Bölüm-1 -Halkın Günlüğü’nden Yeni Demokrasi’ye Dostlukla: Ciğer mi “Mundar”,
“Kedi” mi Kabahatli!
Bölüm-1 -Halkın Günlüğü’nden Yeni Demokrasi’ye Dostlukla: Ciğer mi “Mundar”,
“Kedi” mi Kabahatli!
Hrant belleğimizde yasıyor...2023-ocak 19
Hrant Dink 19 ocak 2007 tarihinde katledildi. Yaşamını
mensup olduğu Ermenilerin tarihsel akıbetini kamuoyuna açmaya adamıştı Hrant…
Ama Hrant’a tahammül edilemedi… Bundan dolayı Hrant katledildi..
Hangi İhtiyacın Ürünüdür Komünistleri Etnik Kökenleri Üzerinden Tanıma Gayretleri!
Bilinirki TKP-ML, genelde tüm ezilen halkların haklı davalarını sahiplenmekle birlikte, ama asla örneğin özel olarak bir Türk, Kürt, Ermeni, Arap, Çerkez, Rum, Laz vb. lerinin ulusal partisi olmamıştır. Dolayısıyla da, bu Partinin kadro, üye ve savaşçı militanları da (doğallığıyla), özel olarak herhangi bir ulusun savaşcısı, gerillası ve komutanı olarak sunulamazlar.
Soykırıma uğrayan Ermeni’lilere mensup sosyalist Hınçak Partisi yöneticisi Paramaz’ın (Matteos Sarkisyan) kendisi ve darağacına gönderilen 19 partili arkadaşı adına idam sehpasında son söz olarak; “Bedenimizi ortadan kaldırabilirsiniz, fakat idealimizi asla. İdealimiz sosyalizmdir. Yaşasın sosyalizm!” haykırarak idama meydan okudular..
Tarihte yok
sayılan,inkar edilen Ermeni soykırımı ve katliamı karşısında, eksikliğine
rağmen KAYPAKKAYA ‘nın devrimci duruşu,TKP-ML saflarında Ermeni Sosyalistleri
örgütlendi.. ARMENAK BAKIRCIYAN,MANUEL DEMiR faşizmin kurşunlarında,NUBAR YALIM
Mit’in saldırısında, HRANT DİNK kahpe pusuda katledildiler..
NUBAR OZANYAN;PARAMAZ ve 19 yoldaşlarının,ARMENAK
BAKIRCIYAN,NUBAR YALIM,MANUEL DEMiR ve HRANT DİNK’in mirasını Rojova
direnişinde yaşattı. Marx’ın Paris komünü için “Komün tüm dünya emekçilerini
Fransa’ya ilhak ediyordu ” Sözleri,adeta Rojava için de geçerliydi. Dünya
sosyalistlerinin kalbi Rojova da atıyordu. Başta Türkiye’li,Kürdistan’lı
devrimciler,ilerciler olmak üzere yüzlerce sosyalistler Rojova da İşid
çetelerine karşı mücadeleye akın ettiler.
Örgütlü mücadelenin önemini kavrayarak TKP-ML saflarında örgütlü
yerini alır. O adeta bir hammal gibi irili-küçüklü hiçbir görevi küçümseden
faaliyete koyulur. Partinin en zor anında,bugün Rojova’ya giden yolun
başlangıcı olarak 1990-1991 yılında TKP-ML ’nin Orta-Doğu Bekaa Vadisinde
askeri kampa gönüllü olarak kendisini sunar ve yer alır.
Kamp yaşamı boyunca öğrenme azim ve yaratıcılıkta durmak
bilmeden yeni şeyler yaratır.
Kampın komünar yaşam koşullarında adeta örnek birisi olarak
espiri dolu,güleç yüzlü yoldaşlarına moral olur. Kampın sadece insanı boyutu
ile ilgilenmez,aynı zamanda yüreği hayvan sevgisi ile dolu Kampın köpekleriyle
ilgilenir, onları eğitirdi.
Hatta bir seferinde kendisine takıldım “yav Nubar böyle
giderse biz herhalde hayvanlar kampı kuracağız” kıs kıs güldü.
