19 Aralık 2022 Pazartesi

Maraş, 19 Aralık Cezaevleri, Roboski... Konuk: Hasan gülbahar

 


Maraş, 19 Aralık Cezaevler ve Roboski Katliamları
33 yılını zindanlarda geçirimiş, bu ve buna benzer daha onlarca katliama tanık olmuş eski politik mahkum ve insan hakları savuncusu sayın Hasan Gülbahar ile  canlı yayın...
 Aralık ayı katliamları üzerine konuşma..
Konuk : Hasan Gülbahar Eski Politik Mahkum, İnsan Hakları Savunucusu
Moderatör: Hüseyin İşli


https://www.facebook.com/watch/live/?ref=watch_permalink&v=469178988629718 

BİR İŞKENCEHANE OLARAK SANSARYAN HAN VE SÜLEYMAN CİHAN!

 

 15.12.2022

 http://halilgundogan.blogspot.com

Halil GÜNDOĞAN

 Dün, Sansaryan Han’a ilişkin bir haber okudum gazetelerde: “92 yıl sonra Sansaryan Han için tarihi karar.” başlığı altında, özetle, şunlar aktarılmaktaydı:

 “Ermeni fakir çocukların eğitim masraflarının karşılanması amacıyla vakfedilen ancak 1930

yılında devlet tarafından el konulan ve uzun yıllar İstanbul Emniyet Müdürlüğü olarak kullanılan Sansaryan Han, Anayasa Mahkemesi kararıyla 92 yıl sonra Ermeni vakfına geri verilecek.”[1]

 Öncelikle ifade etmem gerekiyor ki; elbette, Anayasa Mahkemesi’nin, gecikmeli de olsa, devlet zoruyla gasp edilen bu mülkün, sahiplerine iade edilmesi yönündeki kararı olumlu ve önemlidir.

 Devamı »http://halilgundogan.blogspot.com


17 Aralık 2022 Cumartesi

Birleşik Mücadele Güçleri (BMG)

 

Birleşik Mücadele Güçleri (BMG)

Birleşik Mücadele Güçleri (BMG), “Açlığa, faşizme ve işgale karşı tek yol devrim” başlıklı kampanyası kapsamında yürüttüğü çalışmalarını bugün akşam saatlerinde HDP Bağcılar ilçede yapılan panelle sürdürdü.

Saygı duruşunun ardından konuşmalarına başlayan panelistler, ilk sözlerine Aralık ayında yapılan katliamlarda yaşamını yitirenleri anarak başladı.

‘Devrim günceldir ancak nasıl örgütlenecek bu önemli’


 


16 Aralık 2022 Cuma

Lorenzo Orsetti…Orso, Tekoşer, Lorenzo...


Lorenzo Orsetti…

Nubar OZANYAN yazdı —alıntı.ÖzgurPolitika

 

Aylarca birlikte kaldık. Bir İtalyan köylüsü gibi duruyordu. Derme çatma Kürtçesiyle “Kefxweş” diyerek herkes üzerinde bir sevgi izi bırakıyordu. Tüm savaşçılarla yoldaşlığın diliyle iletişim kuruyordu. Efrîn’de gösterdiği direnişle herkesin haklı saygısını kazanmıştı. 

Yolculuk boyunca başını arabanın arka koltuğuna yaslayarak uyurdu. Yaptığımız yolculuklarda Lorenzo’yu uyanık görmek neredeyse mümkün değildi. Araç içinde uyuyarak saatlerce yolculuk yapabilirdi. Ama “yeni bir özgürlük hamlesi olacak” cümlesini duyduğunda ne gözünde uyku belirtisi ne de yorgunluktan eser kalmazdı. Barış halinden savaş haline, uyku halinden silahlı tekmil haline nasıl hızlıca geçildiğinin örneğiydi Lorenzo.

Doğa ve hayvan sevgisi güçlü olan Lorenzo’nun silah ve özgürlükle kurduğu ilişki her şeyin üstünde ve önündeydi. Rojava Devrimi’ne katılmak için gelen enternasyonalist savaşçılar içinde özgün bir yerde duruyordu. Sanki silah ve devrimci savaş için doğmuştu. Tıpkı Nubar Ozanyan yoldaş gibi... Her şeyini devrimci savaşa ve silaha feda eden korkusuz duruşu, herkes üzerinde ciddi bir saygınlık ve derin bir sempati yaratıyordu.  

Aylarca birlikte kaldık. Bir İtalyan köylüsü gibi duruyordu. Derme çatma Kürtçesiyle “Kefxweş” diyerek herkes üzerinde bir sevgi izi bırakıyordu. Tüm savaşçılarla yoldaşlığın diliyle iletişim kuruyordu. Efrîn’de gösterdiği direnişle herkesin haklı saygısını kazanmıştı. QSD’nin devrimci hamlelerine katılacak enternasyonalist savaşçıların başında gelirdi.  

Lorenzo, Efrîn direnişinde büyük bir fedakarlık gösterdi ve halkla kurduğu ilişkide örnek oldu. Ona kalsa Efrîn’den bir adım bile geri çekilmemek gerekirdi. Çekilme kararı üzerinde derin bir acı bıraktı. “Efrîn nasıl terk edilir?” diye günlerce düşündü. “Bir başka hamleye, bir başka direnişe!” hazırlanması gerektiğini söylediğimizde bu sözlerimiz içine sinmese de kabul etmekten başka seçeneği olmadığını biliyordu.  

O “başka bir direniş günü”nün geldiğini duyduğu ve Bahoz hamlesine katılacağını öğrendiği andaki sevinci görülmeye değerdi. “Bir insan savaşa katılmaktan nasıl bu kadar mutlu olabilir?” sorusunun yalın bir İtalyan Partizan yanıtıydı o. Ona baktıkça Nubar Ozanyan yoldaşı anımsıyordum. Günlük yaşamda fazlasıyla sessiz ve sade olan bir insanın “hamle, cephe, direniş” sözünü duyduğunda dünyanın tüm ağırlığından kurtulup bir anda başka bir heyecan ve mutluluk haline nasıl geçtiğini ancak Lorenzo’ya bakarak anlayabilirdik.

Karargah yaşamının rutine bağlanmış günlük görevlerinden bir an önce çıkıp hareketli ve silahlı direniş yaşamına geçmenin ismiydi Lorenzo Orsetti. Onu, İtalya’nın Floransa şehrinden çıkıp haritada daha önce yerini bile bilmediği Rojava’ya getiren güçlü fırtınanın devrimci bir damlasıydı Lorenzo. Lorenzo’nun gözlerinde ve pratiğinde İtalyan partizanlarının faşizme karşı onurlu direnişinin parıltıları görülüyordu. Kapitalizmin sömürü ve maddiyat dolu kirli dünyasına büyük tepkiydi. Kölelik dünyasından koparak devrim ve özgürlüğün doygunluğunda dolaşıyordu. Gözü ne mal ve mülkte ne de gösterişli bir kariyerde olmadı.   

