr etmek, hepten olumsuzlamak için, daha da kötüsü onun karşısına kutsamak ve kurtuluş gibi sunmak üzere küçük üretimi-mülkiyeti yerleştirmek için doğru, haklı bir gerekçe olamaz. Neden olduğu olumsuz toplumsal sonuçları, daha ileri ve üstün bir toplumsal düzenle, sosyalizm-komünizmle aşmanın gerekçesine dönüştürmek gerekirken kıyaslanarak değerlendirildiğinde korkunç derecede yıkıcı da olsa emperyalizme küçük üretimi tercih etmek, bu geri üretim ve mülkiyet biçimini kutsayıp bir direnç noktası görmekte ısrar tarihsel gericiliktir.

Kuşkusuz bu teoriler yeni değil, hemen her tarihsel dönemeçte “devrimci” bir çözüm olarak değişik biçimlerde savunulmaktadır. Bu görüşleri mümkün olduğunca eleştiri konusu yapıp mahkûm etmek ideolojik mücadelenin bir gereğidir.

Bundan hareketle “Emperyalist Tekellerin Kıskacında Türkiye’de Tarım” başlıklı Nisan Yayımcılık’tan çıkarılan kitaptaki görüşleri konu edeceğiz. Meselenin, özellikle son yıllarda önemli gelişmelerle beraber yoğun tartışılması, daha kapsamlı ele alınmayı gerektirdiğine kuşku olmasa da değerlendirmemizin sınırlı olacağını belirtmeliyiz.

KÜÇÜK ÜRETİM BÜYÜK AMAÇ

“…büyük çiftliklerde şirketler tarafından yapılan endüstriyel tarıma karşı küçük aile üretiminin önemi Birleşmiş Milletler (BM) tarafından yapılan bir araştırmayla kanıtlanmıştır. BM, 57 ülkede, bin civarında noktada yapılan bir araştırma sonucuna göre küçük aile üreticiliği ile yapılan tarımsal üretim endüstriyel tarım üretimiyle kıyaslandığında küçük aile üretimiyle yapılan üretim verimliliği endüstriyel tarım sanayi üretimine karşı ürün çeşitlerine göre yüzde 30 ile 70 arasında değişen oranlarda daha verimli olduğunu tespit etmiştir…” (Esrin Balcı, Emperyalist Tekellerin Kıskacında Türkiye’de Tarım, Nisan Yayımcılık, s. 249)

Küçük meta üretimi kapitalizmin çekirdeğidir, onun büyüyüp gelişmesi yani büyük üretime dönüşmesi kapitalizmin zaferini pekiştirir. Büyük üretimin zaferi pekiştikçe küçük üretimin de sefaleti derinleşir. Küçük üretim her ne kadar kapitalizmin gelişiminin koşulu olsa da bu gelişim sadece küçük üretimin yıkımı pahasına olur. Kapitalizmin onun mahvına neden olması ne küçük üretimin savunulmasını gerektirir ne de kapitalizmin çekirdeği olan bu üretimi bir kurtuluş, bir çare gibi görmeyi. Kapitalizmi kötülüklerin sebebi ilan edip olumsuzlarken bağrında kapitalist ilişkileri taşıyan daha geri bir üretimi olumlamak tutarlı da değildir. Küçük üretim ne meta ilişkilerini ortadan kaldırma karakteri taşır ne de onun egemenliği kapitalizmin yol açtığı sorunların çözümünü sağlar. Onun varacağı yer sermayenin-metanın egemen olacağı bir burjuva toplumdan başka bir şey olmayacaktır. Emperyalizm küçük aile üretimini-mülkiyetini yıkıp proleterleşmeyi artırırken ve bu daha ileri düzeyde bir sınıfsal savaşımı proletaryanın görevi haline getirip büyük sosyalist üretimin koşullarını geliştirirken küçük burjuvanın savunduğu şey, geriye dönüp küçük aile üretimini inşa etmek, korumak olmaktadır. Bu bile onun proleter görüşten, ideolojiden yoksunluğunu gösterir. Küçük üretim sosyalizmin maddi koşullarını sağlayamayacağına, gelişmiş kapitalizm bu koşulları küçük üretime göre daha büyük ve geniş ölçüde sağlayacağına, proletarya için sınıf savaşımı olanağını her bakımdan daha ileri düzeye vardıracağına göre proleter bakış açısından bu ikisi arasında küçük üretim lehine bir tercih yapılamaz. Proletarya tarihsel ve iktisadi bakımdan toplumsal ilerlemeyle sonuçlanmış/sonuçlanan hiçbir durum karşısında ilerici hiçbir özellik taşımayan daha geri bir toplumsal üretim-ilişki biçimini diriltme taraftarı değildir, olamaz. Buna taraf olan da proleter karakterden yoksundur.

Küçük üretimin iktisadi açıdan giderek daha fazla geriletilmesi bizi büyük özel mülkiyetin büyük sosyalist mülkiyete dönüştürülmesi doğrultusunda daha tam bir kararlılık göstermeye zorlarken küçük mülkiyeti kutsama-koruma görevine soyunmak tam bir acziyet halidir. Engels küçük köylünün kaçınılmaz yok oluşunu gördüğümüzü; ama bunu çabuklaştırmakta hiç de yükümlü olmadığımızı, proletaryanın iktidarında büyük toprak sahipleri için gerçekleştirdiğimiz zorla kamulaştırmayı küçük köylüler için aklımızdan bile geçirmeyeceğimizi, onu olumlu örneklerle, büyük toplumsal üretimin toplumsal faydalarını pratikte göstererek ikna edeceğimizi söylerken temel yaklaşımımızı ifade ediyordu. Bu görüş temel bir anlayış olarak Marksistlerin tartışmasız ortak görüşüdür.

