12 Eylül 2025 Cuma

Marksist Teori-Pratiğin Reddiyesi ve Sınıflar Mücadelesinin Bittiği Safsatasıyla Sosyalizm Geliştirilmez- 1 - ve - 2

Marksist Teori-Pratiğin Reddiyesi ve Sınıflar Mücadelesinin Bittiği Safsatasıyla Sosyalizm Geliştirilmez- 1

Marksizm’e (MLM’ye) köklü ideolojik-teorik saldırı temelinde, onu sulandırarak yozlaştırmayı hedef alan yarı-anarşist, post modern ve sivil toplumcu anlayışlardan beslenen ve hiçte masum olmayan bir “perspektif” sunmaktadır Öcalan.

9 Temmuz 2025

 

PKK, Öcalan’ın çağrısını takiben Kongresini toplayıp fesih ve silahları bırakma kararı aldı. Açıkçası, Öcalan’ın “benim için kongre bitmiştir” mealindeki ifadesinden anlaşılacağı gibi, fesih ve silahları bırakma kararı önce Öcalan’ın inisiyatifidir, sonrasında ise PKK’nin 12. Kongresiyle bu kararı onaylayarak karar haline getirmesidir.

Yani prosedür tamamlanarak karar demokratik biçime kavuşturulmuş, resmileştirilmiş oldu. Olan bu. İlgili kararların muhtevası, Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesi (ve daha fazlası) adına tarihi bir kırılmayı ifade etmektedir. Kürt Ulusal Hareketi’nin büyük bir risk alarak kendisini tasfiye etmek kaydıyla girmiş olduğu mevcut süreç, Öcalan’ın açık ifadesiyle, bizzat “Bahçeli’nin çağrısıyla” başlamıştır. Bu başlı başına bir tehlike, bir belirsizlik, kaybetmeyi göze alma pahasına ve bilerek ladese tutuşmaktır.

Sürecin Bahçeli’nin çağrısıyla ve Bahçeli tarafından başlatıldığı doğru kabul edildiğinde, süreç Kürt Ulusal Hareketi ve mücadelesi açısından bir “zar atma” niteliğinde mütalaa edilebilir zayıflıktayken, “demokratik toplum ve kardeşlik” olarak adlandırılan sürecin güvenilirliği açısından da ciddi soru işaretleri taşır. Ne var ki, Kürt Ulusal Hareketi mücadele varlığına ters orantılı olan mevcut yönelim ve kararlarla büyük riskler alan ve barındıran sürece veya keskin dönemece adeta gözlerini kapayarak girmiş, girebilmiştir…

Cereyan eden somut gelişme ve buna benzer gelişmelerin yaşanması bizler için ne sürprizdi ne de beklenmedik gelişmelerdi. Bilakis, sınıfsal dokuya bağlı olarak, stratejik zemin ve süreç içinde görece erken ya da geç ama tamamen mümkün olan, öngörülebilir gelişmelerdi bu yaşananlar… Sınıf dokusu veya doğası gereği, ulusal hareketlerin ekserisi benzer bir seyir izlemiş, izlemektedir. 

Hiçbir gelişme ya da hiçbir süreç rastlantı eseri değildir. Her şey bir varlık nedenine dayanır, sebepsiz hiçbir şey yoktur. Tüm olay ve olgular mutlak suretle bir nedene, bir sebebe dayanır ve kesinlikle bir arka plana sahiptir. Sebepsiz/nedensiz hiçbir şey yoktur, açıklanmaz. Yoktan var olma ya da düşüncenin maddeden önce geldiği tezi idealist zırvadır; diyalektik ve tarihi materyalizm ve Marksizm (MLM) bilimine aykırıdır. Bütün teori ve görüşler maddi gerçekten doğar, maddi gerçekle örtüştüğünde maddi güce dönüşürler. Niyetler ve nesnel gerçekle örtüşmeyen ya da nesnel gerçeğin yerine koyulan sübjektif görüşler asla gerçekle bağdaşmazlar, bilimsel gerçek karşısında hükümsüzdürler. Tüm teori, düşünce, somut plan, program ve araçlar belli bir ihtiyaçtan doğar, tarihsel şartlarda anlam kazanırlar. Ulusal hareketler bundan muaf değildir. Ulusal Hareketin izlediği çizgi ve bu çizginin ürünü olarak gündeme gelen gelişmeler aynı diyalektik sürecin parçasıdırlar. O halde sorun, yani mevcut gelişmeler kesinlikle bir sınıf dokusu ve ideolojik-siyasi çizgi sorunudur. Tayin edici olan siyasi çizgidir. PKK’yi ulusal hareket değil de halk hareketi vb. şeklinde değerlendiren yaklaşımlar tabiatıyla mevcut gelişmelere anlam vermekte zorlanır, yaşananları beklenmedik gelişmeler olarak yorumlar, sürprize yorarlar…

Sınıf hareketi ve sınıf mücadelesinden değil, ulusal mücadele ve hareketten bahsediyoruz. Ulusal hareket ve mücadele, halkı dahil alsa da esasta halkın ve sınıfın değil, doğrudan ulusun sorunu veya sorunlarına endeksli bir orijindir. Ulusal sorunun özü pazar sorunudur. Ulus burjuvazisinin kendi pazarına sahip çıkma isteminden daha anlaşılır, kendine göre haklı ve genel olarak meşru bir arzu ve talebi yoktur. Ulus burjuvazisi farklı propaganda ve çağrılarla halk kitlelerini peşine takarak, burjuva çıkarları için harekete geçirir/geçirebilir. Fakat, halkın katılımı ulusal hareketi halk hareketine dönüştürmez. Ve unutmamak gerekir ki, ulusal hareketler proleter dünya devriminin yedeği, parçası ve ittifakıdırlar…

PKK sosyalizmden en çok etkilenmiş bir ulusal hareket olarak ve sosyal tabanı Kürt yoksul işçi-köylüsüne dayandığı için klasik ulusal hareketten farklı bir profil ortaya koyar/koyabilir ama bu onun özünü, ideolojik-siyasi çizgisini yani burjuva-ulusal sınıf dokusunu ortadan kaldırmaz… İşçisi, emekçisi, halkı, küçük-burjuvazisi, aşireti/aşiret reisi, toprak ağası ve her düzeyden burjuvazisiyle bir bütün bir ulusu düşünün, işte Kürt ulusal hareketi ve mücadelesi bu doku üzerinde biçimlenir. Bu proleter değil, burjuvadır; ulusal-demokratik nitelikte olması (ve hatta reel politikte devrimci rol oynaması da) bu gerçeği değiştirmez. İdeolojik-siyasi kırılganlıklar taşıması tam da burjuva ulusal sınıf dokusundan ve ideolojik-siyasi çizgisinden ileri gelir…

Ulusal hareketin devrimci sınıf hareketi ve özellikle de Komünist hareket gibi davranması elbette beklenemez. Özellikle Sosyalist bloğun veya güçlü sosyalist devletin olmadığı veya devrimlerin aktüel rüzgâr olmadığı tarihsel şartlarda ulusal hareketlerin burjuvazi veya emperyalizmle ilişkilere girmesi çok daha anlaşılırdır. Ulusal pazarına egemen/sahip olma temeline dayanan ulusal bağımsızlık, kendi devletine sahip olma, kendisini yönetme, yönetsel statülere sahip olma, diğer ulusal hak ve özgürlükler, ulusal hareket ve ulus burjuvazisinin mücadelesinin gerekçeleridir. Bunları veya bunlardan bazılarını elde etmek mümkün olduğunda veya bunları elde etmek için ulusal burjuvazi veya ulusal hareket egemen ulus burjuvazisiyle ya da emperyalist devletlerle ilişkilere girer, anlaşma ve uzlaşmalar yaparlar. Bu uzlaşma ve anlaşmalar temelinde, kendilerini fesh etme, mücadele biçimlerini değiştirme veya mücadeleyi bırakma süreçlerine girerler. Tıpkı Mustafa Kemal’in yarı işgali kaldırmak için İngiliz-Fransız emperyalistleriyle iş birliğine girmesi, anlaşmalar yapması gibi…

