https://www.facebook.com/watch/live/?ref=watch_permalink&v=469178988629718
https://www.facebook.com/watch/live/?ref=watch_permalink&v=469178988629718
15.12.2022
Halil GÜNDOĞAN
“Ermeni fakir çocukların eğitim masraflarının karşılanması amacıyla vakfedilen ancak 1930
yılında devlet tarafından el konulan ve uzun yıllar İstanbul
Emniyet Müdürlüğü olarak kullanılan Sansaryan Han, Anayasa Mahkemesi kararıyla
92 yıl sonra Ermeni vakfına geri verilecek.”[1]
Birleşik Mücadele Güçleri (BMG)
Birleşik Mücadele Güçleri (BMG), “Açlığa, faşizme ve işgale karşı tek yol devrim” başlıklı kampanyası kapsamında yürüttüğü çalışmalarını bugün akşam saatlerinde HDP Bağcılar ilçede yapılan panelle sürdürdü.Saygı duruşunun ardından konuşmalarına başlayan panelistler, ilk sözlerine Aralık ayında yapılan katliamlarda yaşamını yitirenleri anarak başladı.
Lorenzo Orsetti…
Nubar OZANYAN yazdı —alıntı.ÖzgurPolitika
Aylarca birlikte kaldık. Bir İtalyan
köylüsü gibi duruyordu. Derme çatma Kürtçesiyle “Kefxweş” diyerek herkes
üzerinde bir sevgi izi bırakıyordu. Tüm savaşçılarla yoldaşlığın diliyle
iletişim kuruyordu. Efrîn’de gösterdiği direnişle herkesin haklı saygısını
kazanmıştı.
Yolculuk boyunca başını
arabanın arka koltuğuna yaslayarak uyurdu. Yaptığımız yolculuklarda Lorenzo’yu
uyanık görmek neredeyse mümkün değildi. Araç içinde uyuyarak saatlerce yolculuk
yapabilirdi. Ama “yeni bir özgürlük hamlesi olacak” cümlesini duyduğunda ne
gözünde uyku belirtisi ne de yorgunluktan eser kalmazdı. Barış halinden savaş
haline, uyku halinden silahlı tekmil haline nasıl hızlıca geçildiğinin
örneğiydi Lorenzo.
Doğa ve hayvan sevgisi
güçlü olan Lorenzo’nun silah ve özgürlükle kurduğu ilişki her şeyin üstünde ve
önündeydi. Rojava Devrimi’ne katılmak için gelen enternasyonalist savaşçılar
içinde özgün bir yerde duruyordu. Sanki silah ve devrimci savaş için doğmuştu.
Tıpkı Nubar Ozanyan yoldaş gibi... Her şeyini devrimci savaşa ve silaha feda
eden korkusuz duruşu, herkes üzerinde ciddi bir saygınlık ve derin bir sempati
yaratıyordu.
Aylarca birlikte kaldık.
Bir İtalyan köylüsü gibi duruyordu. Derme çatma Kürtçesiyle “Kefxweş” diyerek
herkes üzerinde bir sevgi izi bırakıyordu. Tüm savaşçılarla yoldaşlığın diliyle
iletişim kuruyordu. Efrîn’de gösterdiği direnişle herkesin haklı saygısını
kazanmıştı. QSD’nin devrimci hamlelerine katılacak enternasyonalist
savaşçıların başında gelirdi.
Lorenzo, Efrîn
direnişinde büyük bir fedakarlık gösterdi ve halkla kurduğu ilişkide örnek
oldu. Ona kalsa Efrîn’den bir adım bile geri çekilmemek gerekirdi. Çekilme
kararı üzerinde derin bir acı bıraktı. “Efrîn nasıl terk edilir?” diye
günlerce düşündü. “Bir başka hamleye, bir başka direnişe!” hazırlanması
gerektiğini söylediğimizde bu sözlerimiz içine sinmese de kabul etmekten başka
seçeneği olmadığını biliyordu.
O “başka bir direniş
günü”nün geldiğini duyduğu ve Bahoz hamlesine katılacağını öğrendiği andaki
sevinci görülmeye değerdi. “Bir insan savaşa katılmaktan nasıl bu kadar
mutlu olabilir?” sorusunun yalın bir İtalyan Partizan yanıtıydı o. Ona
baktıkça Nubar Ozanyan yoldaşı anımsıyordum. Günlük yaşamda fazlasıyla sessiz
ve sade olan bir insanın “hamle, cephe, direniş” sözünü
duyduğunda dünyanın tüm ağırlığından kurtulup bir anda başka bir heyecan ve
mutluluk haline nasıl geçtiğini ancak Lorenzo’ya bakarak anlayabilirdik.
Karargah yaşamının
rutine bağlanmış günlük görevlerinden bir an önce çıkıp hareketli ve silahlı
direniş yaşamına geçmenin ismiydi Lorenzo Orsetti. Onu, İtalya’nın Floransa
şehrinden çıkıp haritada daha önce yerini bile bilmediği Rojava’ya getiren
güçlü fırtınanın devrimci bir damlasıydı Lorenzo. Lorenzo’nun gözlerinde ve
pratiğinde İtalyan partizanlarının faşizme karşı onurlu direnişinin parıltıları
görülüyordu. Kapitalizmin sömürü ve maddiyat dolu kirli dünyasına büyük tepkiydi.
Kölelik dünyasından koparak devrim ve özgürlüğün doygunluğunda dolaşıyordu.
Gözü ne mal ve mülkte ne de gösterişli bir kariyerde olmadı.
Der Zor’un
özgürleştirilme hamlesine katılmadan önce zarf haline getirdiği düzensiz bir
kağıt parçası içine saklı bir mektup bıraktı. Sonra okumamı söyledi. Belki de
son yolculuğu olacağını hissettiği için bıraktığı mektubu sonra okumamızı
istedi. Ölümsüzleştiği haberini aldığımızda mektubu açtık. İtalyanca
yazılmıştı. Bir şekilde tercüme ettirebildik. Türkçe, Kürtçe ve Arapça başta
olmak üzere çeşitli Avrupa dillerine çevrildi. Asla unutamayacağım bu mektup,
devrimci bir vasiyet gibiydi. Gözlerim mektupta, sözleri kulaklarımda çınlamaya
devam ediyor.