Balbek’ten Bekaa’ya dönerken ufak bir köye uğradık. Ermeni’lilerin yaşadığı bir köy Nubar Ermenice sohbete daldı. Sohbet koyulaştı ve TKP-ML’yi köylülere anlatıyordu.Ertesi gün bir araba o köyden Ermeni’liler Kampa ziyarete geldiler. Ve ilişki böylece gelişti ve bize çok yardımları oldu. Işte Nubar yoldaşın böyle bir özelliği de var.Arabayla seyahatlerde mutlaka bir kimlik gerekiyordu.
Biz PKK’li dostların kimlikleriyle dolaşıyorduk,Nubar
“yoldaş biz niye kendi kimliğimizi yapmıyoruz” deyince,dikkate alarak 5 dilden
parti ismi ve kırmızı renk üzerine sarı yıldızı koyarak TKP-ML kimliğini
çıkarttık. Nubar çok mutlu olacakki ” ha şöyle yoldaş ya,şahane,bizim de bir
kimliğimiz var”.Ben yine takıldım Nubar’a “ne yani Nubar yoldaş biz
kimliksizmiyiz ki” tebessümle güldü.
Mustafa Çalışkan
22 Ağustos 2017
***
Rojava’daölümsüzleşen TKP-ML üyesi TİKKO komutanı Nubar
Ozanyan’ın şehadetinin ardından yoldaşları Ozanyan’ı anlattı. Şişli Karagözyan
Ermeni yetimhanesinden arkadaşı Stepan Melkonyan, 1964 yılından itibaren
yetimhanede aynı sıraları paylaştıklarını aktardı. Aynı sıralardan Armenak
Bakıryan, Nubar Yalım, Hayrabet Honca, Manuel Demir, İmam Boztaş ve Hrant Dink
de geçmişti.
Yetimhaneden Devrimci Bir Kültür Doğdu
Melkonyan o günleri şöyle anlattı: "Çoğunluk okula
doğudan geliyordu. İstanbul'dan katılan çok azdı. Gelenlerin çoğu Türkçe
bilmiyordu zaten. Kürtçe konuşuyorlardı. Önce Türkçe öğreniyor, sonra Ermenice
öğreniyorlardı. Ortaokul ve liseyi Üsküdar'da Surp Haç Tıbrevank'ta okuduk.
Bizim dönemimizde okul müdürümüz Mıgırdiç Margosyan'dı. Bende öksüz yetim
büyüdüm, küçük yaşta çalışmaya başladım. Hepimiz aynı durumdaydık. Sabah
kalkardık altıda top oynardık, büyükler (Hrant Dink, Armenak Bakırcıyan) bizi
kovalarlardı. Nubar'la köşe kapmaca oynardık, okulun en yaramazları
bizdik."
"Nubar'ın karakteri anlatılmazdır. Paylaşmayı çok
severdi en başta. Kendi giyinmez giydirirdi. Yırtık gömleği alır dikerdi, 'bunu
ben giyeyim yenisi sen giy' derdi. Hiçbir zaman lüks diye bir şey tanımadı.
Sadeliği severdi."
Öte yandan sporcu kişiliğini yine arkadaşından öğreniyoruz:
"Halterde başarıları vardı. Onun antremanlarda Naim Süleymanoğlu'ndan daha
ağır kaldırdığı doğrudur. Peki nasıl olur, sen daha ileri pozisyondayken nasıl
engellendin diye sordum. Şunu dedi bana: Ondan ağır kaldırdığım ilk antremandan
sonra antrenörlerim tarafından açıkça uyarıldım ve dışlanmaya başlandım.
En son iki ay kadar önce buradaydı. "Biraz daha işimiz
kaldı" dedi. Çok acele ediyordu gitmek için. Gitmesi gerekiyordu; 'Bir yıl
daha işimiz kaldı' dedi en son.
Kulakları duymuyordu. Roketatar kullandığı için bir kulağı
neredeyse işitmez hale gelmişti. En son IŞİD'in hezimete uğradığı
Enternasyonalist Özgürlük Taburu baskınında da çok sayıda roket kullanmıştı.
