11 Eylül 2025 Perşembe

Marksizm’le Bulandırılmış Revizyonizm, Reformizm ve Şovenizm Sınıfa Öncülük Yapamaz!

Marksizm’le Bulandırılmış Revizyonizm, Reformizm ve Şovenizm Sınıfa Öncülük Yapamaz!
TKP’nin reformist, revizyonist ve şoven çizgisine ilişkin elbette söylenecek çokça şey var. Ancak bu kadarı bile gerçeklerin görülmesine yeter de artar bile. Mustafa Suphi sonrasından bu yana, Kürt isyanları karşısında hep devletin yanında saf tutmuş bir TKP görürüz.

Kürt soykırım ve katliamlarını “Feodalizm tasfiye ediliyor”, “İngiliz emperyalizminin iş birlikçisi, gerici ayaklanmalar”ın bastırılması olarak değerlendirildi.

TKP öncülüğünde, “Ülkemizin Uçurumdan Yuvarlanmasına İzin Vermeyeceğiz” başlığı altında imza kampanyasına açılan bir bildiri yayımlandı.

Bu bildiriye, pek çok Kemalist yazar- çizer, sanatçı, bürokrat, asker kökenli subaylar imza atarak destek verdiler. Bildiride, devrimci- demokrat ve yurtsever kamuoyu açısından en çok dikkat çeken ve tartışma konusu olan maddelerden birisi, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Lozan Anlaşması’nın sorgulanmasını; mevcut sınırlarımızın tartışılmasını istemiyoruz.” maddesi oldu. Kuşkusuz bu şoven anlayışın tartışılması veya eleştirilmesi kadar doğal hiçbir şey olamazdı. Hele de kendisini “komünist” gören, “Türkiye işçi sınıfının öncüsü” olarak lanse eden bir siyasi yapılanmanın, “Misak-ı Millî” sınırlarda ısrarcı olması eleştiri oklarını üzerine çekmesi için yeterli bir nedendir.
Çünkü, “Misak-ı Millî” olarak gösterilen bu sınırlar, emperyalistlerin öncülüğünde, bölgenin yerli işbirlikçilerinin iş birliğiyle, Kürt ulusunun, ulusal topraklarının bölünüp parçalanarak ilhak ve işgal yoluyla çizilmiş sınırlardan ibarettir. Kürt ulusunun çizilen bu sınırlara dair ne rızası ne de onayı vardır. Durum bu iken, komünistlik adına hangi Misak-ı Millî sınırlardan söz edeceksiniz. Bu, olsa olsa ezilen bir ulusun varlığını yok sayma, emperyalistlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin talancı, yağmacı ve ilhakçı tutumlarını onaylama, onların destekçileri olma anlamına gelir. Zaten TKP’nin başı Kemal Okuyan çeşitli televizyon kanalları ve sosyal medyada, sözüm ona yürütülen eleştirilere cevap mahiyetindeki konuşmalarında sosyal şoven anlayışlarını tekrarlamanın ötesine geçmemiştir. Yeri geldiğinde söylediklerini makalemiz içinde okurlarla paylaşacağız.
Mustafa Suphi TKP’sinin Mirasçısıyız
İmza kampanyasına sunulan bildiri, kuşkusuz sadece bu meseleyi içermiyor. Bunun dışında; “Barış ve Kardeşlik, Bağımsız ve laik bir ülke, eşitlikçi bir düzen, planlı bir ekonomi” vb. içerikli demokratik istemler de var. Bu türden demokratik talepler elbette reddedilecek talepler değildir. Ancak, bu demokratik taleplerin ötesine geçmeyen TKP, suyu daha başından bulandırmakta, şovenizmi reformizm ve revizyonizmle beslemektedir. Marksizm’den fersah fersah uzak bu anlayış, elbette ki şovenizmi de nasiplendirecektir. Burada bir parantez açalım; elbette ki Mustafa Suphi TKP’si ile, sonrası TKP’yi aynı kefeye koymadığımızı, Suphi TKP’sinin mirasına sahiplendiğimizi devrimci kamuoyu bilmektedir.
