Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme
ve ‘birlik” sorunu üzerine
Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.
‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya
çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan
Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak
da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette
anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur. Çünkü farklı toplumsal kesimlerin
günü ve geleceği yorumlayışları, güne ve geleceğe dair istem ve beklentileri
birbirinden farklı olduğundan; bunların her birinin kendi siyasal programları
ve şiarlarıyla, bunun ifadesi olan kendi öz siyasal örgütlükleriyle toplumsal
mücadelede yer edinme istem ve gayretleri, eşyanın tabiatı gereği, normal bir
durumdur.
Gelişmiş kapitalist toplumların aksine, toplumun sınıfsal
ayrışmasının henüz yeterince tamamlanmadığı geri sosyo-ekonomik yapılardaki ara
tabakaların yaygınlığı ve çok parçalı oluşunun da etkisiyle, bu tür toplumlarda
devrimci hareket zaten çok parçalı bir yapı özelliğinde olur. Buna birde aynı
sınıfsal kesimlerin farklı, nispeten farklı veya tamamen farklı siyasal
program/strateji ve taktiklere sahip, ‘gerçek temsilci benim’ iddiası güden
birden çok öznenin ortaya çıkması durumu da eklendiğinde, tablo daha da
karmaşık ve ‘zengin’ bir görünüm kazanmış olur.
Sınıf savaşımının doğası, ‘aynıları aynı, ayrıları ayrı
yerde’ konumlanmaya yönlendireceğinden; mücadelenin seyri içerisinde, bir kısmı
elenerek saf dışı kalırken, bir kısmı da bir şekilde birleşerek, yoluna devam
edecektir.
Yani bu anlamda TKKDH’nin çok parçalı yapısının hiçte öyle
‘anormal’ bir durum olmayıp, toplumsal
realitenin bir tezahürü olduğunun görülmesi gerekiyor.
Ve keza görülmesi gerekiyor ki bu türden toplumlarda hem
toplumun demokrasi bilinci ve düzeyinin geriliği ve hem de günün gelişen ve
değişen koşullarının ele alınıp yorumlanmasında ve tutum belirlenmesinde
gösterilen tavırlar üzerinden de örgütler kendi içlerinde kolayca kopuşup,
farklı örgütsel yapılar olarak, bölünebiliyor. Öyle ki taktiksel veya örgütsel
işleyişe ilişkin bazı anlaşmazlıklar üzerinden bile bölünebildiklerinin yığınca
örneği söz konusu olabiliyor. Kuşkusuz ki burada küçük burjuvaziye has o tipik
‘mülkiyet’ hırsı ve tutkusunun da arka planda etkin rol oynadığı, yadsınamaz
bir olgudur.
Ayrıca altı çizilmesi gereken bir diğer olgu da şu ki; düşmanın
‘böl parçala yönet’ siyasetinin de bu bölünüp parçalanmalarda önemli bir rolü
söz konusu olabilmektedir. Bu yöntemle düşman hem toplumu din/inanç, milliyet,
cins ve sınıfsal farklılıkları üzerinden sürekli bir şekilde ayrıştırarak bölüp
parçalamakta ve hem de işçi sınıfı ve diğer devrimci-ilerici emekçi kesimleri
ve bunların siyasal, iktisadi ve kültürel örgütlü yapılarını, içlerine
sızdırdığı veya bir şekilde sattın aldığı elemanları aracılığıyla her vesileyle
bölüp parçalayarak zayıf düşürmeye çalışmaktadır. (Tarih, bunun tipik ve
ibretlik örneğine 1994 yılında TKP/ML saflarında yaşanan parçalanmayla tanık
oldu. Başka bir örneği de yok herhalde. Karpuzu ortadan ikiye böler gibi
Partiyi bölüp parçalayan bu karşı-devrimci darbenin kimler tarafından nasıl
gerçekleştirildiğinin tüm detayları gerek “MKP’ de Siyasal Öznelcilik Ve
Dogmatizm” ve gerekse de “Dersim Dağlarında” isimli kitaplarda okunabilir.)[1]
Devrimci hareketin neden bu kadar çok örgütten oluştuğu ve
neden bu kadar çok bölünüp parçalandığı meselesi işte bütün bunların toplamıyla
izah edilebilir ancak ki.