Der Zor’un özgürleştirilme hamlesine katılmadan önce zarf haline getirdiği düzensiz bir kağıt parçası içine saklı bir mektup bıraktı. Sonra okumamı söyledi. Belki de son yolculuğu olacağını hissettiği için bıraktığı mektubu sonra okumamızı istedi. Ölümsüzleştiği haberini aldığımızda mektubu açtık. İtalyanca yazılmıştı. Bir şekilde tercüme ettirebildik. Türkçe, Kürtçe ve Arapça başta olmak üzere çeşitli Avrupa dillerine çevrildi. Asla unutamayacağım bu mektup, devrimci bir vasiyet gibiydi. Gözlerim mektupta, sözleri kulaklarımda çınlamaya devam ediyor.
Devrimin İtalyan partizanın anısına saygı ve hürmetle...  

“Ciao! Eğer bu mesajı okuyorsanız, bu benim hayatta olmadığımın işaretidir. Ah, sakın üzülmeyin! Ben bu şekilde iyiyim; pişmanlıklarım yok. Doğru olduğunu düşündüğüm şeyi yaparken öldüm, en zayıf olanları savundum ve adalet, eşitlik, özgürlük ideallerime sadık kaldım. Yani erken gidişime rağmen hayatım hala başarılıdır ve dudaklarımda gülüşümle gittiğimden neredeyse eminim. Bundan daha iyisini isteyemezdim.
Sizin için her şeyin en iyisini diliyor ve (eğer henüz yapmıyorsanız) bir gün sizin de bizden sonrakiler için hayatınızı verme kararı almanızı umuyorum. Çünkü dünya yalnızca bu şekilde değiştirilebilir. Ancak her birimizin içinde bulunan bireyselliği ve egoizmi yenerek fark yaratabiliriz. Bunlar zor zamanlar biliyorum ama sakın vazgeçmeyin, umudunuzu yitirmeyin; asla! Bir an bile.
Her şey kaybedilmiş gibi gözükse de, kötü şeyler insanlara acı verse de ve dünya dayanılmaz hale gelse de güç bulmaya devam edin ve bunu yoldaşlarınıza aktarın. Tam da bunun gibi karanlık anlarda bu ışık yardımcı olacaktır. Ve her zaman hatırlayın: “Bütün fırtınalar küçük bir damla ile başlar.”
Siz de bu damla olmaya çalışın. Hepinizi seviyorum ve sözlerimi değerli bulmanızı umuyorum.
Serkeftin!
Orso, Tekoşer, Lorenzo...” 


Nubar OZANYAN yazdı —

11 Nisan 2022 Pazartesi - 23:3

 

 

14 Aralık 2022 Çarşamba

HBDH Avrupa eyleme çağrı yaptı


 

HBDH Avrupa  

Açıklamanın sonunda HBDH Avrupa 17 Aralık 2022 günü, saat 13.00’de Disburg Haupbahnof önünde gerçekleştirilecek eyleme çağrı yaptı.

 “Bugün Türkiye ve Kuzey Kürdistanlı ve Avrupalı devrimci, demokrat örgütlerin sömürgeci faşist Türk Devleti ve bölge faşist devletlerine, emperyalizme karşı ortak direniş hattını örmek gibi önemli bir görevle karşı karşıyayız. Ve dünyada karşı devrimci dalganın böylesine güçlü olduğu bir süreçte, akıntıya karşı durmak, yol açmak ve yol almak kolay değil oldukça anlamlı ve değerlidir. Devrimi halkların yaşamında somut bir gerçekliğe dönüştürme görevinin ortak mücadele hattını büyütmekten geçtiğinin farkındayız.” sözleriyle başlayan açıklamada, Türk Devleti’nin Rojava Kantonlarına yönelik hava saldırılarını aralıksız devam ettiğine, Suriye Şam Rejim Hükümetinin de Şehba, Şex Meqsud kantonlarına ambargo uygulayarak, işgalci Türk ordusunun saldırılarına destek sunduğuna, bu saldırılar karşısında Rojava devrimini savunmak görevinin tüm dünya halklarına, eşitlik, özgürlük ve demokrasi mücadelesi yürüten bütün siyasal kuvvetlere düştüğüne dikkat çekildi.

 

 Açıklamanın sonunda HBDH Avrupa 17 Aralık 2022 günü, saat 13.00’de Disburg Haupbahnof önünde gerçekleştirilecek eyleme çağrı yaptı.

Liberallerin ve Ulu“sol”cuların Solculuğu-2

 

 SENTEZ | Kemalizm Sol Değildir!

  Liberallerin ve Ulu“sol”cuların Solculuğu-2 

  "Liberaller ve ulu“sol”cular bu iki farklı cephe, Kemalizm konusunda anlaşamasalar da, Marksizm’i revize etme ve “sol”u, burjuvazinin kabul edebileceği noktaya çekme konusunda birleşiyorlar. Farklı kulvarlarda yürüyerek aynı bulvarda buluşmak buna denir."

 Komünistler, “ne mutlu Türk’üm”, “ne mutlu Alman’ım”, “ne mutlu Fransız’ım” diye övünmez. Eğer övünmek gerekiyorsa, “ne mutlu komünistim” diye övünürler ve bunu da her yerde gururla ilan ederler.

Komünizm birleştiricidir, ulusalcılık ise ayrımcılık ve bölücülüktür. İşçi sınıfı ve emekçileri ulusal kimliklerine göre bölme burjuva politikasıdır. Burjuvazi, kendi sınıfsal çıkarları için kitleleri “ulusal bayrağı” altında toplanmaya çağırır. Sınıf bilinçli işçi sınıfının bayrağı ise bütün dünyada tekdir: 

Kızıl bayraktır.

Kızıl bayrak; emperyalizme, feodalizme, kapitalizme, ataerkiye, faşizme ve her türlü gericiliğe karşı mücadeleyi ve sömürüsüz, sınıfsız, sınırsız bir özgürlükler dünyasını temsil eder. Burjuvazinin ay yıldızlı bayrağı ise bir avuç burjuvazinin toplumun ezici çoğunluğu üzerinde baskıyı, sömürüyü ve zulmü temsil eder.

 14 Aralık 2022

13 Aralık 2022 Salı

Liberallerin ve Ulu“sol”cuların Solculuğu-1-

 


 Liberallerin ve Ulu“sol”cuların Solculuğu-1- (Sentez)

"İşçi sınıfının devrimciliğine karşı çıkanlara sol denebilir mi? Ya da bunlar gerçekten sol olabilir mi?"