Devrimin İtalyan partizanın anısına saygı ve hürmetle...
“Ciao! Eğer bu mesajı
okuyorsanız, bu benim hayatta olmadığımın işaretidir. Ah, sakın üzülmeyin! Ben
bu şekilde iyiyim; pişmanlıklarım yok. Doğru olduğunu düşündüğüm şeyi yaparken
öldüm, en zayıf olanları savundum ve adalet, eşitlik, özgürlük ideallerime sadık
kaldım. Yani erken gidişime rağmen hayatım hala başarılıdır ve dudaklarımda
gülüşümle gittiğimden neredeyse eminim. Bundan daha iyisini isteyemezdim.
Sizin için her şeyin en iyisini diliyor ve (eğer henüz yapmıyorsanız) bir
gün sizin de bizden sonrakiler için hayatınızı verme kararı almanızı umuyorum.
Çünkü dünya yalnızca bu şekilde değiştirilebilir. Ancak her birimizin içinde
bulunan bireyselliği ve egoizmi yenerek fark yaratabiliriz. Bunlar zor zamanlar
biliyorum ama sakın vazgeçmeyin, umudunuzu yitirmeyin; asla! Bir an bile.
Her şey kaybedilmiş gibi gözükse de, kötü şeyler insanlara acı verse de ve
dünya dayanılmaz hale gelse de güç bulmaya devam edin ve bunu yoldaşlarınıza
aktarın. Tam da bunun gibi karanlık anlarda bu ışık yardımcı olacaktır. Ve her
zaman hatırlayın: “Bütün fırtınalar küçük bir damla ile başlar.”
Siz de bu damla olmaya çalışın. Hepinizi seviyorum ve sözlerimi değerli
bulmanızı umuyorum.
Serkeftin!
Orso, Tekoşer, Lorenzo...”
Nubar OZANYAN yazdı —
11 Nisan 2022 Pazartesi - 23:3
Komünizm birleştiricidir, ulusalcılık ise ayrımcılık ve
bölücülüktür. İşçi sınıfı ve emekçileri ulusal kimliklerine göre bölme burjuva
politikasıdır. Burjuvazi, kendi sınıfsal çıkarları için kitleleri “ulusal
bayrağı” altında toplanmaya çağırır. Sınıf bilinçli işçi sınıfının bayrağı ise
bütün dünyada tekdir:
Kızıl
bayraktır.
Kızıl
bayrak; emperyalizme, feodalizme, kapitalizme, ataerkiye, faşizme ve her türlü
gericiliğe karşı mücadeleyi ve sömürüsüz, sınıfsız, sınırsız bir özgürlükler
dünyasını temsil eder. Burjuvazinin ay yıldızlı
bayrağı ise bir avuç burjuvazinin toplumun ezici çoğunluğu üzerinde baskıyı,
sömürüyü ve zulmü temsil eder.
14 Aralık 2022
Sınıflı bir toplumda, bu toplumun alternatifi olarak sınıfsız toplumu öngören ve bunun mücadelesini veren Marksizm-Leninizm-Maoizm’in eleştirilmemesi, özellikle de mülk sahibi sınıfların ideolojik ve siyasal temsilcilerinin eleştirileri ve demagojik saldırılarına maruz kalmaması düşünülemez.
Bunlara ek olarak, ezilen küçük burjuva kesimlerden de Marksizm adı altında Marksizm’e yönelik saldırıların ya da ideolojik eleştiri adı altında çarpıtmaların olmaması beklenemez. Mülk sahibi sınıfların, Marksizm’e yönelik eleştirileri direkt gelirken, kendine “Marksist” maskesini takan küçük burjuva kesimlerin eleştirileri dolaylıdır ve bu da işçi sınıfını ve emekçileri olumsuz yönde en çok etkileyen olgudur.
Sınıf mücadelesinin çatışmalı diyalektiği içinde, karşıt sınıfların ideolojilerinin de birbirlerine karşı eleştirel olması, toplumun sahip olduğu üretim ilişkilerinin çatışmalı diyalektiğinin doğasından gelmektedir. Egemen sınıfların toplumdaki egemen ideolojinin[1], baskı altında tutulan işçi sınıfının ideolojisi karşısındaki üstünlüğü, onun bilimsel doğruluğundan değil devlet iktidarını elinde bulundurmasından ve kendi karşıtı ya da alternatifi ideolojileri savunan sınıflar üzerinde aşırı baskı uygulamasından, devletin gerici şiddetini onlara karşı kullanmasından gelmektedir.
Üretim araçların mülkiyetini elinde bulunduran mülk sahibi sınıfların (burjuvazi), devlete egemen olması, küçük mülk sahibi sınıfları etkilediği gibi gelir düzeyi işçi ve emekçilere göre yüksek olan şehir küçük ve orta burjuvazisini de ciddi bir şekilde etkilemektedir.
Bu küçük ve orta burjuva sınıfların büyük burjuvazi tarafından ezilmelerine karşın, ekonomik durumlarından kaynaklı yükselme ve sınıf atlama istekleri onları, daha çok büyük burjuvazinin ideolojisinden etkilenmeye yatkın hale getirir. Toplumsal devrim dönemlerinde yani işçi ve emekçilerin sınıfsal mücadelelerinin yükseldiği dönemlerde daha çok işçi sınıfının yanında görünmelerine ya da durmalarına karşın, ideolojik olarak da aynı yerde durduklarını söylemek yanlış olur. Küçük burjuvazi, gericilik dönemlerinde siyasal olarak da burjuvazinin yanında yer alarak gerçek niteliğini açıkça ortaya koyar.
