14 Mart 2025 Cuma

DÜNYA YENİDEN PAYLAŞILIRKEN ÖCALAN'IN "BARIS VE DEMOKRATİK TOPLUM AÇIKLAMASI" ...Hüseyin Karakuş

 Öcalan sonunda beklenen açıklamayı yaptı. Yapılan açıklama kimilerini çok memnun etti, kimilerini ise hiç memnun etmedi. Başka bir ifadeyle açıklamayla ilgili ülke içinde ve dışında kimileri tarafından alkışlanıp memnuniyet ifade edilirken, kimileri tarafından değişik biçim ve seviyelerde eleştirildi. Hatta bazı kişiler yerden yere vurdu, "hainlikle ve "ihanet"le suçladı.


Öcalan ve Kürt ulusal hareketinden beklentisi fazla olanlar ister istemez hayal kırıklığına uğradı. Hayal kırıklığının getirdiği psikoloji ile ağır eleştiri ve suçlamalar getirdi. Öcalan'ın kişiliğini, niteliğini, misyonunu kavrayan, ulusal hareketin günümüzdeki anlam ve önemini bilen insanlar daha sağduyulu ve doğru değerlendirmelerde bulundular.

Öcalan'ın açıklaması benim için öngörü ve beklentimin ötesinde hiçbir anlam ifade etmedi. Bahceli'nin çağrısıyla başlayan ve hızla Türkiye gündemine açık şekilde oturduğu bir süreçte görüşlerimi yaptığım paylaşımda ortaya koymuştum.

Açıklamayla ilgili bazı noktalara değinmekte yarar görüyorum.

Burada sorunu salt bir açıklama ve açıklamanın içeriği  açısından değil bir bütün olarak, genel resmin bütünlüğü içinde, yani ülkemizde, Ortadoğu'da ve dünyada gelişen siyasal, sosyal ve ekonomik gelişmeler ışığında açıklamanın neyi ifade ettiğine, kime ve kimlere yaradığına, kimleri güçlendirip kimleri zayıflattığına, yani kimlerin lehine, kimlerin aleyhine olduğuna bakmak gerekir.


Her şeyden önce Öcalan'ın açıklamasının ABD ve İsrail devletinden habersiz ve onaysız olmadığını ifade etmek gerekir. Yapılan açıklama yeni olabilir ancak karşılıklı görüşme ve aralarındaki anlaşma dünden bugüne olan bir şey olmadığı anlaşılıyor.


Burada şunu düşünmek gerekir. BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) planı devam ettiğine ve Erdoğan'ın eş başkanlığı sürdüğünü göre Kurtlerin Türk devletiyle bütünleşme hamlesi ne anlama geliyor? Biz biliyoruz ki, ABD ve İsrail "Büyük Kürdistan"ın kurulmasını istiyor. Ancak Öcalan'ın açıklaması bu planı bozuyor gözüküyor. Olaya yüzeysel bakıldığında evet öyle. ABD ve İsrail bu plandan vaz geçebilir mi? Vaz geçtiklerini hiç sanmıyorum. O halde neden böyle çelişki bir durum ortaya çıkıyor. Bunun şimdilik iki temel sebebi olabilir. Birincisi; bunu ilerleyen bir zamanda anlayabiliriz. Belki o plana farklı bir yönden ama daha rahat ve "mesru" olacak şekilde ulaşılmak istenmesi. Ikincisi; Turkiye'ye geçici bir taviz vererek, başka büyük bir planın uygulanmasında Türk devletini kullanma arzusu. 


Öcalan'ın açıklaması tam da iktidarın iç cepheyi sağlamlaştırma, tüm muhalif kesimleri susturma politikasının uygulamaya sokulduğu bir sürece denk gelmesi, iktidarın bu politikasıyla uyuşuyor. Dolayısıyla bu açıklamayı, iktidarın daha geniş ve büyük bir hamlesinin bir parçası olarak da görmek gerekir. 