Sınıflı bir toplumda, bu toplumun alternatifi olarak sınıfsız toplumu öngören ve bunun mücadelesini veren Marksizm-Leninizm-Maoizm’in eleştirilmemesi, özellikle de mülk sahibi sınıfların ideolojik ve siyasal temsilcilerinin eleştirileri ve demagojik saldırılarına maruz kalmaması düşünülemez.

Bunlara ek olarak, ezilen küçük burjuva kesimlerden de Marksizm adı altında Marksizm’e yönelik saldırıların ya da ideolojik eleştiri adı altında çarpıtmaların olmaması beklenemez. Mülk sahibi sınıfların, Marksizm’e yönelik eleştirileri direkt gelirken, kendine “Marksist” maskesini takan küçük burjuva kesimlerin eleştirileri dolaylıdır ve bu da işçi sınıfını ve emekçileri olumsuz yönde en çok etkileyen olgudur.

Sınıf mücadelesinin çatışmalı diyalektiği içinde, karşıt sınıfların ideolojilerinin de birbirlerine karşı eleştirel olması, toplumun sahip olduğu üretim ilişkilerinin çatışmalı diyalektiğinin doğasından gelmektedir. Egemen sınıfların toplumdaki egemen ideolojinin[1], baskı altında tutulan işçi sınıfının ideolojisi karşısındaki üstünlüğü, onun bilimsel doğruluğundan değil devlet iktidarını elinde bulundurmasından ve kendi karşıtı ya da alternatifi ideolojileri savunan sınıflar üzerinde aşırı baskı uygulamasından, devletin gerici şiddetini onlara karşı kullanmasından gelmektedir.

Üretim araçların mülkiyetini elinde bulunduran mülk sahibi sınıfların (burjuvazi), devlete egemen olması, küçük mülk sahibi sınıfları etkilediği gibi gelir düzeyi işçi ve emekçilere göre yüksek olan şehir küçük ve orta burjuvazisini de ciddi bir şekilde etkilemektedir.

Bu küçük ve orta burjuva sınıfların büyük burjuvazi tarafından ezilmelerine karşın, ekonomik durumlarından kaynaklı yükselme ve sınıf atlama istekleri onları, daha çok büyük burjuvazinin ideolojisinden etkilenmeye yatkın hale getirir. Toplumsal devrim dönemlerinde yani işçi ve emekçilerin sınıfsal mücadelelerinin yükseldiği dönemlerde daha çok işçi sınıfının yanında görünmelerine ya da durmalarına karşın, ideolojik olarak da aynı yerde durduklarını söylemek yanlış olur. Küçük burjuvazi, gericilik dönemlerinde siyasal olarak da burjuvazinin yanında yer alarak gerçek niteliğini açıkça ortaya koyar.

Marksizm’e böylesi dönemlerde saldırılar daha da artar. Burjuvazinin anti-Marksist cephesi, yeni bir şey keşfetmişler gibi Marksizm’e yüklenir. Gericiliğin getirdiği güç içinde adeta saldırı sarhoşluğu içine girerler. Sanki yüz yıllardır topluma sosyalizm egemenmiş de onlar yeni kurtulmuş gibi sosyalizme ve onun kazanımlarına saldırırlar. Kapitalizmin nimetlerinden söz ederler. Burjuva demokrasisinin “özgürlükçü”lüğünü övmekle bitiremezler. Bunlar o kadar ileri giderler ki, kapitalizmin işçi ve emekçileri zorla köleleştirici baskı ve sömürülerini, katliamlarını görmezden gelerek, bireysel özgürlüklerin genişlemesinden söz ederler. Ve Marksist iktisadın, sorunları salt ekonomik açıdan ele aldığını ileri sürerek, emperyalist neo-liberal politikaları, burjuvazinin toplumu ne kadar ileri taşıdığının göstergeleri olarak ileri sürebilecek denli riyakarlığı meslek edinirler.

Marksist görünüp Marksizm’e karşı çıkanların, eleştirenlerin, kapitalizme karşı alternatifleri yine kapitalizmdir. Görünüşte kapitalizme karşı çıkar gibi davranırlar, ancak kapitalizmin karşısına alternatif bir sistem koymazlar, kapitalizmin özgürlükleri biraz daha geliştirmesini isterler. Görüşlerini, “serbest piyasa özgürlüğe, düşünce özgürlüğe” altında toplarlar. Ekonominin serbestliğinden kasıt, mülkiyetçi kapitalist ekonomik sistemin sürdürülmesi, düşünce özgürlüğü ise burjuvazinin ve küçük burjuvazinin kitlelerin kafasını bulandırma özgürlüğüdür.

Solu tanımlamak

Toplumun sağ-sol olarak kategorileşmesinin tarihsel çıkış noktalarının bilinir olması bir yana, Marksizm’in bir bilim olarak ortaya çıkışı (ki, toplumun sağ-sol kategorileşmesi de kapitalizmle birlikte, burjuvaziyle proletaryanın ortaya çıkışıyla beraber başlamıştır, daha önce değil) ve gelişmesinden sonra sağ-sol kavramları yerli yerine oturmuştur. Sağ kavramı, ezilen yığınların karşısında duran burjuvaziyi ve ona bağlı gericiliği temsil etmektedir.

Sol kavramı ise burjuvazi ve gericiliğin karşısında duranlar, toplum içinde ileriyi temsil edenleri içeriyor. Daha özel bir tanım yapılırsa; anti-kapitalist, anti feodal, anti-faşist, anti patriyarkal ve anti-emperyalist bir içeriğe sahip olmak sol demektir.

Bu saydıklarımızı kendi içinde barındırmayan bir siyasal akım ya da bireysel duruşa gerçek anlamda sol denemez. Salt anti-emperyalist, anti-faşist olmak sol olmayı değil, olsa olsa demokrat bir duruşu ifade edebilir. Ama bunların yanında anti-kapitalist olmak sol’u içerir. Çünkü sol demek, sömürü ve baskıya karşı olmak, onun karşısında sömürüsüz, baskısız ve sınıfsız bir toplumsal sistemi; sosyalizmi ve komünizm savunmak demektir. Sosyalizmi savunup komünizmi savunmamak solu savunmak adına tutarsızlıktır. Komünizmi savunmayanlar sosyalizmi de savunamazlar. Sosyalizm ve komünizmi birbirinin karşısına koymak, birini diğerinin anti-tezi yapmak, sapla samanı karşı karşıya koymak gibi bir şeydir. Çünkü sosyalizm gerçekleşmeden komünizm gerçekleşemez. Sınıflı toplumdan sınıfsız topluma geçişte sosyalizm komünizmin ilk aşamasıdır. Sosyalizm merdivenini atlayarak bir ileri tarihsel merdivene geçilemez.