Tabii ki bu, sorunun sadece genel ele alınışına ilişkin
olarak böyledir. Fakat bu kadarı TKKDH de ortaya çıkan ve yaşanan bölünme ve
parçalanmaları izah etmeye yeterli gelmez. Çünkü özgün olan yanlar var ve
bunların mutlak surette hesaba katılması gerekiyor.
’71 devrimci kopuşuyla vücut bulan TKKDH nin taşıyıcı
kolonları olarak THKP/C, THKO ve TKP/ML baz alınarak bir değerlendirme
yapılacak olursa, şöylesi çarpıcı ve tipik bir ortak payda ile yüz yüze
gelinecektir.
Bu her üç oluşum da içerisinde yer aldıkları reformist,
pasifist ve parlamentarist yapılardan, devrimci alternatif bir itirazla
kopmuşlardı. Ve her üçü de karizmatik birer lider etrafında bir araya gelen çok
az sayıda kadrodan oluşan bir ‘kadro hareketi’ özelliğindedir. Ancak özellikle
THKP/C ve TKP/ML de, lider dışındaki diğer kadrolar, teorik ve siyasal
donanımları bakımından yolun daha çok başında olan, bir bakıma ‘vasat’
denilebilecek özelliklere sahip kadrolardı. Dolayısıyla da denilebilir ki THKPC
Mahir Çayan ile, TKP/ML ise İbrahim Kaypakkaya ile özdeştir. Yani bu iki tarihi
şahsiyettir örgütünün beyni ve kalbi.
THKO biraz daha istisnadır bu konuda. Çünkü her ne kadar da
Deniz Gezmiş ile özdeşleşmişse de ama Deniz örgütün her şeyi, özelliklede
beyni, yani baş ideoloğu ve teorisyeni değildir. Örgütün beynin esasen Hüseyin
İnan ve Sinan Cemgil olduğu yönündedir yaygın kanı.
Ve bu her üç örgüt de uzun soluklu bir ideolojik-siyasi
mücadele seyrinde ideolojik-siyasi hatlarını oluşturup olgunlaştırarak, gerçek
anlamda bir “öncü kadro hareketi” olarak vücut bulmuş değildir. Ve bu ayırt
edici özellik, aslında bunların en başta gelen handikaplarından biridir de.
Her üç hareket de liderlerinin kafasında belli yönleriyle
şekillenip formüle edilmiş devrimci itiraz ve alternatif siyasal hat ile
kopuşmuş ve alelacele oluşturulmuş ve ama kuruluşunu dahi tamamına
erdiremedikleri birer örgütsel formasyon ile sıcak mücadeleye adeta balıklama
dalıvermişlerdir.
Yani her üç örgüt de hem kolektif bir irade ürünü olarak
devrim teorisini, hem bunu hayata geçirecek asgari bir önder kadro gücü
oluşturamadan ve hem de örgütlü yapılarına henüz gerçek savaşçı bir örgüt
kabiliyeti kazandıramadan, düşmanın azgın saldırılarıyla, başta örgütün beyni
ve kalbi olan lider ve önder kadrolarının ezici çoğunluğu fiziki olarak tasfiye
oldu.
Bu aşama itibariyle bu her üç örgüt de adeta kaptanını
yitirmiş, tayfasıyla okyanusun azgın suları arasında ‘can havliyle’ hayatta
kalma ve sakin bir limana ulaşmaya kilitlenmiş bir ‘gemi’ haline düşmüşlerdi.
Yani özetle, kaotik bir durum oluşmuştu.
