21 Nisan 2024 Pazar

Ulusal Sorun ve Oruçoğlu'nun Gerici Ulusalcılık Hayranlığı....Yusuf Köse


 Giriş:

Uluslar kapitalizmin şafağında ortaya çıkmıştır. Ancak, kapitalizmin emperyalizme evrilmesiyle de ulusal sorunlar çözülebilmiş değildir. Hala ezilen uluslar ve bunların kendi kaderlerini özgürce tayin etme mücadeleleri sürmektedir. Özellikle emperyalizmin ortaya çıkmasıyla birlikte, ezilen ulus sorununun çözümü doğrudan proleter devrimlere bağlanmıştır.

Burada ulusların nasıl ortaya çıktığıyla ilgilenmiyeceğiz. Ancak, ezilen ulus sorununa yaklaşımda hala liberal burjuva ve de liberal sol yaklaşımlar var. Emperyalist burjuva egemenliği döneminde bu tür anlayışların  yeşermesi ve güç kazanması doğal. Hatta öyle bir anlayış var ki; sorunu ML dünya görüşü temelinde değil, ezilen ulus burjuvazisinin dünya görüşü temelinde, komünistlerin önüne „doğru, berrak bir tavır“ diye anti-ML yaklaşımlarını koyabiliyor. Soruna burjuvazinin ulusculuğu temelinde yaklaşanların, ML'i de ağızlarına aldığı pek görülmemiştir.

Bu yazı, Muzaffer Oruçoğlu'nun, Gazete Patika'da çıkan, „Milli Hareketler Karşısında Tavır Sorunu[1] adlı makalesindeki anlayışların bir eleştirisi olacaktır.

Ulusal Sorun ve Oruçoğlu'nun Gerici Ulusalcılık Hayranlığı

Oruçoğlu, devrimci saflara katılmasından bu yana MLM olamadı ve böyle bir derdi ve kaygısı da hiç olmadı. Kaypakkaya ile birlikte PDA'dan ayrıldığında da gönlü orada kaldı dense yeridir. Zaten bir çok konuşma ve anılarında, Kaypakkaya'nın „ısrarı“ sonucu ve onu „kıramayışı“ nedeniyle TKP-ML saflarında yer aldığını da belirtir, kendisi. Bunun konumuzla ilgisi,  Marksizmi-Leninizmi içten benimsememiş, onu burjuvazinin dünya görüşüne karşı işçi sınıfının dünya görüşü olarak ele almamasıyla yakından ilgilidir. Bu nedenle, Oruçoğlu'nun bugünkü görüşleri, salt bugüne ait değil, PDA saflarından kalma düşünce yapısını, kendi içinde tutarlı ve de kararlı bir şekilde sürdürmeye devam etmektedir. Çelişki gibi gözüken şey, kendini,  ideolojik içeriğine temelden karşı çıktığı saflarda göstermeye gayret ediyor olmasıdır. Bu, onun çelişkisi değil, onu böyle görmek ve de göstermek isteyenlerin ideolojik tutarsızlıklarıyla doğrudan ilgilidir.

Oruçoğlu'nda işçi sınıfına bakış açısı,  reformist sol liberal ve sınıf uzlaşmacıdır. Ancak, sınıf uzlaşmacılığında, Oruçoğlu'nun terazisinin kefesinde proletaryanın sınıf çıkarları yer almaz, esas olarak gerici ulusal burjuvazinin çıkarları yer alır. Onun “haklı”, “haksız” kavramları içinde, sınıf bakış açısı ve devrimci sınıfın genel çıkarları, dünya sosyalist devrimin genel çıkarları yoktur. Böyle olunca da, onun “komünistliği”, ayakları yere basmayan, toplumsal sınıf çatışmalarından soyutlanmış bir küçük burjuva hayalci -bu, Avrupa'nın bazı şehirlerine serpiştirilmiş ve burjuvaziye hiç bir zarar vermeyen, tersine, burjuvazinin hoşgörüsünü kazanan- anarşist komünalciliği olarak kendini göstermektedir. Mülkiyete karşı gibi yapar, ama mülk sahibi, ya da bütün ülkenin mülküne el koymak amacıyla hareket eden ezilen ulus burjuvazisinin bu amaçlı mücadelesini, sınıfsız toplum mücadelesi veren sınıftan daha üstün tutuğu için, kutsar. Bu bağlamda da Oruçoğlu, proletaryanın devrimci istemlerine karşı, adeta, arkaik dönemlerin kararlı savunucusu durumuna düşmüştür.

Önce, Oruçoğlu'nun adı geçen makalesindeki bazı iddialarını alıp işçi sınıfının dünya görüşü olan MLM penceresinden değerlendirelim. Komünistler açısından orta bir yol yoktur. Orta gibi gözüken yollar da genelde burjuva sınıfı tarafına meyil eden düşünce ve buna bağlı olan tavırlardır. Bu nedenle ML nettir. Ve sorunlara tarihsel materyalizm ve diyalektik materyalizm temelinde yaklaşırlar.

Oruçoğlu şöyle diyor:

Bizim desteğimizi tayin eden şey, harekete önderlik eden sınıfın niteliği değil, hareketin demokratik içeriği ve haklılığıdır. Bu önderlik, kendi direniş sahası içinde komünist partisinin örgütlenmesine müsaade etsin veya etmesin, emperyalizme darbe vursun veya vurmasın bu gerçek değişmez.”[2]

Oruçoğlu için, uluslararası proletaryanın büyük öğretmenleri olan Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Mao bir referans kaynağı olmadığından, onların düşünceleri ve onlardan aldığımız alıntılarla onun görüşlerini eleştirmek, onun kale alacağı düşünce sistematiği olmayacaktır. Buna rağmen, elbette onların düşünceleri ışığında soruna yaklaşacağız. Bizim referans kaynağımız,  ne emperyalist burjuvazinin “yeşil kuşak projesi”yle besleyip büyüttüğü gerici, dinci, faşist örgütlerin ideolojik izleri olabilir ne de ezilen ulus burjuvazisinin burjuva ideolojisi olabilir.

Oruçoğlu, ezilen ulus burjuvazisinin esas derdinin “mülk sahibi” olmak için ülkesinin bağımsızlığını istediğini bilir. Ama, onun mülk sahibi olma isteğini herşeyin üstünde ve haklı bir istem olduğuna karar vererek, onun bu eylemin içinde yer alan en gerici istemlerini dahi; özel mülkiyeti ortadan kaldırmak için mücadele eden sınıf bilinçli proletaryayı, her koşul altında, bu burjuva ulusalcılığı desteklemeye çağırır. Onun anlayışında, komünistlere yaşam hakkı tanıyıp tanımaması, emperyalizme darbe vurup vurmaması ya da sosyalist mücadeleyi geriletip geriletmemesi hiç önemli değildir. Bu, Taliban gibi dinci-faşist örgütlerde olsa ya da en saldırgan emperyalist burjuvazinin kukla hükümeti  (Ukrayna) de olsa “desteklenmesini” zaruri görmektedir.  Proletaryanın, özellikle de sınıf biliçli proletaryanın kendine ihanet etmesini, kendi davasını değil, ezilen ulus burjuvazisinin davasını savunmayı önermektedir. Onun görüşleri buraya çıkmaktadır.

Bu görüşleri, tescilli gerici bir burjuva entellektüelin savunması kendisiyle uyumlu olabilir. Ancak, kendini ilerici saflarda gören bir sol liberal aydının kendini göstermek istediği siyasi kimlikle de çelişmektedir. Her şeyden önce de bu tür görüşlerin yanlışlığı ve vahimliği, toplumsal gelişmenin daha geriye çekilmek istenmesinde yatmaktadır. Bu bağlamda da, Oruçoğlu şahsındaki bu anlayış, gericiliğin savunusundan başka bir anlama gelmemektedir. Ancak, yazar açısından bu bir çelişki değildir. Çünkü o, sosyalizme inanmamaktadır. Toplumların devrimci gelişmesine ve herşeyden önce de tarihsel materyalizme inanmadığı için, kendisi açısından bir çelişki oluşturmuyor.

Marksist-Leninistlerin Ulusal Sorunu Ele Alış Biçimi

Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH), ML ile oportünistler arasında, Marx'tan bu yana tartışılmaktadır. Ancak, Marksistler soruna, esas olarak proletaryanın genel sınıf çıkarları temelinde  yaklaşırlar. Emperyalizm öncesi Marx'da soruna aynı bakış açısıyla yaklaştı. Marks, Polonyalıların ve Macarların ulusal hareketlerini desteklerken, Çekleri ve Güney Slavları desteklememesinin temelinde de yine bu bakış açısı vardı. Gericiliğe karşı ileri olanı, devrimci olanı desteklemek ve güçlendirmekti. Çünkü, Güney Slavlar ve Çekler, Avrupa'nın en gerici devleti olan Çarlık Rusya'sının yanındaydılar ve çarlık Rusya'sının Avrupa'ya açılan  “ileri karakolları”ydılar.

Marx ve Engels'de o zaman ulusal soruna, burjuva ulusalcılığının haklılığı temelinde değil, ezilen halkların ve özellikle de işçi sınıfının genel çıkarları açısından soruna yaklaşmışlardır. Marx'ın bu tavrı yanlış mıydı?  Oruçoğlu'na göre “yanlıştı.”

Bana öyle geliyor ki Lenin ve Stalin’in bu hataları, Marx ve Engels’in hatalarına dayanıyor. Marx ve Engels, Çarlık Rusya’sını Avrupa mutlak yetini kalesi, dolayısıyla Avrupa’daki demokratik gelişmenin, kıpırdanışların, mücadelelerin ve hakların baş düşmanı olarak görüyorlardı.”(agm)

Oruçoğlu, soruna, burjuva ulusalcılığının hakları ve burjuva reformist hukuku çerçevesinde  yaklaştığı için Marx ve Engels'i hatalı ve bunların izinde giden Lenin ve Stalin'i de hatalı görüyor. Çünkü yazar için burjuva hukuku ve burjuva uluscu reformizmi proletaryanın çıkarlarının üstündedir ve bu bağlamda ona göre “burjuva ulusculuğunun sınıf içeriğine, devrimci olup olmadığına bakılmaksızın  o hareket desteklenmelidir.” Bu yaklaşım, burjuva ulusculuğunu proletaryanın sınıf çıkarlarının ve genel devrimci çıkarların üstünde gören ve bunu kutsama gerici anlayışından ileri gelmektedir. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:  Yazar, “burjuva ulusalcılığının hukuku her şeyin üstünde” yaklaşımıyla, en gerici, en bağnaz ulusalcılığın yanında yer aldığını göremeyecek denli toplumun genel devrimci gelişiminin karşısında yerini almıştır.