İşçi sınıfının devrimciliğine karşı çıkanlara sol denebilir mi? Ya da bunlar gerçekten sol olabilir mi? Hayır. Çünkü, kapitalist toplumda solu işçi sınıfı temsil eder. Bu onun, sınıf olarak üretim ilişkileri içindeki yerinden kaynaklı devrimci bir duruşa sahip olmasından ileri gelir. İşçi sınıfının bu sınıfsal rolünü reddedenler, sosyal-demokrat çizgide kendilerini bulurlar.

Burjuvazi, riyakâr biçimde, kendi çıkarları doğrultusunda bir sağ ve sol yaratmıştır. Bunların sağ dedikleri emperyalist ülkelerdeki Hristiyan demokratlar (ABD’de cumhuriyetçiler), sol dedikleri ise sosyal-demokratlardır. (ABD’de, demokratlar, Fransa’da adı “sosyalist parti”, İngiltere’de “işçi partisi”, Almanya’da Sosyal Demokrat Parti -SPD- vs…). Oysa, her ikisi de burjuvaziyi temsil eder ve burjuva sınıfının çıkarlarını savunurlar. Sosyal-demokratların ilk tarihsel çıkışından başka sol ile herhangi bir yakınlıkları – özellikle emperyalizm ve proleter devrimler çağıyla beraber- söz konusu değildir. Solun tam karşısında, sınıfsal ve ideolojik olarak solun düşmanıdırlar. Fransa ve daha birçok ülkede olduğu gibi adları “sosyalist” ya da “işçi partisi” olması da solu benimsedikleri anlamına gelmemektedir. Özünde bu isimlendirmeler, burjuvazinin kitleleri aldatma politikasıdır. Bu isim benzerlikleri, bu tür partilerin işçi sınıfının dostu ya da onların temsilcisi değil tam tersi, karşısında yer alan burjuva sınıfının temsilcileri partiler ve oluşumlar oldukları gerçeğini karartmamalıdır.

Türkiye’de kendilerini sağcı olarak değerlendiren burjuva partilerinin birçoğu CHP’yi “sol” olarak değerlendirir ya da öyle göstermeye çalışır. Oysa CHP’nin sol ile uzaktan yakından bir ilişkisi olmamış, kurulduğu günden beri hem sola hem de sol düşüncelere karşı olmuş ve sola karşı hep mücadele içinde olmuştur. İktidarda olduğu dönemlerde ise solu tırpanlayan, ağır baskılar uygulayan bir partidir. Kısacası geleneksel sağ partiler ile CHP arasındaki ideolojik bir fark olmadığı gibi siyasal anlamda bazen sağ partilerden dahi geri durumda kalmış, milliyetçi, yer yer ırkçı ve sosyal-şovenist, faşist bir partidir. Avrupa’daki sosyal-demokrat partilerden dahi siyasal olarak geri bir konumdadır.

Günümüzde, burjuva partilerinde “sosyal-devlet” anlayışını ya da uygulamasını aramak da boşunadır. Tekelci burjuvazinin geldiği noktada, özellikle emperyalist neo-liberal politikaların yaşama geçirilmesinden (bir tarih vermek gerekirse, net olarak 1970’lerin ortalarından) sonra burjuva “sosyal-devlet” olgusu çok gerilerde kalmıştır. Sosyal-devlet savunusu küçük burjuva liberallerine kalmıştır. Bunun, sermayenin aşırı birikimi, merkezileşmesi ve emperyalist tekeller arası rekabetin artmasıyla doğrudan ilgisi vardır. Bu aynı zamanda burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki baskılarını artırmasını da koşullar.

Burjuvaziyi siyasal ve ideolojik olarak olumlayıp, işçi sınıfını siyasal ve ideolojik olarak olumsuzlayanlar, ücretli köle olarak kalmasını savunanlar ve onaylayanlar ve bunun teorisinin “sol” ya da “sosyalist-sol” adı altında yapanlar, burjuvazinin cephesinde yer alanlardır. Bunları “sol” olarak adlandırmak, sol düşünceler doğrultusunda mücadele edenlere, ücretli köleliğe karşı çıkanlara, sınıfsız, sınırsız ve sömürüsüz bir toplumsal sistemi savunanlara büyük bir haksızlık olur.

İşçi sınıfının devrimciliğini, toplumsal dönüşümdeki yerini, önemini reddedenler ve onu küçümseyenler, “ayaklar ne zaman baş oldu” diyen R.T.Erdoğan ile aynı kulvarda yürüdüklerini göremeyecek kadar sınıfsal körlüğün içine girmişlerdir.

Burjuva ulusalcılığı ve sol

Kapitalizmin ürünü olan burjuva ulusalcılığı, her zaman, hemen hemen bütün ülkelerde küçük burjuvazinin çekim merkezi olmuştur. Ülkemizde de TC’nin kuruluşundan beri küçük burjuvazi kendini “kurtuluş savaşı”nın ve komprador burjuvazinin sahte kahramanlık hikayelerine kaptırmıştır.[2]

Burjuvazi ile işçi sınıfı arasında ara bir tabaka olan ve her geçen gün eriyen küçük burjuvazi, sınıfsal karakteri gereği büyük ulus damarı kabarır ve hatta zaman zaman komprador büyük burjuvaziden dahi daha keskin ulusalcı olur. Büyük burjuvazi, uluslararası burjuvaziyle ilişkilerini geliştirdiği için ya da onun direkt kontrolü altında ve de işbirliği içinde olduğu için ezilen küçük burjuvazi, işçi sınıfının sınıf mücadelesinin gelişmediği yerde, ulusalcılığa sarılarak, ezilmişlikten kurtulacağını, küçük burjuva sınıf yapısını değiştirebileceğini sanır.

Küçük burjuvazi için burjuva “vatan savunması”, onun için sosyalizmden, işçi sınıfının kurtuluşundan önde gelir ve burjuvazinin ulusal savaş marşları çaldığında, burjuvazinin vatan savunmasına, silahı alarak ilk o koşar. Onun için önemli olan, “düşmanın vatana saldırması” ya da “vatanı tehdit etmesidir.” Ama bu savaşın kimin savaşı ve ne için savaş olduğunu düşünmez. Onun için varsa yoksa “vatan”dır. Ama bu vatanın burjuvazinin, “çek defterleri”, “çiftlikleri”, toplumsal üretim araçlarının iki elin parmak sayısını geçmeyen komprador şirketlerin elinde toplanması, “banka kasaları”, borsa trendleri, işçilerin ve emekçilerin ağır ekonomik ve siyasi baskı koşulları altında sömürülmesi ve sermaye birikimi olduğunu düşünmez. Ve burjuvazinin çıkarı için ölüme ve öldürmeye koşar. Savaş bittiğinde ise ölmediyse, ya “gazi” ya da işsiz olarak her yönüyle tahrip olmuş bir şekilde sefilce bir yaşam sürdürülmeye mecbur edilmiş işsizler ordusunun arasına katılır.