Sosyalist üretimin karşısında küçük üretimin kaçınılmaz yok oluşu kendiliğinden, hiçbir zorlama, zor alımı olmadan örnekler yoluyla iknaya dayalı iken kapitalizmde bu tam tersi şekilde gelişir, gerçekleşir. Biz nasıl ki onun kaçınılmaz yok oluşunu çabuklaştırmakla yükümlü değilsek kapitalizmin bunu çabuklaştıran gelişimini engellemekle de yükümlü değiliz. Bu bize rağmen gerçekleşen bir süreçtir ve proletarya bu yıkımın karşısında ancak büyük toplumsal mülkiyeti savunabilir. “Genel olarak konuşmak gerekirse, küçük mülkiyeti desteklemek gerici bir şeydir, çünkü böyle bir destek büyük ölçekli kapitalist ekonomiye karşı yöneltilmiştir ve sonuç olarak toplumsal gelişmeyi geciktirir ve sınıf savaşımını engeller ve örter. Ancak bu durumda biz, küçük mülkiyeti kapitalizme karşı değil, serfliğe karşı desteklemek istiyoruz; bu durumda küçük köylülüğü desteklemekle, sınıf savaşımının gelişmesine güçlü bir dürtü kazandırmış oluyoruz…” (Lenin, İşçi Sınıfı ve Köylülük, Sol Yayınları, s. 38) Proletaryanın büyük amacı kendisiyle beraber bütün sınıfların kaçınılmaz yok oluşu doğrultusunda toplumun dönüştürülmesini sağlamaktır. Dolayısıyla kendisi dahil herhangi bir sınıfın kaçınılmaz yok oluşunu engellemek için özel bir amaç gütmesi onun kendi büyük amacına aykırıdır. Bu yüzden proletarya küçük üreticiyi kapitalizmden ancak kapitalizmi yok ederek kurtarabilir. Bu, aynı zamanda kapitalizmi üreten, ona dayanak teşkil eden küçük üretimin de sosyalist üretime örnekler yoluyla iknaya dayalı asimilasyonunu gerektirir.

Kapitalizm altında küçük üretimin korunmasının özellikle kapitalizmin egemen hale gelemediği Türkiye gibi ülkelerde üretici güçlerin gelişimi bakımından özel politikalarla ele almayı gerektirdiği de üzerinde durulması gereken bir meseledir. Bu noktada problem (Lenin’in de belirttiği gibi onu kapitalizme karşı değil, serfliğe karşı desteklemek) onun hangi ilişkilerin gelişimine bağlandığını ayırt etmektir. Örneğin komprador burjuvazi ve toprak ağalarının mevcut ilişkilerini üretmeye hizmet edecek şekilde ele alınırsa ne üretici güçlerin gelişimine hizmet edebilir ne de egemen yarı feodal ilişkilerin-üretimin cenderesinden kurtulabilir.

Emperyalizmin tahakkümündeki egemen sınıfların, üretimin kendisini güçlendirmekten başka bir sonuç elde edilemez. Bu ilişkiler altında küçük üretimin korunması kapitalizmin gelişimine hizmet edecek kapitalist bir önlem olarak bile gerçekleştirilemez. Ancak proletarya onu bu yarı feodal gerici ilişkiler karşısında üretici güçlerin gelişimi doğrultusunda kararlı bir şekilde teşvik edebilir, destekleyebilir ve o, ancak proletarya ile ittifak halinde bu boyundurluğu kırıp önündeki engelleri kaldırarak sefaletten kurtulabilir. Proletarya Partisi bu yaklaşımını özel taktikler, çalışmalar, kampanyalar vb. ile de güncel politikada somutlaştırabilir. (Yazının konusu olmadığından bu sorumluluğa genel bir vurgu yapmakla yetiniyoruz.)....devamı var

Tarımda Yarı Feodal İlişkilerin Temel Dayanağı: Küçük Üretim – 2


1 Eylül 2024

İNSANLIĞIN ORTAK DEĞERİ

Çalışmada tarım-gıda şirketlerinin egemen hale gelmesiyle 12 bin yıllık tarımın kadim üretim yöntemleri, tekniği ve hafızasının yok edildiği belirtilmektedir. (Esrin Balcı, Emperyalist Tekellerin Kıskacında Türkiye’de Tarım, s. 21) Kapitalist üretimin, özellikle emperyalist nitelik kazanmasıyla beraber giderek toplum ve doğa aleyhine daha yıkıcı sonuçlara neden olduğu gerçektir. Bunun boyutları her gün daha iyi görülmekte ve onun artık her bakımdan aşılarak toplumsal mülkiyete geçmenin zorunluluğu, aciliyeti, önemi kendini yakıcı şekilde hissettirmektedir.

Emperyalizmin yol açtığı sorunları ortadan kaldırmak ancak daha ileri bir üretim tarzıyla, önce sosyalizmle ve ancak onun sayesinde ulaşılabilir olmak üzere komünizmle mümkündür. Toplumlar daha ileri bir üretim tarzının ortaya çıkmasıyla, bu üretim tarzının mevcut ve eskimiş üretim tarzından üstün olup onun yerini almasıyla gelişerek bugünkü aşamaya varmıştır. Sonraki her toplumsal düzen önceki toplumsal bilgi ve kültür birikiminin ve bu birikimin ürünü koşulların içinden çıkarak daha ileri ve yeni bir toplum düzeni olarak kurulabilmiştir. Hiçbir toplumsal düzen kendinden öncekinden farklı bir toplumsal düzen olarak öncekinin tüm kültürel hegemonyasına son vermeden ve bunu sağlamak üzere kitlelerin desteğini almadan kurulmayı başaramamıştır. Bu tarihsel gerçeklikten hareketle diyebiliriz ki 12 bin yıllık tarımın kadim yöntemleri, tekniği ve hafızası ne tek bir tarza-içeriğe sahiptir ne de tek bir toplumun ürünüdür. Salt ve yalıtılmış bir biçimde “teknik”, “hafıza”, “yöntem” değerlendirmesi yapmak apaçık idealizmdir. Kapitalizm dahil tüm toplumsal üretim mekanizmaları tarım üretimini kendi üretim tarzları içinde geliştirmişlerdir ve “kadim gelenek” bunlarda sürüp gitmiştir. Dolayısıyla bu gelenek ne homojendir ne önceki toplumlar kapitalizm karşısında homojen bir gelenek oluşturur ne de kapitalizmden önceki herhangi bir toplumsal düzenin tarımdaki rolü bütünüyle toplumların, doğanın yararına üretimleri koşullayan özelliklerdedir. Toplumsal ihtiyaçlar ve üretim tekniklerinin belirlediği üretim araçlarının gelişimi üretim tarzlarını doğurduğu her durumda toplumlar daha güçlü bir üretim düzeyine eriştiler ve bu geçmişin tüm birikiminden daha ileri bir seviye olarak toplumsal gelişmenin “yararına” olmuştur.