Kulakları zarar görmüştü ama işitme cihazını takmıyordu.
Benim burada çok rahat ediyordu. Hatta dedi ki en son
zamanlarda; buraya bir ranza ayarlayalım. Çünkü yetimhane zamanında ranzamız
vardı ikimizin (gözleri dolarak).
Suzan Suzi şarkısını çok severdi. İnternetten açıp dinledik
son zamanlarda. Sasna Şaran oyununu da severdi (Ermeni halayı). Bir de ülkesini
çok severdi. Hayrenik derdi. Her zaman oraya karşı bir özlemi oldu.
Karabağ'daki savaş arkadaşı Monte Melkonyan'ın mezarının yanına gömmek
isteyenler oldu."
Filistin Kampında Bilgilerini Yoldaşlarıyla Paylaştı
Partili yoldaşı Levon Azgaldyan ise Filistin ve Karabağ
yolculuklarını anlattı.
"Nubar'la tanışmamız 1991 yılıda, TKP-ML'nin
Filistin'de kurduğu gerilla kampında oldu. Bir şafak vakti kampa yaklaşırken,
kampın nöbetçilerini uzaktan gördüm. Nöbetçilerin arkasında bir kişi sabah
sporu yapıyordu. Nubar'la ilk karşılaşmam orada oldu.
Kamp yaşantımız boyunca diğer tüm yoldaşlardan farklı
özelliklerini gördüm. Nubar diğerlerine göre çok daha disiplinli bir arkadaştı.
Hiçbir şekilde aykırı veya keyfi davranışına rastlamadım. Askeri anlamda o kampta
daha önce Filistinlilerin verdiği bir eğitimden geçtiği için kamp yönetimi de
onun bilgilerinden yararlanıyordu. Mesala patlayıcılar üzerinde yoğunlaşmıştı.
Kimya konusunda yetkinliği vardı. Günlük hayatta kullandığımız çeşitli maddeyi
patlayıcıya dönüştürebiliyordu. Bir el yazma defteri vardı hatırlıyorum.
Onlarca patlama metodunu not almıştı. Kampta verdiği derslerde onlardan
yararlanıyordu."
"Daha sonra kamptaki eğitimini tamamlamış olanlar
ülkeye döndük. Gerillalarımızın yoğun olarak bulunduğu Dersim'e geçtik. Dersim
bölgesinde faaliyetler sürdürülürken birkaç yıl önce ayrılan doğu anadolu
komitemizle yeniden birleşme görüşmeleri başlamıştı. Ardından yoldaşlarımız
bizi farklı bir ülkeye gönderme kararı aldılar. Oradaki çalışmaları düzene
sokma ve lojistik destek sağlama amacıyla Nubar ve ben görevlendirildik.
Ermenistan'a girişimiz kaçak yollardan gerçekleştirilecekti."
Karabağ'a Geçmek Kolay Olmadı
"Gideceğimiz bölge Sovyetler Birliği'nden yeni ayrılmış
bir yer olduğu için enformasyon konusunda sıkıntılar vardı. Neyle
karşılaşacağımızı da bilmiyorduk. Sınırı geçişin de çok zor olacağını tahmin
ediyorduk. Ay ışığının olmadığı birbuçuk iki saatlik bir zaman dilimi içersinde
biz Türkiye tarafında siperlerde nöbetin tutulduğu bir yerden, Ermenistan tarafına
geçmek zorundaydık. Yaklaşık beşyüz metrelik bir alanı aşmak zorundaydık. Bu
alanda ne gibi zorluklarla karşılaşacağımızdan haberimiz yoktu. Bulunduğumuz
yerden siperleri gözleyebiliyorduk. Askerlerin seslerini duyabiliyorduk.
Geldiğimiz nokta öyle bir noktaydı ki geri dönüşü olmayan bir sınırdaydık. Geri
dönersek ayışığına yakalanıp görülme tehlikemiz vardı."