Cumhuriyet tarihi boyunca faşizmin ülkede at oynattığını söylememiz, TKP’nin başı Kemal Okuyan’ın pek hoşuna gitmemiş olacak ki, bir cumhuriyet sevdalısı olarak karşımıza dikilmektedir. Medyascope’daki konuşmasında şöyle tespitlerde bulunuyor; “Hayat işte. Tarihin tekerleklerini bu kadar geriye ittirmeye dönük bir çaba olursa, doğal olarak tarihsel bir kazanım olan cumhuriyet fikrini daha fazla savunmak zorunda kalırız. (…) Karşı devrimler çağındayız ve geriye gidiyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun bir geriye gidiş olduğunu çok okudum. Faşizm olduğunu çok okudum. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun, bir devrimci dönüşüme denk düşmediğini anlatan çok fazla sol hikaye…” Kim için bir “tarihsel kazanım” olduğu sorusunu sormak gerekir. Eğer kılık- kıyafet, harf, padişahlığın kaldırılması, “laiklik”, kadına oy hakkı vs. vb. reformlardan söz ediliyorsa bunların kötü şeyler olduğunu söyleyen zaten yok. Tabii kimi İslami düşünürler, tarikatlar dışında. Kemal Okuyan’ın yaptığı, halkın yararına olan reformlara doğru bir anlayışla sahiplenmek değil, reformculuğun daniskasıdır.
Çünkü, bu reformların yanı sıra, emperyalistlerle yapılan iş birliği, emperyalist tekellere sunulan olağanüstü imkan ve olanaklar, halka uygulanan baskılar, farklı inanç, milliyet ve Kürt ulusuna uygulanan baskı ve soy kırımlar, yasaklanan grev hakkı ve devrimci demokratik örgütlenmeler. Uygulanmayan toprak reformu gibi hakim sınıfların lehine olan hiçbir şeyden söz edilmiyor. Tam tersi, “devrimci dönüşüm”den, Cumhuriyet’in daha fazla savunulmasının gerekliliğinden söz ediliyor. Eğer anlatılmak istenen, bugünkü ümmetçi tek adam diktatörlüğü ve şeriat rejimi istemli yönelim ise, bunun alternatifi başından beri faşist diktatörlüğü seçmiş olan sözünü ettiği Cumhuriyet değildir. Her şeyden önce komünistler, cumhuriyet dendiğinde, neyin, kimin cumhuriyeti diye onu sorgularlar.
Örneğin; demokratik bir cumhuriyet mi? Halk cumhuriyeti mi? Yoksa, geniş halk kitleleri, ezilen ulus, milliyet ve farklı inançlar üzerinde baskı aracı olan hakim sınıfların cumhuriyeti mi? TKP’nin, kendisini sahiplenmek zorunda hissettiği cumhuriyet, hiç kuşku yok ki hakim sınıfların halk üzerinde baskı aracı olarak kullandığı cumhuriyettir. Komünistler, düne göre, bugün emekçi halk kitlelerinin çıkar ve menfaatleri konusunda daha ciddi gerilemeleri görüp ve süreci böyle tahlil ettiklerinde, dünkü adaletsizliklere, eşitsizliklere, haksızlıklara sarılmayı değil, devrimi ilerletme adına daha demokratik bir ortamın yaratılmasını taktik olarak önlerine koyarlar. Ama TKP, dünkü faşist diktatörlüğü, bugünküne tercih ediyor. Çünkü O, Kemalizm’i “devrimci”, kurulan rejimi de “devrimci dönüşüm” olarak görüyor. Irkçı, faşist ideolojiden “devrimcilik”, faşist diktatörlükten “devrimci dönüşüm”cülük türetmektedir. Reformculuğunun en belirgin özelliklerinden birisidir bu. “Karşı devrimler çağındayız ve geriye gidiyoruz” söylemi Marksizm’i revize etmenin ötesinde başka bir şey değildir. Oysa Lenin, çağımızı, emperyalizm ve proleter devrimler çağı olarak belirler. Doğru ve hala geçerli olan budur.