Tohum için “tüm insanlığın ortak malı” (age, s. 162) denirken de aslında aynı şey söz konusu. İnsan toplumunun üretimi bakımından ortak bir değeri temsil ettiği, etmesi gerektiği doğru; ama her şey gibi o da özel üretim ilişkilerine tabi üretimin bir parçasıdır. Bu ilişkilerden soyut bir değere sahip olması o ilişkiler tarafından belirlenmemesi ile mümkündür. Bu da özel mülkiyetin sonlandırılmasına bağlıdır, bundan bağımsız bir şeyi idealize etmek küçük burjuva düşünce dünyasının ham hayalidir. İnsanlığın yaşamı-üretimi bakımından hemen her şey ortak bir değer taşır. İnsanlığın üretim tekniği ve üretici güçlerin seviyesi emeğin ürünüdür. Onları ortak değer yapan ya da onlarda ortak olan değer bu emektir. Kadim ve daimî olan budur; ama bu emek belli toplumsal biçimlerle bu biçimleri belirleyen üretim ilişkilerine tabi bir özellikte var olmuş, nihayetinde “ücretli emek” olarak kapitalizmde de şekillenmiştir. Bu özel mülkiyet ilişkileridir ki emeğin bütün ortak değerlerini özel değere dönüştürerek gasbedilmesi olanağını yaratmıştır. Bu halde burada bu ilişkileri görünmez kıldığı ölçüde ortak değerden bahsetmek bu değerler üzerinde toplumun ortak bir tasarrufta bulunamadığı gerçeğini de görünmez kılar. Özel mülkiyet, toplumun ortak değeri olan her şeyi bu özellikten soyutlayarak gelişir ve ancak üretim araçları özel mülkiyet özelliğinden soyutlandığında ortak değer yoğunlaşmış olarak üst düzeyde bir merkezileşme ile topluma mal olabilir.

Özel mülkiyetin gelişmediği bir toplumda insan üretim araçları üzerinde özel mülkiyet bilincine-birikimine sahip olmadığından buna ve toplumsal yaşamın onunla ilişkili üretimine bağlı bir hak kaybından bahsedilemezdi; haliyle insan, onun yokluğunu “yoksun bırakıldığı bir hak” olarak tarif edemezdi. Tarif edebilmesi için önce bunun koşulunun oluşması gerekirdi ve ancak yoksun bırakıldığı bir hak için insan mücadele edebilirdi, yani onun üretimine, bilincine sahip olduğu aşamada insan bunu konu edebilirdi. Bu ilkel komünal mülkiyetten özel mülkiyete doğru gelişim ile toplumun giderek ürettiği ortak değerlerden soyutlanmasıyla biçimlenen bir durumdur. Örneğin bu soyutlanma ile gen biliminin gelişmesinin sonucunda organizmaların genetiğini değiştirme koşuluna sahip olunması, insanın doğa karşısında bir ilerleme daha kaydetmesi demektir. Bilim-teknik emperyalistlerin mülkiyetinde olduğu sürece her ilerleme, toplumun-doğanın aleyhine sonuçlar üretecek olsa da insanlık için gerekli bilgiyi de içerir ve toplum söz konusu mülkiyet biçimini aştığında bundan doğan aleyhte sonuçlar ortadan kaldırabileceğinden bu ilerleme her şeye rağmen ilerlemedir. Toplum, bu imkânları sağlayan teknik koşulların toplumun aleyhinde değil lehinde kullanılmasını sağlamak için mücadele ederek onun toplum üzerindeki yıkıcı etkilerini ortadan kaldırıp üretici güçlerin önünü sınırsızca açabilir. Toplumların tarihsel gelişimi her aşamada daha ileri düzeyde özel mülkiyeti geliştirerek veya her şeyi ona tabi kılarak üretim araçlarının merkezileştirilmesinin artan bir yoğunlukta gelişiminin sağlanması yönündedir. Bu ilerleme üretici güçlerin toplumsal gelişimine uygun olarak üretim araçlarının da toplumsal mülkiyete dönüştürülmesiyle üretici güçlerin özgürlüğünü sağlayabilir ve bu güçlerin ürettiği değerleri tamamen ortak kılabilir.

Kapitalizme kadarki bütün toplumların üretim tarzları daha az kusurlu özelliklere ve sonuçlara sahipmiş gibi kapitalizmin toplumsal devriminin her alanda onlara üstünlüğünün, sadece olumsuz sonuçlar nedeniyle görmezden gelinmesi kabul edilemez bir küçük burjuva yanılsaması-yanlışıdır. Marksizm bu yanlışa-yanılsamaya ne ortak olabilir ne de onu görmezden gelebilir. Çünkü bu aynı zamanda kapitalizmden daha ileri ve üstün bir toplum kurma amacına ve bu anlamda ilerici karakterine aykırıdır. Kapitalizmi, sadece olumsuz sonuçlarıyla konu edip küçük burjuva üretimi onun karşısında olumlamanın bir gerekçesine dönüştürenler doğrudan veya dolaylı olarak sosyalizmi de olumsuzlamış olmaktadırlar.