Özcesi, proletarya önderliğinde olmayan ulusal burjuva önderlikli bütün ulusal hareketler istisnasız biçimde anlaşma, uzlaşma süreçlerine girmiştir. Bu uzlaşmalar temelinde mücadeleyi bırakmış, hatta genellikle silahlı örgütsel varlıklarını sonlandırmışlardır… PKK’nin bugün yaşadığı da anlaşma, uzlaşma sürecidir. Dünya ulusal hareketlerinin kimilerine göre, PKK elbette son derece geri bir anlaşma yapmıştır…

Lakin sürecin bu yanına dönük eleştiriler geçerli kalsa da esasen geriye düşmüştür. Ki, buna dönük eleştiriler az ya da çok yürütüldü. Geriye düştü çünkü, Öcalan’ın PKK 12. Kongresi’ne sunduğu “perspektifle”, sorun, Marksizm’in eleştirisi, sosyalizmin geliştirilmesi, Devlet-Komün tezleri babında son derece iddialı ama altı doldurulamayan ve “Demokratik Sosyalizm” gibi eğreti savlarla birlikte çok daha derinleşip başkalaşmış, aynı perspektifin ruhunu yansıtan “fesih ve silahlı mücadeleyi sonlandırma” kararından çok daha öne çıkmıştır… Fesih ve silahlı mücadeleyi sonlandırma kararı, son tahlilde PKK kongre iradesinin kararı olarak veya olması itibarıyla bizzat PKK’yi ilgilendirir. Fakat, PKK’nin yeniden yapılandırılmasına paralel olarak Marksizm’in de aradan çıkarılmasını ihmal etmeyen ilgili yönelim bambaşka bir soruna işaret eder ki, bu ciddi bir dizayn konsepti ya da planıdır…

Marksizm’e (MLM’ye) köklü ideolojik-teorik saldırı temelinde, onu sulandırarak yozlaştırmayı hedef alan yarı-anarşist, post-modern ve sivil toplumcu anlayışlardan beslenen ve hiç de masum olmayan bir “perspektif” sunmaktadır Öcalan. Marksizm’le açıktan hesaplaşmaya oturması, ilgili ideolojik-teorik akımlardan etkilenmenin ürünümüdür ve yine sosyalizm-komün meselelerine gösterdiği ilgi burjuva entelektüel ideologlarla karşılıklı etkileşimin bir sonucu mudur, bunu bilemeyiz.

 Ancak etki sebebi her ne olursa olsun, varılan sonuç ve sentezin içler acısı olduğunu söyleyebiliriz. Marksizm-sosyalizmle girilen bu hesaplaşmanın amaç olarak devrimci hedef ve sonuçlar doğurmayacağı, bilakis tasfiyecilikle ünlü olduğu aşikâr. PKK’nin feshi bu tasfiyeciliğin kanıtıdır. Tıpkı tarihte görüldüğü gibi, Marksizm ve Marksizm’i geliştirme adına hareket edip Marksizm’i revizyona tabi tutmaktadır “perspektif.” Proleter devrimcilerin Marksizm’in temellerine oynayan sağdan revizyon girişimlerine kayıtsız kalması tasavvur edilemez…

Marksizm’e dönük eleştiri, Marksizm’in geliştirilmesi, demokratik sosyalizm, komün-devlet ve sınıf mücadelelerine dönük tezleri ile sosyalizmin geçersizliği ve sosyalist teorinin geliştirilmesi iddiasıyla ortaya konan tablo, eleştiriye muhtaç olup, keskin ideolojik-siyasi bir tartışma ve eleştiri konusu olarak bütün eleştirilerin merkezine oturmuştur… Kısacası, adı geçen “perspektif” uzun ve ayrıntılı bir tartışma yürütmeye konu olacak kadar derin sorunlar taşımasına rağmen, eleştirilerimizi belli başlıklar altında özetlemekle ama kendi zaviyemizden öze dönük söylenmesi gerekenleri ifade etmekle yetineceğiz. Lakin “perspektif” metninin giriş bölümünde yer alan kimi noktaları önemli gördüğümüz ve bizzat önemli oldukları için es geçmeyeceğiz…

Geleceği biçimlendirecek stratejinin ruhu

 

Öcalan, sunduğu bu perspektifin esasen ön-özet bir metin olup yeni döneme geçiş kapsamlı muhtevası üzerinde çalışılarak incelenmesi ve geliştirilmesi gerektiğini ifade ederek bunu yapacağını, fakat bunun zaman alacağını, geçen zamanın sorunlara yol açacağını ve mevcut metnin sorunun ruhunu verdiğini/yansıttığını belirtmektedir. Yapılan vurgu(lar)dan anlaşılıyor ki, önümüzdeki kısa dönemde(Öcalan bu zamanı 1 ay olarak belirtiyor) mevcut “perspektifi” daha da “zengin eden” birçok “yenilik” ve gelişmeyle tanışacağız! Elbette ruhu yansıtan “perspektif” metninde bu gelişmelerin ipuçları yeterince var. Fakat spekülatif yorumlara girmeden, bunları kaynağından görmek için biçilen kısa zamanı beklemek yeğdir. Zira “perspektif” metni oldukça zor anlaşılan ve hatta anlaşılmayan bir dizi karmaşıklığa sahiptir. Ancak, “Perspektif” metninde yer alıp tarif edilmeye yeteri kadar açık olan, bu manada açıklanacak belgeye ruh veren mevcut içeriği yorumlamaktan imtina edemeyiz. Bu ruha bakacağız. Bu ruh, silahlı mücadele ve örgütün tasfiyesiyle son derece anlamlı başlayıp, sınıf mücadeleleri, sosyalizm ve Marksizm’in reddiyesinde, hem de sosyalizm ve Marksizm’in geliştirilmesi adına bunların reddedilmesinde karşılık bulmaktadır. İlerleyen bölümlerde bunları ele alacağız.

“Perspektif” metnindeki alt başlıklardan önceki giriş kısmında önemli gördüğümüz ve bizlerin görmesinden bağımsız olarak kendiliğinden önemli olan, dolayısıyla eleştirilmesi kaçınılmaz olan sorunlu yaklaşımlar, belli bir anlayışa dayanıp aynı anlayış bütünlüğü içinde cereyan etmektedir. Bu da, savaşın birincil temsilcileri olarak barışa da karar veren tek inisiyatif olanlar arasında olmak kaydıyla; Bahçeli’nin çağrı yaparak başlattığı ve Öcalan’ın gecikmeksizin yanıt verdiği, bu temelde geleneksel Kürtlüğün bitip tükenmesi gibi, PKK mücadelesinin de tıkandığı, bu tıkanmayı “yeni dönem paradigmasıyla” aşmak üzere, bizzat Öcalan’ın çağrısı ve istemi temelinde PKK 12. Kongresi’nin toplanarak feshini karar altına aldığı, böylece fiilen girilen bu sürecin “başlangıçtan daha ileri bir noktaya getirildiği” ve “devlet denetiminde” yapılan toplantıda programının hazırlandığı Kürt “sorunsalına” dair “yeni dönemin” yeni paradigmasına, perspektifine ve daha fazlasına dayanıyor…

Tarihe yaklaşımda çarpık tarih bilinci ve inkâr edilenlerin inkara sarılması

 