Oruçoğlu'nun bu gerici yaklaşımı, Rusya'nın Ukrayna'ya saldırısında, NATO, ABD ve AB emperyalistlerinin desteklediği ve kuklası olan faşist Ukrayna hükümetinin yanında yer almasında da göstermiştir. Bir emperyalist kampa karşı başka bir emperyalist gücü dolaylı da olsa destekleme derecesine kadar inmiştir. Proleter sınıf bakış açısından yoksunluk, iki emperyalist kamp arasındaki savaşta ya da herhangi bir egemenlik çatışmasında, birinden birinin yanında yer almak... Burjuva anavatan savunusu budur. Ve bu emperyalist anavatan savunuculuğudur.

ML'ler (Oruçoğlu, “Marksist-Leninist” kavramını kullanmaz), marksizmi bir doğma değil, bir eylem kılavuzu olarak ele alırlar. Bu nedenle de her doğru her yerde doğru olmayacağı gibi, dün doğru olan  koşulların değişmesi nedeniyle bir başka doğru ortaya çıkar. Marx ve Engels zamanında  kapitalizm serbest rekabetçi bir dönemdeydi. O zaman ulusal hareketler, proletaryanın genel davasına bağlanmıyordu ve hala burjuva ulusalcılığın devrimci barutu bütünüyle bitmemişti. Bu bağlamda “gerici uluslar” ile “ilerici uluslar” arasında bir ayrım yapılıyordu.

MLM'lerin tereddütsüz referans aldığı Stalin'in bu konuyla ilgili görüşlerine başvurmadan olmaz. Çünkü Lenin ve Stalin'in bu konudaki görüşleri, SSCB'de ulusal sorunu en doğru bir şekilde çözmüş ve pratikte bu ispatlanmıştır. Emperyalist burjuvazi, kararlı bir şekilde sosyalizmin bu deneyimine karşı çıkmıştır. Emperyalist burjuvaziden etkilenen küçük burjuva sol liberalleri de, Lenin ve Stalin'i aynı ağızdan eleştirmekten geri durmamışlardır. Uluslararası proletarya ve uluslararsı komünist hareket bu deneyimi her zaman örnek almak durumundadır.

Eskiden Ulusal sorun, reformist bir bakış açısıyla, ayrı, bağımsız bir sorun olarak; sermayenin iktidarı, emperyalizmin devrilmesi, proleter devrim genel sorunuyla bağlantısız ele alınırdı.  ... Leninizm tanıtlamış ve emperyalist savaş ile Rusya'daki devrim doğrulamıştır ki, ulusal sorun ancak proleter devrim ile  bağlantı içinde ve proleter devrimin zemini üzerinde çözülebilir; Batıdaki devrimin zaferinin yolu, sömürgelerin ve bağımlı ülkelerin emperyalizme karşı kurtuluş hareketiyle devrimci ittifaktan geçer. Ulusal sorun proleter devrimin genel sorunun bir parçası, proletarya diktatörlüğü sorunun bir parçasıdır.[3]

Sorun ML'ler için çok nettir. Son yüzyıl da göstermiştir ki, ulusal sorunlar proleter devrimle çözülebilmiştir. Hala var olan ezilen ulus sorunu ise, devam etmektedir. Kapitalizm varoldukça da devam edecektir. Ezilen ulus hareketleri, proletarya ile ittifak kurduğunda onlarla daha sıkı dayanışma içine girdiğinde ilerleme sağlamaktadırlar ve genel olarak, emperyalizme karşı bir duruş sergileyen ulusal hareketler, emperyalizmi ve burjuva gericiliğini geriletmektedirler. Devrimci proleter hareketten uzak duran ulusal hareketler, emperyalizme karşı mücadele yürütemezler. Proletaryanın desteğini almayan ezilen ulus hareketleri ise başarı sağlayamazlar. Bunun örneklerini yaşıyoruz.

Lenin'de, Stalin'de ezilen ülkelerin ulusal hareketlerin bağrında devrimci olanakların olup olmadığı sorusuna, “var diye” olumlu yanıt verirler. Günümüz de de ezilen ulus hareketlerinin bağrındaki devrimci olanaklar tükenmiş değildir. PKK ve PYD somutunda bunu görebiliyoruz. Proletarya, bu devrimci olanaklardan yararlanmalıdır. Sınıf bilinçli  proletarya, sözkonusu bu hareketleri, ezen ulus burjuvazisinin ve emepryalizmin yedek gücü olmaktan çkarıp, uluslararası proletaryanın yedek gücü, proleter devrimin müttefiki haline getirmelidir. Sınıf bilinçli proletaryanın bu tür ezilen ulus hareketlerine yaklaşımı bu temelde olmalıdır. Emperyalizme ve gerici burjuvaziye doğrudan ya da dolaylı hizmet eden, özellikle de emperyalist burjuvaziyi güçlendiren ezilen ulus hareketleri  desteklenemez.

Komünistler,  proletaryanın genel dünya görüşü temelinde ezilen ulus sorununa yaklaşır. Proleter sınıf çıkarları bir kenara itilerek sorunlara yaklaşmak, proletaryanın genel devrimci davasına, sosyalizm mücadelesine zarar verir. Bu bağlamda, proletarya, her ulusal harekete iki yanağını uzatan papaz gibi hareket etmez ve edemez. Böyle davrandığında, proleter devrimler için değil,  ezilen ulus burjuvazisinin gerici sınıf çıkarları için mücadele etmiş olur. Marksist-Leninist-Maoistler, soruna, her ezilen ulus hareketini değerlendiriken, proletaryanın sınıf çıkarları ve de Oruçoğlu'nun eleştirdiği, tam da bu sorunun nirengi noktası; “emperyalizme darbe vurup vurmaması, proleter devrimlerin genel çıkarlarına zarar verip vermemesi” açısından yaklaşırlar. Tersi, burjuva humanizminden öte, bütünüyle burjuva ulusalcılığının en  gerici yanında yer almak olur ki, bunun MLM literatüründeki adı: Sınıf uzlaşmacılığıdır! Çünkü bu sınıf uzlaşmacılığı, dünyanın iki kampa ayrıldığını, emperyalizm ile proleter devrimler kampına ayrıldığı gerçeğini kabule yanaşmıyor.

UKKTH Desteklemek Ne Anlama Geliyor

Lenin'den bir alıntı ile başlayalım:

Lenin, ezen ulusun komünistlerinin tavrının ne olması gerektiğine ilişkin şunları söyler:

Ezen ülkelerdeki işçilerin enternasyonal eğitiminin ağırlık noktasıda, kayıtsız koşulsuz, ezilen ülkelerin ayrılma özgürlüğünü propaganda etmek ve savunmak zorundadır. Bu olmaksızın enternasyonalizm olmaz. Bu propagandayı yapmayan bir ezen ulusun sosyal-demokratını (komünistini -YK-), emperyalist ve alçak saymak hakkımız ve görevimizdir. Sosyalizmin gerçekleşmesinden önce ayrılma olayı binde bir olayda bile mümkün ve 'gerçekleştirilebilir' olsa da, bu mutlak bir taleptir.[4]

Lenin vurguladığı, “binde bir de olsa”, olayı, sosyalizm dışında (Finlandiya'nın ayrılması örneği) olmamıştır. Emperyalizm çağında ezilen ulusların ayrılma istemleri kanlı bir şekilde bastırılmış, Filistin, Kürdistan, Tamil ve daha bir çok yerde bastırılmaya da devam ediyor. Buna rağmen ayrılma özgürlüğü savunulur ve aynı zamanda bu, ezilen ulus sorunun proleter devrimler sorunuyla doğrudan bağlantılı olduğunun tarihsel bir kanıtı olarak durmaktadır.

Aynı paragrafın devamında Lenin, ezilen ulus komünistlerinin görevlerini ise şöyle belirtir:

Öte yandan, küçük bir ulusun sosyal-demokratı, ajitasyonunda ağırlık noktasını genel formülümüzün ikinci kelimesine vermelidir: ulusların 'özgür birliği'. O bir enternasyonalist olarak yükümlülüklerini zedelemeksizin,  hem kendi ulusunun siyasi bağımsızlığından, hem de komşu devlet X,Y,Z, vs.ye katılmasından yana olabilir. Ama o, her durumda, ulusal dargörüşlülüğe, içe kapanıklığa ve yalıtlığa karşı, ve bütünün ve genelin hesaba katılması, parçanın çıkarlarının, bütünün çıkarlarına tabi kılınması için mücadele etmelidir.”

Bütün ve parça konusunda Oruçoğlu, proletaryanın genel sınıf çıkarlarının; burjuvazinin, hatta  emperyalizmin işbirlikçisi ve kuklası olan en gerici burjuvazinin çıkarlarına feda edilmesinden yanadır. Bu anlayışa göre, parça, proletaryanın sınıf çıkarları, bütün ise burjuvazinin sınıf çıkarlarıdır. Sınıf bilinçli proletarya açısından, bu derece düşünce zavallığının bir başka açıklaması yoktur.

Lenin devam eder:

Sorunu derinlemesine incelememiş kişiler, ezen ulusların sosyal-demokratları 'ayrılma özgürlüğü' üzerinde ısrar ederken, ezilen ulusların sosyal-demokratlarının 'birleşme özgürlüğü' üzerinde direnmelerinin 'çelişkili' olduğunu düşünüyorlar. Ama üzerinde biraz düşününce, enternasyonalizme ve ulusların kaynaşmasına giden bir başka yol, verili durumdan bu hedefe giden bir başka yol  olmadığı ve olamayacağı görülecektir.”(açL)[5]

Lenin sorunu hiç tartışmaya yer vermeyecek şekilde açık olarak ortaya koymuştur. Sömürüsüz, sınıfsız, sınırsız  birleşik bir sosyalist dünya kurmak için, ezen ve ezilen ulusa mensup komünistlerin yapacağı propaganda böyle olmak zorundadır. Tersi, işçileri ulusal ve etnik alt kimliklerine bölerek burjuvaziye hizmet etmek, burjuvazinin tam istediğini yapmak olur. Böyle bir anlayışla, işçi sınıfını kendi sınıf örgütü içinde birleştirerek sosyalist devrimi, nihayetinde, komünist toplumu gerçekleştirmeleri sözkonusu olamaz. Gerisi, burjuva “demokrasisi” adı altında ücretli kölelik sisteminin devamını sağlamak ve pekiştirmek isteme sahtekarlığıdır.