Tam da bu nedenle bu tezle ileri çıkanlar Marksist tarih görüşünün önemli ölçüde yanlış olduğunu, en iyisi eksik kavradığını ileri sürmüşlerdir!

GIDA EGEMENLİĞİ-GÜVENLİĞİ ÜRETİME EGEMEN OLMAKTAN GEÇER

“Gıda egemenliği endüstriyel kurumsal çiftliklere, toprağın merkezileştirilmesine ve liberalizasyona karşı, gıdayı temel insan hakkı görerek köylü tarımını ve ekolojik üretimi esas alan, doğal varlıkları koruyan bir yaklaşımla gıda ticaretinin yeniden düzenlenmesi dünya çapında açlığın ortadan kalkması ve toplumların demokratik bir şekilde barış içinde kendi gıdalarını üretebilmesini talep eder.” (age, s. 178) Yazar, La Via Campesina’nın formüle ettiği bu görüşü savunmaktadır. Burada gene sorunun toplumsal üretimle, üretim ilişkileri vs. ile bağını görünmez kılan küçük burjuva ütopyacılığıyla karşı karşıyayız. Emperyalizmin üretim araçlarını merkezileştirmesi gelecekteki sosyalist üretimin maddi temellerini güçlendirmeye hizmet etse de bu ne kadar geç gerçekleşirse toplumlar o kadar büyük acılara, baskı ve sömürüye maruz kalır. Küçük üretim bunları sonlandırmak bir yana ebedi bir eziyete dönüştürmekten başka bir şey yapamaz. Gıda egemenliği-güvenliği adı altında savunulan şey bundan başka bir şey değildir aslında. Köylünün hangi üretim ilişkilerini yaşatacağı ve bununla toplumsal ihtiyaçların ne düzeyde karşılanacağı üretim ilişkilerinin ileriye doğru toplumsal dönüşümün nasıl gerçekleştireceği açıklanmıyor. Köylünün gıdaya-tohuma egemen olması pazara egemen olmasını sağlayamayacağı gibi onun sömürülmesini de engellemez, halkın ihtiyaçlarının yeterli, sağlıklı, güvenli şekilde karşılanmasının da garantisi olmaz.

Kamu güvencesi, sağlıklı, yeterli ve güvenli gıdaya erişim için temel alınarak, “tohumda egemenliği korumak gıda egemenliğini korumak” (age, s. 164) olarak savunuluyor. Burjuva-feodal devletin egemenliği altında bunun mümkün olmayacağı açıktır. Kamuculuk devletin sınıfsal karakterinden bağımsız bir şey değildir ve halk için temel bir güvence oluşturmaz. Kamuculuk gereğinden fazla önemseniyor. Halbuki tohumda egemenlik gıda egemenliği ile eşdeğer bir koşul değildir. Köylü tohumu kendi üretse, geleneksel tohumla üretim yapıyor olsa bile gıdada pazar koşulları üzerinde belirleyici bir rol kazanmaz. Tam da bu yüzden milyonlarca köylü, buna rağmen ne ürettiğinin karşılığını alabiliyor ne de köylüler ürettiklerinin pazarda satış koşullarını belirleyebiliyor. Üretimin, pazarın egemeni küçük üreticiler değildir, belirleyici olan komprador burjuvazi, toprak ağaları, tefeci-tüccar sınıfıdır. Böyle olduğu için üreticiden üretim fiyatının hatta bazı dönemlerde maliyet fiyatının altında bir fiyatla alım yapılmakta, bunun 5 ila 10 katı fiyatla halka satılmaktadır. Geleneksel tohumla üretim yapıldığında da yani tohumdan tohum alındığında da köylülerin ciddi sorunlarla karşılaştıklarını, tohuma egemen olarak gıda, üretim pazar koşullarına da egemen olmadıklarını biliyoruz. Meseleleri tamamen üretim araçlarının toplumsal mülkiyetinden bağımsız biçimde idealize etme hali gerçekte sorunları çözümsüz bırakmakla eşdeğerdir. Bütün bunlar sanki üretimin bütün ilişkilerini belirleyen bir halka gibi düşünülürse hem ilişkinin yanlış tarifi ile küçük üretimin savunulmasına kapı açılır hem de üretim ilişkilerine egemen olan üretim tarzı ve gerçekte hangi sınıfların egemen olduğu konusunda kafa karışıklığı yaratılır. Gıda-tohum egemenliği/güvenliği toplumsal üretimin bütün olarak bir parçasıdır, dönüşümü de bununla birlikte tanımlanabilir. Bundan ayrı olarak kendi başına bir egemenlik/güvenlik savunusu toplumsal üretim tarzının mevcut ilişkilerinin tahkimatından öteye geçemez.