“Perspektifin” giriş bölümündeki tüm gayreti çabası, PKK’nin fes edilerek silahlı mücadelenin terk edilmesi suretiyle “demokratik siyaset yapma” orijininde geri çekilmeyi/geriye düşmeyi sağlamak, yani Türk burjuvazisiyle barış/uzlaşma temelinde düzen içi barışçıl mücadele stratejisine geçiş anlamına gelen ve “yeni dönem”, “yeniden yapılanma” denilen sağ tasfiyeci düşüşü meşrulaştırıp aklamaktır… Ki, bu uğurda fesih gerçeği bağlamında kendini yadsımaktan, Kürt isyanları ve tarihini yerip reddetmekten, bu isyanların “geleneksel Kürtlüğü” tükettiğini ileri sürerek dinsel/mezhepsel özelikleriyle birlikte, uydurma olan bu mezheplerin (Aleviliğin vb.) Kürt varlığının inkâr politikaları temelinde yapay olarak üretildiklerini savlamaktan geri durulmamaktadır…

Çarpık tarih bilinciyle ele alınmış, yakın tarih Kürt Ulusal İsyanları’na yerici ve hiçleştirici yaklaşan, hâkim sınıfların Kürt Ulusu inkarına karşı gelişen bu Kürt İsyanları’nı (“fesihle” taçlandırılmış ve Marksizm’le münakaşayı dert edinmiş olarak tasfiyeci olan) “yeni dönemin” geliştirilmesine feda eden, dolayısıyla birçok zorlamayı barındıran sorunlu yaklaşım tarzı, “perspektifin” giriş bölümündeki satırlarda adeta bağırmaktadır. Bu ele alış doğru tarih bilincinden yoksun olduğu kadar, ben-merkezci bakış açısının gölgesini koyu biçimde taşımaktadır…

İlgili Kürt İsyanları önderlerinden Şeyh Sait ve Seyit Rıza dinsel-mezhepsel nitelikleriyle mahkûm edilirken, tarihsellik ve koşullardan azade bu yapılmıştır. Oysa, dini-mezhebi niteliği ne olursa olsun, bunlar, son tahlilde birer Kürt isyan önderleri olup, kalkışmaları ulusal baskıya ve bu baskıyı uygulayan egemen sınıflara ve “TC” devletine karşı Kürt kimliğiyle giriştikleri bir ulusal başkaldırıdır. Ancak, “perspektif” çarpık tarih bilinciyle bu gerçekliği yok saymakta, bunları “geleneksel Kürtlüğün” bitmesi/bitirilmesi olarak tarif etmekle birlikte, bunların mezhepsel gerçeğini öne çıkararak temsil ettikleri mezhepleri “Kürtlerin varlık mücadelesini baltalamak için üretildiklerini” iddia ederek rencide etmektedir. Ama bu, aynı zamanda kendi tarihsel dayanaklarına da inkarla yaklaşmaktır…

Evet onlar “geleneksel Kürtlüğü” üretmekten ileri gidemediler diyebiliriz. Ama Onlar Kürtlük davasını güderek, Kürtlük adına isyan ettiler. Dahası, en azından Seyit Rıza ve Dersim İsyanı özgülünde, kendilerini “TC” devletinden görmeme ve ayrı olarak Kürt tarif etme, kendilerinin olmadığı bu devlete vergi ve asker vermeme, kendilerini idare etme gibi bir bilince sahip idiler. Tarihsel sınırlılıklar, toplumsal ve bilimsel gelişmeler seviyesi açısından bakıldığında, bu isyan önderlerinin geri yanları pekâlâ anlaşılabilir. Bugünün tarihsel koşullarıyla o günün koşullarını kıyaslamak doğru olmadığı gibi, tarihsellik içinde biçimlenen isyan ve ayaklanmalar da aynı ölçülere tabi tutulup kıyaslanamazlar… Kısacası, Öcalan bu zaviyeden bakmamakta, dolayısıyla yukarıdaki Kürt isyanları ve önderlerini doğru tarih bilinciyle değerlendirmemektedir…

Ulusal hareket nasıl biçimlenir ve nasıl açıklanır? Klasik deyimle ulusal sorunun özü pazar sorunudur. Ve ulusal hareket somutta farklı talep ve haklar ekseninde biçimlense de onun kendi pazarına egemen olma arzusuna bağlı olarak kendi bağımsız devletine sahip olma, bu devleti kurma onun genel eğilimidir. Bilinir ki, pazar özüne rağmen ulusal sorun zemininde doğan ulusal hareket bazen doğrudan bağımsızlıkçı eğilim ve devletini kurma hedefi/talebiyle ortaya çıkabildiği gibi, bazen toprak sorunu, kültür-dil sorunu ve hatta din sorunu gibi, ulusal baskının herhangi birini gerekçe yaparak ve bu temelde sınırlı taleplerle ortaya çıkar, çıkabilir. Ulus burjuvazisi, vatan-bayrak-dil-din elden gidiyor demagojisiyle ulusal kitleleri ve halk kitlelerini kendi imtiyazları etrafında toplayarak harekete geçirebilir, peşine takabilir. Ve bu ulusal hareketler bazı tarihi koşullarda tamamen gerici, dinci, iş birlikçi nitelikte biçimlenebilirler. Bu niteliklerinden bağımsız olarak, bunlar ulusal hareket veya ulusal isyanlar olarak değerlendirilir, bu özelliklerini yitirmezler.

Önderliği dinci, gerici de olsa, ezen ulus burjuvazisine yönelen ulusal hareketler haklı ve meşru hareketlerdir. Bunların, ulusal-demokratik olan haklı, ileri yanları desteklenirken, burjuva imtiyazlarına dönük yanları desteklenmez… Yine, ulusal hareketler, sosyalist blok var ve devrim mücadeleleri aktüel akım ise, bu hareketle genel olarak devrim cephesinde yer alır, proleter devrimlerin yedeği ve ittifakı olarak pozisyon alırlar. Ama koşullar böyle değilse, ulusal hareketler kendilerini güvenceye almak ve taleplerini kazanmak vb. vs. için emperyalist güçlerle ilişkiye girebilir, ezen egemen ulus burjuvazisiyle anlaşma-uzlaşma siyasetine yönelirler. Ulusal hareketler son tahlilde burjuva olduğu için, bu doğası ya da sınıf dokusuna bağlı olarak ideolojik kırılmalar barındırırlar; genel olarak geri çizgiler izlemeye veya emperyalist devletlerle iş birliği ilişkilerine girmeye hazır ve yatkındırlar. Bu, onun sınıf dokusu ya da karakterine bağlı bir durumdur…

 Lakin Öcalan, tarihteki ilgili Kürt isyan hareketlerini, tek yanlı değerlendirmekle birlikte, bunları Kürt varlığına dönük mücadelenin engellenmesi için mezhepsel karakterde üretilmiş yapay mezheplerdir diyerek, bunların Kürt Ulusal İsyanları olduğunu boşa düşürmektedir. Çarpık tarih bilincinin yansıdığı yerlerden biri de budur… Kürt sorunsallığı temelinde yakın tarihe bakma adına (bizce geliştirilen yeni sürecin selameti adına) değerlendirilen ilgili Kürt isyanları tarihe gömülürken, PKK de gerçek durumundan farklı bir portre olarak negatif çerçeveye yerleştirilip, tıkandığı ilan ediliyor…

Mesele evirilip-çevrilip PKK’nin feshini doğrulamaya getirilmektedir ki, bunun için önce tarihteki ilgili Kürt isyanlarının defterinin dramatik biçimde dürülmesi gereksinim edilmiştir. Bu yapıldıktan sonra, “aranın arası dönem” yurtsever olarak değerlendirilip, Sait Elçi, Sait Kızıltoprak ve bu dönemde yer alan diğerlerinin iş birlikçi olmadıkları vurgulanmaktadır. (Bu vurgu, tabi ki, Şeyh Saitlerin iş birlikçi niteliklerine de bir atıftır.) Bu “aranın arası” dönemin bir PKK prototipi olduğunu da olumlu manada eklemektedir…