Marksizm’e böylesi dönemlerde saldırılar daha da artar. Burjuvazinin anti-Marksist cephesi, yeni bir şey keşfetmişler gibi Marksizm’e yüklenir. Gericiliğin getirdiği güç içinde adeta saldırı sarhoşluğu içine girerler. Sanki yüz yıllardır topluma sosyalizm egemenmiş de onlar yeni kurtulmuş gibi sosyalizme ve onun kazanımlarına saldırırlar. Kapitalizmin nimetlerinden söz ederler. Burjuva demokrasisinin “özgürlükçü”lüğünü övmekle bitiremezler. Bunlar o kadar ileri giderler ki, kapitalizmin işçi ve emekçileri zorla köleleştirici baskı ve sömürülerini, katliamlarını görmezden gelerek, bireysel özgürlüklerin genişlemesinden söz ederler. Ve Marksist iktisadın, sorunları salt ekonomik açıdan ele aldığını ileri sürerek, emperyalist neo-liberal politikaları, burjuvazinin toplumu ne kadar ileri taşıdığının göstergeleri olarak ileri sürebilecek denli riyakarlığı meslek edinirler.
Marksist görünüp Marksizm’e karşı çıkanların, eleştirenlerin, kapitalizme karşı alternatifleri yine kapitalizmdir. Görünüşte kapitalizme karşı çıkar gibi davranırlar, ancak kapitalizmin karşısına alternatif bir sistem koymazlar, kapitalizmin özgürlükleri biraz daha geliştirmesini isterler. Görüşlerini, “serbest piyasa özgürlüğe, düşünce özgürlüğe” altında toplarlar. Ekonominin serbestliğinden kasıt, mülkiyetçi kapitalist ekonomik sistemin sürdürülmesi, düşünce özgürlüğü ise burjuvazinin ve küçük burjuvazinin kitlelerin kafasını bulandırma özgürlüğüdür.
Solu tanımlamak
Toplumun sağ-sol olarak kategorileşmesinin tarihsel çıkış noktalarının bilinir olması bir yana, Marksizm’in bir bilim olarak ortaya çıkışı (ki, toplumun sağ-sol kategorileşmesi de kapitalizmle birlikte, burjuvaziyle proletaryanın ortaya çıkışıyla beraber başlamıştır, daha önce değil) ve gelişmesinden sonra sağ-sol kavramları yerli yerine oturmuştur. Sağ kavramı, ezilen yığınların karşısında duran burjuvaziyi ve ona bağlı gericiliği temsil etmektedir.
Sol kavramı ise burjuvazi ve gericiliğin karşısında duranlar, toplum içinde ileriyi temsil edenleri içeriyor. Daha özel bir tanım yapılırsa; anti-kapitalist, anti feodal, anti-faşist, anti patriyarkal ve anti-emperyalist bir içeriğe sahip olmak sol demektir.
Bu saydıklarımızı kendi içinde barındırmayan bir siyasal akım ya da bireysel duruşa gerçek anlamda sol denemez. Salt anti-emperyalist, anti-faşist olmak sol olmayı değil, olsa olsa demokrat bir duruşu ifade edebilir. Ama bunların yanında anti-kapitalist olmak sol’u içerir. Çünkü sol demek, sömürü ve baskıya karşı olmak, onun karşısında sömürüsüz, baskısız ve sınıfsız bir toplumsal sistemi; sosyalizmi ve komünizm savunmak demektir. Sosyalizmi savunup komünizmi savunmamak solu savunmak adına tutarsızlıktır. Komünizmi savunmayanlar sosyalizmi de savunamazlar. Sosyalizm ve komünizmi birbirinin karşısına koymak, birini diğerinin anti-tezi yapmak, sapla samanı karşı karşıya koymak gibi bir şeydir. Çünkü sosyalizm gerçekleşmeden komünizm gerçekleşemez. Sınıflı toplumdan sınıfsız topluma geçişte sosyalizm komünizmin ilk aşamasıdır. Sosyalizm merdivenini atlayarak bir ileri tarihsel merdivene geçilemez.
İşçi sınıfının devrimciliğine karşı çıkanlara sol denebilir mi? Ya da bunlar gerçekten sol olabilir mi? Hayır. Çünkü, kapitalist toplumda solu işçi sınıfı temsil eder. Bu onun, sınıf olarak üretim ilişkileri içindeki yerinden kaynaklı devrimci bir duruşa sahip olmasından ileri gelir. İşçi sınıfının bu sınıfsal rolünü reddedenler, sosyal-demokrat çizgide kendilerini bulurlar.
Burjuvazi, riyakâr biçimde, kendi çıkarları doğrultusunda bir sağ ve sol yaratmıştır. Bunların sağ dedikleri emperyalist ülkelerdeki Hristiyan demokratlar (ABD’de cumhuriyetçiler), sol dedikleri ise sosyal-demokratlardır. (ABD’de, demokratlar, Fransa’da adı “sosyalist parti”, İngiltere’de “işçi partisi”, Almanya’da Sosyal Demokrat Parti -SPD- vs…). Oysa, her ikisi de burjuvaziyi temsil eder ve burjuva sınıfının çıkarlarını savunurlar. Sosyal-demokratların ilk tarihsel çıkışından başka sol ile herhangi bir yakınlıkları – özellikle emperyalizm ve proleter devrimler çağıyla beraber- söz konusu değildir. Solun tam karşısında, sınıfsal ve ideolojik olarak solun düşmanıdırlar. Fransa ve daha birçok ülkede olduğu gibi adları “sosyalist” ya da “işçi partisi” olması da solu benimsedikleri anlamına gelmemektedir. Özünde bu isimlendirmeler, burjuvazinin kitleleri aldatma politikasıdır. Bu isim benzerlikleri, bu tür partilerin işçi sınıfının dostu ya da onların temsilcisi değil tam tersi, karşısında yer alan burjuva sınıfının temsilcileri partiler ve oluşumlar oldukları gerçeğini karartmamalıdır.