Başsız kalan ikinci-üçüncü kademeden kadroları bir arada
tutacak ikinci bir ‘güçlü lider’ profili de olmadığından, her biri kendince
yorumlamaya başladı kendilerine kalan ‘mirası’. Ve böylece o üç yapıdan her
biri önce ikiye, sonra üçe, beşe ayrışarak ‘çoğaldılar’.
Ayrışanların ayrışması esaslı ideolojik-siyasi tartışmalar
üzerinden ortaya çıkan farklı ideolojik-siyasi çizgiler ayrışması tarzında
olmadığından (özellikle de Kaypakkaya ardıllarında ki), bölünüp parçalanmaların
sonu bir türlü gelmek bilmedi.
Süreç içerisinde yapı içi ideolojik, siyasi ve örgütsel
sorunlar toplamında yaşanılan verimli tartışmalarla ortaya çıkan kolektif
iradeyle örgütlerini yeniden inşa etmeyi bir şekilde becerenler, nispeten bir
iç istikrara kavuşmuş olarak, örgütsel birliklerini sağlamayı ve sürdürmeyi
başarmışlardır (buna iyi bir örnek olarak TKP/ML Hareketi, TKİH ve TKP/ML
Yeniden İnşa Örgütü’nün MLKP çatısı altında kendilerini yeniden örgütlemeyi
başarmaları gösterilebilir) denilebilir. Elbette ki bunlar göreceli ve koşullu
hallerdir. Sınıf mücadelesi sürdükçe, bu mücadelenin koşullarındaki
değişim-dönüşümlere koşut olarak, irili ufaklı yeni yeni saflaşmalar ve
ayrışmalar da ille ki ortaya çıkabilecektir. Bu, sınıf mücadelesinin iç
bünyedeki yansısı, yan etkileri ve sonuçlarının bir ifadesi olarak, bir bakıma
‘normal’ ve ‘kaçınılmazdır’ da.
Özetle, TKKDH’ deki bölünüp parçalanma kısır döngüsünün işte
böylesi özgün bir boyut ve özelliği de söz konusudur.
2-Birlik sorunu.
Farklı muhtevalar arz ettiğinden ötürü birlik sorununu;
1)
sürecin baş çelişmesi ve baş düşmanına karşı aktif siyasal mücadelenin bir
unsuru olarak, birleşilebilecek tüm güçler ile birleşme siyaseti olarak,
2)
sol-sosyalist devrimci güçlerin birliği ve
3) komünistlerin birliği şeklinde
olmak üzere, farklı kategorilerde ele almak gerekiyor.
1 ve 2. Kategorideki birlik sorunu, daha çok, dönemsel ve
taktiksel ve de çok farklı biçim ve kapsamlar arz ederken; 3. Kategorideki
birlik sorunu ise esasen stratejik olup (değişen modeller arz etmekle birlikte)
tek biçimlidir.
İlk iki kategoride ki birlik sorunu, dönemin verili somut
sorun ve görevlerinin çözümü temelinde varlık koşulu bulabilirken; bu anlamıyla
da geçici ve taktiksel güç birliktelikleri, işbirlikleri ve cephesel ittifaklar
biçimlerinde kurulup, sürecin sona ermesiyle de dağılıp, tekrardan gündeme
gelmesi ise, yeni koşulların ihtiyacına uyarlıyken; komünistlerin birliği ise,
temel ve ilkesel/stratejik konularda aynı ideolojik ve siyasal programa sahip
olmalarına rağmen dağınık duran, çok parçalı ve çok başlı olan güçlerin gerek
ülkesel ve gerekse de uluslararası bazda tek bir çatı altında birleşip
merkezileşmesini ifade eder.
Ve tabii ki bu her iki halde de ‘birlik sorunu’, birliğin
kuruluş amacına uygun olarak hedeflenene varıncaya dek, sağlanması ve korunarak
güçlendirilmesi sorunudur da aynı zamanda. Yani birliği gerekli kılan koşullar
ortadan kalkmadan ve amaçlar üzerinde ilkesel ve stratejik konularda ayrışma ve
saflaşmalar yaşanmadığı sürece o birliğin özenle korunması, korunmasının
becerilip başarılması sorunudur da aynı zamanda.