Nihayet son olarak, Öcalan ve/veya önderlik dönemine geliniyor. Uzun uzadıya anlatılıyor, esasta haklı olarak olumluyor bu dönemi… Burada biz konuşalım; hiç şüphesiz ki, PKK dönemindeki Kürt Ulusal Hareketi, tarihteki Kürt isyanlarından katbekat ileri, gelişkin ve moderndir. Önderlik niteliği ve temsili bakımından da Öcalan, Şeyh Sait ve Seyit Rızalarla kıyaslanmayacak kadar ileri ve gelişkindir. Hepsi Kürt ulusal direnişleri ve bu mücadelenin önderleri de olsa, farklı tarihsel koşulların ürünü olarak tamamen farklı nitelik edinmiştir ya da farklı niteliği ifade ederler. Daha da önemlisi, PKK, diğer ulusal hareketler içinde sosyalizmden en çok etkilenen, en modern, en demokratik bir ulusal harekettir. Kısacası, “perspektifin” bu dönemi olumlayan değerlendirmeleri bu çerçeve itibarıyla ve esasta doğrudur. Fakat bu döneme dair eleştirilmesi gereken hatalı, ben-merkezci ve zorlama değerlendirmeler vb. vs. de bir o kadar çoktur…

Öcalan, “Perspektifinin” ilgili yerinde; “elli yıldır anlatıyorum, yeniden anlatıyorum ve yeniden anlatıyorum ama anlamıyorsunuz” dedikten sonra, “önder olamıyorsunuz, yapamıyorsunuz, kavramamakta ve gerilikte ısrar ediyorsunuz; yeter artık” mealinde PKK veya kadro bütününe dönük değerlendirmelerde bulunarak, yeni bir dönemin başlatılmasını bunlarla gerekçelendiriyor. Öcalan ne demektedir “perspektifte”; “PKK Kürt varlığını kanıtlama ve özgürlüğün kapısını aralama hareketidir. Ve bu noktada tıkanma var işte.”

Oysa PKK elli yıldır bir savaş veriyor ve bu savaşı her bakımdan tahkim ediyor. Tıkandığı iddiası görelidir ve esasta tıkanmış değildir, kazanım ve gelişmesi, eylem ve savaş kapasitesi düşünüldüğünde öyle değerlendirilemez. PKK siyasette, taktikte, önderlikte ve savaşmakta ya da savaşı geliştirmekte son derece yetkin bir önderlik rolü ortaya koyuyor. Büyük savaşlar ve direnişler gerçekleştirdi. Kitleselleşmede, kurumsallaşmada, örgütlenmede alabildiğine zengin, yaygın ve kapsamlı bir güç tesis etti. IŞİD çetelerine karşı muazzam ve çıplak biçimde başarılı bir savaş verdi, bu savaşla uluslararası alanda büyük bir sempati ve meşruiyet kazandı. “TC” devletinin işgal ve ilhakçı saldırganlıklarına karşı, ağır kayıplar pahasına başarılı direnişler gösterdi. Hatta bizzat Öcalan’ın kendi beyanıyla, PKK mücadelesi Kürtlerin varlığını kabul ettirmiş, devlette kırılma yaratarak Bahçeli’nin çağrısı gibi bir sonuca yol açmıştır vb. vs…

Bu özet bile Öcalan’ın aksini söylüyor. Dolayısıyla, Öcalan, PKK veya önderlik yapan kadrolara dönük zorlama eleştiriler yürütüyor. Zira PKK her şartta kendisini örgütleyerek büyük saldırılara yanıt verme yeteneği göstermektedir. Ve esasta da tıkanmış, yapamıyor, yürütemiyor değildir. Kürtlerin felç edildiği de diğer zorlama eleştiridir. Çünkü Kürtler en dinamik güç ya da en mücadeleci ve en fedakâr ulusal/toplumsal bir kesimi temsil etmektedirler…

Öte taraftan, “PKK Kürt varlığını kanıtlanma ve özgürlüğün kapısını aralama hareketidir. ” sözü temelden sorunludur. Birincisi, Kürt varlığı kanıtlanacak veya kanıtlanması gereken değildir. O vardır, kanıtlamaya muhtaç değildir. Tarihteki isyanlarıyla, ulusal yaşamıyla, toprağı-dili-pazarı-kültürüyle, tarihteki devletiyle, mevcut devletin kurucu öğelerinden biri olma iddialarıyla vb. vs. Kürt varlığı kanıtlanmaya muhtaç olmayan netlikte vardır. Olsa olsa inkârcı, tekçi, ırkçı-faşist Türk egemen sınıflarına kabul ettirilmesi gereken bir gerçekliktir ve en fazla böyle bir sorundan bahsedilebilir… İkincisi, “PKK Kürt varlığını kanıtlama hareketidir” iddiasının boşa çıktığını varsayarak geçersek, PKK kanıtlı/katıksız olan bir varlığı kanıtlama değil, bizzat ulusun özgürlüğünü kazanma ve özgürlüğü kazanma olmasa bile, Kürt ulusunu belli bir statüye kavuşturma, ulusal hak ve taleplerini kazanma hareketidir demek daha isabetli olur. Ki, PKK, Kürt ulusunun ulusal bilincinin gelişmesi, demokrasi ve demokratik mücadele kültürünün yükselmesi, ulusal bilinç ekseninde ulusal örgütlenmesi, biz dizi hak ve talebin kazanılması, bilhassa Kürt ulusunun kabul ve tanınmasını sağlama gibi birçok kazanım elde etmiş, ödediği bedellerle değer yaratmış, ilerleme sağlamıştır…

Üçüncü olarak, PKK hem genel ve hem de “özgürlüğün kapısını aralama” görevine bağlı misyonunu yerine getirme açısından tıkandı demek fevkalade yanlış olur. PKK mücadelesiyle devlet üzerinde baskı kurarak geri adımlar attırmış, Kürt ulusunun hak ve özgürlüklerinde bir dizi gelişme sağlayarak rolünü oynamış, oynamaya da devam etmekteydi. Nitekim geçmişteki barış-çözüm süreçleri ve bugün gündeme gelen yeni süreç bu mücadelenin basıncı ve kazanımıdır…

Özetle, Öcalan’ın yukarıdaki eleştiri ve değerlendirmeleri, esas olarak Öcalan mimarlığında devletle girilen yeni süreci ve bu sürece bağlı olarak PKK’yi fesh edip silahlı mücadeleyi bırakma stratejisini doğrulayarak hayata geçirmek için başvurulan zorlama gerekçelerden ibarettir. Ve elbette PKK mücadelesi ve gerçeğine karşı bir inkâr da mütalaa edilebilir Öcalan’ın bu eleştirilerinde…

 

 Devam edecek.

Bu yazı Halkın Günlüğü Gazetesi‘nin Temmuz-2025 tarihli 51. sayısında

yayımlanmıştır.