Türkiye’de kendilerini sağcı olarak değerlendiren burjuva partilerinin birçoğu CHP’yi “sol” olarak değerlendirir ya da öyle göstermeye çalışır. Oysa CHP’nin sol ile uzaktan yakından bir ilişkisi olmamış, kurulduğu günden beri hem sola hem de sol düşüncelere karşı olmuş ve sola karşı hep mücadele içinde olmuştur. İktidarda olduğu dönemlerde ise solu tırpanlayan, ağır baskılar uygulayan bir partidir. Kısacası geleneksel sağ partiler ile CHP arasındaki ideolojik bir fark olmadığı gibi siyasal anlamda bazen sağ partilerden dahi geri durumda kalmış, milliyetçi, yer yer ırkçı ve sosyal-şovenist, faşist bir partidir. Avrupa’daki sosyal-demokrat partilerden dahi siyasal olarak geri bir konumdadır.
Günümüzde, burjuva partilerinde “sosyal-devlet” anlayışını ya da uygulamasını aramak da boşunadır. Tekelci burjuvazinin geldiği noktada, özellikle emperyalist neo-liberal politikaların yaşama geçirilmesinden (bir tarih vermek gerekirse, net olarak 1970’lerin ortalarından) sonra burjuva “sosyal-devlet” olgusu çok gerilerde kalmıştır. Sosyal-devlet savunusu küçük burjuva liberallerine kalmıştır. Bunun, sermayenin aşırı birikimi, merkezileşmesi ve emperyalist tekeller arası rekabetin artmasıyla doğrudan ilgisi vardır. Bu aynı zamanda burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki baskılarını artırmasını da koşullar.
Burjuvaziyi siyasal ve ideolojik olarak olumlayıp, işçi sınıfını siyasal ve ideolojik olarak olumsuzlayanlar, ücretli köle olarak kalmasını savunanlar ve onaylayanlar ve bunun teorisinin “sol” ya da “sosyalist-sol” adı altında yapanlar, burjuvazinin cephesinde yer alanlardır. Bunları “sol” olarak adlandırmak, sol düşünceler doğrultusunda mücadele edenlere, ücretli köleliğe karşı çıkanlara, sınıfsız, sınırsız ve sömürüsüz bir toplumsal sistemi savunanlara büyük bir haksızlık olur.
İşçi sınıfının devrimciliğini, toplumsal dönüşümdeki yerini, önemini reddedenler ve onu küçümseyenler, “ayaklar ne zaman baş oldu” diyen R.T.Erdoğan ile aynı kulvarda yürüdüklerini göremeyecek kadar sınıfsal körlüğün içine girmişlerdir.
Burjuva ulusalcılığı ve sol
Kapitalizmin ürünü olan burjuva ulusalcılığı, her zaman, hemen hemen bütün ülkelerde küçük burjuvazinin çekim merkezi olmuştur. Ülkemizde de TC’nin kuruluşundan beri küçük burjuvazi kendini “kurtuluş savaşı”nın ve komprador burjuvazinin sahte kahramanlık hikayelerine kaptırmıştır.[2]
Burjuvazi ile işçi sınıfı arasında ara bir tabaka olan ve her geçen gün eriyen küçük burjuvazi, sınıfsal karakteri gereği büyük ulus damarı kabarır ve hatta zaman zaman komprador büyük burjuvaziden dahi daha keskin ulusalcı olur. Büyük burjuvazi, uluslararası burjuvaziyle ilişkilerini geliştirdiği için ya da onun direkt kontrolü altında ve de işbirliği içinde olduğu için ezilen küçük burjuvazi, işçi sınıfının sınıf mücadelesinin gelişmediği yerde, ulusalcılığa sarılarak, ezilmişlikten kurtulacağını, küçük burjuva sınıf yapısını değiştirebileceğini sanır.
Küçük burjuvazi için burjuva “vatan savunması”, onun için sosyalizmden, işçi sınıfının kurtuluşundan önde gelir ve burjuvazinin ulusal savaş marşları çaldığında, burjuvazinin vatan savunmasına, silahı alarak ilk o koşar. Onun için önemli olan, “düşmanın vatana saldırması” ya da “vatanı tehdit etmesidir.” Ama bu savaşın kimin savaşı ve ne için savaş olduğunu düşünmez. Onun için varsa yoksa “vatan”dır. Ama bu vatanın burjuvazinin, “çek defterleri”, “çiftlikleri”, toplumsal üretim araçlarının iki elin parmak sayısını geçmeyen komprador şirketlerin elinde toplanması, “banka kasaları”, borsa trendleri, işçilerin ve emekçilerin ağır ekonomik ve siyasi baskı koşulları altında sömürülmesi ve sermaye birikimi olduğunu düşünmez. Ve burjuvazinin çıkarı için ölüme ve öldürmeye koşar. Savaş bittiğinde ise ölmediyse, ya “gazi” ya da işsiz olarak her yönüyle tahrip olmuş bir şekilde sefilce bir yaşam sürdürülmeye mecbur edilmiş işsizler ordusunun arasına katılır.
Burjuvazi, her zaman “ulusal” çitlerle kitlelerin gözünü boyamaya, gerçekleri perdelemeye ve kendi çıkarlarını kitlelerin çıkarları gibi göstermeye çalışır. Kendi burjuva sınıf sembollerini bütün toplumun sembolü olduğuna inandırır. Sınıflar arasındaki uçurumun üstünü örtmek için ulusalcılığı hep önde tutar. Sınıfların olduğunu ve devletin ise egemen burjuvazinin devleti ve onun üstün çıkarlarını korumak için var olduğunu kitlelere söylemez, tersini, devletin bütün “milletin” devleti olduğu büyük yalanını ileri sürer.
TC’yi kuranlar da “sınıfsız imtiyazsız bir ulus” yarattıklarını sık sık vurgulamanın yanında bunu, “ne mutlu Türküm diyene”, “bir Türk bir dünyaya bedel”, “güneş dil teorisi” gibi ırkçı söylemlerle, egemen ulus ırkçılığını en üst boyutlara çıkararak, buna koşut olarak da ezilen ulus ve diğer azınlıklar üzerinde baskıları arttırdıkları gibi, ülkede, en azından burjuva demokrasisi bağlamında dahi demokratik bir zemin bırakmamışlar, “yasakçı” ve egemenlerin çıkarlarını en üste tutan bir siyaset izlemişlerdir. Egemen ulus şovenizminin ve ırkçılığın olduğu bir ortamda demokratik hak ve özgürlüklerden söz edilemez.