Ezen ulusun komünistleri, ezilen ulusun ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkı özgürlüğünü savunur. Ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkı, ezilen ulusun demokratik muhtevasıdır. Komünistler bu muhtevayı destekler. Tartışılan nokta burası değildir. Bu hakkın “ne yönde kullanılacağının” her koşul altında desteklenmesinin bir zorunluluk olarak ortaya konmak istenmesidir. Ezilen ulus burjuvazisinin ayrılığı, emperyalizmi güçlendiriyor ve sosyalist mücadeleyi zayıflatıyorsa, bu ayrılık “kayıtsız şartsız” desteklenmez. Ayrılığın aleyhine, birliğin lehine propaganda yapılır, ama buna rağmen ezilen ulus burjuvazisi ayrılıyorsa, onun ayrılığı zorla bastırılmaz.

Bunu biraz daha somutlarsak;  Ezilen ulusların demokratik muhteva dediğimiz olayın, her koşulda ayrılmasının desteklenmesi anlamına gelmiyor. Ayrılma hakkının olduğu, özgürce ayrılabileceği hakkının olması ve bunun desteklenmesiyle, pratikte, her koşul altında, ayrılmak isteyen ezilen ulus burjuvazisinin “ayrılmasını kayıtsız şartsız desteklemek” aynı şeyler değildir. 1917 Sovyet Devrimi gerçekleştiğinde, Finlandiya'nın ayrılma hakkına zorla engel olunmadı ve ayrılma hakları olduğu açıklandı, ama, ayrılma istekleri desteklenmedi.  Buna rağmen ayrılmalarının önüne de zor engeli çıkarılmadı. Eğer zor engeli çıkarılsaydı, bu “ayrılma hakkı özgürlüğünü ne yönde kullanacağı, ezilen ulusun (Finliler) elinden alınmış olurdu. Bu, Rusya işçileri ile Finli işçilerin enternasyonal birliğine zarar verirdi. Ve dünya halklarının gözünde, komünistlerin söz ve eylemlerinin bir olmadığı güvensizliğini doğururdu. Komünistlerin ezilen ulus sorunundaki bu hasas tavırları, esas olarak, ezilen uluslardan halkların (işçi ve emekçilerin) komünistlere olan güvenini pekiştirmeyi amaçlar.

Oruçoğlu için, “ezilen ulus hareketinin sınıf niteliği, emperyalizme darbe vurup vurmaması “hiç önemli değil”dir, “her koşulda desteklenmeli”dir. İşte bu yaklaşım, burjuva ulusalcılığını ve onun ücretli kölelik sistemini kutsamaktır. Oruçoğlu'nun savunduğu görüş, Fin burjuvazisinin ayrılık  isteğinin haklı olduğunu ve desteklemeyi gerektirir. Oruçoğlu, yazılarında ve edebi eserlerinde çatışmayı, çelişmeyi çok kullanır. Ama, tam da zurnanın zırt dediği yerde, yani, proletaryanın sınıf çıkarlarının olduğu yerde, tersini, burjuva ezilen ulusculuğundan yana burjuva sınıfının çıkarlarını esas alan düşünce diyalektiğini işletir. Çünkü o, proletarya diktatörlüğüne karşıdır ve elbette bu onu, suskunluk içinde sosyalizm karşıtlığına kadar götürmektedir.

Finlandiya'nın ayrılması SSCB'ne zarar vermiştir. Bir ülke, bir halk ve işçi sınıfının bir kısmı burjuva dünyasının içinde kalmıştır. Genelde sosyalizm zarar görürken, emperyalist sistem bundan yarar görmüştür. Çünkü ayrılık gerici bir ayrılıktır. Bu bağlamda, her ezilen ulusun ayrılığı “ilerici” olur diye bir doğru yoktur. İlerici olmayanları komünistlerin desteklemesi de söz konusu olamaz. Gericiliği, gericiliğe hizmet eden, emperyalizme hizmet eden, şeriatçılığı güçlendiren, halkları köleleştirici ve burjuva özgürlüklerini ve en asgari burjuva hakkını bile elinden alan “ezilen ulus hareketi”ni desteklemek, Komünistlerin dünya görüşüyle terstir. Uğruna mücadele ettiği normlara karşı çıkan bir hareketi güçlendirmek, işte kendi kendine ihanet, kendinle çelişme böyle olur.

Ezilen bir ulusun ayrılma ve ayrı devlet kurma özgürlüğünün koşulsuz desteklenmesiyle, ayrılmasının proletaryanın genel sınıf çıkarlarına zarar veriyorsa, ayrılma isteğinin desteklenmemesi, birbiriyle çelişkili gibi gözükse de, soruna, ezilen dünya halklarının ve proleter devrimin çıkarları açısından yaklaşıldığında, bu çelişme, ezilen ulusun burjuvazisinin lehine değil, doğru olarak, proletaryanın genel sınıf çıkarları lehine tavır almaktan kaynaklanır. Çünkü, dünya işçilerinin ve ezilen halkların çıkarları; ulusal çitler ve burjuva zorbalığıyla örülü kapitalist sistem içinde kalmaktan değil,  burjuvaziye karşı birleşerek, sınıfsız topluma giden sosyalist bir dünya  kurmakla gerçekleşebilir.

Proletarya, belli bir ulusun ya da ulusların zorla bir devlet sınırları içinde tutulmasına karşı savaşımı ne kadar zorunlu ve doğru ise, ezilen ulus burjuvazisinin gerici emellerine ve kendi sınıf çıkarlarını o ezilen ulusun işçi ve emekçilerin çıkarı olarak göstermek istemesine karşı çıkması, teşhir etmesi de bir o kadar zorunlu ve doğrudur.

Oruçoğlu, Stalin'den aşağıdaki alıntıyı aktarıyor ve ekliyor:

 “Öyle durumlar olabilir ki, ezilen belirli bir ülkenin ulusal hareketi, proletarya hareketinin gelişmesinin çıkarlarına aykırı düşebilir. Böyle bir durumda, desteğin hiç söz konusu olmadığı açıktır,”[6]

Oruçoğlu'nun Marksist-Leninist ustalara getirdiği eleştiriler, elbette, burjuva ulusal haklarını esas alan liberal burjuva eleştirileridir. Birincisi, bu eleştiri de  zaman ve mekan kaybolmuş ve metafizik bir yöntemle soruna yaklaşılmıştır. Çünkü o, Marx-Engels ile Lenin ve Stalin dönemi arasında bir çağ değiştiğinin  kabulüne yanaşmıyor. Yazarı, anti-emperyalist olmayan hareketleri desteklemeye götüren anlayış; emperyalizm ve proleter devrimler çağını kabule yanaşmadığı, bu evre ile önceki evre arasındaki toplumsal nitel farkı yok saymasıdır. Ve bu aynı zamanda tarihsel materyalizmin reddidir.

“Bizim desteğimizi tayin eden şey, harekete önderlik eden sınıfın niteliği değil, hareketin demokratik içeriği ve haklılığıdır. Bu önderlik, kendi direniş sahası içinde komünist partisinin örgütlenmesine müsaade etsin veya etmesin, emperyalizme darbe vursun veya vurmasın bu gerçek değişmez."[7]

Oruçoğlu, görüşlerini net ortaya koyuyor. Kıvırma gereksinimi duymadan, en gerici ulusalcılığın desteklenmesinden yanadır. Bu nedenle de yazarın Taliban ve Talibanvari örgütlerle ve Zelenski vb.leri ile bir sorunu yoktur. Yeter ki dirensin. Oysa, İŞİD de direniyordu, biraz daha direnseydi ABD ve AB'nin “ulusal kurtuluş kahramanları” olacaktılar. Ve “Esed diktatörüne” karşı desteği “hak” edeceklerdi... Tabi, bu tür düşünce sahibi liberal sol aydınlarımız, büyük bir olasılıkla, bu “hak desteğini” esirgemezlerdi... Nitekim İdlip'de Batı emperyalizmin ve özellikle de emperyalist Türk devletinin açıktan desteklediği “Esed diktatörlüğüne karşı demokrasi savaşı veren ulusal hareket” (Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ) varlığını sürdürüyor. Oysa, HTŞ paramiliter faşist bir örgüttür.

Yazar, Marx'ın, “ezen bir ulus özgür olamaz” sözünü kullanarak, ezilen ulus gericiliğini (önderliğin niteliği ne olursa olsun) desteklenmesini sağlık veriyor. Marx'ın o sözündeki esas gerçeği, özgürlüğün ancak proletarya önderliğinden devrimlerle, yani sosyalizmle gerçekleşebileceğini es geçiyor.

Yukarıda da belirtildi. Proletaryanın her koşul altında ezilen burjuva ulus hareketini desteklemek gibi bir zorunluluğu yoktur. Ezilen ulus hareketlerinin emperyalizme darbe vurması önemlidir. Çağın en gerici sistemine karşı darbe vurmayan ya da onu güçlendiren bir ezilen ulus hareketi desteklenemez.  Bu tavır, “demokratik muhteva” ile karıştırılmamalıdır. Bu yukarıda açıklandı. Eğer Bolşevikler Oruçoğlu'nun ulusalcı reformist görüşlerinden hareket etseydi SSCB gerçekleşemezdi. Daha devrim öncesi ya da devrim anında -emperyalistlerin her türlü destek verdiği- ortaya çıkan ulusal hareketlere izin verilirdi ya da onlara ulusal devletlerini kurmalarına gözyumulurdu. Proletarya, burjuva ulusalcılığı için değil, ücretli kölelik sistemini, kapitalizmi ortadan kaldırmak için mücadele ediyor. Yazar ise, proletaryanın genel davasının çıkarları ve de sosyalizm yerine, ezilen ulus burjuvazisinin haklarını aradığı ve savunduğu için, alenen burjuva gericiliğini savunuyor.

Yazarın örnek verdiği, Bolşeviklerin, Kemalistleri ve Afgan Emirliği'ni desteklemesi; o günün koşullarında, 14 emperyalist ülke tarafından kuşatma altına alınmış, yeni sosyalist devletin daha kurulmadan bütün büyük haydut emperyalist cephe tarafından boğulmak istenmesi, bunun için her yolun denendiği bir ortamda, Türkiye ve Afganistan'da gerçekleşen ulusal hareketlerin kısmen de olsa emperyalizmi zayıflatığı gerçeğinin yanında, en asgarisinden, yeni sosyalist devlete bu cephelerden saldırıların önlenmesi söz konusu olmuştur. Afgan Emiri ve Kemalistler, sovyet devriminin ilk yıllarında “dost” olmuşlar, doğrudan Rus devrimine  saldırmamışlardır. Bu ulusal hareketlerin sovyet devrimine karşı bu dostane tavırları, onları,o süreçte sosyalizmin dolaylı müttefikleri haline getirmiştir.[8] Yazar ne kadar çaba harcarsa harcasın, Talibanvari hareket seviciliğini ve destekciliğini Bolşeviklerin ezilen uluslara ilişkin tavrına bağlayamaz. Arada,  dünya kadar görüş  farklılığı var.