"Azgın bir nehir olarak bildiğimiz Aras Nehri'nin
aslında çok cılız bir nehir olduğunu orada anladık. Suyu geçerken herhangi bir
sıkıntı yaşamadık. İleride tel örgüleri gördük. Telleri incelediğimizde aslında
bu alanın Aras'ın yatağı olduğunu fark ettik. Suyun hemen hemen onda birine
düştüğünü, tellerin de erezyonu önlemek amacıyla yerlere serildiğini fark
ettik. Ayışığı yavaş yavaş çıkmaya başlamıştı ama biz Türkiye tarafındaki
tehlikeli bölgeyi geçmiştik. Daha sonra çok derin bir hendekle karşılaştık
yaklaşık üç metre boyundaydı. Hendeği görünce eğer buraya tek kişi gelseydik
karşılaşacağımız durumu gördük. Birbirimizi sırtlayarak hendekten iniş ve
çıkışı gerçekleştirdik. Elli metre sonra aynı hendekten bir tane daha vardı.
Aynı şekilde geçtik. Bir uğultu geliyordu sürekli ama anlayamadık ilk
zamanlarda."
"Meyve bahçelerine vardığımızda önümüze çıkan tellerin
yüksekliği beş metreydi. Bu tel örgülere tırmanmak mümkün değildi. Burada Nubar
yoldaş pratik zekasını ortaya koydu. Tellerin direklerini tek tek kontrol etti
ve birinde bir gevşeklik hissetti. Direği aşağı doğru eğmek için kırkbeş dakika
kadar uğraştık. Sonuçta ağırlığımızı direğe verdiğimiz anda mancınık gibi bizi
diğer tarafa fırlattı. Uğultu gittikçe yükseliyordu. İlerledikçe gözetleme
kuleleri belirginleşmeye başladı. Biraz gözlemin ardından kulelerde asker
olmadığını fark ettik. Ancak bu sefer de uğultunun kaynağını gördük. Aras Nehri
bir kanala yöneltilmiş ve bu kanaldan korkunç bir debiyle akıyordu. Beton
kanalın genişliği yaklaşık on metreydi. Daha önce geçtiğimiz cılız suyu göz
önüne alırsak Aras Nehri'nin büyük bir kısmının yatağından çıkarılarak kanala
aktarıldığını gördük. Bu kanala girmek mümkün değildi. Biz de kanalın üzerinde
bir köprü aramaya başladık. Köprüyü bulduk ancak zamanımız daralıyordu. Henüz
Arası geçememiştik."
"Köprünün üstünde sarmal tellerle örülmüş tuzaklar
bulunuyordu. İnsan temas ettiği zaman sinyal veren bir mekanizma varmış.
Köprüyü geçmemiz bu yolculuğun en zorlu kısmıydı. Nubar yoldaş olmasa asla
geçemezdim. Pratik zekası çok yüksekti. Sabah beşe doğru biz Ermenistan
topraklarına varabildik. Burada ilk işimiz yolu bulup köylü arabalarını
durdurmak oldu. Biri bizi şehre götürdü. Bu ülkedeki faaliyetlerimiz dört ay
kadar sürdü. Bu süre sonunda ben dönmek zorunda kaldım. Oradaki çalışmalar
tamamen Nubar yoldaşın üstüne kaldı."
Ulaş'ın Şehit Olmasına Çok Üzüldü
"Rojava'ya geçtikten sonra bu yıl içersinde benimle
irtibata geçti. Öldürülmeden bir buçuk ay önce buradaydı. Dersim'de çok yoğun
operasyonların olduğunu ve bazı yoldaşlarının sığınaklardan çıkamadığından
bahsetti. Ama mutlaka oraya ulaşmak istiyordu. Bu amaçla üç kere Dersim'e
gitti. Ardından Rojava'ya döndü. Dönmeden önce yaptığımız sohbetlerde Ulaş
Bayraktaroğlu'ndan bahsetti. İnanılmaz derecede üzgündü. Aralarında samimi
ilişkileri olduğundan bahsetti. İlk defa aynı örgüt içinde olmadığımız birinin
ölümüne bu kadar üzülen birini görmüştüm. Çok öfkeliydi."