Burjuvazi, her zaman “ulusal” çitlerle kitlelerin gözünü boyamaya, gerçekleri perdelemeye ve kendi çıkarlarını kitlelerin çıkarları gibi göstermeye çalışır. Kendi burjuva sınıf sembollerini bütün toplumun sembolü olduğuna inandırır. Sınıflar arasındaki uçurumun üstünü örtmek için ulusalcılığı hep önde tutar. Sınıfların olduğunu ve devletin ise egemen burjuvazinin devleti ve onun üstün çıkarlarını korumak için var olduğunu kitlelere söylemez, tersini, devletin bütün “milletin” devleti olduğu büyük yalanını ileri sürer.

TC’yi kuranlar da “sınıfsız imtiyazsız bir ulus” yarattıklarını sık sık vurgulamanın yanında bunu, “ne mutlu Türküm diyene”, “bir Türk bir dünyaya bedel”, “güneş dil teorisi” gibi ırkçı söylemlerle, egemen ulus ırkçılığını en üst boyutlara çıkararak, buna koşut olarak da ezilen ulus ve diğer azınlıklar üzerinde baskıları arttırdıkları gibi, ülkede, en azından burjuva demokrasisi bağlamında dahi demokratik bir zemin bırakmamışlar, “yasakçı” ve egemenlerin çıkarlarını en üste tutan bir siyaset izlemişlerdir. Egemen ulus şovenizminin ve ırkçılığın olduğu bir ortamda demokratik hak ve özgürlüklerden söz edilemez.

Burjuva Kemalist diktatörlük, burjuva muhalefete dahi müsaade etmemiş, Kemalist yönetime karşı çıkan burjuva muhalefeti anında her türlü baskı yöntemini kullanarak bastırmıştır. Kitle muhalefeti olsun, burjuva muhalefeti olsun, üzerinde baskı hiçbir zaman eksik olmamış ve bu baskı hafiflememiştir. II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra savaşı kazananların siyasal ve ekonomik çıkarları doğrultusunda, ülkede de çeşitli biçimsel değişikliklerin yaşanmasına neden olmuştur.

Burjuvazinin, sınıfsal çıkarları doğrultusunda siyaset izlemesi, toplumsal ilerici güçlerin önünü tıkaması ve baskı uygulaması, onun sınıfsal karakterinin bir gereğidir. Bu anlamda, ulusalcılığı da her dönem öne çıkarır. Bugün AKP, her ne kadar “ümmetçi” bir siyaset izlemeye çalışsa da “tek vatan, tek bayrak, tek millet ve tek din” de diretiyor ve böylesi bir ırkçı propaganda yapabiliyor. Bu, Türk egemen sınıfların ezeli politikasıdır. Faşist ve gerici diktatörlüklerde, ülkenin her yanı burjuva bayrakları ile donatılır, vatan millet kavramları sabah akşam kitlelere görsel ve yazılı basın yoluyla empoze edilir. Sokaklar, caddeler ve meydanlar burjuvazinin “ulusal” sembolleriyle donatılır.

Kitlelerde bu politikadan etkilenmekte, özellikle egemen ulus şovenizminin etkisi altında kalmaktadır. İşte, küçük burjuvazi, bu politikadan en fazla etkilenen kesimdir. “Bayrak”, “vatan”, “millet” kavramları, onlar için, bir var olma, sınıfsal ezilmişliklerini atlatmanın araçları olarak görülür ya da böyle gösterilir. Ancak burjuvazinin bu kavramları içinde, işçi ve emekçilerin sömürü ve baskıdan kurtuluşları, ezilen ulusun özgürlüğü, diğer azınlıklar üzerinde baskıların kaldırılması, kadınların özgürlüğü yoktur. Tersine, bu saydıklarımızın devam ettirilmesi politikası vardır. İşçi ve emekçilerin (Bunun içinde küçük burjuva sınıfı da vardır.) özgürlüğü ile burjuva sembolleri örtüşmez, bu sembollere verilen önemin derecesi arttıkça, kitlelerin özgürlüğünde o oranda kısıtlanır.

Burjuvazinin ortaya çıktığında ilerici bir rol oynaması, feodalizme karşı devrimci olması ve burjuva devrimini gerçekleştirmesi desteklenir ve savunulur. Ancak bu süreç, emperyalizm ve proleter devrimler çağında, burjuvazinin siyasal olarak daha da gericileşmesiyle bitmiştir.

Vatan savunusu sınıfsaldır!

Emperyalist bir ülkenin saldırısı karşısında “vatan savunması” söz konusu olur. Ancak bu, ulusal burjuvazinin, yani egemen burjuvazinin güdümünde bir vatan savunması olmayıp, işçi sınıfının kendi örgütsel bağımsızlığını koruyarak ve emperyalist işgale karşı savaşanlarla birlikte ortak hareket etme ve güçleri tek bir cephe içinde birleştirme şeklinde de olabilir. Bunun örnekleri çoktur. Çin devrimci sürecinde, Japon işgaline karşı ÇKP (Çin Komünist Partisi) Çin egemen sınıfın partisi olan Guomindang ile “milli birleşik cephe” içinde hareket etmiştir. İşgal biter bitmez ise Guomindang karşı devrimci savaşını sürdürmeye devam etmiştir.

Demokratik devrim sürecinde, devrim mücadelesinin baş hedeflerinden biri burjuvazidir. Yani Türk egemen sınıflarıdır. Türk egemen sınıflarına karşı mücadele anti-emperyalist mücadeleyi de içerir. Sadece emperyalizme karşı olup, Türk egemen burjuvazisine karşı olmamak, kapitalizme karşı olmamak, burjuva sömürü sistemine karşı olmamak demektir ki, bu anti-emperyalist mücadeleyi boşa çıkarır. Emperyalizm ile kapitalizmi birbirinden ayırmak olası değildir.