Toplumların barış içinde kendi gıdalarını üretebilmesi savunusu da köylü tarımına, üretimine dayanan toplumların dahil özel mülkiyetli toplumların sınıflara ve sınıf mücadelesine dayalı yapısını bunların toplumsal dayanağını/ilişkilerini görünmez kılarak ve kitleleri sınıf mücadelesi konusunda aldatarak özel mülkiyet sorunu çözülmedikçe barış içinde bir arada yaşama savunusunu emperyalist burjuvaziye hizmet etmesi kaçınılmazdır. Özel mülkiyete dayalı emperyalist sömürü tahakküm sürdükçe toplumlar ancak buna karşı mücadele ile özel mülkiyeti ortadan kaldırarak toplumsal eşitliği sağlayabilir ve barış içinde hayatlarını/ilişkilerini sürdürebilirler. Böylece halkların karşı karşıya kaldıkları sorunların üstesinden gelmede de sosyalist bir dayanışma geliştirilebilir. Toplumların demokratik temelde örgütlenmesi ve ilişkiler kurması her şeyden önce toplumsal üretim ilişkilerinin demokratik bir karaktere sahip olmasını gerektirir. Çünkü toplum için önemli olan maddi yaşamını sürdürebilmektir, bunu nasıl sürdürdüğü ise üretim ilişkilerine bağlıdır. Bu ilişkilerin demokratik, eşit olabilmesi toplumsal bakımdan bir sınıfın diğer sınıfları tahakküm altına alarak sömürmemesini gerektirir. Bunun temeli toplumsal mülkiyettir dolayısıyla öncelikle toplumların demokratik ilişkiler kurmasına eşit yaşamasına engel olan özel mülkiyetin olumsuzlanması/ortadan kaldırılması gerekir. Toplumlar bunu başarabildiği ölçüde üretimi demokratik temelde gerçekleştirebilir ve karşı karşıya kaldıkları sorunların üstesinden gelebilirler. Köylü üretimi hem özel mülkiyete dayalı yapısı nedeniyle hem de toplumsal üretimi karşılayabilecek kapasiteye sahip olmaması nedeniyle toplumda demokratik ilişkileri egemen kılamaz. Bu üretim ya küçük özel niteliğiyle toplumsal ilişkilere sefil bir ebediyet kazandırabilir ya büyük özel mülkiyete dönüşerek bunu sürdürebilir ya da bütün bu sefaleti ile tarihsel yok oluşa sürüklenir. Bunlardan başka topluma sunacağı bir gelecek yoktur. Onun bütün olarak karşı olduğu şey büyük üretim ve toplumsal mülkiyettir. Toplumların bu yöndeki ilerlemesini küçük üretim araçlarının üretim güçleri sonsuz şekilde parçalayarak, kötüleştirerek tecrit ederek engeller, toplumu köylünün dar çıkarlarına hapseder.

Toprağın merkezileştirilmesi burjuva-feodal mülkiyetin egemenliğinde gerçekleşmesi nedeniyle toplumun aleyhine sonuçlar doğurmaktadır. Bizim toprak dahi üretim araçlarının merkezileştirilmesinde olumsuzladığımız şey merkezileşme değildir, bu merkezileşmenin toplumsal mülkiyet aleyhinde olmasıdır. Bunun çözümü merkezileşen üretim araçlarını küçük mülkiyete bölerek toplumu küçük köylü mülkiyetiyle cezalandırmak değil üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti toplumsal mülkiyete dönüştürerek ödüllendirmektir. Böylece hem köylüyü mahkûm olduğu üretim ilişkilerinden hem de toplumu bütün olarak bu ilişkilerden kurtarmak mümkün olur. Emperyalist tekellerin tarımı yıkıma uğratan, dejenere eden özelliği ciddi bir sorun olmakla beraber buna karşı çözüm köylü üretimini savunarak kapitalizmin tarımda yarattığı ilerlemeyi-dönüşümü büsbütün yadsımak olmamalıdır. Sosyalist üretim ne küçük üretimi temel alır ne de kapitalist üretimin kendisi, yararına ortaya çıkardığı maddi koşulları, ilerlemeyi yadsır. Aksine bu üretimin maddi koşullarını merkezileştiren gelişmelerini her şeye rağmen bir ölçü, basamak olarak önünde bulacak ve ondan toplumun çıkarları için yararlanacaktır. Mevcut olanı hepten reddetmek aslında toplumun birikimini, üretici güçlerin geldiği aşamayı daha geri bir üretim tarzıyla yadsımak, daha ileri olanı olumsuzlamaktır ki bu proleter bir bakış açısı değildir, küçük burjuva bakış açısıdır. Bu bakış açısı burjuva mülkiyeti üretmekten başka sonuç vermemiştir, vermeyecektir.

KÜÇÜK ÜRETİM BÜYÜK SEFALET

Kitapta endüstriyel tarımın ürettiği gıdanın dünya nüfusunun sadece yüzde 30’una ulaştığı, buna karşılık nüfusun yüzde 30’unu oluşturan çeşitli küçük ölçekli üretim tarzlarının ise dünya nüfusunun en az yüzde 70’inin ana besin kaynağını sağladığı Mustafa Başoğlu’ndan aktarılıyor ve “… endüstriyel tarıma mecbur olunmadığı çok nettir…” denilerek bunun kapitalizmin aşırı, anarşik üretim yapısının somut ürünü olduğu belirtiliyor. (age, s. 22)

Kapitalizmin ürettiği tarımsal gıdaların nüfusun yüzde 30’una ulaşması kâr amaçlı üretimin sonucu olarak sadece tarımsal gıda için değil kapitalist üretimin bütünü için geçerli bir durumdur. Ancak problem verimlilik üzerinden bir karşılaştırma yapılarak küçük üretimin olumlanmasıdır. 8 milyardan fazla insanın yüzde 30’unun yani yaklaşık 2,5 milyar insanın nüfusun yüzde 70’inin ihtiyacını karşılıyor olması küçük üretimin verimsizliğine, bu nedenle büyük bir nüfusun bağımlı haline işarettir. Bu nüfusun, 1/10’u ile bile rahatlıkla yapılabilecek üretim geri üretim tarzıyla/teknikleri ile daha büyük bir nüfusun bağlanmasına neden olmaktadır. Üstelik bu tarz ne toplumlar için ne de bu üretimi gerçekleştirenler için verimli, üretken, gelişimi koşullayan özelliklere sahiptir.

Üretici güçler böylesine gelişmişken toplumlar ihtiyaçlarını daha kısa zamanda, daha az emekle gerçekleştirebilecekken yaşamının, zamanının önemli bir kısmını ayırmakla kalmayıp maddi-manevi gücünü de alabildiğine tüketen, körelten koşullarda üretim yapması toplumun lehine bir durum değildir. Komünizmin toplumun maddi-manevi güçlerini özgürleştirmeyi amaçlayan yaklaşımına karşılık küçük burjuvazi bu güçleri her bakımdan köleliğe-sefalete sürükleyen koşulları idealize ediyor, emperyalist kapitalizmin yarattığı sonuçları böyle ortadan kaldırabileceğini sanıyor. Halbuki emperyalizmin üretim araçlarını daha yoğun bir tarzda merkezileştirmesi toplumun özel mülkiyete son vererek toplum yararına üretim gerçekleştirmesi için muazzam bir olanak sunmaktadır. Bu şekilde sadece kölelikten, sefaletten kurtulmuş olmakla kalmayacak kendisi aleyhine olduğu kadar üretimin doğa aleyhine sonuçlarını da ortadan kaldırmanın olanağına kavuşacaktır. Küçük burjuvazi bu olanağı yadsımakla kalmıyor, şövalye ruhuyla toplumu bulunduğu noktadan daha geriye götürmeye soyunuyor.