Kemal Okuyan, ya “çağ”ın ne anlama geldiğini bilmiyor (ki bu çok zayıf bir ihtimal), ya da bilinçli bir şekilde Leninizm’i revize etme gayretindedir. Emperyalizm ve proleter devrimler çağında, devrimin ilerlemesi veya gerilemesi pekala mümkündür. Bu başka bir şey, çağ tespiti yapmak ve buna göre yeni yönelimlerde bulunmak bambaşka bir şeydir. Özellikle, sosyalist kampın dağılmasıyla birlikte, devrimlerde bir gerilemenin olduğu objektif bir gerçekliktir. Ama bu, proleter devrimlerin yeniden örgütlenip sosyalist iktidarların yaratılmayacağı anlamına gelmez. Ki gelişmeler cılız da olsa bunu bize göstermektedir. Toplumsal patlamaları önceden tespit etmek, nasıl ve nerede olacağını tahmin etmek kolay olmasa da gidişatın bu yönde olduğunu ve olacağını görmek için dahi olmaya gerek yok. Kısacası, çağımız, Kemal Okuyan’ın iddia ettiği gibi, “karşı devrimler çağı” değil, emperyalizm ve proleter devrimler çağı olma özelliğini devam ettiriyor. Bu açık gerçeği, süslü ve muğlak laflarla gizlemek, gerçeği bunlara feda etmek, TKP açısından sadece bir şeye yarar. “Devrimci dönüşüm” olarak niteledikleri Kemalist devrimin gerçek karakterini, gerici yanını gizlemek içindir. Başkaca da bir kaygılarının olduğu inancında değiliz.
TKP’nin reformist ve revizyonist çizgisine dair söylenecek çok şey ve verilecek çokça örnekler var. Ancak biz tekrar ulusal meseledeki anlayışına dönelim. Ne diyor Kemal Okuyan; “Zaten biz yıllarca şunu söyledik. Bağımsız bir Kürt sorunu olamaz. Başka sorunların içinde yer almış bir meseledir bu.” (Medyascope)
Komünistler Kayıtsız Şartsız UKKTH’i Savunur
Ulusal meselenin başlı başına bir sorun olmadığını iddia etmek, Marksist- Leninist anlayışı başından reddetmektir. Başka sorunların bir parçası olarak görmek ise, doğrudan doğruya o ulusun ulusal varlığını inkar etmektir. Buradan tek bir sonuç çıkar; ezen ulus burjuvazisinin yanında saf tutmaktır. Toprakları ilhak edilmiş ezilen bir ulusun “bağımsız ulusal sorunu olmaz” demenin başka bir anlamının olduğunu sanmıyoruz. İlhakçı veya sömürgeci uluslarla, ilhak edilmiş mazlum ulusların temel sorunları bir ve aynı olabilir mi? Bu, eşyanın tabiatına aykırı bir şeydir. Bu, anlaşılır bir şey olmadığı gibi, “bir tek hedefe doğru yürüyüş; haklarda tam eşitlik, bütün ulusların en sıkı biçimde birbirine yaklaşmasının ve sonra da birbiriyle kaynaşmasının ayrı ayrı somut yollardan geçilmesini gerektirdiği açıktır.” der Lenin. Yani Kemal Okuyan’ın iddia ettiği gibi “bağımsız Kürt sorunu olmaz, başka sorunların içinde yer alıyor”un tersine, ayrı ayrı somut yollardan geçilmesi gerekiyor. Ezilen ulusun, her şeyden önce özgürlüğü ve ayrılma talebi savunulmadan, ortada enternasyonalizm diye bir şey kalmaz. Dolaysıyla komünistlikten söz etmeninin de bir manası olmaz.