Burjuva Kemalist diktatörlük, burjuva muhalefete dahi müsaade etmemiş, Kemalist yönetime karşı çıkan burjuva muhalefeti anında her türlü baskı yöntemini kullanarak bastırmıştır. Kitle muhalefeti olsun, burjuva muhalefeti olsun, üzerinde baskı hiçbir zaman eksik olmamış ve bu baskı hafiflememiştir. II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra savaşı kazananların siyasal ve ekonomik çıkarları doğrultusunda, ülkede de çeşitli biçimsel değişikliklerin yaşanmasına neden olmuştur.
Burjuvazinin, sınıfsal çıkarları doğrultusunda siyaset izlemesi, toplumsal ilerici güçlerin önünü tıkaması ve baskı uygulaması, onun sınıfsal karakterinin bir gereğidir. Bu anlamda, ulusalcılığı da her dönem öne çıkarır. Bugün AKP, her ne kadar “ümmetçi” bir siyaset izlemeye çalışsa da “tek vatan, tek bayrak, tek millet ve tek din” de diretiyor ve böylesi bir ırkçı propaganda yapabiliyor. Bu, Türk egemen sınıfların ezeli politikasıdır. Faşist ve gerici diktatörlüklerde, ülkenin her yanı burjuva bayrakları ile donatılır, vatan millet kavramları sabah akşam kitlelere görsel ve yazılı basın yoluyla empoze edilir. Sokaklar, caddeler ve meydanlar burjuvazinin “ulusal” sembolleriyle donatılır.
Kitlelerde bu politikadan etkilenmekte, özellikle egemen ulus şovenizminin etkisi altında kalmaktadır. İşte, küçük burjuvazi, bu politikadan en fazla etkilenen kesimdir. “Bayrak”, “vatan”, “millet” kavramları, onlar için, bir var olma, sınıfsal ezilmişliklerini atlatmanın araçları olarak görülür ya da böyle gösterilir. Ancak burjuvazinin bu kavramları içinde, işçi ve emekçilerin sömürü ve baskıdan kurtuluşları, ezilen ulusun özgürlüğü, diğer azınlıklar üzerinde baskıların kaldırılması, kadınların özgürlüğü yoktur. Tersine, bu saydıklarımızın devam ettirilmesi politikası vardır. İşçi ve emekçilerin (Bunun içinde küçük burjuva sınıfı da vardır.) özgürlüğü ile burjuva sembolleri örtüşmez, bu sembollere verilen önemin derecesi arttıkça, kitlelerin özgürlüğünde o oranda kısıtlanır.
Burjuvazinin ortaya çıktığında ilerici bir rol oynaması, feodalizme karşı devrimci olması ve burjuva devrimini gerçekleştirmesi desteklenir ve savunulur. Ancak bu süreç, emperyalizm ve proleter devrimler çağında, burjuvazinin siyasal olarak daha da gericileşmesiyle bitmiştir.
Vatan savunusu sınıfsaldır!
Emperyalist bir ülkenin saldırısı karşısında “vatan savunması” söz konusu olur. Ancak bu, ulusal burjuvazinin, yani egemen burjuvazinin güdümünde bir vatan savunması olmayıp, işçi sınıfının kendi örgütsel bağımsızlığını koruyarak ve emperyalist işgale karşı savaşanlarla birlikte ortak hareket etme ve güçleri tek bir cephe içinde birleştirme şeklinde de olabilir. Bunun örnekleri çoktur. Çin devrimci sürecinde, Japon işgaline karşı ÇKP (Çin Komünist Partisi) Çin egemen sınıfın partisi olan Guomindang ile “milli birleşik cephe” içinde hareket etmiştir. İşgal biter bitmez ise Guomindang karşı devrimci savaşını sürdürmeye devam etmiştir.
Demokratik devrim sürecinde, devrim mücadelesinin baş hedeflerinden biri burjuvazidir. Yani Türk egemen sınıflarıdır. Türk egemen sınıflarına karşı mücadele anti-emperyalist mücadeleyi de içerir. Sadece emperyalizme karşı olup, Türk egemen burjuvazisine karşı olmamak, kapitalizme karşı olmamak, burjuva sömürü sistemine karşı olmamak demektir ki, bu anti-emperyalist mücadeleyi boşa çıkarır. Emperyalizm ile kapitalizmi birbirinden ayırmak olası değildir.
Türkiye’de “yerli” komprador burjuvazi ile uluslararası emperyalist burjuvazi iç içe geçmiştir. Ülkenin bağımsızlığı mücadelesi salt emperyalizme karşı mücadele olarak algılanır ve bilinirse, sorun yanlış ve eksik kavranmış olur. Bu nedenle, devrim için mücadele anti-emperyalist ve anti-kapitalist bir mücadeledir. Ve bu mücadele aynı zamanda emperyalizmden bağımsızlığı da içerir. Kuru bir “vatan savunması” ya da “bağımsızlık” savunusu; küçük burjuvazinin, sorunu yanlış kavramasından, komprador burjuvaziyi emperyalizmden ayrı ele almasından, kapitalizme karşı mücadele edilmeden emperyalizme karşı (ya da tersi) mücadele edilemeyeceğini bilmediğindendir.