Üretici güçlerin ileriye her ilerlemesi, toplumun üretim için gerekli emek zamanını azaltarak üretici güçlerin bağımlılığını sınırlamaya, giderek ortadan kaldırmaya, kısaca onu bütün engellerinden kurtarıp özgürleştirmeye hizmet eder. Büsbütün bunun aksi bir çalışmaya dayalı olan küçük üretim, üretici güçlerin özgür gelişimini engelleyerek yeteneklerini körleştirir, sınırlar, yozlaştırır. Üretim araçlarının sonsuz parçalanması, insan iş gücünün sınırsız israfı, üreticilerin tecrit olması, üretim koşullarının ve araçlarının gittikçe kötüleşmesi küçük üretimin ideal özellikleridir. Küçük burjuvazinin böyle bir erdemi topluma layık görmesi topluma layık bir erdem taşımamasındandır. Tam da bu yüzden hangi koşullarda nasıl gerçekleştirildiğini umursamaksızın neredeyse toplum nüfusunun 1/3’ünün yaklaşık 2,5 milyar insan nüfusunun yüzde 70’inin ihtiyacını karşılaması muazzam bir şey, kurtuluş olarak görülüyor. Böylece bütün nüfusun ihtiyacını karşılamak üzere daha fazla sayıda insanın küçük üretime bağlanması da kaçınılmaz hale gelecektir. Topluma vaat edilen şey özgürlük değil toplumun kendi kendini köleleştirmesidir.

“Son 20-25 yılda tarımsal üretimin neredeyse tamamı tarımsal tekelci şirketlerin eline geçmiş, gıda sektörü bütünüyle bu güçlerce kontrol edilir hal almıştır.” (age, s. 26)

Tekellerin bütün üretim alanlarındaki egemenliği tartışmasızdır. Yalnız belli ki yazarımızın kafası biraz karışık. Bir yandan dünyadaki nüfusun küçük üreticinin yüzde 30’unun yüzde 70’in ihtiyacının karşıladığını, büyük ölçekli üretim yapan işletmelerin (tekeller) nüfusun ihtiyacını yüzde 30’unu karşıladığını iddia ederken diğer yandan tarımsal üretimin neredeyse tamamen onların egemenliğine geçtiğini söylüyor.

Tekeller tarımsal üretimde de egemense bu üretimi de belirledikleri anlamına gelir. Dolayısıyla yüzde 70’i ihtiyacını karşılayan yüzde 30 da bu belirli belirlenime dahildir ve bağımsız olarak bir belirlenimde bulunma gücü yok demektir. Gene de yüzde 30 yüzde 70’in ihtiyacını karşılıyor olsa bile bu verimliliğin göstergesi olarak değerlendirilemez. Zira dünya aktif tarım nüfusu 1 milyar 300 milyonken toplam tarım nüfusu 3 milyardır. (Marcel Mazoyer ve Laurence Roudart, Dünya Tarım Tarihi, s. 15) Bu toplam nüfusun yarısına yakındır, yani yüzde 30’un yüzde 70’in ihtiyacını karşıladığı iddiası hem aktif hem de toplam tarım nüfusu bakımından tartışılırdır. 400 milyonun 1 milyar kişiyi beslemesi durumunda (age, s. 15) aynı koşullara sahip aktif toplam tarım nüfusunun ancak 3 milyar nüfusu besleyebileceği, bunun da toplam nüfusun yüzde 70’ini değil, yüzde 40’ına yakınını kapsayacağı anlaşılır. Sonuçta aktif tarım nüfusu (bin 300) toplam tarım nüfusunu (3 milyar) besleyebiliyor, yani kendi kendine yetiyor. Verimlilik bu açıdan da tartışılır. Buna rağmen (verilerin doğruluğunu bir kenara bıraksak bile) yüzde 30’un ihtiyacının belli sayıda tekel tarafından karşılanması kıyas kabul etmez şekilde tekel üstünlüğünün kanıtıdır. Bunu 5-10 tekel sağlıyorsa bunun 2 katı bir tekelle, yaklaşık 2,5 milyar üreticinin ihtiyacını karşıladığı kadar bir nüfusun ihtiyacı karşılanacaktır. Yazarın küçük üretime duyduğu hayranlık onun defalarca kanıtlanmış olan geriliği, yetersizliği, verimsizliği ve kapitalist büyük üretim karşısında kaçınılmaz yok oluşunu kendi keyfince yadsımaktan başka bir şey değildir. 5-10 tekelin nüfusun yüzde 30’unun ihtiyacını karşılaması ne ki siz 2,5 milyar insanın yüzde 70’in ihtiyacını karşıladığından ve bunun muazzam bir şey olduğundan haberdar değilsiniz herhalde diyerek bizi küçük üretimin üstünlüğüne ikna etmeye çalışıyor. Çalışıyor ama ateş ederken silahı ters tuttuğu için sürekli kendini vuruyor. Bir yandan küçük üretimin üstünlüğünü savunurken diğer yandan onun sefaletini aktarıyor. “Türkiye şeker pancarı üretiminde dünyada beşinci, Avrupa’da da dördüncü sırada yer almaktadır. Dekar bazlı ürün verimliliğinde ise 21. sıradadır…” (Esrin Balcı, Emperyalist Tekellerin Kıskacında Türkiye’de Tarım, s. 138) “Şeker pancarı üreticisinin yüzde 51’inden fazlası 1-5 dekar, yüzde 29’u 5-10 dekar, yüzde 15’i 10-20 dekar, yüzde 2’si 50 dekarın üzerinde bir toprakta üretim yapmaktadır.” (age, s. 139) Buna dair bir değerlendirme yapmadan önce şunu söyleyelim: Yazar küçük mülkiyet yapısının değiştiğinden vs. bahsedip 2000 yılında 10 hektar toprağı olan köylülerin oranının yüzde 85 olduğunu, bunun artık çok değiştiğini söylüyor. Ama şeker pancarı olsun, çay üreticisi olsun bunlarla ilgili verileri aktardığında şeker pancarı üreticisi oranlarında da görüleceği gibi aslında belirgin bir farklılık söz konusu değil. Öyle görünüyor ki yazar bulduğu verileri kendi görüşünü destekleyip desteklemediğine bakmaksızın kullanmış, analiz etme gereği duymamış. Öyle olunca da aleyhinde delillerle farkında olmadan kendini mahkûm etmiştir!