 

https://gazetepatika23.com/marksist-teori-pratigin-reddiyesi-ve-siniflar-mucadelesinin-bittigi-safsatasiyla-sosyalizm-gelistirilmez-1-168562.html

Marksist Teori-Pratiğin Reddiyesi ve Sınıflar Mücadelesinin Bittiği Safsatasıyla Sosyalizm Geliştirilmez- 2

Öcalan’ın perspektifinde ortaya koyduğu demokratik toplum tezi, sınıfın, sınıflar mücadelesinin reddi ve sınıflar arası çelişkinin siyasi yansıması olan sınıflar mücadelesi yerine devlet ve komün çelişkisini koyması şeklindeki teorilerinin tümü tutarlılık arz etmeyen görüşler olmakla birlikte, Marksizm’e, sosyalizme, bilimsel sosyalizm teorisine taban tabana zıt ve yanlış fikirlerdir…

10 Eylül 2025 

 

Tekrara girme pahasına kısa bir özet giriş yapalım. Öcalan’ın PKK kongresine sunduğu perspektif metninde eleştirilmesi gereken hatalı anlayış ve yaklaşımlar içinde, komünist toplum perspektifli devrimci sınıf hareketi olarak bizleri doğrudan muhataplıkla ilgilendiren başat meselelerden biri, hiç şüphesiz ki, Kürt ulusunun Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkı temelinde bağımsız devletini kurma hakkına sahip olmasına dönük ilgili perspektif metninde ortaya konulan geri yaklaşım iken, diğeri sosyalizmin geliştirilmesi adına, sosyalist teorinin kökten revizyonunu hedefleyen ve sosyalizmi teori-pratiğiyle mahkum etmeyi görev edinen, bu temelde “Komünalizm” ve “yeni sosyalizm/demokratik sosyalizm” savunusunu “demokratik toplum” teziyle ortaya atan ve bunu sınıf orijini dışında telakki ederek sınıflar arası çelişki ve mücadeleyi reddeden sorunlu yaklaşımdır. Ki, “demokratik toplum’’, “demokratik sosyalizm” argümanlarıyla teorize ettiği (etmeye çalıştığı) devletsizlik savunusuyla tarihsel bir bocalama ve tahrifata düşerken, katıksız bir paradoksa örneği sergilemektedir Öcalan. Daha da garip olan şu ki, devletsizlik teorisini salt Kürt ulusuna özgü olarak savunmakta, buna karşın Türk devletini ise güçlendirmeye dönük siyaset gütmektedir. Böylece tek taraflı ve çifte standartçı bir tutum sergiliyor ve bu tutumla devletsizlik teorisini inşa ediyor…

İslam dininin geri kaldığı eleştirilerine paralel olarak, bu dine yüklenen misyon ve övgüler dizen tutum da Öcalan’ın perspektif metninde dikkatten kaçmayan başka bir özellik olarak not edilmesi gereken önemdedir. Biraz daha garip olan ise, sosyalizmin savunulması veya geliştirilmesi iddiasına rağmen İslam dininin savunulmasıdır… Doğanın neredeyse her şeyin belirleyeni olduğu şeklindeki aşırı anlamlar atfedilerek değerlendirilmesi de mitolojiyle sıkı ilişkinin ürünü olan yaklaşımın eseri olarak ilgili perspektifte yer almaktadır…

Mesele sadece hayati önemde olan Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme hakkının reddi, ulusal/ulusal-demokratik hak ve özgürlüklerinin kuşa çevrilmesi, bunların son tahlilde egemen ulus burjuvazisinin ehven yaklaşımına havale eden sorunlu yaklaşımla sınırlı bir problem değil, bilakis köklü bir savruluşla çok daha derindir sorun…

Girilen “yeni süreç paradigmasıyla” Kürt ulusunun kaderi en azından bir dönem için (ama uzun bir dönem için) belirlenmektedir! Belirlenen bu kader, açık ki Kürt ulusunun bağımsızlığı temelinde değil, O’nun yeni şartlarda daha derin ve sorunsuz bağımlılıkla ilhakının perçinlenmesi yönündedir. “Perspektif” metninde işaret edilen yeni sürecin kodları dikkate alındığında daha fazla iyimser olmak mümkün değildir…

Öte taraftan, sosyalizm ve “komünalizm” gibi temel argümanlar, yeniden tarif edilmek suretiyle sahiplenilirken, bunun tılsımı, sınıf karakteri belirsiz bırakılan, nasıl kurulup mümkün olacağı ikna kabiliyetinde yanıtlanamayan ve asla da yanıtlanamayacak soyutlukta olan “demokratik toplum” bilmecesiyle ilan edilmektedir. Bu hayali demokrasinin ve hayali demokratik toplumun hangi sınıfların demokrasisi, kimin ve nasıl bir demokrasi olduğu sorularına bilimsel sosyalizm teorisi ve sınıflar mücadelesi bilimine uygun rasyonel bir yanıt verilmemiş fakat sınıf mücadelelerinin reddi konusunda ortaya konulan yaklaşımla, bu belirsizlik burjuva demokrasisi lehine belirli hale getirilmiştir. Sınıf savaşımı veya sınıflar mücadelesinin reddi, “toplumsal kitleleri sınıf temelinde bölme” zaafı gerekçesiyle savunulmaktadır. Gerek sınıfların ve sınıf mücadelesinin reddine dayanan anlayış, gerekse de ileri sürülen mevcut “demokratik toplum” tasavvuru, sınıf işbirlikçiliğini savunan anlayış ve yaklaşımından başkası değildir. Burjuvazinin egemen sınıf olduğu şartlarda bu sınıf iş birliği proletaryanın değil, burjuvazinin lehinedir. Pek tabii ki, demokrasi ve “demokratik toplum”da onların sınıf demokrasisi özünde karakter kazanır…

Komünistlerin ulusal soruna dönük çözümü etnik, coğrafik, ekonomik, kültürel vb. gibi şartlara göre belirlenmiş bölge temelinde, geniş demokratik özerklik, yerinde yönetim olarak kendi kendini yönetme özüne oturan sosyalist çözüm modeliyken, soruna dönük temel yaklaşımı uluslar arasında tam hak eşitliği ve temel ilkesi Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Etme Hakkı ilkesidir (UKKTH’dir). Proleter devrimciler UKKTH ilkesini kayıtsız şartsız olarak tanır, savunurlar. Kürt ulusal sorunundaki yaklaşımları da bu ilke ve anlayış temelinde biçimlenir. Kürt ulusal hareketi ile “TC”devleti arasında aktüel olan sürece yaklaşımları da aynı arka plandan feyz alır… Lakin, Öcalan yeni paradigmasıyla UKKTH ilkesini bir çırpıda rafa kaldırmış, uluslar arasında tam hak eşitliğini yedi kat yerin dibine gömmüş, çözümü de “demokratik toplum” olarak mühürlemiştir. UKKTH ilkesini kaldırırken yerine ne koymaktadır? Genel teori ve savunularına göre, demokratik toplum, demokratik sosyalizm kavramlarını koymaktadır. Yani, UKKTH’i tedavülden kaldırıp “demokratik toplum” savını ileri sürmektedir… “Demokratik toplum” savı da “ulus devlet tarihte kaldı” fikrine uygun olarak teorize edilen devletsizlik savunusuyla noktalanmaktadır. Yani, demokratik toplum savı, yarı-anarşist anlayış olan devletsizlik savunusuna, hem de ulus devletin gericiliği ile gerekçelendirilen UKKTH’nin reddine merhem edilmektedir…

PKK’nin Nitel Tarifi Yeni Paradigma Çerçevesine Uyarlanmaktadır

PKK’nin kuruluştan bu yana, özellikle “TC” devleti ile girilen “ateşkes, barış, çözüm” gibi süreçlerle birlikte, kuruluş orijini ve genel amacına paralel aldığı Kürt Özgürlük Hareketi tanımlamasına ters orantılı olarak strateji değişikliklerine gittiği bilinmektedir. Öcalan’ın malum komployla tutsak edilmesinden sonraki süreçte bu strateji değişikliği spesifik hal aldı… Strateji değişikliklerine ve kuruluş çizgisinden geriye doğru kırılmalara rağmen, PKK kendisini Kürt Özgürlük Hareketi olarak tanımlamaktan vazgeçmedi; hala da Kürt Özgürlük Hareketi iddiasını korumaktadır. Öyle ki, PKK, Kürt Ulusal Hareketi biçimindeki tanımlamalara (ki, bu, Kürt Özgürlük Hareketi olmasıyla çatışmaz) karşı çıkarak ve kabul etmeyerek, “Kürt Özgürlük Hareketiyiz” tepkisi vermektedir.