Bilinir ki toplumsal sorunların çözümü, çözümü talep eden
güçlerin asgari müşterekler üzerinden birliği ve mücadelesi sağlanamadan pek
mümkün olmuyor/olamıyor. Bu yüzden de her sürecin özgün siyasal ve toplumsal
sorun veya sorunlarının çözümünü sağlamak amacıyla, sorunların çözümünü isteyen
ve bu çözümden menfaat elde edecek güçlerin birliğini oluşturarak onları
mücadeleye ortak etmek hem bir görev ve sorumluluktur ve hem de çözümü mümkün
kılmanın olmazsa olmaz şartlarından biridir. İktidar hedefli, halk saflarında
mücadele yürütme ve siyaset yapma iddiasına sahip her siyasal öznenin varlık
nedenidir de bu.
1.Kategori bağlamında, örneğin Erdoğan iktidarının özellikle
de son süreçte daha bir tırmandırıp keskinleştirerek gündeme oturtma hesapları
yaptığı ve giderek de keskinleşeceği besbelli olan bir şeriat-laisizm sorunu
söz konusudur. Toplumu ciddi şekilde tehdit eden bu yakın tehlikenin
savuşturulmaya çalışılması, başta kadınlar ve aleviler olmak üzere tüm ilerici
demokrat toplum kesimlerinin ortak talebi olarak şekillenmişken, böylesine
güncel bir demokrasi talebi ve mücadelesinin elbette ki sahiplenilmesi
gerekiyor değil mi, kendilerini en azından demokrat sayan siyasi özneler
tarafından (Tabii sürecin bu özgün yanını göremeyen veya süreci böyle
okuyamayanlar için diyecek bir şey yok.).
Bu yakın tehdit ve tehlikenin engellenerek bertaraf edilmesi
gerekiyorsa (ki elbette hem de çok ivedilikle bunun yapılması gerekiyor; aksi
takdirde her şey için çok geç kalınmış olunacağını İran ve Afganistan örneğinde
görmek pek ala mümkün.), bu durumda elbette ki sınıf, etnik köken ve cins
ayrımı yapmadan, şeriat karşıtı tüm toplumsal kesimlerin bu hedefte
buluşmalarını ve karşı koymalarını istemek ve bunu sağlamaya çalışmak, sürecin
belki de en isabetli siyasi taktiği olacaktır.
Öylesi kritik tarihi süreçler olur ki sınıf ayrımı yapma
lüksünüz olamaz. Bundandır ki ‘ortak
düşmana karşı birleşebilecek tüm güçlerle birleşme’ taktiği, savaş
stratejisinin en önemli ve en kritik yasalarından biri olagelmiştir. Bu çelişme
somutunda işte böylesi bir durum ile karşı karşıya gelinmiştir. Bu çelişmenin
laisizm lehine çözümünü bulabilmesinin bir fırsatı olarak Cumhurbaşkanlığı
seçimleri gündeme geldi. Erdoğan iktidarının bu yolla engellenmesi mümkündü ve
bunun başarılması halinde şeriat rejimine geçiş emellerinin önüne geçmek de
böylece mümkün olabilecekti.
Bu, ciddi ve büyük bir muharebeydi elbet. Güçler dengesi
muazzam derecede laisizm cephesinin aleyhine olmasına karşın; ama seçimde
ortaya çıkan sonuçlar da gösteriyor ki şayet daha güçlü ve organize olmuş
birliktelikler sağlanabilseydi, daha canla başla mücadele edilebilseydi, boykot
ve protesto seçeneğinin uygun bir taktik olmadığı görülebilseydi ve de ittifak
güçleri daha az taktiksel hatalar yapabilseydi; kuvvetle muhtemeldir ki
şeriatçı tehdidi bu muharebede bertaraf etmek pek ala da mümkün olabilecekti.