Türkiye’de “yerli” komprador burjuvazi ile uluslararası emperyalist burjuvazi iç içe geçmiştir. Ülkenin bağımsızlığı mücadelesi salt emperyalizme karşı mücadele olarak algılanır ve bilinirse, sorun yanlış ve eksik kavranmış olur. Bu nedenle, devrim için mücadele anti-emperyalist ve anti-kapitalist bir mücadeledir. Ve bu mücadele aynı zamanda emperyalizmden bağımsızlığı da içerir. Kuru bir “vatan savunması” ya da “bağımsızlık” savunusu; küçük burjuvazinin, sorunu yanlış kavramasından, komprador burjuvaziyi emperyalizmden ayrı ele almasından, kapitalizme karşı mücadele edilmeden emperyalizme karşı (ya da tersi) mücadele edilemeyeceğini bilmediğindendir.

Örneğin, Türk egemen sınıflarının sınır komşularından birine saldırması ve işgal etmesi durumunda, bu işgale ve savaşa aktif bir şekilde karşı çıkarken, aynı zamanda, devrimcilerin, işgalci burjuvaziye karşı iç savaşı geliştirmek görevi vardır. Burjuvazinin peşinden işgal ve savaş yanlısı olmak değil. 1980’lerdeki İran-Irak egemenleri arasındaki savaşta İranlı komünist ve devrimcileri bu büyük hataya düştü. Yani “vatan savunması” adı altında İran burjuvazisinin hizmetine girdi. İran burjuvazisinin ordusunun saflarında Irak’a karşı savaşa katıldı. Savaş biter bitmez ise komünist ve demokrat avı başladı. Ve devrimci ve komünistlerin büyük bir bölümü savaşta, geri kalanı ise hapishanelerde katledildi. Burjuva ulusalcılığın “vatan savunusu”na kapılmak, böylesi ağır ve imhaya neden olan sonuçları da beraberinde getirir.

Komünistler için vatan savunusu, proletarya iktidarındaki sosyalist vatandır. Burjuvazinin egemenliğinde bir vatan savunusu asla değildir. Emperyalist işgale karşı bir “vatan savunusu”, burjuva iktidarının sürdürülmesi için bir “vatan savunusu” değil, esas olarak; emperyalizme karşı mücadele ve burjuvaziyi iktidardan al aşağı ederek proletarya iktidarını kurma savaşımıdır.

Türk egemen burjuvazisi, TC tarihi boyunca küçük burjuvaziyi oldukça iyi kullandı. Burjuva ulusalcılığı, Kemalizm savunuculuğu ile birleştirildi. Kemalizm demek Türk burjuva ulusalcılığı demekti. Ve bu anlayış, kitlelere “ilerici”, “devrimci” olarak lanse edildi. Bunun karşısında duran hareketler ise “gerici” olarak tanıtıldı ve anında burjuva devlet despotizmi ile bastırıldı. Küçük burjuvazi de başından beri Kemalizm’in kuyruğuna takıldı. Bunda, T“K”P’nin de büyük bir katkısı oldu. Türkiye’de tek sol örgüt olarak var olan T“K”P, Kemalist propagandanın etkisi ve baskısı altında, kitleleri Kemalizm’in peşine taktı. Kemalist (burjuva) ideolojinin yayıcıları arasında başta T“K”P saflarından gelen kadrolar yer almıştır. Şevket Süreyya Aydemir, Vedat Nedim Tör bunlardan başı çekenlerdi.

Sosyalizme karşı “alternatif” olarak Kemalist ideoloji öne çıkarıldı ve o günden bugüne kadar küçük burjuvazi Kemalist ideolojinin önde gelen savunucuları oldular. Daha ilk okullardan başlayarak çocuklar burjuva Kemalist ideoloji ile yatırılıp Kemalizm ile uyandırıldı. “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım” ile büyütülen küçük çocuklar, büyüdüklerinde de Kemalizm’in “kahramanlık” hikayeleri ile uyutulmaya devam edildi. Bu Türk egemen sınıfların övülmesiydi ve onun siyaseti ve kültürünün işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde etkin kılmak amaçlıydı.

Günümüz Kemal Okuyan ve Aydemir Güler T“K”P’sinin Kemalizm hayranlığı, Nedim Tör ve Ş.S.Aydemir’in Kemalizm şakşakçılığıyla aynıdır. T“K”P’nin Kemalist hayranlığının teorik ve siyasal temelini önce T“K”P’li sonra Kemalist olan bu iki dönek atmıştır.  Ş.S.Aydemir Kemalizm’e bağlılığı ile günümüz T“K”P’nin Kemalizm bağlılığı aynıdır.

Burjuvazinin “Kemalizm” ve “cumhuriyet” kahramanlık hikayelerini yayması, bir yalanın üzerine beş yalan daha katması normaldir. O, bunları kendi sınıfsal çıkarları için yapıyor. Bu salt Türk burjuvazisine özgü olmayıp, bütün ülkelerin burjuvalarına özgü bir davranıştır. Böylesi bir yönelim, burjuva sınıfsal bir karakteristiktir. Normal olmayan, kendine “sol” ve “komünist” diyenlerle beraber burjuvazi karşısında ezilen küçük burjuvazinin bu propagandanın gönüllü yürütücüleri olmalarıdır. (Devam edecek)

Dipnotlar

1- “Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretim araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.” (Marks-Engels, Alman İdeolojisi, s. 70, Sol Yayınları)

2- Bkz. https://ozgurgelecek45.net/turkiye-cumhuriyeti-kime-ait/2015-12-21



https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/liberallerin-ve-ulusolcularin-solculugu-1-sentez

 

8 Aralık 2022 Perşembe

İbrahim Kaypakkaya
















İbrahim Kaypakkaya: Seçme Yazılar: PDF 

https://www.marxists.org/turkce/kaypakkaya/kaypakkayasecmeyazilar.pdf

Marksizm-Leninizm-Maoizmin evrenselliğini Türkiye gerçeği ile tutarlıca kaynaştırabilen Kaypakkaya, uluslararası özelliklerle ulusalı harmanlamada örnek bir tutum göstermiştir. Mustafa Suphi sonrası tek komünist önderdir Kaypakkaya; biricik Marksist-Leninist-Maoist görüştür Kaypakkaya’nın görüşleri. 

Öyle ki, onlarca yıllık çöl sessizliğini, zifiri karanlığı bozup, ortaya koyduğu görüşlerle, kendi alanının Olimpuslu Jupiteri olmuştur. İleriye sürdüğü tezlerin anlam ve önemi; komünist önder Mustafa Suphi’nin Kemalistlerce katledilmesi ve onun ardından Türkiye Komünist Partisi’ni ele geçiren Ş. Hüsnü revizyonistiyle birlikte, 1970’lere kadar süren, yaklaşık 50 yıllık suskunluğun, devrim adına piyasaya sürülen, her türden revizyonist düşüncenin, Kemalizm kuyrukçuluğunun, sosyal şovenizmin, 

Türk hakim sınıflarının peşine takılmanın, sınıf hareketini pasifize etmenin ve modern revizyonizmin ortaya çıkmasıyla birlikte, işçi sınıfı hareketini bu burjuva teorinin peşine takma anlayışlarının var olduğu bir ortamda ileriye sürüldüğü bilindiğinde daha bir anlaşılır. 