Sosyal medyada “Kürt düşmanı” olmadıklarını haykıran Kemal Okuyan’a şu soruları sormak hakkımızdır. “Bağımsız Kürt sorunu yoktur” demek, bir ulusun kendi kaderini kendisinin belirleme hakkını gasp etmek anlamına gelmiyor mu? Ulusal sorunu, sınıf sorunu gibi ele alarak, onun en demokratik hakkına müdahale edilmiş olunmuyor mu? Sorun sanki ulusal bir sorun değil de aşiretler sorunuymuş gibi ele alınarak, “aşiretleri param parça etmek”le sorunun çözüleceği hayalleri gerçekçi bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir mi? Kaldı ki aşiret denen şey, kültürel şekillenişten kaynaklı o ulusun sosyal tabanını oluşturuyor. Yani, yoksul Kürt köylüleri, işçileri de aşiretlerin içinde bulunuyor. Feodal kültür “param parça edilince” ulusal sorun çözülmüş mü oluyor. Soruları çoğaltabiliriz. Şimdi tekrar soralım. Hem bir ulusun ulusal varlığını tanımayacaksınız, hem o ulusun kendi kaderini kendisinin belirleme hakkını gasp edeceksiniz, hem “Misak-ı Millî” sınırlardan taviz vermeyeceksiniz ama Kürtlerin “dost”u olacaksınız. Nasıl olacak bu iş. Kürtler Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, öncelikle sorunun ekonomik veya sınıfsal bir sorun değil, ulusal varlıklarının inkarı ve yok sayılması olduğunu haklı olarak söylüyor ve bu uğurda büyük bedeller ödediler/ ödüyorlar.
Faşist Türk devleti bunu “bölücülük” olarak lanse ediyor. Yani, tam da sizin dediğiniz gibi, “Misak-ı Millî” sınırlar diyor başka bir şey demiyor. Şimdi tekrar soralım, bu konuda devletle aranızdaki fark nedir. Sizin anlamsız gerekçeniz, “Kürtler topraklarına sahip çıkarsa “Misak-ı Millî” sınırlar dağılır. Bu emperyalistlerin bir oyunudur ve savaş demektir” türünden açıklamaları var TKP’nin. Buna kargalar bile güler. Emperyalistler zaten pazar hakimiyeti yüzünden her tarafı kan gölüne çevirmiş durumda. Emperyalistler bu türden haksız savaşlara baş vurmadan ayakta duramazlar. Emperyalizm demek haksız savaşlar demektir. Doğal olarak bu, Kürtlerin kendi haklı taleplerinden kaynaklanan bir durum değildir. Bunun arkasına sığınmaya gerek yok. Kürtlerin kendi devletlerini kurmalarından yana değiliz deyin kurtulun. Bu haksız ve yanlış bir tutum da olsa, en azından daha samimi olur.
“Sosyalist Türkiye” Deyimi Bile Şovenizm Kokuyor.
TKP programının 4. maddesinde şu söyleniyor; “İşçi sınıfımız, Türkler, Kürtler ve diğer ulusal, etnik öğelerden oluşan bir bütündür.” Kürtlerin kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesinden zerrece söz edilmiyor. Çünkü o hak, TKP’nin himayesi altında. 5. Madde de; “Türkler ve Kürtler sosyalist Türkiye’nin eşit kurucu unsurlarıdır. (Kemalistler de Lozan öncesi böyle demişlerdi, hatırlatalım) Kapitalist Türkiye’nin baskın özelliği olan ayrımcı, şoven uygulama ve yaklaşımların bütünüyle tasfiye edilmesi için önlem alınır.” Bir kere “Sosyalist Türkiye” deyimi bile şovenizm kokuyor. Hani Kürtler “eşit kurucu unsur”du. Kurulacak devletin isminde bile Kürtlerin esamesi okunmuyor. “Ayrımcı, şoven uygulama ve yaklaşımların bütünüyle tasfiye edilmesi için önlem alınır” cümlesi, aynı anlayışın ürünü olarak raflarda yerini almış. “Tasfiye edilmesi için önlem alacaklarmış” Tümüyle yok edilecek denmiyor. “Önlem”den söz ediliyor. Daha da önemlisi, bunu sağlama yetkisini de kendisinde görüyor. “Zavallı” Kürtler, gene onun bunu avucuna bakmakla yetinecekler.