Ama maalesef ki böylesi bir performans gösterilemedi ve
haliyle de o ‘tarihi’ muharebe yitirildi. Ve ama henüz her şey bitmiş değil;
daha farklı mücadele yöntem ve araçlarıyla anti şeriatçı bir cephe oluşturarak
ve güçlü bir toplumsal barikat kurarak bu tehdidin önünü kesmek hala mümkün.
2. kategorideki sol-sosyalist devrimci güçlerin birliği
sorunu da tıpkı 1. Kategoride olduğu gibi taktiksel ve dönemsel bir karakter
arz eder. Fakat bu, 1. ye göre daha özel ve daha dar bir birlik olup, işçi
sınıfının ve geniş emekçi halk sınıf ve tabakalarının sınıfsal, etnik, inançsal
ve cinsel temelde burjuva iktidarına karşı yürütülen demokrasi ve sosyalizm
hedefli devrimci mücadelesini daha aktif ve etkin kılabilmek için ihtiyacı olan
bir birliktir. Örneğin halihazırda varlığını devam ettiren HBDH oluşumu gibi
oluşumlar bu birliğin farklı modellerindendir.
3. kategorideki
komünistlerin birliği sorunu ise daha özgün ve daha kendisine has özellikler
taşır. Bu birlik öncelikle aynı ideolojik zeminde bulunmayı gerektirir. Yani
komünizm ideal ve ilkelerinin amasız fakatsız benimsenip savunulmasını ve bu
uğurda mücadele edilmesini şart koşar. Ve ancak bu koşul uluslararası komünist
partilerin enternasyonal birliği için yeterli koşul olabilirken; her bir ülke
komünist parti, grup ve kesimlerinin birliği için asla yeterli koşul olamaz.
Bu
birlik için ikinci zorunlu koşul, devrim teorisinin temel siyasal sorunlarında
ve devrimin asgari ve azami programı üzerinde hem fikir olmaktır. Eğer bu her
iki koşul da mevcut ise, bu zeminde komünist parti, grup ve kesimlerin
birliğini sağlamanın koşulları var ve olgundur demektir. Taraflara düşen tarihi
görev ve sorumluluk, bu birliği oluşturmaktır.
Tabii bu genel olarak böyleyken;
adeta ‘sudan gerekçeler’ ve 1994 sürecinde olduğu gibi doğrudan bir kontra
operasyonuyla partiyi bölüp parçalayarak tarih sahnesinde yer alan ve bugün
hala kendilerini Kaypakkaya ardılı KP ler olarak tanımlayan yapılar arası
birlik sorunu, tabiatı gereği, biraz daha karmaşık ve daha zorlu bir hal arz
eder.
Çünkü öncelikle bu yapılar arasında, halihazırda,
‘Kaypakkaya ardılı’ ve komünizm idealine sahip olma vasfı dışında, örgütsel
birliğe zemin sunacak başka hiçbir şey bulunmamaktadır. Yani yukarıda ifade
edilen iki esaslı koşuldan sadece birincisi mevcuttur. Bununla örgütsel birliği
oluşturmak ise mümkün olmayacaktır.
Bu koşul bu yapıları ancak ki ‘kardeş parti
ve gruplar’ olarak vasıflandırmaya yeterli gelir. Örgütsel birlik için bununla
birlikte olması zorunlu olan devrim teorisinin temel siyasal sorunlarında ve devrimin
asgari ve azami programı üzerinde her biri farklı ‘resmi görüş’ sahibi
olduklarından; bu yapılar arasında en azından bu koşullarda örgütsel birliğin
zemininin olmadığı zaten kendiliğinden rahatlıkla anlaşılır olmaktadır.