Öcalan'ın  açıklaması gerek niyet ve gerekse içerik açısından, Öcalan'ın yakalanıp Türkiye'ye teslim edildiği andan itibaren yaptığı açıklamalar ve devletle olan ilişkileriyle tam bir uyum içindedir. Buradan da anlıyoruz ki, Öcalan taktik bir manevra yapmıyor, niyet ve düşüncesi neyse ona uygun davranıyor. Diğer Kürt kesimleri de"irademiz" dedikleri Öcalan'ın  bu açıklamasına uyacaklarını açıkladılar zaten.


Öcalan'ın  çağrısı üzerine PKK çağrıya uyup silahları bırakacağını ve kendisini feshedeceğini açıkladı. Bu tamamen onların kararıdır. Bizim buna bir diyecegimiz olmaz. Ancak bunca yıldır ağır bedeller ödenerek bugünlere gelindi. Bunun karşılığında ne elde edildi, diye soracaktır insanlar. Hiç bir somut kazanım elde etmeden, Kürtlerin statüsü dahi belirlenmeden kayıtsız şartsız ( En azından açıklama metnine bakarak bunu söylüyoruz. Açıklanmayıp gizli tutulan ayrı bir metin varsa bizler bunu bilmiyoruz) Türk devletiyle bütünleşmek ne ifade ediyor?  diye soracaktır insanlar elbette. Daha çok şey sorulabilir, ancak cevabı Türkiye'de yaşayan halkların aleyhine olan cevaplardır. 


Kürtler açısından açıklamanın ne anlama geldiğine, neyi ifade ettiğine, onların kendileri karar verecektir. Onlar adına konuşmamızın doğru olmadığını ve bir anlam ifade etmediğini düşünüyorum. Ancak Kürtlerin dışında kalan diğer halkları da ilgilendiren yönleri açısından herkes düşünce ve eleştirilerini ifade edebilir. 


Kimin ve kimlerin, neyi nereye kadar eleştireceğini bilmeli, kendi eleştiri hakkının sınırlarını aşmadan rahatlıkla eleştiri yapabilmeli ve görüşlerini söyleyebilmelidir. Küfür ve hakaret bir eleştiri değildir, olmamalıdır. Kürt ulusunun kaderinin belirlendiği bir süreçte ve konuda, Türkiye'de  yaşayan tüm halkların ve onların siyasi temsilcilerinin veya tek tek bireylerin eleştiri ve görüş belirtme hakkı vardır. Bu hakkı kimse engelleyemez. Çünkü bir halkın kaderi diğer tüm halkların kaderiyle iç içe geçmiştir ve dolayısıyla herkesi ilgilendirmektedir. 


Öcalan'ın açıklaması üzerine dikkat edilmesi gereken bir başka nokta, bir halkın, bir ulusun kaderinin belirlendiği bir konuda bir ulusun adına karar verirken doğru ve meşru bir yöntem uygulanmalıdır. Bu konuda herkesin bildiği en demokratik  yöntem  bir referandum yaparak ulusun kaderini tayin hakkını ne yönde kullanacağını belirleyip ona uygun hareket etmektir. Bugün bu yönde bir irade belirlenmiş değildir.


Öcalan'ın  açıklaması Kürtlerin devletle bütünleşmesini vaazediyor. Turkiye'de yaşayan tüm halkların barış içinde kardeşçe yaşaması kötü bir şey değil elbette. Ancak eşit yurttaşlık hakları temelinde olmalıdır. Tüm hukiki ve toplumsal altyapısı oluşturulmuş ve anayasal güvenceye alınmış bir birlikte yaşam elbette iyidir, güzeldir. Emperyalizmin "böl, parçala, yönet" politikasına karşı da doğru bir duruş sergilenmis olunur.


Bazen tarihsel koşullar öyle olur ki, birlikte yaşam yerine ayrılarak ayrı bir devlet kurmak en doğru ve en uygun bir yöntem olabilir. Buna da yine o tarihi koşulları değerlendirerek karar vermek gerekir. Her halükarda değişmeyecek kriterimiz ve bakış açımız her ulustan prolareyanın sınıf çıkarlarına uygun olup olmadığına bakmak olmalıdır. Kavgalı bir birlikteliktense her iki ulustan halkların kardeşçe ve dostça ilişkiler içinde ayrı yaşamaları daha doğru ve uygundur.