TKP’nin reformist, revizyonist ve şoven çizgisine ilişkin elbette söylenecek çokça şey var. Ancak bu kadarı bile gerçeklerin görülmesine yeter de artar bile. Mustafa Suphi sonrasından bu yana, Kürt isyanları karşısında hep devletin yanında saf tutmuş bir TKP görürüz. Kürt soykırım ve katliamlarını “Feodalizm tasfiye ediliyor”, “İngiliz emperyalizminin iş birlikçisi, gerici ayaklanmalar”ın bastırılması olarak değerlendirildi. Bugün de Misak-ı Millî sınırlara ve Cumhuriyete kimseyi dokundurtmayız politikalarıyla devletin yanında saf tutmaya devam ediyor. Yani mevcut devletin bu konudaki kırmızı çizgileri, TKP’nin de kırmızı çizgisi olduğunu gösteriyor.
TKP’yi Karşı Devrim Saflarında Görmüyoruz
Bu eleştirilerimizi gören kimi devrimci örgüt, parti ve bireyler, “madem bu kadar eleştiriyorsunuz, neden seçim ittifakına gittiniz” türünden eleştirilerde bulunduklarını biliyoruz, daha da bulunacaklarının farkındayız. Hemen belirtelim ki, biz bu eleştirileri şimdi yapmıyoruz. Kuruluşumuzdan bu yana yaptığımız eleştirilerdir. İttifak meselesine gelince; bütün eleştirilerimize rağmen, TKP’yi ne dün ne de bugün karşı devrim saflarında görmedik. Devrimin müttefikleri arasında değerlendirdik, hala da öyle değerlendiriyoruz. Karşı devrim saflarında değerlendiren herhangi bir kuruma da rastlamadık. Doğal olarak devrimin müttefiki olarak görülen bir hareketle taktik olarak verili an’ın sorunlarından kaynaklı geçici ittifaklar kurmak devrimci mücadelemiz açısından ters bir durum değildir. İttifaklar meselesi, somut durumdan kaynaklı geçici olarak ele alınan taktik meselelerdir. Verili an’a ilişkin olarak doğaldır ki eksik değerlendirmeler yapılabilir, hatalı davranılabilir, ama bu, stratejik bir yanlış yapıldığı anlamına gelmez. Stratejik yanlış, devrimin müttefiki olarak görülmeyen bir hareketle ittifak kurulduğunda veya eylem birliğine gidildiğinde söz konusu olabilir. Ki bu bile öyle statik bir tarzda, somut gelişmelerden bağımsız olarak ele alınmaz.
Mesela; İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında, Sovyetlerin, saldırgan emperyalist kampa karşı, İngiltere, Fransa, ABD emperyalistleriyle aynı kampta yer alması gibi. TKP, devrimin müttefikleri içinde değerlendirildiği sürece, neden ittifak kurdunuz veya eylem birliği yaptınız türünden sorular, eleştiriler ayakları havada eleştiriler olur. Madem devrimin müttefikidir, ittifak kurmakta da bir sorun yok demektir. Ama verili an’a ilişkin eleştirileri tartışmaktan da çekinmeyiz. Doğru isek biz karşı tarafı ikna ederiz, yanlış isek karşı taraf bizi ikna eder. Bunda gocunulacak bir yan yok. Tam aksine, bir KP’sinin güvenirliliğinin en önemli özelliklerinden birisi de budur. Doğal olarak, doğru eleştirilerden değil, kapıların eleştiriye kapatılmasından korkulmalıdır. Ne hata yapmaktan korkulmalı (ki bu sadece ölülere mahsus bir durumdur), ne de hataların eleştirilmesinden…
Son olarak, TKP’nin reformist, revizyonist ve şovenist çizgisini eleştirirken, TKP’yi “düşman” bellediğimiz, devrim saflarında görmediğimiz anlamı çıkartılmamalıdır. Tıpkı, Ulusal Hareketin Önderliğini ve önderliğin yönelimini pek çok noktada eleştirmekle birlikte, ulusal hareketin kendi kaderini kendisinin tayin etmekteki demokratik muhtevasını savunduğumuz ve uzun yıllardır ortak ittifaklar kurduğumuz gibi… Bunlar taktik meselelerdir. Dün böyleydi, yarınki gelişmeler, somut durum neyi gösterir bugünden tahmin etmek zordur…
Bu yazı Halkın Günlüğü Gazetesi‘nin Eylül-2025 tarihli 52. sayısında yayımlanmıştır.
 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)