Üretimde 4 veya 5. sırada olup verimlilikte 21. sırada olunmasını yazar köylünün kaderiyle baş başa bırakılması ve gelişen teknolojik donanımdan yoksunlukla açıklıyor. Bu meselenin sadece bir yönüdür. Geniş bir alanda yapılan üretimi verimlilikte, üstelik kendisinden çok daha küçük alanlarda yapılan üretimden bu kadar geri olması üretim yapılan alanların verimliliği engelleyecek düzeyde küçük arazi parçalarına, mülkiyete bölünmüş olması, bu ölçekteki arazi üzerinde teknoloji, insan, toprak, hayvan vb. üretici güçlerin kalitesini artırma olanağının sınırlı olması, engellenmesindendir. Bunu hem emperyalizm ve devlet engellemekte hem de köylü bu dönüşüme tutucu tarzda karşı çıkmaktadır. Her ikisi de mevcut mülkiyet ilişkisinin korunmasından yanadır ama bundan asıl kazançlı çıkan emperyalizm ve devlettir. Köylü ne böyle büyük bir dönüşüm için yeterli sermayeye sahiptir ne de devlet ve emperyalizm böyle bir dönüşümün gerçekleşmesinden yanadır. Köylülerin aşağıdan yukarıya çıkma gücünün olmaması emperyalizm ve devletin yukarıdan baskısıyla da desteklenmektedir. Toprak mülkiyetinin yaygınlaşması, bölünmesi köylülüğün farklılaşmasının önkoşulu olsa da burada sorun, önkoşulları bulunmasına karşın köylülüğün farklılaşması ve tarımda kapitalizmin gelişmemesidir.

“Tarımda kapitalist gelişmenin ana hattı tam da yüzölçümü itibariyle küçük işletme kalan küçük işletmenin, üretimin boyutu, hayvancılığın gelişimi, kullanılan gübre miktarı, makine kullanımı vs. itibariyle bir büyük işletmeye dönüşmesinden ibarettir.” (Lenin, Seçme Eserler Cilt XII, s. 331) Lenin kapitalist gelişmeyi, işletmenin yüzölçümünü değil niteliğini temel alarak ortaya koymamız gerektiğini göstererek belirleyici bir yaklaşım sunmuştur. Yazar ise bu kadar geniş bir arazi-toprak üzerinde yapılan üretimin, örneğin Hollanda’da toplamda Konya’nın yüzölçümüne eşdeğer bir alanda yapılan üretimden katbekat verimsiz, ürün değeri bakımından geri vb. olmasının nedenini kavramaktan uzak bir şekilde küçük mülkiyeti-üretimi savunuyor. Üretimde 4 veya 5. verimlilikte 21. olmasının aslında kendisinin savunduğu tezi boşa düşürdüğünü, bütün bunların Lenin’in saydığı koşullar bakımından kapitalist büyük (yüzölçümü olarak değil) işletmeye dönüşmediğinden kaynaklı olduğunu, küçük işletmenin üstünlüğünün ancak böyle bir niteliksel dönüşümle sağlanabileceğini görmüyor. Diğer yandan yazar endüstriyel tarımı (kapitalist tekelci tarım demek lazım) olumsuzlayıp küçük üretimi ona yeğledikten sonra küçük işletmenin geriliğini teknik donanımdan vb. yoksunlukla, bunların aslında kapitalist nitelik kazanamamış olmasıyla gerekçelendirmektedir. Yani bir bakıma olumsuzladığı şeyi olumsuzlayarak küçük işletmelerin içinde bulunduğu geriliği aşacağını önermektedir. Önerdiği şeyin küçük işletmelerin kapitalist dönüşümüne denk geldiğini, oraya varacağını kavramıyor.  Sanki bu küçük işletmelerin mülkiyet ilişkisi kapitalist bir nitelik taşımıyor ve kapitalizmden başka kendi kendine farklı bir üretim ilişkisi, toplumsal örgütlenme yaratabilirmiş gibi hayal ediyor. Bu da yazarın bu ilişkileri kavramakta ne kadar sığ düşündüğünü gösteriyor. Bu mülkiyet ilişkisi gene pazar ilişkilerine göre bir üretime tabi olarak pazar için üretim yapacağından rekabette ayakta kalabilmek için sürekli kendini bu ilişkilere daha iyi uyarlamak, yani daha çok kapitalistleşmek zorundadır. Bu zorunluluk onu kapitalist ilişkilerin merkezine yerleşmeye yöneltir. Böylece olumsuzlanan endüstriyel üretim bunlar için kaçınılmaz bir ilişki olarak devam eder. Yazarın unuttuğu şey küçük mülkiyet sahibinin amacının büyük mülkiyet sahibine dönüşmek olduğudur. Dolayısıyla özel mülkiyete dayalı küçük üretimin kapitalist ilişkiler içinde varacağı yer bu ilişkilere (yazarın yakındığı olumsuz sonuçlarına) karşıtlık değil bizzat bunların üretilmesi olacaktır. Bunların dışında özel bir ilişki üretilmesini beklemek, sanmak küçük mülkiyetin doğasını anlamamaktır ve zaten ancak bunu anlamayanlar ona büyük, özel bir misyon biçebilirler. Yazar “halklar tekellere mecbur değildir” diyor, evet değildir de bunun alternatifi de üretici güçlerin gelişimi sonucu aşılmış hem büyük kapitalist üretime hem de onu da aşacak sosyalist üretime hiçbir üstünlüğü bulunmayan küçük üretim değildir. Büyük kapitalist tekelci üretim ondan daha üstün, üretici güçlerin gelişimine koşut bir üretim tarzıyla aşılabilir ki bunun sosyalist üretim olduğu hiçbir Marksist için bilinmez değildir.