Her şey kendi koşulları içinde değerlendirilmelidir doğru önermesi, o günün koşullarında, Bolşeviklerin, ulusal kurtuluş savaşı veren ve emperyalizme şu veya bu oranda darbe vuran hareketlerle olan ilişki ve tavırlarını belirleyen temel kıstas; gerici ulusalcılığın mutlak olarak desteklenmesi penceresinden değil, emperyalizmi zayıflatması ve sosyalizmle olan dostane ilişkileri olmuştur.

Ayrılma Her Koşulda Desteklenir Mi

Lenin'den bir alıntı:

“'Demokrasinin tek tek talepleri', diyor Lenin, 'bunlardan biri olarak kendi kaderini tayin hakkı, mutlak bir şey değildir, tam tersine, genel-demokratik (şimdi genel sosyalist) dünya hareketinin küçük bir parçasıdır. Tek tek somut durumlarda parçanın bütünle çelişmesi mümkündür, o zaman parça atılmalıdır.[9]

Demek ki, UKKTH da mutlak bir şey değilmiş. Sosyalizmin genel çıkarları yanında rahatlıkla feda edilebilecek bir burjuva demokrasi hakları içinde kalan bir ulusal haktır. Burjuvazinin ulusal çıkarlarını sosyalizme yeğ tutan Oruçoğlu, elbette Lenin’in bu görüşüne katılmayacak ve “anti-demokratik” görecektir. Leninistler ulusların ortadan kaldırılması amacıyla mücadele ediyor. Çünkü uluslar ortadan kalkmadan komünist toplum gerçekleşemez. Yazarın, böyle uzun vadeli bir derdi ve amacı olmadığı için, ulusalcılığı kutsamayı birinci görevi olarak kabul ediyor.

1917 Bolşevik devrimi döneminde de Menşevikler, Sosyalist Devrimciler ve Rus Burjuvazisinin doğrudan temsilcileri Kadetler ve Karayüzler, “demokrasi” diye bağırıyorlardı, kurucu Meclis'in dağıtılmasına karşı çıkarlarken. Hatta, başta Kautsky olmak üzere  Alman sosyal-demokratları da, “böyle devrim mi olur, demokrasiyi yok ediyor” diye yüksek perdeden itiraz ediyor, Bolşevikleri  “anti-demokratik” davranmakla suçluyorlardı. Bütün burjuvazi ve revizyonistler, proletaryanın devrimi sırasında “demokrasi”yi anımsıyorlardı. Ve unuttukları ya da unutturmaya çalıştıkları burjuva demokrasisinin, işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde bir burjuva diktatörlüğü olduğu gerçeğiydi.

Yazarın, savunduğu görüşler ve bu konuda Marksist ustalara getirdiği eleştirilerden çıkan sonuç; “bütün parçaya feda edilsin” diyor. Daha açıkcası, sosyalizm burjuva ulusalcılığına feda edilsin demek istiyor. Çünkü, ezilen ulus burjuvazisi “kendi kültürünü, dilini vs.” yaşamalıymış. Onlar ne zaman lütfederse, sosyalistler o zaman onların iktidarına son verir gibi ve sınıflar arası mücadeleden bi haber biri gibi hareket ediyor. Elbette o da biliyor, sınıflar arası çatışmanın ne demek olduğunu, ama, gönlü proletaryanın genel sınıf çıkarları ve sosyalizmden yana olmadığı için burjuva ulusalcılığın hukukunda kendine yer ediniyor.

Oruçoğlu, şeriatçılığın yanında yer almakta bir sakınca görmüyor:

“Bir ulusun dilini, kültürünü, tarihini ve bir bütün olarak uzamsal ve mekansal varlığını baskı altından kurtarma hareketi, onun erime ve yok olma politikalarına karşı direnme, var olup olmama hareketi yani böylesine haklı bir hareket doğası gereği ileri bir harekettir. Hangi sınıfın, zümrenin veya inancın önderliğinde olursa olsun, onun bu doğasıdır tayin edici olan. Şeriatçı ise gelir kendi şeriat devletini kurar, sınıfı ve cinsi baskı altına alır. Bununla beraber, erimeyi ve yok olmayı yaşayan dil, kültür, tarih ve bir bütün olarak toplumun kendine özgü yaşamı ise baskı altından kısmen kurtulur, canlanır, şu veya bu şekilde gelişme sürecine girer.

Oruçoğlu'nun burada kendiliğindenciliğine girmeyeceğim. Çünkü onda proletar sınıf hareketinin ve proletarya önderliğinde, sosyalizmin geliştirilmesi temelinde, toplumsal gelişmelere devrimci müdahale yoktur. Ondaki anlayış, “burjuva demokrasisi” içinde iktidar mücadelesine katılmak vardır. Burjuvazinin asla seçimlerle iktidarını vermeyeceğini bile bile bu tür görüşler ileri sürülebiliyor. Bu tavır: Devrimci değil, proletarya ile burjuvazi arasındaki keskin sınıf çatışmasından kaçan ve ürken, tipik bir küçük burjuva entellektüel vurdum duymaz kendiliğindenciliğidir. Burjuvazi müdahalecidir. Çıkarlarına saldırıldığında, bütün güçlerini ve olanaklarını ve bütün kolluk güçlerini devreye sokar. Ancak, yazarın burada savunduğu görüşlere bakılırsa, “reformist” demek bile, kendisine haksız bir niteleme olur. Tipik bir anarşizmdir. Anarşizm yanlış olarak “hareketlilik” gibi algılanır, oysa, kendiliğindenci bir ideolojidir. “Vurdu-kırdıları” kör kendiliğindenciliğin sınırları içindedir.

Yazar, yukarıdaki paragraftaki düşünceleriyle; açıktan en gerici, faşist ve şeriatçıların desteklenmesinden yanadır. Bu alıntıdaki görüşlerin ifade ettiği yer burasıdır. Ve böyle bir ulusal hareketin önderliğinden, ilericilik beklemek, ulusun özgürce gelişmesini beklemek olsa olsa Oruçoğlu gibi sol liberal aydınlara özgü olmalıdır. Örneğin Taliban. Taliban, Afgan ulusunun gelişmesini mi sağlıyor yoksa ulusal gelişmesi önünde engel mi? Yazarın düşüncelerine bakarsak, Taliban Afgan ulusunun ulusal kültürünü yaşatacak ve geliştirecektir. “Yazar, bir de bu düşüncelerini, Kabil'in orta yerinde şeriatçı Taliban faşistlerin saldırısı altındaki, ölüm de dahil her türlü belayı göze alıp, burjuva demokrasisi içindeki en asgari düzeydeki özgürlüklerini isteyen Afganlı kadınlara da anlatsa”, diyesi geliyor insanın...

Taliban'ı “anti-emperyalist” ulusal bir hareket görmek, düpe düz insanların gözünün içine baka baka “şeriat iyidir” korosuna katılmak olduğu gibi, Talibanı besleyen emperyalist ve bilimum gerici ülkeleri şeriat karşıtı “ulusalcı” kabul etmektir. Bu tür gerici siyasi zırvalar, olsa olsa, kitleleri aldatmak için, başta ABD olmak üzere, diğer emperyalistlerin yanı sıra, petrol kuyuları üzerine oturmuş Körfez kralcıkları, İran mollaları ve Erdoğan gibi dinbaz sahtekarların argümanlarına ortak olmaktır. Ve bu anlayış, emperyalizmin, komünizme karşı oluşturduğu “yeşil kuşak” gerici siyasi projesine doğrudan övgüler dizmektir.

Rus sosyal emperyalizminin Afganistan'ı işgali ve peşinden ABD ve diğer Batılı emperyalistlerin büyük emperyalist rakipleri olan Rus sosyal emperyalistlerini orada zayıf düşürmek için, en gerici “ulusal” hareketleri nasıl ortaya çıkardıkları bilinir. Hiçbir ilerici Afgan ulus hareketi desteklenmez, tersine en koyu şeriatçılığı savunan hareketlere doğrudan her türlü destek verilir. ABD ve Batı merkezlerinde din dersi (islamın “muhteşemliği” üzerine) kitaplar bastırılır ve Afgan topraklarına ulaştırılır. Kısmen burjuva anlamda ilerici olan Afgan hareketlerinin hepsi yenilir ve en gerici,  şeriatçı-faşist Talibanın ayakta kalması sağlanır ve sonunda ülke bu şeriatçı-faşist örgütlenmeye teslim edilir. Taliban gerçeğinin özü budur.

Bir de Kaypakkaya'yı dinleyelim:

“Türkiye'nin Sınıf Bilinçli Proletaryası, Kürt ulusal sorununda, Kürt Ulusunun Ayrılmasını Ne Zaman Destekler, Ne zaman Desteklemez” başlıklı bölümde, Kaypakkaya şöyle diyor:

“Hangi ulustan olursa olsun,  sınıf bilinçli Türkiye proletaryası, Kürt ulusunun ayrı bir devlet kurması sorununa, devrimin gelişmesi, güçlenmesi açısından bakar. Eğer Kürt ulusunun ayrı bir devlet kurması, Türkiye Kürdistanı'nda  proletarya önderliğinde demokratik halk devriminin gelişmesi ve başarıya ulaşması olanağını artıracaksa, hangi ulustan olursa olsun, sınıf bilinçli Türkiye proletaryası bizzat ayrılmayı destekleyecektir.”

Devamında, Kaypakkaya, desteklemenin koşulunuda şöyle sıralıyor;

“Eğer ayrılma, Türkiye Kürdistanı'nda proletarya önderliğinde demokratik halk devriminin ve başarıya ulaşmasını geciktirecekse, zorlaştıracaksa, hangi ulustan olursa olsun, sınıf bilinçli Türkiye proletaryası ayrılmayı desteklemeyecektir.” [10]

Kaypakkaya ML düşünceye sahip olduğu için böyle ulusal sorunda, sorunu doğru olarak koyuyor. Ezilen ulus konusunda, esas olarak proletaryanın sınıf çıkarlarına göre soruna yaklaşıyor. Ama, Kaypakkaya'nın bu görüşü, “Şehy Sait İsyanı”nda takındığı tavırla çelişmiyor. “Demokratik muhteva” reddedilmiyor. Aynı, Lenin ve Stalin’in sorunlara yaklaştığı gibi yaklaşıyor. UKKTH ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkını bir hak olarak destekliyor, ama ayrılma pratik bir sorun haline geldiğinde, destekleme-desteklememe  sorunu, sınıf bilinçli proletarya tavrını, proletaryanın genel çıkarlarına göre belirliyor. Yani, yazarın yaptığı gibi, mutlak bir şekilde ezilen ulus burjuvazisinin çıkarlarına göre değil!