"Burada kaldığı süre içinde yirmi yıl önce tanıdığım
Nubar'dan hiçbir şeyin değişmediğini gördüm. Nerede olursa olsun sabah beş
buçukta yatağında görmek mümkün değildi. Aynı disiplinle devam ediyordu. 61
yaşında olmasına rağmen çok sağlıklı ve atletikti. Mütevazılığında hiçbir
değişim yoktu. Hiçbir zaman boş durmazdı. Yediği yemekten kullandığı giysilere
kadar 'bunu atmamız gerekiyor' dediğine şahit olmadım. Onun için her şey
değerlendirilebilirdi."
Çevirileriyle Bir Çok Konuyu Aydınlattı
"Türkiye devrimci hareketinin eksik kaldığı belli
konular vardı. Bunlardan biri Doğu Halkları Kurultayı belgeleri, TKP'nin
Sovyetler Birliği Komünist Partisi'yle yazışmaları, Ermenistan Komünist
Partisi'nin yazışmaları, Hınçak ve Taşnag'ın arşivleri Türkçe'de mevcut
değildi. Tüm bunların çevirisiyle ilgileniyordu. Bitirdiği iki eseri var: Biri
"Kafkasların Lenin'i Stepan Şahumyan", diğeri de "G.K.
Orjonikidze ve Ermenistan'da Sovyet İktidarının Kuruluşu" kitabıdır. Yarım
kalan çalışmalarını yoldaşlarının tamamlamasını umut ediyorum.”
Kaynak: ETHA
Dün, Sansaryan Han’a ilişkin bir haber okudum gazetelerde: “92 yıl sonra Sansaryan Han için tarihi karar.” başlığı altında, özetle, şunlar aktarılmaktaydı:
İşkenceci güruhu saymazsak, Sansaryan Han işkence hanesinde onu sağ olarak gören en son kişi, sanırım benim...
Halil GÜNDOĞAN
Sansaryan Han işkence hanesi tarihinde işlenen ilk siyasi cinayet de işte bu süreçte işlendi:
SÜLEYMAN CİHAN’ dı katledilen...
Yıl 1981... Aylardan Temmuz...
İşkence hanenin müdürü ise; şu meşhur “bin tuğla”cı
Mehmet Ağar’dı.
“Ermeni fakir çocukların eğitim masraflarının karşılanması amacıyla vakfedilen ancak 1930 yılında devlet tarafından el konulan ve uzun yıllar İstanbul Emniyet Müdürlüğü olarak kullanılan Sansaryan Han, Anayasa Mahkemesi kararıyla 92 yıl sonra Ermeni vakfına geri verilecek.”[1]
Öncelikle ifade etmem gerekiyor ki; elbette, Anayasa Mahkemesi’nin, gecikmeli de olsa, devlet zoruyla gasp edilen bu mülkün, sahiplerine iade edilmesi yönündeki kararı olumlu ve önemlidir.
Bu kararın özel önemi; TC. Devleti’nin doğrudan zorbalığının, gaspçılığının, azınlıkların sermaye ve mülklerine çökmesinin, kendisi de bir devlet kurumu olan Anayasa Mahkemesince, tescillenmiş olmasındadır.
Denilebilir ki; asla tekil bir örnek olmamakla birlikte, ama yine de Sansaryan Han’ın ‘özel öyküsü’, T.C. Devleti’nin neme nem bir öz karaktere sahip olduğunun da çarpıcı bir örneğidir. Hiçbir hak-hukuk tanımadan, “fakir öğrencilerin eğitim masraflarının karşılanması” hizmeti gören bir vakıf malına, hiçbir vicdani değer taşımadan, el koyup gasp edeceksin ve sonrada burayı devletin resmi işkence hanesi olarak, “devletin bekası” ‘ulvi amacı’nın hizmetine sunacaksın!..
İşte budur, kuruluşundan itibaren kesintisiz bir şekilde devam edegelen bu zorba, bu kan emici faşist devletin öz karakteri!..
Anayasa Mahkemesi, aldığı bu kararla bunu, “resmi ağız”dan da itiraf ederek, onaylamış oluyor. Bu bakımdan da ayrıca bir önem taşır.
İnternette, “Sansaryan Han” yazıp, kısa bir arama yaptığınızda, karşınıza şu tür başlık ve yorumlar çıkıyor:
- “Adı işkencelerle anılan Sansaryan Han...”