“… tarımsal küçük işletme her türlü aşırı istismarla ayakta kalır. Çiftçinin çalışma ve yaşama gücünün aşırı istismarı, hayvanların güç ve kalitesinin aşırı istismarı, toprağın üretici güçlerinin aşırı istismarı…” (age, s. 159) yazarın kutsadığı şey bu istismardır.

“Üretim araçlarının sonsuz parçalanması ve bizzat üreticilerin tecrit olması, insan iş gücünün korkunç israfı, üretim koşullarının gittikçe kötüleşmesi ve üretim araçlarının pahalılaşması küçük toprak mülkiyetinin zorunlu bir yasası”dır. (age, s. 167) Küçük üretimin neden çare olarak savunulamayacağı açıktır.

Bugünün koşullarında emperyalizmin köylüleri (küçük üretimi temsil eden bütün küçük mülk sahiplerini) biteviye daha ağır, yıpratıcı, sefil, aşırı istismara ve sömürüye dayalı bir üretime mahkûm ettiği özellikle bizimki gibi ülkelerde sayısız örnekle, olayla, ilişkiyle ortadadır. Böyle iken yazar sefaletin benimsenmesini bir erdem gibi sunuyor; oysa, yararlandığı kaynaklardan biri olan “Dünya Tarım Tarihi” kitabında bile yazar iddiasının aksini gösteren verileri görebilirdi. “Tarım emeğinin üretkenliğini, yılda çiftçi başına kaç kental tahıl ya da eşdeğer tahıl üretildiğine bakarak ölçebiliriz. Yarım yüzyıldan biraz daha fazla bir süre içerisinde, dünyanın en az rekabet edebilir olan, yani yalnızca el aletleriyle (çapa, bel, kazma, biçki bıçağı, orak…) yapılan tarımıyla, döneminin en iyi rekabet edebilir ve en iyi ekipmana sahip tarımı arasındaki üretkenlik farkının tavan yaptığını görüyoruz. Bu aralık XX. yüzyıl sonunda iki savaş arasındaki dönemde 1’e 10’dan, 1’e 2000’e yükseldi.” (Marcel Mazoyer ve Laurence Roudart, Dünya Tarım Tarihi, s. 13) “Dünyanın en az üretken tarımıyla (el aletleriyle yapılan tarım) en üretken tarımı (motorlaşmış ve makineleşmiş tarım) arasında yüzyılın başında 1’e 10 olan emek üretkenliği ilişkisi elliye katlanarak günümüzde yaklaşık 1’e 500’e ulaştı.” (age, s. 27)

Bunlara rağmen yazarın iddiasındaki ısrarını bir tür Monilovculuk sayabiliriz. Küçük aile üreticileri kendi yaşamlarında bu iddianın aksini o kadar acımasızca deneyimliyorlar ki yazarın onları kendi düş aleminde ne görüyorsa öyle göstermesine tanıklık etseler bu sefaleti gizleme çabasına öfkelenmekten kendilerini alamayacaklardır.

TOPLUMSAL MÜLKİYETİN ZORUNLULUĞU

“… Afrikalı tarımcıların yaklaşık yüzde 80’i; Asya ve Latin Amerika tarımcılarının yüzde 40-60’ı yalnızca el aletleriyle çalışmaya devam ediyor; aralarından yüzde 15-30’u hayvan çekişli tarım araçlarına ve yüzde 5’ten daha azı da motorlu araçlara sahip. Demek ki modern tarım dünyada henüz yaygınlaşmadı, diğer tarım biçimleri hala egemen ve hâlâ gelişmekte olan ülkelerin aktif nüfusunun çoğunluğunu kapsıyor.” (Marcel Mazoyer ve Laurence Roudart, Dünya Tarım Tarihi, s. 23) Tarım için yapılan bu kıyaslama sanayi için de yapılırsa benzer bir sonuca ulaşılacak ve küçük üretimin, yaygınlığı nedeniyle egemenliğinden bahsedilecektir. Ancak bu bir yanılgı olur; çünkü büyük ölçekli üretim de aynı şekilde yaygın değildir, belli ülkelerle ve tekellerle sınırlıdır, genelle kıyaslandığında da diğer üretim tarzlarıyla aynı ölçüde-oranda değildir. Gene de bu dünyada kapitalist emperyalist üretimin egemenliğini tartışılır kılan bir durum değildir. Belirleyici olan genel olarak bu üretim biçimi ve ilişkisidir. Mevcut eşitsizlik emperyalist kapitalizmin gelişiminin temel özelliğidir, bunu büyüterek ilerler.

Belirtildiği gibi henüz modern tarım yaygınlaşmış değil ve geri-küçük tarım üretim biçimleri yaygınlığını koruyor. Ancak bunlar nüfusun ihtiyaçlarını tamamıyla, yeterince karşılama konusunda hiçbir bakımdan yeterli olanağa, güce sahip değiller. “…temel gıda maddelerinin uluslararası fiyatı, dünyadaki köylülerin büyük çoğunluğunun kendi emekleriyle yaşamalarını ve üretim araçlarını yenilemelerini yani yatırım yapmalarını ve ilerlemelerini sağlamak için çok düşüktür.” (age, s. 17)

devam edecek…



Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)