PKK’nin Kürt Özgürlük Hareketi olup olmadığı tartışması yazımızın konusu olmayıp ayrı bir tartışmadır. Ancak genel manada özgürlük hareketidir denilebilir; denilebilir çünkü, PKK’nin tam bir özgürlük getirmeyeceği ileri sürülse de kısmi özgürlükler getireceği/getirebileceği bir gerçektir. Bu bağlamda PKK’nin bir biçimiyle Kürt Özgürlük Hareketi olduğu, en azından kuruluş kodları itibarıyla böyle olduğu söylenebilir. PKK’nin kendisini “Kürt Özgürlük Hareketi” olarak tanımladığı da unutulmamalıdır ki, bu çerçevede PKK’nin Kürt Özgürlük Hareketi olduğu genel bir kabuldür diyebiliriz… Buradan çıkarılması gereken veya objektif olarak çıkan sonuç; PKK’nin amacı, kuruluş ve mücadele nedeni (ve Kürt ulusuna vaadi de) Kürt ulusuna özgürlük getirmek, O’nu milli baskı ve zulüm prangalarından kurtararak özgür kılmaktır biçiminde özetlenebilir. Özgürlük hareketinin tutarlı karşılığı budur; özgürlük getirmek veya bu özgürlüğü getirmeyi amaç edinmektir… Ne var ki, gelinen aşamada ve girilen yeni strateji/paradigma zemininde özgürlük hareketi iddiası özünde terk edilerek, PKK’nin esasta Kürt-ulus varlığını kabul ettirme hareketi olduğuna zımnen varılmakta, bu zımni anlayıştan hareketle de PKK’nin miadını doldurduğu ilan edilmektedir. Böylece, PKK’nin Kürt Özgürlük Hareketi olduğu savı aslen reddedilerek çürütülmekte ve PKK objektif olarak Kürt-ulus varlığını kabul ettirme amacına indirgenerek buraya hapsedilmekte, dolayısıyla alabildiğine güdükleştirilmektedir. Zira özgürlük hareketi, bu özgürlüğü kazanmadan misyonunu doldurmuş olamaz. Hedeflediği özgürlüğü kazanmadan, ilhakçı-gaspçı “TC” devleti-iktidarıyla ve onun imtiyazları esasına oturan “demokratik toplum” tasavvuruna varmaz…

PKK Taktiksel Olarak Silahlı Mücadeleyi Geçersiz Görebilir Ama PKK Miadını Doldurmamıştır!

Meselenin başka boyutu da var… PKK’nin tıkandığı-gitmediği ve miadını doldurduğu iddia edilmektedir. Varsayalım ki, PKK miadını doldurmuş olsun, ama PKK Kürt varlığını kabul ettirme rolüyle sonuç alabilen ve sonuca gidebilen bir hareket olduğunu kanıtlamış olur. Ki, Kürt varlığını kabul ettirmesinden nasıl bir çıkarsama yapılır? Kürt varlığını kabul ettiren realite PKK ve silahlı savaşıydı. O halde aynı PKK silahlı savaşla başka sonuçlar da yaratabilir. Bu PKK’nin ve silahlı mücadelenin miadını doldurmadığını kanıtlar… Dolayısıyla, PKK’nin tıkandığı, gitmediği, miadını doldurduğu ve bu nedenle fesih edilmesi gerektiği biçimindeki yaklaşım toptan yanlıştır…

Strateji değiştirme sürecine girilebilir, bu son derece olası, normal ya da olağandır. Hatta savaş/silahlı mücadele taktiksel bakımdan geçersiz görülebilir, buna dönük farklı yaklaşım ve yorumlar getirilebilir; taktik siyaset bağlamında olmak kaydıyla devletle görüşmeler, anlaşmalar yapılabilir, taktik barış süreci geliştirilebilir… Ve tabii ki, savaşanlar barış yapabilir. Savaşmayanlar zaten barış halindedir. Evet sadece savaşanlar/savaşan taraflar barış yapar/yapabilirler fakat savaştan sonra gelen barış, savaşın sonucu olarak gündeme gelir ve sonuçlarını yenilen taraf ağır fatura olarak öder… Yapay bir yenilgi tarif edilmez ise, PKK ile “TC” devleti arasında yaşanan savaşta bir yenilgi/yengi süreci gerçekleşmedi. O halde barışın üzerinde yükseldiği zemin, savaşan taraflardan birinin elde ettiği galibiyet ve mağlubiyet sonucu değil, esasta ideolojik-teorik açmazlar ya da yaklaşımların ürünü olan başka sebeplere; sübjektif-zorlama ve yapay sebeplere dayanmaktadır. Burada iki tarafta da bir kırılma durumunun olduğu iddia edilebilir. Fakat önemli olan gelişen sürecin hangi taraf lehine, hangi taraf aleyhine olduğudur. Ya da barış sürecinin adil, eşit ve demokratik normlarda gelişip gelişmemesidir. Elbette tek taraflı olarak bir tarafın imtiyazlarına dayanan ve iki taraf arasında tam hak eşitliğine dayanmayan bir barış süreci benimsenemezdir, göreli bir barış sürecidir. Ki taraflar arasında yaşanan bu barış sürecinde tarafların ne kazandığı ne kaybettiği belli değil; özellikle Kürt ulusunun kazanımları açısından tamamen muğlaktır… Kısacası, bu barış sürecinin savaşan iki taraf arasında kaçınılmaz olarak gündeme gelen bir barış süreci olmadığı olgulardan anlaşılmaktadır…

Marksizm’in Köklü Revizyonuyla Marksizm’in Radikal Yıkımına Azmetmek

Marksist teorinin geliştiği/geliştirildiği reddedilemez bir gerçektir. Ve Marksist teorinin geliştirilmesi bizzat Marksizm’in öğüdüdür. Leninizm ve Maoizm bu gelişimin veya geliştirmenin olgusal kanıtlarıdır. Dahası, Marksizm gibi, Leninizm ve Maoizm evresinin geliştirilerek ilerletilmesi de onun bilimsel dokusunun tezahürü ve gelişme-çelişki yasasını bir temel alan Marksizm (MLM) biliminin doğası ve buyruğudur… Ne var ki, MLM biliminin geliştirilmesi iddiasıyla ortaya atılan veya ortaya çıkan her yönelimin MLM ile doğru orantılı olmadığı da tarihsel tecrübelerle sabittir. Bu iddiaların çoğu kez MLM’nin sağdan revize edilerek yozlaştırılmasını hedeflediği de bilinmektedir… Aynı biçimde tecrübe edilen sosyalizmin aldığı geçici yenilgi sonrası, haklı olarak sosyalizmin sorunları bağlamında bir tartışma yürütmeyi de gündeme getirmiştir. Yenilginin nedenleri incelenip açığa çıkarılmadan ya da sosyalist toplumda yaşanan hata ve eksiklikler objektif bilimsellikle açığa çıkarılmadan ne yenilgi ters yüz edilebilir ne de sosyalizm temsil edilebilir. Nitekim bu kapsamda UKH içinde yaygın ve yoğun bir tartışma sürdü, sürmektedir de… Öcalan da kendi cephesinden bu tartışma sürecine dahil olmakta ve bu sürece katılarak sosyalizme dönük eleştirilerde bulunmaktadır. Ancak, Öcalan bu tartışmaya (mevcut fikir ve eleştirileri bağlamında) pozitif cepheden değil, negatif cepheden katılmakta, MLM’nin temellerine yönelmektedir. Sınıfları ve sınıflar mücadelesini reddeden yaklaşımlarıyla köklü bir kopuşu temsil ederken, sınıf mücadelesine yaklaşımları ve demokratik toplum teziyle alenen sınıf iş birliğini benimsiyor… Ki, “bugünkü topluma demokrasi demek gerekir” mealindeki ifadeleriyle bu değerlendirmemizi tartışmaya yer bırakmayacak açıklıkta doğrulamaktadır.