Kaypakkaya'nın Türkiye Devrimci Hareketi'nin en önünde yer almasına neden olan düşüncelerinin ilklerinden biri de, Kürt ulusal sorunu konusundaki ML düşünceleridir. O'nu, bütün sosyal şovenist ve ezilen ulus reformistlerinden ayıran bu düşünce, hala canlılığını korumaya devam etmektedir.

Emperyalizm ve Proleter Devrimler Çağında Ulusal Sorunun Ele Alınış Biçimi

Önce burada, ML'lerin ulusal sorunu, emperyalizm ve proleter devrimler çağında nasıl ele aldıklarını, Stalin'den bir aktarımla netleştirelim:

1- Ullusal sorun ile sömürge sorunu, Sermaye iktidarından kurtuluş sorunundan ayrılamaz sorunlardır.

2- Emperyalizm (kapitalizmin en yüksek biçimi), tüm haklarından yararlanmayan ulusların ve sömürgelerin siyasal ve  iktisadi uyruklaştırılması olmaksızın varolamaz.

3- Tüm haklarından yararlanamayan uluslar ile sömürgeler, sermaye iktidarı yıkılmadıkça kurtulamazlar.

4- Tüm haklarından yararlanamayan uluslar ile sömürgeler, emperyalizm boyunduruğundan kurtulmadıkça, proletaryanın zaferi sağlam olamaz.[11]

Burada da net olarak belirtilmiştir. Emperyalizm ve proleter devrimler  çağında, ezilen ulus sorunu proleter devrimler sorunudur. Ondan bağımsız ve ona bağlanmayan ezilen ulus sorunu ele alınamaz.

Oruçoğlu'nun sorunu ortaya koyuş biçimi, Marksist Leninist dünya görüşü temelinde değil, tamamiyle ezilen ulus burjuvazisinin bakış açısıdır ve elbette ki, ezilen burjuvazi de sorunu kendi sınıfsal çıkarları açısından ele aldığı için, “kurtuluşu” sadece bağımsız bir devlet olmakta görüyor.

Bir kere daha anımsatalım:

Leninizm ve Rus sosyalist devrimi tanıtlamıştır ki;

“...Ulusal sorun, proletarya devriminin genel sorunun bir parçasıdır, proletarya diktatörlüğünü sorunun bir parçasıdır.[12]

Bugün, İrlanda, Kürdistan, Tamiller, Batı Sahra, Filistin ve daha bir çok ulusal sorun çözülebilmiş değildir. Ve emperyalizmin, bağımsız devletleri (Örneğin, Panama, Haiti, Afganistan, Irak, Suriye, Yemen vd.)  işgalleri ve açıktan silahlı saldırıları da devam ediyor. Kürdistan'daki mücadelenin yakından tanığıyız ve biliyoruz. PKK, bu sorunu çözmek için yaklaşık 40 yıldır savaş yürütüyor. Filistin Meselesi daha eski ve 1946'lardan beri, Filistin ulusunun Siyonist İsrail devletine karşı mücadelesi devam etmektedir. Şunu net olarak ortaya koymalıyız: Türkiye'deki Kürt sorunu, Türk işçi sınıfı ve emekçilerin açıktan desteği ve mücadelesi olmadan çözülemez. Bu bağlamda, Kürt sorununun çözümü, Türkiye'deki sosyalist devrime doğrudan bağlıdır.

Barzani hareketinin ise, geldiği nokta açıktır, emperyalist müdahale sonucu belli bir özerklik almasına karşın, emperyalizmin boyunduruğundan kurtulabilmiş değildir ve Türk emperyalist devletinin desteği ile PKK'ya saldırmaktadır. Yani, bölge gericiliğinin ve emperyalizmin piyonu durumundadır. Ve ayrıca, Irak Kürdistanı emperyalist sermayeye peşkeş çekilmekte, özellikle de emperyalist Türkiye'nin bir nevi fiili denetimi altına girmiştir. Türkiye'nin Barzani bölgesinde onlarca askeri üssü vardır. Barzanilerin denetimindeki petroller Türk devletinin kontrolü altında, uluslararası pazara sürülmektedir. Ve Barzani bölgesi, Türk tekellerinin açık ve doğrudan meta pazar alanıdır.

Suriye Kürtleri (PYD), emperyalist Türk devletinin bütünüyle işgalinden korunmak için ABD'nin çıkarlarını bölgede özerk (federasyon) varlığını sürdürme durumunda kalmıştır. İki emperyalist kamp arasındaki çelişmeden yararlansa da, emperyalistler arasındaki bu çelişmeden bağımsız olarak varlığını sürdürememektedir.[13]

İran Kürdistan'ındaki durumda farklı değildir. Buradaki Kürt ulusunun kurtuluşu da İran proletaryasının mücadelesinden ayrı ele alınamaz.

Tamiller, Filistin, Kürdistan ve İrlanda sorunu, doğrudan proleter devrimlerin sorunu olmuştur. Her ezilen ulus, ezen ulus proletaryası ile ortaklaşa ve birlikte, emperyalizmle ve işgalci güçlere, daha doğrusu ezen ulus egemenlerine ve emperyalizme karşı mücadele ederek kurtuluşlarını gerçekleştirebilirler. Bu mücadele, sosyalizm mücadelesinden ayrı ele alınamaz. Komünistler, ezilen ulus sorununda esas olarak bu ML perspektifi gözönünde bulundurmalıdırlar.

Tamiller gerçeği ise, çok acı bir gerçektir. Orda da dünyanın gözü önünde açıktan Tamil soykırımı yapılmıştır. Hindistan emperyalizminin açık desteği ve koruması altında, Sri Lanka faşist devleti tarafından 70-100 bin arası Tamilli katledilmiştir. Bugün, bütün Batılı emperyalist devletleri tarafından desteklenen emperyalist siyonist İsrail devletinin Filistin ulusuna yönelik soykırımı da içerik olarak aynıdır. Ne var ki, Sri Lanka devletinin yaptığı Tamil soykırımı gündeme dahi alınmamış ve hızlıca unutulmaya bırakılmıştır.

Sonuç Olarak

Bütün bu gerçekler, biz Marksist-Leninist-Maoistlere; ezilen ulus sorununun proleter devrimler sorunu olduğu gerçeğini net olarak göstermektedir. ML dünya görüşü temelinde sınıf bilinçli proletarya partileri tarafından işçi sınıfı ve emekçilerin örgütlenmesi ve sosyalizmi gerçekleştirmesinin aciliyetini ve başka da bir kurtuluş yolu olmadığını gösteriyor.

Gerici örgütlerden “ulusalcılık”, “devrimci direniş”, “anti-emperyalizm” ve genel bir devrimci gelişme beklemek, düpe düz gerici burjuva sahtekarlığıdır. Emperyalizmin, islam ülkeleri için oluşturduğu “yeşil kuşak projesi”nin ürünü dinci-faşist örgütlenmeleri “devrimci” olarak lanse etmek, bunların “ezilen halkların kurtuluşu için savaşıyor” argümanlarını ileri sürmek, olsa olsa saf devrimcilikten öte, emperyalist ideolojik manipülasyonun aracı durumuna düşmektir. Bir zamanlar İran'ı, ABD emperyalizmine karşı çıktığı için “anti-emperyalist” sananlar, bedellerini ağır bir şekilde ödediler ve hala ödemeye devam ediyorlar.

Komünistlerin, gericiliği, gerici ulusal burjuvaziyi,  belli emperyalist güçlere bağlı dinci-faşist örgütlenmeleri “her koşulda” destekleme gibi bir görevleri asla olamaz. Ya da iki emperyalist kamp arasındaki savaşta birinden birinin yanında yer alan bir gücü destekleme durumuna düşemez ve emperyalist anavatan savunusu yapamaz. Proletaryanın kendi bağımsız sınıf tavrı vardır ve bu davayı güçlendirecek devrimci olanakları doğru bir şekilde değerlendirip ona göre politikalar belirlemelidir.

Sınıf bilinçli proletaryanın esas perspektifi; sosyalist dünya devrimini geliştirmek için, uluslararası proletaryanın devrimci birliğini sağlamak, mücadelesini geliştirmek ve anti-emperyalist ulusal hareketleri destekleyerek, proletaryanın sosyalizm davasında devrimci ve ilerici müttefiki haline getirmek olmalıdır. Dünyanın en gerici, faşist, şeriatçı-faşist ve komünizm düşmanı hareketlerine arka çıkmak, onlardan “anti-emperyalist” bir tavır beklemek, uluslararası burjuvazinin saldırıları karşısında paniğe kapılıp, proletaryanın sosyalizm davasına güvenmemekle ile doğrudan bağlantılıdır.

17.01.2024


[1]           https://gazetepatika22.com/milli-hareketler-karsisinda-tavir-sorunu-147751.html 20 Aralık 2023

[2]     Oruçoğlu'nun “Afganistan (Sovyet İşgali) Kitabından haberim yoktu ve 1980'de Partizan dergisinde de yayınlanmış. O zaman'da okumamışım. Çünkü 1980'nin Ocak ayında tutuklanmıştım. Bu kitap'tan, U. Töre Sivrioğlu'nun “ “Afganistan Tartışmaları Üzerine (M. Oruçoğluna Yanıt)” 12 Ocak 2024 (https://gazetepatika22.com/u-tore-sivrioglu-yazdi-afganistan-tartismalari-uzerine-m-orucogluna-yanit-148675.html) yazısını okuyunca haberim oldu. Oruçoğlu'nun bu kitaptaki anlayışları TKP-ML'nin görüşleri olarak mı yayınlandı bilmiyorum. Böyleyse çok geri bir yaklaşım. Sivrioğlu'nun kitaptan aldığı alıntılara bakılırsa, Oruçoğlu, daha o zamandan talibanvari örgütleri övmekte ve hatta “anti-emperyalist” görmekteymiş. Bu görüşleri yayınlayan Partizan dergisi de mi bu görüşteydi bilmiyorum. Böyleyse Kaypakkaya ile ters düştükleri açık.

[3]     Stalin, Bütün Esreler C VI, sf. 137, İnter Yayınları

[4]

[5]              Lenin'den aktaran Stalin, agC, sf. 143-144

[6]     Stalin, Eserler, C VI, sf. 138, Leninizmin Sorunları, sf. 63, Birinci Baskı, Sol Yayınları

[7]     Oruçoğlu, agm

[8]           Bu tür tartışmalarda, ÇKP-Komuntang “ittifakı” sık sık örnek verilmektedir. Oysa, Çan Kay Şek, ÇKP’nin bütün önerilerini kabul etmiştir. Bugün bazıları, dinci-şeriatçı gerici örgütlerine “şanlı direniş” ve “anti-emperyalizm” övgüleri dizerken, ÇKP'nin bu anlaşmasının içeriğini değil, sadece lafzını dikkate alıyorlar.