Örneğin, Türk egemen sınıflarının sınır komşularından birine saldırması ve işgal etmesi durumunda, bu işgale ve savaşa aktif bir şekilde karşı çıkarken, aynı zamanda, devrimcilerin, işgalci burjuvaziye karşı iç savaşı geliştirmek görevi vardır. Burjuvazinin peşinden işgal ve savaş yanlısı olmak değil. 1980’lerdeki İran-Irak egemenleri arasındaki savaşta İranlı komünist ve devrimcileri bu büyük hataya düştü. Yani “vatan savunması” adı altında İran burjuvazisinin hizmetine girdi. İran burjuvazisinin ordusunun saflarında Irak’a karşı savaşa katıldı. Savaş biter bitmez ise komünist ve demokrat avı başladı. Ve devrimci ve komünistlerin büyük bir bölümü savaşta, geri kalanı ise hapishanelerde katledildi. Burjuva ulusalcılığın “vatan savunusu”na kapılmak, böylesi ağır ve imhaya neden olan sonuçları da beraberinde getirir.
Komünistler için vatan savunusu, proletarya iktidarındaki sosyalist vatandır. Burjuvazinin egemenliğinde bir vatan savunusu asla değildir. Emperyalist işgale karşı bir “vatan savunusu”, burjuva iktidarının sürdürülmesi için bir “vatan savunusu” değil, esas olarak; emperyalizme karşı mücadele ve burjuvaziyi iktidardan al aşağı ederek proletarya iktidarını kurma savaşımıdır.
Türk egemen burjuvazisi, TC tarihi boyunca küçük burjuvaziyi oldukça iyi kullandı. Burjuva ulusalcılığı, Kemalizm savunuculuğu ile birleştirildi. Kemalizm demek Türk burjuva ulusalcılığı demekti. Ve bu anlayış, kitlelere “ilerici”, “devrimci” olarak lanse edildi. Bunun karşısında duran hareketler ise “gerici” olarak tanıtıldı ve anında burjuva devlet despotizmi ile bastırıldı. Küçük burjuvazi de başından beri Kemalizm’in kuyruğuna takıldı. Bunda, T“K”P’nin de büyük bir katkısı oldu. Türkiye’de tek sol örgüt olarak var olan T“K”P, Kemalist propagandanın etkisi ve baskısı altında, kitleleri Kemalizm’in peşine taktı. Kemalist (burjuva) ideolojinin yayıcıları arasında başta T“K”P saflarından gelen kadrolar yer almıştır. Şevket Süreyya Aydemir, Vedat Nedim Tör bunlardan başı çekenlerdi.
Sosyalizme karşı “alternatif” olarak Kemalist ideoloji öne çıkarıldı ve o günden bugüne kadar küçük burjuvazi Kemalist ideolojinin önde gelen savunucuları oldular. Daha ilk okullardan başlayarak çocuklar burjuva Kemalist ideoloji ile yatırılıp Kemalizm ile uyandırıldı. “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım” ile büyütülen küçük çocuklar, büyüdüklerinde de Kemalizm’in “kahramanlık” hikayeleri ile uyutulmaya devam edildi. Bu Türk egemen sınıfların övülmesiydi ve onun siyaseti ve kültürünün işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde etkin kılmak amaçlıydı.
Günümüz Kemal Okuyan ve Aydemir Güler T“K”P’sinin Kemalizm hayranlığı, Nedim Tör ve Ş.S.Aydemir’in Kemalizm şakşakçılığıyla aynıdır. T“K”P’nin Kemalist hayranlığının teorik ve siyasal temelini önce T“K”P’li sonra Kemalist olan bu iki dönek atmıştır. Ş.S.Aydemir Kemalizm’e bağlılığı ile günümüz T“K”P’nin Kemalizm bağlılığı aynıdır.
Burjuvazinin “Kemalizm” ve “cumhuriyet” kahramanlık hikayelerini yayması, bir yalanın üzerine beş yalan daha katması normaldir. O, bunları kendi sınıfsal çıkarları için yapıyor. Bu salt Türk burjuvazisine özgü olmayıp, bütün ülkelerin burjuvalarına özgü bir davranıştır. Böylesi bir yönelim, burjuva sınıfsal bir karakteristiktir. Normal olmayan, kendine “sol” ve “komünist” diyenlerle beraber burjuvazi karşısında ezilen küçük burjuvazinin bu propagandanın gönüllü yürütücüleri olmalarıdır. (Devam edecek)
Dipnotlar
1- “Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretim araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.” (Marks-Engels, Alman İdeolojisi, s. 70, Sol Yayınları)
2- Bkz. https://ozgurgelecek45.net/turkiye-cumhuriyeti-kime-ait/2015-12-21
https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/liberallerin-ve-ulusolcularin-solculugu-1-sentez
Marksizm-Leninizm-Maoizmin evrenselliğini Türkiye gerçeği ile tutarlıca kaynaştırabilen Kaypakkaya, uluslararası özelliklerle ulusalı harmanlamada örnek bir tutum göstermiştir. Mustafa Suphi sonrası tek komünist önderdir Kaypakkaya; biricik Marksist-Leninist-Maoist görüştür Kaypakkaya’nın görüşleri.
Öyle ki, onlarca yıllık çöl sessizliğini, zifiri karanlığı bozup, ortaya koyduğu görüşlerle, kendi alanının Olimpuslu Jupiteri olmuştur. İleriye sürdüğü tezlerin anlam ve önemi; komünist önder Mustafa Suphi’nin Kemalistlerce katledilmesi ve onun ardından Türkiye Komünist Partisi’ni ele geçiren Ş. Hüsnü revizyonistiyle birlikte, 1970’lere kadar süren, yaklaşık 50 yıllık suskunluğun, devrim adına piyasaya sürülen, her türden revizyonist düşüncenin, Kemalizm kuyrukçuluğunun, sosyal şovenizmin,
Türk hakim sınıflarının peşine takılmanın, sınıf hareketini pasifize etmenin ve modern revizyonizmin ortaya çıkmasıyla birlikte, işçi sınıfı hareketini bu burjuva teorinin peşine takma anlayışlarının var olduğu bir ortamda ileriye sürüldüğü bilindiğinde daha bir anlaşılır.