Yukarılarda eleştirel değinilerle özetlediğimiz konular aşağıda bizzat Öcalan’ın perspektif metninden yaptığımız aktarımlarda görülecektir. Fakat yaptığımız alıntıların ayrıntılı olarak eleştiriye tabi tutulması gerçek manada uzun bir metne ihtiyaç duyar ki, bu, bu yazıyı aşan bir uğraştır. Dolayısıyla, alıntıladığımız fikirleri mümkün olduğu ölçüde özet tutmakla yetineceğiz…

Perspektif metninde ne diyor Öcalan; ‘‘Tarihsel materyalizm sınıf savaşı yerine ‘komünü’ ikame etmeli. (…) Sınıf çatışmasına dayalı tarihsel materyalizm ve sosyalizm tanımı yerine, devlet ve komün ikilemine dayalı bir tarihsel materyalizm ve sosyalizm alternatifinin daha doğru olduğuna inanıyorum. Marksizm’i gözden geçirmeyi, bu kavram yerine gerçekleştirmeyi daha doğru buluyorum. Yani tarih bir sınıf savaşımı tarihi değil, bir devlet ve komün çatışmasından ibarettir. Marksizmin bu sınıf ayrımına dayalı çatışma teorisi reel sosyalizmin çöküşünün ana nedenidir. Eleştirmeye bile gerek yoktur. Ama nedenlerinin başında bu sınıf ayrımına dayalı sosyolojiyi inşa etmeye çalışması gelir. Peki bu ayrımın yerine geçen devlet ve komün ikilemi ne anlama geliyor? Çok değerli bir tespit. Veya biliniyor ama sistematize edilmemiş. Benim burada yaptığım bir sistematik düşünmedir. Tarihsel materyalizmi bu kavram setinde çözümlemek istiyorum. Ayrıca güncel sosyalizmi sınıf diktatörlüğüne dayalı bir komünizm değil de devlet ve komünalite ilişkilerini düzenleyen bir kavram setine dayandırmak istiyorum.”

Öcalan Sınıflar Mücadelesini Reddediyor

Tarihsel materyalizmin neden sınıf savaşı yerine ‘Komünü’ ikame etmesi gerekiyor? Bu neyi değiştirecek, hangi zayıflığı ve teoriyi tahkim edecek? Teoriyi tahkim mi edecek, tahrif mi edecek? Açık ki, köklü tarihsel düşmanlıkla uzlaşmaz sınıf çelişkilerine dayanan sınıflı toplumlarda ya da bir sınıfın (burjuvazinin) öteki sınıfı (işçi sınıfını) ezip sömürdüğü, baskı ve esaret altında tutarak köleleştirdiği sınıflı bir toplumda, sınıflar mücadelesini reddetmek Marksist teoriyi tahkim değil, alenen tahrif etmektir. Ki, Öcalan’ın argüman, anlatım, yaklaşım ve mantığında sınıfsal bir nitelemeye neredeyse rastlamak olası değil. Zira sınıfları ve sınıf mücadelelerini mutlak biçimde reddediyor…

Komün de sınıfsal bir topluluk veya toplum biçimidir. Dolayısıyla komün kavramını sınıflara yabancı ve kayıtsızmış gibi, sınıf kavramının karşısına koymak tutarsız, anlamsız, yapay ve zorlama bir karşıtlık yaratmaktır. Sınıfları ve sınıflar mücadelesini reddetmek fiilen komünü de reddetmektir; şayet komün anladığımız gibi burjuva egemen sınıfları yadsıyan içerikte tarif ediliyor ise komün ile sınıf aynı anlama gelir… Komünist toplum veya sosyalizm yerine, komün kavramını koymak ileriye doğru değil, geriye doğru bir tahkim ya da tahrifatçı bir tahkimdir. Bilimsel teorinin öngördüğü en ileri ve tek dünya toplumu örgütlenmesi komünizmdir. Komünizmden komüne dönüş geriye dönük değilse, anlamsızdır veya manipülasyon amaçlı kulağı tersten göstermektir… Dahası, komün sosyalist veya yeni demokratik toplum içinde ve sürecinde yer alan bir örgütlenme biçimidir. Sovyet, meclis, kooperatif, kolhoz-solhoz vb. gibi, komün de devrimci ve sosyalist topluma özgü bir örgütlenmedir. Başka deyişle, komünün dünya ölçeğindeki örgütlenmesi komünist toplum, tek-tek ülkelerdeki örgütlenmesi ise sosyalist toplum olarak ifade edilebilir.

Öcalan, Marksizm’i (MLM’yi) kökten reddediyor, radikal sağ tasfiyesini üstleniyor. Marksizm’i kökten reddediyor çünkü, Marksizm’in kapitalizmden komünizme geçişte bir ara geçiş toplumu olan sosyalizmi, anlam noksanlığından ibaret olan ya da anlamsız olan “demokratik sosyalizm” argümanıyla reddediyor. Sınıfları, sınıflar mücadelesini ret ve inkar ederek Marksizm’i (MLM’yi) kökten reddetmiş oluyor. Zira, Marksizm, kendisinden önceki felsefe ve diyalektikten farklı olarak, diyalektik yasa olan çelişki yasasını topluma, toplumsal gelişme ve çelişkilere uyarlayarak, sınıflar mücadelesi yasasını keşfediyor. Ki, Marksizm’i ayırt eden temel özelliklerden biri, çelişki yasasını topluma uyarlaması ve sınıflar mücadelesi yasasını keşfetmesidir. (Ve tam da bundandır ki, son derece isabetli olarak toplumlar tarihinin gelişimini, gelişim yasasını açıklayarak “toplumlar tarihinin gelişmesi sınıf mücadelelerinden ibarettir” tespitinde bulunmuştur.) Şayet Marksizm bütün bunları yapmamış olsaydı, kendinden önceki felsefe ve diyalektikten kopamaz, siyasi ve nitel anlamda onlardan farklı olamazdı. Marksizm’in devrimciliği, esasta çelişki yasasını topluma uyarlayarak sınıflar mücadelesi yasasını keşfetmesi ve bunun teori-pratiğini gerçekleştirmesinden ileri gelir; onun irade-eylem birliği ilkesine dayanan eylemsel niteliğinde karşılık bulur. “Dünyayı yorumlamak yetmez, aslolan onu değiştirmektir!” derken, doğrudan devrimci sınıf mücadelesini, sınıf savaşları yoluyla gerici iktidarların devrim yoluyla yıkılıp işçi iktidarlarının, proletarya diktatörlüğü/devletinin kurulmasını işaret ediyordu Marksizm! Eğer sınıflar ve sınıflar mücadelesi olmasaydı, Marksizm ne işçi sınıfı bilimi olurdu ne de Marksizm olurdu; başka bir şey olabilirdi ama Marksizm asla!…