                Çan Kay Şek’in kabul ettiği koşullar:

                “(1) Guomindang’ı ve milli hükümeti yeniden örgütleyerek, Japon yanlısı grubu atmak ve Japon aleyhtarı unsurları kabul etmek;

                (2) Şangahay’daki yurtsever önderleri ve diğer bütün siyasi tutukluları salıvermek ve halkın özgürlüklerini ve halklarını güvence altına almak;

                (3) ‘Komünistleri bastırma’ siyasetine son vermek ve Japonya’ya karşı direnmek için Kızıl Orduyula ittifak yapmak;

                (4) Japonya’ya karşı direnme ve ülkeyi kurtarma siyasetini saptamak için, bütün partilerin, grupların nüfusun bütün kesimlerinin ve orduların temsil edildiği bir milli kurtuluş konferansı düzenlemek;

                (5) Çin’in Japonya’ya karşı direnmesine yakınlık duyan ülkelerle işbirliğine girmek; ve

                (6) Ülkeyi kurtarmak için diğer özel yöntem ve araçları benimsemek.Mao Zedung, Seçme Eserler C.1, sf. 327, Aydınlık Yayınları

[9]     Lenin'den aktaran Stalin, Eserler, C VI, sf. 138

[10]    İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, sf. 252,  Ocak 1992, Umut Yayımcılık

[11]    Stalin, Esreler, C VI, sf. 132-133, İnter Yayınları

[12]    Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, sf. 220, Dördüncü Baskı, Sol Yayınları

[13]    PKK ve PYD ile, Taliban, Hamas vb. dinci, şeriatçı örgütlenmeler asla aynı kefeye konamaz. Birinciler komünistlerin ve uluslararası proletaryanın müttefiki ilerici ve demokrat hareketlerdir. Duruşları, uluslararsı proletaryanın mücadelesine katkı sunmaktadır. İki farklı siyasi yapılanma arasında ideolojik ve siyasal olarak nitelik bir fark vardır.Oruçoğlu, kıyaslama yapmaya çalışırken bu (devrimcilikle-karşı devrimcilik arasındaki) nitel  gerçeklerin görülmesine, gönlünün razı olmadığı görülüyor ve elmalarla armutların aynı kefeye konulmasını, okuyucularına salık veriyor.

16 Nisan 2024 Salı

Kürt Ulusal Hareketi ve HBDH Üzerine


  Sürecin ağırlığı ve faşizmin saldırganlığının üst boyutta olması, beraberinde devrimci ve komünist hareketlerin birlikte hareket etmesini ikili ya da çoklu eylem birlikleri içinde süreci karşılamasını dayatmaktadır. Bu anlamıyla HBDH’yi önemli bir mevzi olarak değerlendirmek gerekir.

 Bilindiği üzere Proletarya Partisi’nin bu oluşum içinde yer alması, darbeci tasfiyeciliğin paslı bir silahı olarak kullanılmış, Parti iradesinin ortaya koyduğu tavır sahte belge ve açıklamalarla değiştirilmek istenmiş ve HBDH’den çıkıldığı ilan edilmiştir. 

Parti güçlerimiz ise Parti içi devam eden mücadelenin süreçteki önemi ve sekteye uğramaması için bu konuda kamuoyuna dönük bir açıklama yapma tutumuna girmemiş; Parti içi tartışmalarla süreci devam ettirmiş ve HBDH bileşenleri işe ilişkilenerek bilgilendirmeye ve görevlerini yerine getirmeye çalışmıştır. 

Tüm bunların etkisiyle HBDH’de rolümüzü hakkıyla oynayamadığımızı öncelikle ifade etmeliyiz.

Bu noktada HBDH’ye, Kürt Ulusal Hareketi’nin ittifaklar ve cephe politikasına yaklaşımımız üzerinde durmak yararlı olacaktır. Ulusal Hareket’in A. Öcalan’ın tutsak edilmesiyle gerçekleştirdiği değişim beraberinde “ekolojik, demokratik, cinsiyet özgürlükçü toplum” olarak formüle ettiği bir çizgi izlemesini getirdi. 

Bu paradigmanın (“Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını” yadsısa dahi) ülkemiz ve Ortadoğu koşullarında demokratik, ilerici bir talep olduğu kabul edilmelidir. Nitekim bu durum, Ulusal Hareket’in bir bütün olarak gerek Türkiye ve gerekse de Ortadoğu coğrafyasında demokratik, devrimci güçlerle birlikte hareket etmesini güçlendirmiş ve buna zemin sunan bir çizgi izlemelerine yol açmıştır.

Doğal olarak bu durum devrimci zemini besleyen ve büyüten olanakları açığa çıkarmaktadır. Nitekim böyle olduğu içindir ki; faşist devlet, T. Kürdistanı’nda ortaya konulan ve yerel yönetimler aracılığıyla pratikleştirilen uygulamalara tüm gücüyle saldırmış, “çözüm süreci”nin bitirilmesiyle “öz yönetim” direnişlerini katliamla bastırmış, belediyelere kayyum atayarak, getirilen talepleri ezme yönelimi içine girmiştir.

Unutmamak gerekir ki; Ulusal Hareketin “birleşik devrim”, “Türkiyelileşme” vb. söylemleri ve ele alışı, onu kendi varlık gerekçesi olan ulusal sorun dışındaki başka toplumsal sorunlara da kayıtsız kalmamaya itmektedir. Elbette ki bu sorunlara getirdiği programatik çözüm ve yaklaşımlar düzen içidir, yani reformlar düzeyindedir. Ancak bu noktada sorun, Ulusal Hareket’te değil başta komünist hareket olmak üzere devrimci hareketin zayıflığı ve güçsüzlüğündedir.

Ulusal Hareket’in halihazırda politik-pratik tutumu, üzerinden yükseldiği toplumsal tabanın siyasal köleleştirme ve kültürel kişiliksizleştirme saldırısına karşı direnişi ve özgürlük talebi, beraberinde hareketin devrimci yanına dair güçlü bir örnek oluşturmaktadır. 

Tam da bu niteliği dikkate alarak onunla ilişki geliştirmek ve başta HBDH gibi örnekler olmak üzere ittifak ya da eylem birlikleri geliştirmek -hele ki Türkiye devrimi açısından başlıca çelişmeler içinde ezen ulusla ezilen ulus ve milliyetler arasındaki çelişmenin var olduğu koşullarda- anın devrimci görevlerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Bu politik yaklaşım hem Ulusal Hareket’in ulusal hak mücadelesinin devrimci dinamikleriyle güçlü bir birlik sağlayacak hem de bu zeminin gelişip güçlenmesine katkı sunacaktır.

HBDH siyasetinin ise birçok açıdan tartışılması gereklidir. Birincisi; Kürt ulusal sorunu ve Ulusal Hareketle ilişkileniş; ikincisi, ittifaklar politikamız; üçüncüsü de politik sorunlardaki dogmatizmimiz. Ve elbette bu üç başlığı da içinde bulunduğumuz somut koşullarla ele almalıyız, yoksa doğru sonuca ulaşamayız.

Altını çizmeliyiz ki, 2015 Temmuz’undan itibaren devletin tüm kurumlarıyla birlikte başta Kürt hareketi olmak üzere halka, devrimcilere, komünistlere yönelik “topyekün imha” saldırısına en zayıf yakalanan hareket Partimizdi. Bunda yaşadığımız iç tartışma sürecinin etkisi olmakla birlikte tek neden bu değildir. Politikada uyanık olmak, ortaya çıkan fırsatları kullanabilmek ve dahası içinde bulunulan durumdan çıkabilmek için fırsat yaratabilmek, zor zamanlarda ön açıcı hamleyi seçebilmek önemlidir.

 “Düşmanla kendimiz arasındaki kuvvetler dengesini nesnel olarak incelemeyi başaramamak”, “buna ilişin mücadele ve örgüt biçimlerini yaratamamak ya da benimsememek”, “düşmanın iç çelişkilerini anlamamak” bu zayıflığımızın nedenleri arasındadır. Tam da böylesi durumlarda önümüzdeki fırsatları doğru değerlendirmek önemlidir. Kürt hareketinin devrimci dinamikleriyle bizi buluşturacak olan ortak mücadelenin olanaklarını kullanabilmek, birlikte mücadeleyi yükseltebilmek hem şehirlerde hem kırlarda bunları gerçekleştirme pratiğine girmek önemliydi/önemlidir. Kuşkusuz birlikte mücadeleyi yükseltmenin farklı biçimleri vardır. 

Bunlardan biri de HBDH’dir.

Kuşkusuz ki Ulusal Hareketle girilecek ilişkilerde, ittifak ve eylem birlikleri vb.de ideolojik mücadeleyi elden bırakmamak gerekir. Bu açıdan yaşadığımız eksiklik, doğal olarak bizi ya dogmatizme ya da revizyonizme götürecektir.

Bu nedenle güçlü bir ideolojik duruş, gerektiğinde eleştirel bir tutum ve ne yaptığını bilen bir politika izlendiğinde, Ulusal Hareket’le yürütülen ortak mücadele, ittifak ya da eylem birlikleri devrimci mücadeleyi güçlendiren, faşizme darbe indiren bir özellik arz eder.

---------------------------------------

Kürt Ulusal Hareketi Üzerine

Her ne kadar incelediğimiz dönem Partimizin 8. Konferans’ından bu yana geçen 10 yılık zaman dilimi olmuş olsa da Kürt Ulusal Hareketi’nin genel değerlendirmesine 2004 yılı itibariyle başlamak yerinde olacaktır. Çünkü PKK; A. Öcalan’ın tutsak edilmesinden sonra bir dizi iç tartışma ve tasfiye ile beraber, politik hattını “ekolojik, demokratik, cinsiyet özgürlükçü toplum paradigması” olarak ilan etmiştir. Bu politik çizgi doğrultusunda da askeri hattını “öz savunma temelinde ‘devrimci halk savaşı’ stratejisi” olarak formüle etmiştir. Bu tarihten itibaren PKK’nin yöneliminin esas hattını, Kürt sorununun tanınması, bölgesel-yerel özerklik temelinde sorunun “demokratik çözümü”nün sağlanması ve bunun için taraflar arasında çözüm masasının kurulması oluşturmuştur. Bu politik ve askeri çizgi doğrultusunda daha önce Öcalan’ın yakalanması ile beraber esas olarak sınır dışına çekilen ve tek taraflı ateşkes ilan eden PKK, Haziran 2004’ten itibaren adına “Haziran Hamlesi” dediği bir yönelimle ateşkesi bozarak yeniden savaşı başlatmıştır. Haziran 2004’ten 2009’a kadar bir taraftan politik olarak, ulusal ve uluslararası alanda TC’yi görüşme masasına çekmeye çalışırken, diğer taraftan askeri alanda bu doğrultuda TC’yi askeri olarak geriletmek ve sorunun bir tarafı olarak masada güçlü durmak için taktik saldırılarını yoğunlaştırmıştır.