Örneğin bugünden bakıldığında, Kemalizm ya da Kürt Sorunu meselesinde, devletin niteliği konusunda belli bir bilinç seviyesine erişilmiştir. Bu hiç kuşkusuz ki toplumsal pratiğin bir tezahürüdür. Ancak buna rağmen halen bu konularda yanlış anlayışlar olduğunu da bilmek gerekiyor. Bu konuların tartışılmasının deyim yerindeyse birer “tabu” olduğu koşullarda, ileriye sürdüğü tezlerin önemi ve değeri, bugünden bakıldığında daha bir anlaşılırdır.
Çünkü ileriye sürdüğü tezlerin doğruluğu, toplumsal pratik tarafından defalarca kanıtlanmaktan geri durmamıştır ve halen de durmamaktadır. İşte bugün, Proletarya Partisi’nin kendisine temel aldığı bu görüşler; ülkenin yapısını ve devletin niteliğini doğru biçimde tahlil eden; devrimin karakteri, yolu, hedefleri, dostları ve düşmanları sorununa net bir şekilde açıklık getiren; Kemalizmin ipliğini pazara çıkarıp teşhir direğine mıhlayan; ulusal sorun, özelde Kürt ulusal sorununu o ana dek hiç kimsenin ulaşamadığı bir uzak görüşlülükle doğru bir şekilde çözümleyen Kaypakkaya’nın görüşleridir.
Elinizdeki kitap bu görüşlerin birinci elden ifade edilmesidir.
https://www.pdfdrive.com/se%C3%A7me-yaz%C4%B1lar-e186423014.html
Militanlığın, kararlılığın ve cesaretin sembolü olan Cemil Oka(Keko) bir generalin çocuğu olarak 1954 yılında Eskişehir’de dünyaya geldi.
TKP/ML Üyesi ve TİKKO savaşçısı olan Cemil Oka, 27 Ağustos 1977 tarihinde yaralı olarak devlet güçleriyle girdiği silahlı çatışmada ölümsüzleşti. Elazığ, Malatya, Bingöl, Dersim ve Muş illeri sıkıyönetim komutanlığı yapan faşist MİT generali Nazif Oka’nın oğlu olan Cemil Oka, böyle bir aile çevresine rağmen safını halktan, devrimden yana belirledi.
Genç yaşta TKP/ML’ye sempati duymaya başladığında önce ailesine karşı tavır koyarak inandığı dava uğruna evi terk ederek mücadeleye atıldı.
Kısa sürede öne çıkarak askeri konulardaki yeteneklerini birçok askeri eylemde gösterdi. Orhan Bakır’ın Buca zindanlarından kaçırılma eylemi, halk düşmanlarının cezalandırılması, kamulaştırma eylemi ve askeri birçok eylemde görev aldı, yönetti.
Son olarak İstanbul Okmeydanı’nda bir banka kamulaştırma eylemi sırasında polisle girdiği çatışmada yaralanmasına rağmen çemberi yarıp izini kaybettirerek parayı yoldaşlarına ulaştırdı. Göztepe’de tedavi olduğu evi daha sonra tespit eden ve başlarında Uğur Gür ve Mete Altan gibi azılı faşistlerin bulunduğu devlet güçlerinin “teslim ol” çağrılarına Cemil Oka silahıyla yanıt verdi. Uğur Gür faşistini yaralayan Cemil Oka, yeniden ağır yaralar aldı. Daha sonra içeriye giren çelik yelekli polisler tarafından alçakça katledildi.
Halkın canı kanı milyonlarını
Ben istemem senin saraylarını
Vuramam halkımın evlatlarını
Haykırdı ve isyan etti yoldaşım
Cemil yoldaşım
Halk savaşçısı
Ölmez gerillam
Faşist bir general idi babası
Babasına karşı başlar kavgası
Baba dedi geldi savaş sırası
Halkının safını seçti yoldaşım
Devrilir bu düzen mutlak devrilir
Bir halk savaşçısı böyle can verir
Doğruya adanmışlar yücelir kök olur
Zulmün çarklarını bozdu yoldaşım
(Cemil Oka katledildikten sonra yoldaşları ve halk arasında söylenen bir marş)
Stalin: “Kamo, savaşçıları topla..Parti için para topla..Savaşçı müfrezeler oluştur.”
Hepimiz
muhakkak gazetelerde, Sovyet Devrimi mücadelesi içerisinde yer almış birçok
isim ile karşılaşırız veyahut duyarız. İşte onlardan birisi olan “Kamo”
adı ile tarihe geçen Simon Ter Petrosyan’dır.
Kamo adını muhakkak duymuşuzdur. Bugün aradan yüz yıl geçmiş olmasına rağmen
halen Kamo’nun mirası devrimci mücadelemizde örnek alınıyor, hakkında yazılan
yazılar ve kitaplar okunuyorsa, onun Bolşevik iradesi aldığı devrimci eğitim ve
ahlak ve elbette mücadelesi sayesinde olmuştur.
Kamo (Simon Ter Petrosyan) olağanüstü cesareti, korkusuz bir eylem ve görev adamı, gösterişten uzak iyi kalpli, özel mülkiyet ile uzaktan yakından hiçbir ilgisi ve hırsı olmayan, üstün yeteneklere sahip, anında inisiyatif geliştirebilen, parti ve halkına bağlı ve onunla bütünleşmiş, hiçbir zaman özel yaşantısı olmamış, kendini Sovyet Devrimine adamış bir kişilik. Böyle bir kişinin ilk önce varlığına inanılması zor. Acaba “Kamo” abartılmış veya kurgusal bir karakter mi?
Elbette bu sorular sorulmuştur. Ancak “Kamo”
sizin bizim gibi “etten ve sinirden” oluşmuş gerçek bir devrimcidir. Halkın
dilinden düşmeyen aynı zamanda dünya halklarına örnek olmuş, efsane bir
devrimcidir.
Kamo, 1882 yılında Gori-Gürcistan’da Ermeni bir baba, Gürcü bir anneden dünyaya geldi. Tüccar bir babanın oğlu, köken olarak ruhban sınıfından gelmiştir. Ermenice’de “Ter” soyadı bunu ifade etmektedir. Hayat koşulları onu aynı çevrede oturan J.Stalin ailesi ile buluşturmuştur.