Öcalan’ın iddia ettiği gibi, Marksizm (MLM), tüm tarihi ya da bütün insanlık tarihini sınıflarla başlatmıyor, sınıflar mücadelesiyle açıklamıyor. Bilakis, sadece toplumlar tarihinin ilerlemesini sınıflar mücadelesiyle açıklıyor; “toplumlar tarihinin ilerlemesi sınıf mücadelelerinden ibarettir” diyor. Marksizm bunu derken son derece haklı, tamamen bilimseldir. Misal, köle isyanları olmasaydı köleci toplum aşılabilir, feodal topluma geçilebilir miydi? Ya da burjuva devrimler/burjuva demokratik devrimler olmasaydı, feodal toplum aşılarak burjuva kapitalist topluma geçilebilir miydi? Ve şayet, işçi sınıfı mücadelesi ve devrimleri olmasaydı, sosyalist topluma ulaşılabilir miydi?… Burjuva devrimlerden işçi sınıfı/proleter ve halk devrimlerine kadar yaşanan bu devrimler neyi teyit eder ne devrimleriydi ne sonuçlar doğurdular? Bu süreç, toplumlar tarihinin sınıf mücadeleleri/devrimleri yoluyla gelişip ilerlediğinin tanığıdır. İlkel komünal toplumdan sosyalist topluma kadar ilerleyiş bu zeminde gelişmiştir; değilse bu toplumlar tarihindeki bu ilerleme neyin ürünü olarak ve nasıl gelişti izah edilmek durumundadır.

Öcalan buna ikna edici, rasyonel ve bilimsel bir yanıt vermiyor, veremiyor… Bilimsel olmasa da bir yanıt veriyor; “Tarih (…) bir devlet ve komün çatışmasından ibarettir” diyor. Burada yapılan şu, sınıf mücadelesinin inkarı için, sınıf mücadelesi yerine komün kavramını koymaktır bu bir. İki, sınıf niteliği/siyasi niteliği vb. belirtilmeden genel geçer “devlet” kavramı kullanılarak, aslında burjuva/gerici sınıf devletine değil, her türden devlete karşı olduğunu zımnen anlatmış, söylemiş oluyor. Devletsizlik, tarihsel koşul ve şartlar dikkate alınmadan savunulduğunda anarşizme denk düşen bir durumken, burada sergilenen devletsizlik Öcalan’ın başını ağrıtacak bir savunu biçimidir. Zira, Öcalan devletsizlik tezi-savunusunda tutarlı değildir. Ulus devlete karşı çıkma gerekçesiyle, Kürt ulusal hareketinin demokratik toplum ve demokratik siyaset sürecine geçerek “devleti hedeflemez” olan bir hareket olarak tarif ederken, Kürt ulusunun devletini isteme ve kurma süreçlerini reddediyor ama geliştirilen yeni süreci “TC” devletiyle birlikte geliştiriyor vb. vs… yani, Kürt sorunu bir Kürdistan sorunuyken, Öcalan Kürt ulusu için bir devlet öngörmüyor, bu devlet hakkını ortadan kaldırıyor. Ama “TC” devleti ile ilgili aynı tartışmayı yürütmüyor. Bilakis onun Orta Doğu’da gelişip güçlenmesini olumlayarak, Orta Doğu’da bir güç olmasını istiyor. Ve fiilen de süreci, “TC” devleti ile ve bu devletin icazeti ile yürütüyor…

Toplumları oluşturan sınıflardır. Toplumun dinamik çelişkisi sınıf çelişkisidir. Mücadele bu çelişki zemininde iki sınıf arasındaki çatışma biçiminde cereyan eder, bu çelişki ve mücadele ekseri olarak dinamiktir. Bir sınıf zor-şiddet yolu ve son tahlilde silahlı savaş ve baskı unsurlarıyla öteki sınıf üzerinde üstünlük kurarak iktidarı elinde tutar, ele geçirir vb… bu sınıflar mücadelesinin ta kendisidir, toplumlar tarihini ilerleten siyasi dinamiktir…

Her toplum sınıflardan/iki sınıftan oluşur ve her toplumsal aşama bir sınıf niteliği taşır. Sosyalizm de bir sınıfın damgasını taşır, bir sınıfın diktatörlüğü/devleti olarak nitelik taşır. İsterse “demokratik” ekli sosyalizm olsun, sosyalizmi savunmak ama sınıfları inkar etmek ve sınıflar mücadelesini reddetmek tamamen eğreti, hepten tutarsız, tam bir paradokstur. Sosyalizm sınıflar mücadelesinin ürünüdür, işçi sınıfı önderliğinde geniş halk kitlelerinin katıldığı devrimci sınıf mücadelesiyle/işçi sınıfı mücadelesiyle kazanılır ki, sınıfsız sosyalizm yoktur…

Diğer taraftan, bilimsel teori, yani Marksizm (MLM) nesnel gerçeğe dayanır, tüm teorisinde nesnel gerçeklikten beslenir. Teoriyi pratikten çıkarır, ona dayandırır; keyfi olarak veya pratikten ve nesnel gerçeklikten bağımsız bir teori üretmez. Yani, sonuca varmak için emarelerden yola çıkar; neden-sonuç ilişkisi içinde olay ve olgulara yaklaşır. Bilimsel yöntem budur. Lakin Öcalan, mealen “bu kavram setine dayandırmak, çözümlemek istiyorum” diyerek, istem(in)e göre belirlemeler yapmış oluyor, nesnel olgu-olay ve gerçeğe ya da sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına göre değil; bilimsel ilkelere göre hiç değil…

Bütün bunlara karşın, Öcalan sınıflar mücadelesi tezinin hatalı olduğunu ileri sürüyor. Marksist otoritelerin temel hatasının bu olduğunu söylüyor; geliştirmeye çalışsalar da bunu başaramadıklarını ileri sürüyor. Ulusal hareketin sınıf mücadelesini reddetmesi anlaşılır, zira ulusal hareket sınıfsal kökeni itibarıyla son tahlilde burjuva harekettir. Lakin Öcalan bunu sosyalizmi savunma, sosyalizmi geliştirme adına, bu iddiayla yapıyor. (Tıpkı tarihte Marksizm’in sağdan/burjuva açıdan revize edilmesini yine Marksizm tabelasını kullanarak yapan revizyonistler gibi… Öcalan’ın ifadesiyle; “Buna Marxizmin en köklü revizyonu diyoruz. Marxizmin sınıf kavramı yerine komünü geçiriyoruz. (…)” Öcalan, bu revizyona, Marksizm’in yetersizliklerini tamamlayarak aşma iddiasıyla pozitif mana yüklese de bu revizyonun negatif içerikte olduğu aşikardır. Bunu devam eden eleştirilerimizde, ilgili bölümlerde görmüş olacağız.) Öcalan, sosyalizmi “savunarak” onun “geliştirilmesini” üstleniyor. Ama burjuvaziyle birlikte ve bir sınıf mücadelesi olmadan bir demokratik toplum tasavvuruyla bunu yapıyor. Öcalan’ın perspektifinde ortaya koyduğu demokratik toplum tezi, sınıfın, sınıflar mücadelesinin reddi ve sınıflar arası çelişkinin siyasi yansıması olan sınıflar mücadelesi yerine devlet ve komün çelişkisini koyması şeklindeki teorilerinin tümü tutarlılık arz etmeyen görüşler olmakla birlikte, Marksizm’e, sosyalizme, bilimsel sosyalizm teorisine taban tabana zıt ve yanlış fikirlerdir…

Devam edecek…

Bu yazı Halkın Günlüğü Gazetesi‘nin Eylül-2025 tarihli 52. sayısında yayımlanmıştır.

Yazının birinci bölümünü okumak için tıklayın.

 

https://gazetepatika23.com/marksist-teori-pratigin-reddiyesi-ve-siniflar-mucadelesinin-bittigi-safsatasiyla-sosyalizm-gelistirilmez-1-168562.html

 

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)