Aynı dönem askeri yönelime paralel Kürt halkı nezdinde de ileriye doğru bir hareketlilik söz konusudur. Bu dönemde Kürt illerinde ve “Batı”da büyük şehirlerde kitlesel silahlı sokak eylemleri ve Serhildanlar yaygınlık kazanmıştır. TC devletinin 2008 Şubat ayında geniş bir askeri hazırlık ve imha konsepti ile başlattığı sınır ötesi operasyon, gerillanın Zap alanında sergilediği direniş ve geliştirdiği karşı hamle ile hem boşa çıkarılmış hem de kazanılan zaferle Türk ordusu bozguna uğratılmıştır. Gerillanın bu zaferi, Türk ordusu açısından bir kırılma noktasıdır. Bununla beraber gerillanın da karşı hamle geliştirmesi bağlamında bir sıçrama tahtasıdır.

PKK’nin politik ve askeri hamleleri karşında sıkışan TC devleti, Nisan 2009’da bazı devletlerin ara buluculuğunda PKK ile resmi görüşmelere başlamıştır. Bu amaçla PKK, Nisan 2009’da tek taraflı ateşkes ilan etmiştir. TC devleti, bu ateşkese karşılık “resmi” olarak bir ateşkesle yanıt vermese de askeri anlamdaki sıkışmışlığının da etkisi ile operasyonları azaltmıştır. Aynı yıl bir “iyi niyet” göstergesi olarak A. Öcalan’ın talimatı doğrultusunda gerilla alanlarından ve Mahmur Kampı’ndan oluşturulan “Barış Grupları” ülkeye gelerek bu sürecin bir parçası olmak üzere hareket etmiştir.

Yapılan görüşmelerin sonuçsuz kalması, TC devletinin uzlaşmaya yanaşmaması, izlediği oyalama taktiği ve askeri alanda hızlandırdığı hazırlık çalışmalarına karşı PKK, 2010 yılının bahar ayında ateşkesi sonlandırarak “devrimci halk savaşı” hamlesinin ikinci aşamasına geçtiğini ilan etmiş, bu hamle doğrultusunda daha önce izlediği taktik yönelimden farklı olarak “vur kaç” taktiğinin yerine “vur kal” taktiğini izleyerek geniş bir bölgede gerilla alanlarının yaratılarak bu alanların Türk ordusundan boşaltılması ve yerine de gerillanın yerleşerek fiili alanlar yaratılması çizgisini devreye koymuştur. Bu hamle kapsamında 2012’de Kürdistan’da bazı şehirler arası yollar, vadiler ve sınır hattı, büyük oranda gerillanın denetimi altına girmiştir. Bu durum karşısında iyice sıkışan Türk devleti, ulusal ve uluslararası alanda ilk defa Kürt sorununu tanıdığını beyan etmiş ve PKK ile kamuoyu nezdinde görüşmelere başladığını açıklamak zorunda kalmıştır. Hatırlanacağı gibi TC devleti daha önce de PKK ile görüşmeler gerçekleştirmesine karşın, bu görüşmeleri kamuoyu nezdinde gizleme gereği duymaktaydı.

Mart 2013 tarihinde bu görüşmelerin bir sonucu olarak Öcalan’ın Newroz mektubu dünyaya duyurulmuş ve karşılıklı ateşkes devreye sokulmuştur. Bu tarihten itibaren görüşmeler “diyalog ve demokratik çözüm süreci” olarak formüle edilmiş ve süreç fiili olarak işletilmiştir. “Çözüm Süreci”nin bir gereği olarak PKK, T. Kürdistanı’nda bulunan gerilla güçlerini sınır dışına çekme kararı almış ve Mayıs ayından itibaren gruplar halinde sınır dışına çekilmeyi başlatmıştır. Bununla beraber Türk devleti, aynı tarihten başlamak üzere ateşkesin mantığına ters ama kendi karakterine uygun olarak başta kalekol yapımları olmak üzere yoğun bir biçimde savaş hazırlıklarına başlamıştır. Devletin oyalama taktiği ve görüşmelerin daha ilk aylarda tıkanmasından sonra aynı yılın Ağustos ayında PKK gerilla güçlerinin sınır dışına çekmeyi durduğunu açıklayarak gönderdiği grupların bir kısmını geri çağırmıştır. Bu durum 2015’e kadar sürmüş; bununla birlikte “demokratik özerklik” temelinde öncelikle DTK önderliğinde Kürdistan’ın pek çok şehrinde fiili olarak özerklik ilanları başlatmıştır. Keza buna paralel yeni bir askeri örgütlemeye giderek YPS kurulmuştur. 2015’te Türk devleti, Sosyalist Gençlik Dernekleri’nin çağrısıyla Kobanê’ye gitmek üzere Suruç’a gelen devrimcileri katlederek ateşkesi bitirmiş ve bu tarihten itibaren savaş yeniden fiili olarak başlamıştır.

PKK, savaş başladıktan sonra da kırsal alanlarda “vur kal” taktiğine uygun bir çizgi izlemiş ve süreci bu şekilde işletmeye çalışmıştır. Şehirlerde ise “demokratik özerklik” temelinde YPS öncülünde özerklik direnişleri başlatmıştır. Sur, Nusaybin, Cizre vb. yerlerde direniş aylarca sürmüş fakat devletin yoğun saldırı ve katliamları ve de beklenen kitle desteğini bulamayınca sonlandırılmıştır.

Kırsal alanda da devlet, önceki zaaflarından ders çıkararak savaşa çok yönlü hazırlanmış ve gerilla karşısında her zamankinden farklı bir tarzda konumlanmıştır. Gerillanın “vur kal” taktiği, bu dönemde beklenen sonucu vermemiş ve boşa düşmüştür. 2016 sonbaharından itibaren ise bölge özgülünde inisiyatif esasta Türk ordusunun eline geçmiştir.

Tüm bu süreçlere paralel, Suriye’deki iç savaş neticesinde Ulusal Hareket önderliğinde Rojava’da 18 Temmuz 2012’de Rojava Ulusal Devrim süreci başlamıştır. 2014’te Türk devleti desteğindeki IŞİD çeteleri, Kobanê’ye saldırarak Rojava’yı işgale başlamıştır. Kobanê’de, dört parça Kürdistan ve dünyanın birçok yerinden dayanışma ve Rojava Devrimi’ni savunmak için yer alan Kürt halkı ve dostları tarafından serhildanlar gerçekleştirildi. Kürt Ulusal Hareketi’nin Rojava’daki kazanımlarına karşı TC devleti önce Cerablus-Bab hattını sonra da 2017 baharında Afrin’i işgal etti. TC devletinin Kürt Ulusal Hareketi’nin Rojava’daki kazanımlarına yönelik işgal tehditleri sürerken, Irak Kürdistanı’nda da askeri güç bulundurmaktadır. Dönem dönem hava harekatlarıyla, bu bölgeler de bombalanmaktadır.

Öncelikle Kürt Ulusal Hareketi’nin mücadelesinin, Türkiye siyasetini doğrudan etkilediğini, hakim sınıfların kendi aralarındaki dalaşta ve yönetememe halinde önemli bir faktör olduğunu vurgulamak gerekir. TC devleti ile masaya oturma ve “yeniden çözüm süreci” vurgusu, hareketin dinanizminin önünde önemli bir engel olarak ortaya çıksa da, silahlı mücadelenin yürütülüyor oluşu bu engele karşı bir barikat işlevi gördüğü kadar, devrimci dinamikleri güçlendirmesine de yol açmaktadır.

TC devletinin kendi içinde yaşadığı süreç ve özellikle 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi beraberinde halk hareketine yönelik yoğun bir saldırı içine girilmesine yol açmış, başta OHAL uygulamaları olmak üzere, faşist saldırganlık üst boyuta sıçratılmıştır. Bu durum, Kürt Ulusal Hareketi’nin demokratik alandaki çalışmalarını da etkilemiştir. Milletvekillerinden belediye başkanlarına on binlerce Kürt politikacı tutuklanmış, bu durum toplamda kitle hareketinin geriye çekilişine yol açmıştır.

Kuşkusuz ki; bu durumda TC’nin saldırıları etkili olsa da Kürt Ulusal Hareketi’nin izlediği taktik politika da etkili olmuştur. Özyönetim direnişleri öncesi ve sırasında TC devletini askeri açıdan hafife alma ve ortaya çıkan sonuç bunu açık olarak göstermektedir. Nitekim bu süreçle birlikte Kürt demokratik siyaseti önemli bir tıkanma yaşamış, bu durum Ulusal Hareket’in tabanında da tepkilere yol açmıştır. Bunun bir örneği olarak son süreçte yerel seçimlerde “Batı”da CHP’yi destekleme politikası vb. AKP-MHP ittifakını geriletmede önemli bir adım olsa da esasta egemen sınıfların bir başka kliğinin güçlenmesine hizmet edilmesi bakımından yanlış bir politikaya tekabül etmektedir. Nitekim, bu adım da, Ulusal Hareket’in tabanındaki rahatsızlığı büyütmüş görünmektedir.

Ancak ebette son tahlilde meseleyi, bu tür yanlış taktik ve politikalar üzerinden değil, hareketin genel siyasi çizgisi, programa dair görüşleri, mücadele konusu olan soruna dair tutumu vb. üzerinden tartışmak gerekir. Çünkü gündemi her koşulda meşgul eden, Ulusal Hareket’in “ulusal devrimci” ya da “reformist” karakteri tartışmasında esas kafa karışıklığı burada yaşanmaktadır. Bilinmektedir ki; Kürt Ulusal Hareketi, Kürt ulusal sorunun “çözüm”ünü, “ekolojik, demokratik, cinsiyet özgürlükçü toplum paradigması” çerçevesinde “demokratik özerklik” adı altında teorileştirip ezen ulusla bir arada yaşama olarak formüle etmektedir. Böylelikle Kürt Ulusal Hareketi, Kürt ulusal sorununun çözümünde, Lenin’in 1917’de 7. Tüm Rusya Konferansı’nda oldukça net olarak ifade ettiği “çoğu kez yanlış yorumlara yol açan kendi kaderini tayin yerine gayet tam bir kavram koyuyorum ‘özgürce ayrılma hakkı’” (Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine, s. 519) formülasyonunu reddeden bir pozisyonda durmaktadır.