Öcalan'ın  yaptığı açıklama Türkiye'nin mevcut siyasi yapısı ve içinde bulunulan koşullar ve dünyadaki  genel gidişat açısından bakıldığında açıklamanın içerisinde bahsedilen barış ve demokratikleşme  sağlanamaz ve hukuksal zemin yaratılamaz.  Bu ancak olsa olsa mevcut iktidarı ve ortağını güçlendirir ve ömürlerini uzatır. Dolayısıyla Türkiye'de yaşayan tüm halkların üstüne bir karabasan gibi çökmüş olan faşizmin daha da azması ve ağırlığını halk üzerinde hissettirmesi demektir.


Dün olduğu gibi bugün de rüzgar genel olarak barış ve demokrasiden yana esmiyor. Tam aksine savaşlar, çatışmalar, yeniden paylaşımlar, kuralsızlık ve hukuksuzluk almış başını gidiyor. ABD'de Trump'ın yönetime gelmesiyle bu daha da açık hale geldi. ABD faşizmi, Avrupa'daki faşist partileri destekliyor. Neo Nazi parti ve grupların önlerinin açılması ve yasaklamaların kaldırılması için Trump yönetimi Avrupa devletlerine adeta ayar veriyor., baskı uyguluyor. Mevcut Avrupa "demokrasileri"ni eleştirip yerden yere vuruyor. Resmen Avrupa devlet yönetimlerini kaynar suyun içine sokup çıkartıyor. 


İşte böylesi bir ortam ve gidişat içerisinde Erdoğan ve Bahçeli'nin yelkenleri şişerken, bu faşist ve kural tanımaz yönetim, rüzgarı arkasına almışken ve buna bir de, Öcalan'ın devlet lehine olan açıklaması eklenmişken, kim tutar iktidarı. Bu ortam ve esen rüzgarda ülkede halklar lehine hiçbir şey olmaz. Ancak aleyhlerine herşey olabilir. Dolayısıyla barış ve demokratikleşme beklemek hayaldir. Hatta bunun hayali bile lüks olabilir.


PKK'nin silah bırakıp kendisini fethetmesi devletin öteden beri iç düşman bahanesini ortadan kaldırır mı? Olsa aslında bunu olumlu bir kazanım sayabilirdik, ancak biz biliyoruz ki, bu asla  mümkün olmaz. Devlet iç ve dış düşmansız yapamaz. İç düşman bahanesi yine devam eder. Sadece PKK iç düşman olmaktan çıkabilir. Onun yerine iktidara muhalif tüm kesimler ile bir ihtimal olarak PKK'yi dinlemeyip ayrılabilecek küçük gruplar yeni iç düşmanlar olarak muamele görmeye başlanır. Görüleceği gibi burada da lehe olabilecek bir durum yoktur.


Zayıf bir ihtimal ama Türkiye  sol sosyalist hareketin biraz hareketlenmesi ve kendine güven duyacak şekilde ayağa kalkması pekala mümkün olabilir. Böylece sınıf mücadelesi bir şeylerin gölgesinde kalmadan daha görünür hale gelebilir. En azından ben böyle olmasını umuyor ve  bekliyorum.


Suriye Kürtlerinin kaderiyle ilgili görüşlerimi birkaç cümleyle de olsa daha önceki paylaşımımda ifade etmiştim. Suriye Kürtleriyle Türk devletinin genelde aynı cephede olduklarını, Türk devletiyle Rojova yönetimi ileride ilişki içine giderlerse şaşırmayalım demiştim. Ve ayrıca Rojova'nın Türk devletini pek rahatsız etmeyecek bir çözüm üzerinde anlaşacaklarını, Öcalan'ın  bunu sağlayacağını yazmıştım. Bugün gelinen noktaya baktığımızda durumun ve gidişatın tam da buna uygun olduğu anlaşılıyor. Burayla ilgili şimdilik fazla bir şey söylemek henüz erken. 


                               ..........................................................Hüseyin Karakuş


Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)