Örneğin bugünden bakıldığında, Kemalizm ya da Kürt Sorunu meselesinde, devletin niteliği konusunda belli bir bilinç seviyesine erişilmiştir. Bu hiç kuşkusuz ki toplumsal pratiğin bir tezahürüdür. Ancak buna rağmen halen bu konularda yanlış anlayışlar olduğunu da bilmek gerekiyor. Bu konuların tartışılmasının deyim yerindeyse birer “tabu” olduğu koşullarda, ileriye sürdüğü tezlerin önemi ve değeri, bugünden bakıldığında daha bir anlaşılırdır. 

Çünkü ileriye sürdüğü tezlerin doğruluğu, toplumsal pratik tarafından defalarca kanıtlanmaktan geri durmamıştır ve halen de durmamaktadır. İşte bugün, Proletarya Partisi’nin kendisine temel aldığı bu görüşler; ülkenin yapısını ve devletin niteliğini doğru biçimde tahlil eden; devrimin karakteri, yolu, hedefleri, dostları ve düşmanları sorununa net bir şekilde açıklık getiren; Kemalizmin ipliğini pazara çıkarıp teşhir direğine mıhlayan; ulusal sorun, özelde Kürt ulusal sorununu o ana dek hiç kimsenin ulaşamadığı bir uzak görüşlülükle doğru bir şekilde çözümleyen Kaypakkaya’nın görüşleridir. 

Elinizdeki kitap bu görüşlerin birinci elden ifade edilmesidir. 

https://www.pdfdrive.com/se%C3%A7me-yaz%C4%B1lar-e186423014.html

 

 


Cemil Oka




 

Militanlığın, kararlılığın ve cesaretin sembolü olan Cemil Oka(Keko) bir generalin çocuğu olarak 1954 yılında Eskişehir’de dünyaya geldi.

TKP/ML Üyesi ve TİKKO savaşçısı olan Cemil Oka, 27 Ağustos 1977 tarihinde yaralı olarak devlet güçleriyle girdiği silahlı çatışmada ölümsüzleşti. Elazığ, Malatya, Bingöl, Dersim ve Muş illeri sıkıyönetim komutanlığı yapan faşist MİT generali Nazif Oka’nın oğlu olan Cemil Oka, böyle bir aile çevresine rağmen safını halktan, devrimden yana belirledi. 

Genç yaşta TKP/ML’ye sempati duymaya başladığında önce ailesine karşı tavır koyarak inandığı dava uğruna evi terk ederek mücadeleye atıldı.

Kısa sürede öne çıkarak askeri konulardaki yeteneklerini birçok askeri eylemde gösterdi. Orhan Bakır’ın Buca zindanlarından kaçırılma eylemi, halk düşmanlarının cezalandırılması, kamulaştırma eylemi ve askeri birçok eylemde görev aldı, yönetti.

   

Son olarak İstanbul Okmeydanı’nda bir banka kamulaştırma eylemi sırasında polisle girdiği çatışmada yaralanmasına rağmen çemberi yarıp izini kaybettirerek parayı yoldaşlarına ulaştırdı. Göztepe’de tedavi olduğu evi daha sonra tespit eden ve başlarında Uğur Gür ve Mete Altan gibi azılı faşistlerin bulunduğu devlet güçlerinin “teslim ol” çağrılarına Cemil Oka silahıyla yanıt verdi. Uğur Gür faşistini yaralayan Cemil Oka, yeniden ağır yaralar aldı. Daha sonra içeriye giren çelik yelekli polisler tarafından alçakça katledildi.

Halkın canı kanı milyonlarını

Ben istemem senin saraylarını

Vuramam halkımın evlatlarını

Haykırdı ve isyan etti yoldaşım

Cemil yoldaşım

Halk savaşçısı

Ölmez gerillam

Faşist bir general idi babası

Babasına karşı başlar kavgası

Baba dedi geldi savaş sırası

Halkının safını seçti yoldaşım

Devrilir bu düzen mutlak devrilir

Bir halk savaşçısı böyle can verir

Doğruya adanmışlar yücelir kök olur

Zulmün çarklarını bozdu yoldaşım

(Cemil Oka katledildikten sonra yoldaşları ve halk arasında söylenen bir marş)

https://www.psta-online.net/cemil-oka.html

7 Aralık 2022 Çarşamba

Stalin: “Kamo, savaşçıları topla… Parti için para topla… Savaşçı müfrezeler oluştur

 

    Stalin: “Kamo, savaşçıları topla..Parti için para topla..Savaşçı müfrezeler oluştur.”


                        Bir Devrim Neferi Kamo (Simon Ter Petrosyan)


Hepimiz muhakkak gazetelerde, Sovyet Devrimi mücadelesi içerisinde yer almış birçok isim ile karşılaşırız veyahut duyarız. İşte onlardan birisi olan “Kamo” adı ile tarihe geçen Simon Ter Petrosyan’dır. Kamo adını muhakkak duymuşuzdur. Bugün aradan yüz yıl geçmiş olmasına rağmen halen Kamo’nun mirası devrimci mücadelemizde örnek alınıyor, hakkında yazılan yazılar ve kitaplar okunuyorsa, onun Bolşevik iradesi aldığı devrimci eğitim ve ahlak ve elbette mücadelesi sayesinde olmuştur.


Kamo (Simon Ter Petrosyan) olağanüstü cesareti, korkusuz bir eylem ve görev adamı, gösterişten uzak iyi kalpli, özel mülkiyet ile uzaktan yakından hiçbir ilgisi ve hırsı olmayan, üstün yeteneklere sahip, anında inisiyatif geliştirebilen, parti ve halkına bağlı ve onunla bütünleşmiş, hiçbir zaman özel yaşantısı olmamış, kendini Sovyet Devrimine adamış bir kişilik. Böyle bir kişinin ilk önce varlığına inanılması zor. Acaba “Kamo” abartılmış veya kurgusal bir karakter mi? 

Elbette bu sorular sorulmuştur. Ancak “Kamo” sizin bizim gibi “etten ve sinirden” oluşmuş gerçek bir devrimcidir. Halkın dilinden düşmeyen aynı zamanda dünya halklarına örnek olmuş, efsane bir devrimcidir.