Beraber okula
gitmişler, aynı semtte büyümüşlerdir. J.Stalin’in babası ise toprak işleyen ayakkabıcı
aileden gelmiştir. Her ikisinin babası da evde acımasız, alkolik, çevresinde
faydasız kişiler olarak tanınmışlardır. Kamo’nun J.Stalin ile çocukluktan gelen
arkadaşlığı, Sovyet Devrimi sırasında yoldaşlığa evrilmiştir.
Kamo’nun okula gitmesine ailesi karşı gelirken, ticaret ile uğraşıp para kazanmalarından yanadır. Fakat Kamo’nun dünyası farklı olmuştur. Onun hep hayranı olduğu kişiler Napolyon, Büyük İskender’dir. Çocukken hep onlar gibi olmayı hayal etmiştir. Okuldan atılınca asker olmak istemişti. Türk boyunduruğu altında inleyen Ermeni halkının özgürlüğü için mücadele etmenin gerekli olduğunu her zaman düşünmüştür. Ama bu düşüncelerini gerçeğe dönüştürememiştir.
Daha sonra bu dönüşümü kendisi “Ben
sadece Ermeniler için değil, tüm ezilenler için, milliyetçi bir gençten
enternasyonalist bir devrimci oldum” diye açıklamıştır.
Kamo annesinin ölümünden sonra babasının sorumsuzluğu eklenince
zorunlu olarak hali vakti yerinde olan teyzesinin yanına -beş kardeşi ile-
sığınmak zorunda kaldı. Omuzlarına büyük yük alan Kamo’nun esas amacı asker
olmaktı. Fakat teyzesi onun rahip olmasını istiyordu. Teyzesi, Kamo’nun bir gün
bir Bolşevik olacağını hiç düşünmemiş, tasavvur dahi etmiştir. Düşünseydi
herhalde dehşete düşerdi!
Kamo asker olmak istemesinin nedenini “Ermeni
yurttaşları Türk boyunduruğundan kurtarmak” olarak açıklıyordu.
Hatta bu amacını J.Stalin ile tanıştıktan sonra “subay” olmak istediğini
söyleyerek tekrarlamıştı. Fakat Stalin’in ona cevabı “Dünyada
tek kötülük Türklerin Ermenilere ettiği zulüm mü? Önce kimin kimi ezdiğini
anlamamız lazım, ulusal değil, sınıfsal düşünmemiz lazım” olmuştur.
Kamo önceden sol gözü biraz şaşı olduğu için “Kosoy” adını
kullanıyordu. Rusçası da iyi değildi. “Kamu”yu yanlış telaffuz ettiğinden
dolayı, Stalin “senin adın bundan sonra ‘Kamo’
olacak” dedi. Kamo bu değişimi “Bir
ruhban okulu öğrencisi, Çarlık rejiminin yıkılması için mücadeleye katılıyor.
Beni örgütleyen yoldaşıma birçok şey için özellikle de beni devrimle
tanıştırdığı, doğru yola sevk ettiği için minnettarım” diye
anlatır.
Stalin:
“Kamo, savaşçıları topla… Parti için para topla… Savaşçı müfrezeler oluştur …”
EMEK
VE ÖZGÜRLÜK İTTİFAKI’NA YENİDEN BAKIŞ: TALEPLER, ÇÖZÜMLER, İDDİALAR
Yazının
birçok yerinde, ittifakın bileşenlerine değil de taleplerine, çözüm önerilerine
bakmamız gerektiği üzerine yaptığı öneriyi dikkate alarak, ittifakın
muhtevasına bir kere daha bakalım.
Arkadaşlar
“Kürt sorunu, inanç ayrımcılığı, emeğin özgürlüğü, cinsiyet eşitliği, doğanın
talanı” üzerine saptanan “çözümlere” dair bir şeyler söylemimizi istiyor,
söyleyelim:
“Kürt sorununa barışçıl çözüm”: Deklarasyonda SMF’nin altına imza attığı talep şudur: “Savaş politikaları, silah ve çatışma yöntemleri yerine, diyalog ve müzakere seçeneklerinin kendini tarihsel olarak dayattığı ve güncel olduğu aşikârdır.” Savaş, silah ve çatışma yöntemleri terk edilmeliymiş.
Halil Gündoğan 1958 yılında Dersim’de doğdu. 12 Eylül
Darbesi’nden sonra 1981 yılında gözaltına alındı ve üç aylık işkenceli
sorgulardan sonra tutuklandı. Sonra hapishaneden alınarak tekrar 37 gün daha
işkenceli Sorgulardan geçirildi. TKP(ML) - TİKKO davasından idam cezası
istemiyle yargılandı.
19 88 yılında 28
arkadaşıyla birlikte Metris Askeri Ceza ve Tutukevi’nden tünel kazarak firar
etti. Kısa bir süre Avrupa’nın değişik ülkelerinde kaldıktan sonra Türkiye ve
Kuzey Kürdistan’a döndü. Altı yıllık gerilla yaşamından sonra 1995 yılında
Erzincan ’da tekrar tutsak düştü.
İki kez idam cezası istemiyle DGM tarafından yargılandı,
Müebbet ağır hapis cezasına çaptırıldı. Yazar hapisteyken; Rota Öcalan’ın
Demokratik Cumhuriyeti Kimin Cumhuriyeti Metris’ten Munzur’a Kadın sorunu
üzerine MKP’nin “Tarihi Muhasebesi”nde Öznelcilik ve Doğmatizm Mao Zedung
değerlendirmeleri üzerine - I - II - III cilt Dersim Dağlarında İsimli
kitapları yazdı ve basıldı.
Yazarın bitirilmiş ve
basılmayı bekleyen kitapları da mevcut. Gündoğan, 30 yıllı aşkın hapisli ğin
ardından Ekim 2018 tarihinde cezası biterek serbest bırakıldı
PDF_KiTAP
https://drive.google.com/file/d/1B20gg54-_whODK7uruxvOLgW8HRwm2r1/view