Ama olur da ilerleyen süreçte bu
yapılar devrim teorisi ve partinin tarihi muhasebesi (ki bu mevzu oldukça
kritiktir. Örneğin bugün kendisini MKP olarak tanımlayan yapı, bilinir ki
yukarıda bahsedilen 1994 karşı-devrimci darbesinin mirasçısı bir yapıdır.
Böylesi ilkesel bir
sorunda dört kongre süreci yaşamasına rağmen özeleştiri yapmasını bir kenara
bırakın, bu tarihi ve ilkesel suçu dillendirmekten bile özenle imtina etmekte,
olayı basit işleyiş kusurları ürünü olduğunu ve bunda da esas sorumluluğun
kendilerinde değil, öbür kanatta olduğunun savunusu yapma pişkinliği içinde
olmaya devam ediyorken; tüm diğer konularda mutabık kalınsa bile, muhtemelen bu
tarihi muhasebe tutumu birliğin gerçekleşmesini imkansız kılacaktır.) üzerine
kendi iç bünyelerinde, kongre ve konferanslarında ve gerekse kardeş yapılar
olmanın avantajıyla kendi aralarında sürdürecekleri geliştirici-dönüştürücü
siyasal/teorik tartışmalarla, mümkündür ki en azından bazıları arasında bir
konsensüs yakalanabilir. Ve bu aşama itibariyle bu yapılar arasında birlik
sorunu artık güncel bir taleptir.
Peki bu gerçekleşebilir bir şey midir?
Evet elbette,
en
azından teorik olarak, mümkün; ancak siyaset biliminin ve devrimci
sorumlulukların gereğinin yerine getirilip getirilmemesine bağlıdır esasen de.
Aradan geçen koca yarım asra rağmen, hayatın dayatmaları
karşısında oluşturulan körkütük dogmatik saplantılarla bugüne yanıt
olunabileceğinin karar altına alınmış olmasını kongrelerinin ‘tarihi başarısı’
olarak propaganda edenlerin ve keza gerek kendi kongre kararlarının, ‘tarihi muhasebe’
dahil temel bir çok başlığına ve özelde de devrim teorilerine getirilen
eleştiri ve değerlendirmeleri özenle es geçmeyi büyük bir marifet sayan; yani
bunları ele alıp tartışma ve yanıtlayarak daha doğruya varmanın vesilesi yapma
irade ve cüretine sahip olamayan ve keza siyasi yapılar arası ideolojik-siyasi
tartışmaları rafa kaldırarak, ‘suya sabuna dokunmadan’ ‘dost’ kalmayı tercih
eden yaklaşımların egemen olduğu realiteleri göz önünde bulundurulduğun da
doğrusu, insan çokta umutlu olamıyor.
Tabi silkinip kendilerine gelmeleri halinde, bu görev ve
sorumlulukları yerine getirme potansiyeline sahip oldukları da vurgulanması ve
altı çizilmesi gereken bir başka gerçeklikleridir elbet.
Kendilerini
Kaypakkaya ardılı olarak tanımlayan TKP-ML, MKP, TKP/ML, Bolşevik Parti (Kuzey
Kürdistan Türkiye) ve diğer MKP gibi bu beş örgüt arasında birlik
potansiyelinin bulunduğunu tespit etmek yanlış olmaz. Ancak potansiyelin
olması, birlik koşullarının olgunlaşmış olarak var olduğu anlamına
gelmiyor/gelmez de.
Evet, her ne kadar da tamamının resmi devrim teorileri
farklı farklı olsa da ama şu bir gerçek ki özellikle ’72 devrim teorisini hala
(evet, maalesef ki hala) ‘resmi görüş’ olarak ileri sürmekte ısrar eden iki
örgütün ve sosyalist devrim stratejisini ‘sosyalist halk savaşı stratejisi’
olarak belirleyen MKP nin bu resmi görüşlerinin bugünün realitesinde gerçek
anlamda bir karşılığının bulunmadığı, tartışma götürmeyecek kadar açık ve
nettir de.