Kamo, 1882 yılında Gori-Gürcistan’da Ermeni bir baba, Gürcü bir anneden dünyaya geldi. Tüccar bir babanın oğlu, köken olarak ruhban sınıfından gelmiştir. Ermenice’de “Ter” soyadı bunu ifade etmektedir. Hayat koşulları onu aynı çevrede oturan J.Stalin ailesi ile buluşturmuştur. 

Beraber okula gitmişler, aynı semtte büyümüşlerdir. J.Stalin’in babası ise toprak işleyen ayakkabıcı aileden gelmiştir. Her ikisinin babası da evde acımasız, alkolik, çevresinde faydasız kişiler olarak tanınmışlardır. Kamo’nun J.Stalin ile çocukluktan gelen arkadaşlığı, Sovyet Devrimi sırasında yoldaşlığa evrilmiştir.

Kamo’nun okula gitmesine ailesi karşı gelirken, ticaret ile uğraşıp para kazanmalarından yanadır. Fakat Kamo’nun dünyası farklı olmuştur. Onun hep hayranı olduğu kişiler Napolyon, Büyük İskender’dir. Çocukken hep onlar gibi olmayı hayal etmiştir. Okuldan atılınca asker olmak istemişti. Türk boyunduruğu altında inleyen Ermeni halkının özgürlüğü için mücadele etmenin gerekli olduğunu her zaman düşünmüştür. Ama bu düşüncelerini gerçeğe dönüştürememiştir.


Daha sonra bu dönüşümü kendisi “Ben sadece Ermeniler için değil, tüm ezilenler için, milliyetçi bir gençten enternasyonalist bir devrimci oldum” diye açıklamıştır.

Kamo annesinin ölümünden sonra babasının sorumsuzluğu eklenince zorunlu olarak hali vakti yerinde olan teyzesinin yanına -beş kardeşi ile- sığınmak zorunda kaldı. Omuzlarına büyük yük alan Kamo’nun esas amacı asker olmaktı. Fakat teyzesi onun rahip olmasını istiyordu. Teyzesi, Kamo’nun bir gün bir Bolşevik olacağını hiç düşünmemiş, tasavvur dahi etmiştir. Düşünseydi herhalde dehşete düşerdi!

Kamo asker olmak istemesinin nedenini “Ermeni yurttaşları Türk boyunduruğundan kurtarmak” olarak açıklıyordu. Hatta bu amacını J.Stalin ile tanıştıktan sonra “subay” olmak istediğini söyleyerek tekrarlamıştı. Fakat Stalin’in ona cevabı “Dünyada tek kötülük Türklerin Ermenilere ettiği zulüm mü? Önce kimin kimi ezdiğini anlamamız lazım, ulusal değil, sınıfsal düşünmemiz lazım” olmuştur.


Kamo önceden sol gözü biraz şaşı olduğu için “Kosoy” adını kullanıyordu. Rusçası da iyi değildi. “Kamu”yu yanlış telaffuz ettiğinden dolayı, Stalin “senin adın bundan sonra ‘Kamo’ olacak” dedi. Kamo bu değişimi “Bir ruhban okulu öğrencisi, Çarlık rejiminin yıkılması için mücadeleye katılıyor. Beni örgütleyen yoldaşıma birçok şey için özellikle de beni devrimle tanıştırdığı, doğru yola sevk ettiği için minnettarım” diye anlatır.

Stalin: “Kamo, savaşçıları topla… Parti için para topla… Savaşçı müfrezeler oluştur …”

 https://ozgurgelecek45.net/ozgur-gelecek-sayi-274-sayi-cikti/

5 Aralık 2022 Pazartesi

POLEMİK_Amatör reformist, utangaç devrimci, dürüst oportünist SMF' ye cevap

Yeni Demokrasi' den SMF' ye cevap:POLEMİK

 


EMEK VE ÖZGÜRLÜK İTTİFAKI’NA YENİDEN BAKIŞ: TALEPLER, ÇÖZÜMLER, İDDİALAR

Yazının birçok yerinde, ittifakın bileşenlerine değil de taleplerine, çözüm önerilerine bakmamız gerektiği üzerine yaptığı öneriyi dikkate alarak, ittifakın muhtevasına bir kere daha bakalım.

Arkadaşlar “Kürt sorunu, inanç ayrımcılığı, emeğin özgürlüğü, cinsiyet eşitliği, doğanın talanı” üzerine saptanan “çözümlere” dair bir şeyler söylemimizi istiyor, söyleyelim:

“Kürt sorununa barışçıl çözüm”: Deklarasyonda SMF’nin altına imza attığı talep şudur: “Savaş politikaları, silah ve çatışma yöntemleri yerine, diyalog ve müzakere seçeneklerinin kendini tarihsel olarak dayattığı ve güncel olduğu aşikârdır.” Savaş, silah ve çatışma yöntemleri terk edilmeliymiş. 



 https://www.yenidemokrasi31.net/amator-reformist-utangac-devrimci-durust-oportunist-smfye-cevap-ii.html

Halil Gündoğan_Türkiye ve Sosyalist Devrim Gerçekliği

 

 

 

Halil Gündoğan 1958 yılında Dersim’de doğdu. 12 Eylül Darbesi’nden sonra 1981 yılında gözaltına alındı ve üç aylık işkenceli sorgulardan sonra tutuklandı. Sonra hapishaneden alınarak tekrar 37 gün daha işkenceli Sorgulardan geçirildi. TKP(ML) - TİKKO davasından idam cezası istemiyle yargılandı.

 

 19 88 yılında 28 arkadaşıyla birlikte Metris Askeri Ceza ve Tutukevi’nden tünel kazarak firar etti. Kısa bir süre Avrupa’nın değişik ülkelerinde kaldıktan sonra Türkiye ve Kuzey Kürdistan’a döndü. Altı yıllık gerilla yaşamından sonra 1995 yılında Erzincan ’da tekrar tutsak düştü.

İki kez idam cezası istemiyle DGM tarafından yargılandı, Müebbet ağır hapis cezasına çaptırıldı. Yazar hapisteyken; Rota Öcalan’ın Demokratik Cumhuriyeti Kimin Cumhuriyeti Metris’ten Munzur’a Kadın sorunu üzerine MKP’nin “Tarihi Muhasebesi”nde Öznelcilik ve Doğmatizm Mao Zedung değerlendirmeleri üzerine - I - II - III cilt Dersim Dağlarında İsimli kitapları yazdı ve basıldı.

 Yazarın bitirilmiş ve basılmayı bekleyen kitapları da mevcut. Gündoğan, 30 yıllı aşkın hapisli ğin ardından Ekim 2018 tarihinde cezası biterek serbest bırakıldı

PDF_KiTAP

  https://drive.google.com/file/d/1B20gg54-_whODK7uruxvOLgW8HRwm2r1/view

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)