Belirtmek gerekir ki; ezilen bir ulusun “özgürce ayrılma hakkı”ndan mahrum kalması, onun ulusal bağımlılık koşullarından tam olarak kurtulmaması anlamına gelmektedir. Zira bu hak, ulusal sorun bağlamında, ulusların tam eşitliğinin sağlanmasını, egemen ulusun tüm özel imtiyazlarının ortadan kalkmasını sağlayacak tek devrimci çözümdür.

Kürt Ulusal Hareketi’nin bu hakkı ayrılıp kendi devletini kurmanın gerçekleşmesi olarak kavraması teorik bir yanlıştır. Bu hak, tam eşitliğin gerçekleştiği bir ön kabul olarak kavranmalıdır. Ezilen ulus bu hakkı teminat altına aldıktan sonra yani kendi kaderini kendi hakimiyeti altına aldıktan sonra ayrı ya da bir arada yaşama tercihi onun özgür iradesiyle gerçekleşebilecektir. Bu nedenle, ezen ulusa bu hak kabul ettirilmeden bir arada yaşamın savunulması ezilen ulusun tam siyasal ulusal egemenliğini ya da bu sorunun devrimci temelde çözümünü içermez. Dolayısıyla Kürt ulusal sorununun gerçek anlamda çözümü için ilk ve temel şart “özgürce ayrılma hakkı”nın tanınmasıdır. Bu hak tanınmadan nihai olarak bir çözümden bahsedilemez. Bu hak tanındıktan sonradır ki, ezilen ulusun ayrılması ya da birlikte yaşaması, ezilen ulusun özgür iradesiyle gündeme gelecektir.

Peki bu doğru yaklaşımın karşılığı nedir? Öncelikle yukarıda bahsini ettiğimiz şekliyle “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkı” ilkesinin “reddi”, komünist bir hareketin niteliğinin tartışmasında ve ulusal bir hareketin niteliğinin tartışılmasında farklı içerikler taşır; yani bu iki farklı hareketin karakterine ilişkin aynı kriter işlevini görmez. Bu ilkenin kabulü ya da reddi, komünist parti açısından farklı sonuçlara/değerlendirmelere, ulusal hareket açısından ise farklı sonuçlara/değerlendirmelere yol açar. Bu ilkenin komünist parti açısından reddi, doğrudan komünist çizgisinden uzaklaşmak, ezen ulus şovenizminin bir parçası haline gelmek demektir. Ancak diğer yandan Kürt Ulusal Hareketi’nin, bu ilkeden uzaklaşmasının “bağımsız devlet hedefi”nden vazgeçtiği anlamı taşımadığını tespit etmeliyiz. Bu belirleme neden önemlidir? Çünkü Stalin’in “Marksizm, Ulusal Sorun ve Sömürgesel Sorun” başlıklı çalışmasında da belirttiği gibi “Şu ya da bu partinin devrimci ya da reformcu karakterinin belirlenmesinde tayin edici olan, (…) siyasal hedef ve görevleridir.” (s. 267) Buradan hareketle açık bir şekilde ifade etmeliyiz ki, Ulusal Hareket, “bağımsız devlet hedefi”ni koruyarak aynı zamanda devrimci özünü korumaktadır.

Yukarıdaki alıntıda kafa karışıklığı yaratmaması için (…) olarak çıkarttığımız yerde Stalin “tek başına ‘devrimci eylemler’ değil, ama parti tarafından girişilen ve yararlanılan bu eylemlerin” demektedir. Yani mesele, tek başına Kürt Ulusal Hareketi’nin devrimci eylemlere yönelmesi, devrimci hareketle daha fazla ilişkilenmesi değildir; zira bu durum onun “ulusal devrimci karakterinin” nedeni değil, sonucudur.

Yine vurgulamakta çekinmemek gerekir ki, bu ulusal devrimci karakter, yine Stalin’e başvurarak ifade edelim: “… tıpkı tek tek bazı ulusal hareketlerin mümkün gerici karakterinin göreli ve kendine özgü olması gibi, göreli ve kendine özgüdür. Emperyalist baskı koşulları altında ulusal hareketlerin devrimci karakteri harekette mutlaka proleter öğelerin yer alması gerektiğini; hareketin devrimci ya da cumhuriyetçi bir programa, demokratik bir temele sahip olması gerektiğini ön şart koşmaz. Afganistan Emri’nin Afganistan’ın bağımsızlığı için mücadelesi, Emir’in ve mücadele arkadaşlarının monarşist görüşlerine rağmen, nesnel olarak devrimci bir mücadeledir; çünkü bu mücadele emperyalizmi zayıflatmakta, parçalamakta ve onun altını oymaktadır.” (age, s. 235)

Tarihsel yaklaşımlarla birebir uyarlama yapmak doğru olmamakla birlikte, bu bakış açısı üzerinden rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Kürt Ulusal Hareketi’nin programında UKKTH’nin değil, “ekolojik, demokratik, cinsiyet özgürlükçü toplum paradigması” çerçevesinde “demokratik özerklik” bulunması, onun devrimci karakterini değiştirmez. Ve devam edersek, Kürt Ulusal Hareketi, emperyalizmi değil ama Türk devletini zayıflatan, parçalayan ve altını oyan pozisyonu itibariyle de devrimci bir karaktere sahiptir.

Şu gerçeğin altını bir kez daha çizmeliyiz: Politik iktidarı ele geçirmek için tüm çelişkilerin devrimci dinamiğiyle buluşmak zorunluluktur.

Sınıf mücadelesi ezilen mezhepler, ezilen ulus, ezilen cins veyahut da çevre sorunu vb. kapsar şekilde ve her birinin özgüllüğünü görerek ele alınması doğru yaklaşımdır. Lenin’in başta “Ne Yapmalı?” olmak üzere birçok eserinde bu konuya dair sayısız çözümlemesi vardır. Bu çözümlemelere dayanarak diyebiliriz ki; sınıf mücadelesi “çok yönlü bir savaşımdır”. Bir sorunun, çelişkinin sınıfsal kökenini teorik olarak çözümlemek işin sadece başlangıcıdır. Örneğin ulusal sorun tartışmasında sorunun esasını belirlemek bir adımken politik olarak baktığımızda ikinci ve esas adım dil, kültür, eğitim ve siyasi temsiliyet sorunları, fiziki baskı ve işkence, zorla göç ettirme vb.ne karşı somut örgütlenmeler yaratmak “somut koşulların somut tahlili”nden yola çıkarak politika ve hareket tarzı oluşturmaktır.

Yine Lenin’e göre Marksistler “bütün politik ve sosyal yaşama katılmalı, ilerici sınıf ve partileri gericilere karşı desteklemeli, mevcut sisteme karşı her türlü devrimci hareketi desteklemeli, her türlü ezilen ulusun veya ırkın her türlü ezilen mezhebin, haklardan yoksun cinsiyetin vs. savunucusu olmalıdır.” (Lenin, S.E., s. 507, c. 1) Sınıf mücadelesinde temel sorun Lenin’den benzetmeyle söylersek tüm derecikleri tek bir ırmakta birleştirebilme ve iktidara yöneltebilme becerisini göstermektir. Politika tamamen yaşamın içindeki çelişkiler dikkate alınarak yürütülür. Şiarlar da buradan hareketle belirlenir. Bu durumda Partimizin Kaypakkaya’dan sonra Kürt sorununa dair politik alanda tüm çelişkilerde en önde olması gerekirdi. Ama açıktır ki, Partimiz sosyal şovenizmden kimi noktalarda etkilenmiş, mesela, resmi olarak olmasa da PKK’nin “karşı devrimci” olduğu belirlemesi dahi yayınlarımızda yapılabilmiştir. (Yeni Demokrasi, Mayıs 1988, s. 14)

Tam da bu nedenle, içinden geçtiğimiz sürecin bizi tutuklaştıran, mücadeleye atılmamıza engel olan, siyaset üretemememize yol açan nedenleri ortadan kaldırmak için kullanılması önemlidir. Bu, sorun yaratan düzlemden kopuş demektir. Özellikle ulusal sorunda -ama örneğin kadın sorununda da- birincisi teorinin griliğinden kopamayışımız, ikincisi de dogmalarla hareket ediyor oluşumuz ciddi bir sorundur. Bu noktada Kürt Ulusal Hareketi “bağımsız-sosyalist Kürdistan” talebiyle ortaya çıktığını, günümüze kadar farklı aşamalardan geçtiğini tespit ediyoruz. Toplam olarak baktığımızda özelikle devlet teorisi (“devlet-demokrasi” formülasyonu) anlamında sıkıntılı tezlere sahiptir. Ancak bu “bağımsız devlet kurma” hedefinden vazgeçtiği anlamına da gelmemektedir. Bunun içindir ki  -bu hedefinin bir sonucudur ki- kurulduğu günden bu yana silahlı mücadele vermektedir ve de demokratik özerkliğin inşası durumunda dahi “öz savunma” olarak tanımladıkları silahlı birlikleri zorunlu görmektedir.

Bu tespitlere ve hatta karşı tespitlere karşın bizim esas meselemiz nedir, ne olmalıdır? Tüm analiz ve tespitleri Ulusal Hareket’e göre tanımlamak mı, yani kendi rolümüzü silikleştirip ortadan kaldıran bir şekilde hareket etmek mi, yoksa esasa kendi rolünü ve görevlerini koyarak sorumluluklarını yerine getirmek mi? Elbette biz ikincisini tercih edeceğiz, etmeliyiz.

Açık olarak ifade etmek gerekir ki, bir bütün olarak olmasa da dönem dönem meselenin ilk yönüne yoğunlaşılarak komünist partisinin öncü rolü silikleştirilmiş, Kürt Ulusal Sorunu özgülünde nesneleştirilmiştir. Dolayısıyla da dogmatizme düşülerek Kürt Ulusal Hareketi’yle ilişkilenmede üzerine düşen görevler önemli oranda yerine getirilememiştir. Oysa bizim görevimiz, sınıf mücadelesi ile Kürt ulusal mücadelesi arasına set çekmek değil, ulusal hareketin devrimci dinamikleriyle sınıf mücadelesi ekseninde ilişkilenmektir. Ve bu ilişkilenmenin esas yönü de, komünist partisidir.

https://www.tkpml.com/komunist-72den-dunyada-ve-turkiyede-durum-ii-bolum/14

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)