İşte bu esaslı konuların bilimsel olarak tartışılmaya
başlanması halin de hem devrim ve hem de birlik mücadelesinde yol
alınabileceğini söylemek mümkün olabilecektir.
Taraflara, yol alabilmelerinin pratik bir yöntemi olarak
gerek Kaypakkaya ve MKP’nin ve gerekse de TKP/ML’nin (bu çalışma, TKP/ML de
yaşanan son parçalama fiilinden önce yapılmıştı) devrim teorisinin eleştirisi
üzerinden alternatif bir devrim teorisi çalışması olan (en azından yazarının
iddiasıdır bu.)
“‘Türkiye’ Ve Sosyalist Devrim Gerçekliği” başlıklı çalışma
(*), bir ‘tartışma taslağı’ olarak önerilebilir mesela.
Böylece, özellikle MKP ve TKP/ML hiç olmazsa bugüne değin
itinayla es geçip yok saydıkları bu eleştirel değerlendirme ve alternatif
devrim teorisini tartışma imkanı sunmuş olurlar kendilerine.
Tartışmalar, doğru temelde ele alınabilirse, mutlaka ki
öncelikle hem dogmatik statüko yıkılacak ve hem de yeni fikirlerin yeşererek
boy vermesinin bereketli zemini oluşacaktır. Devamında ortaya çıkacak yeni
tartışma taslakları üzerinden yürütülecek yapıcı tartışmalarla, en azından,
aynılar aynı, ayrılar ayrı yerlerde buluşma şans ve imkanına erişmiş olacaktır
ki bu da devrimci mücadele açısından hiç de az buz bir gelişme olmayacaktır.
MKP’nin devrim teorisi adına ileri sürdüğü bariz
sol-subjektif aşırılıklarını törpülemesi ve ‘tarihi muhasebe’ adına ’94
karşı-devrimci darbesinde önder kadrolarıyla yer almış olması gerçekliğini açık
ve net bir dille mahkum etmesi halinde ve diğer TKP/ML ve TKP-ML’nin ’72 nin
devrim teorisini, somut şartların somut tahlili Leninist ilkesi buyruğuna
uyarak, güncellemesi ve karşılıklı olarak 2017 deki partiyi sudan gerekçelerle
parçalamalarının özeleştirisini vermeleri halinde; birlik zemininin oluşması pekala
mümkün olabilecektir.
Böylesi bir platformun oluşması hem Bolşevik Parti (KKT)’yi
ve hem de kendilerini Kaypakkaya ardılı görmeye devam etmekte olan ve ama
mevcut yapılar içerisinde örgütlü olmayan tek tek komünist bireylerin
tartışmalara dahil edilmesinin koşullarını oluşturacaktır.
Bugün bu tarz bir tartışmayla sürecin fitilini fiilen
ateşleme görev ve sorumluluğu, herhalde ki en başta ve en çok da birliği adeta
tek taraflı bir ısrarla gündemde tutmaya gayret gösteren MKP’ye düşüyor olsa
gerek. Demiş ya Ziya Paşa: “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz/Şahsın görünür
rütbe-i aklı eserinde.” dir, diye.
Samimi kanaatim odur ki “’Türkiye’ Ve Sosyalist Devrim
Gerçekliği” başlıklı ‘tartışma taslağı’nda, devrim teorisi kapsamında ortaya
konulan görüşler ve tezler, ana hatlarıyla üzerinde konsensüse varılabilecek
özelliktedir.
Taraflar buyursun, ele alıp iç bünyelerinde iradeye sunarak
tartışıp, böyle olup olmadığını görsünler.
7.07.2023
---------------
https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/kaypakkaya-ardili-hareketin-bolunme-ve-birlik-sorunu-uzerine
(*)
halilgundogan.blogspot.com
[1] Bkz. Halil Gündoğan,
MKP'nin “Tarihi Muhasebesi”nde Öznelcilik ve Dogmatizm. Halil Gündoğan, “Dersim Dağlarında”.