- “...Ünlü Sansaryan Han(….) sonraları MİT tarafından kullanılmış, işkence denince akla gelen isim olmuştur.”
- “El konduktan sonra yıllarca İstanbul Emniyet Müdürlüğü olarak kullanılan tarihi Sansaryan Han, Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Ruhi Su, Hikmet Kıvılcımlı, Aziz Nesin, Mihri Belli (ve elbette Sevim Kalkavan Belli bn.), Deniz Gezmiş, Vedat Türkali’nin de Alparslan Türkeş’in de işkence gördüğü ‘tabutluk’larıyla tanındı...”
- “Atilla İlhan ise, ‘Tutuklunun Günlüğü’ şiirinde Sansaryan Han’ı şöyle anlatıyor:
“... / Daktilolar camları bulutlu sorgu odalarında/ didiklemez mi özgürlüğünü Sansaryan Han’ında/ küflenir suyun bir bakır çalığı birikir ağzında/ kendini öldürmeyi belki bin kere tasarlarsın da/ bir kere aklından geçmez bitirmeden ölmek şarkıyı.”
Evet, nasıl ki şarkıyı bitirmeden ölmek aklımızdan geçmezse; Anayasa Mahkemesi’nin kararına atfen gazetenin başlığında kullandığı “Sansaryan Han için tarihi karar” ifadesinin de aslında nihai ‘son söz’ olmadığını, bunun sadece, “mülkiyet hakkının ihlali” ile sınırlı bir karar olduğunu, Sansaryan Han’ın gerçek öyküsünün itinayla es geçildiğinin; sorulması gereken bu esas hesabın sorulmadığı bir kararın da asla “tarihi bir karar” olamayacağını aklımızdan çıkarmayacağız. Ve ancak bu hesap sorulduğunda, Sansaryan Han’a ilişkin, “tarihi karar” hükmü kurulmuş olabilecektir.
Ve o zaman geniş kamuoyu da bilecek ki; Sansaryan Han işkence hanesinde sadece yukarıda isimleri anılan, kamuoyunca yakinen bilinip tanınan öne çıkmış siyasetçi, sanatçı ve devrimci/solcu kimi şahsiyetlere işkence yapılmamıştır; binlerce, evet binlerce muhalife, binlerce emekçiye, binlerce sol-sosyalist-komünist devrimciye ve hatta yüzbinlerce ‘adli vaka’ zanlısı kişiye günlerce, haftalarca ve bazen aylarca süren hunharca/gaddarca işkenceler hep yapıla geldi. Yüzlercesi sakat bırakıldı ve onlarcası da işkencelerle, bir şekilde katledildi... Bunların hesabı sorulmadan; Sansaryan Han işkence hanesi, Anayasa Mahkemesi’nin aldığı söz konusu kararla da ‘beş yıldızlı otel’ olarak yaftalamasıyla da o kanlı-irinli ‘ünlü tarih’i geçmişinden asla yakasını sıyıramayacaktır.
Bugüne değin, Sansaryan Han’da yapılan işkencelere dair anlatımlar, esasen, 1975 öncesi döneme dairdir. Oysa, özellikle de 1980 Askeri Faşist Darbesiyle birlikte burası, daha uzun yıllar, devletin aktif bir resmi işkence merkezi olarak kullanılmaya devam edildi. Bu süreçte yapılan işkence ve işlenen cinayetler, es geçilemeyecek kadar önem arz eder Sansaryan Han işkence hanesi tarihinin anlatılmasında.
Sansaryan Han işkence hanesi tarihinde işlenen ilk siyasi cinayet de işte bu süreçte işlendi: SÜLEYMAN CİHAN’ dı katledilen... Yıl 1981... Aylardan Temmuz... İşkence hanenin müdürü ise; şu meşhur “bin tuğla”cı Mehmet Ağar’dı.
Süleyman Cihan, TC. Devleti tarafından, haklarında “vur emri” alınarak, duvarlara afişleri yapıştırılan onlarca devrimciden biriydi. Ve o, aynı zamanda, TKP/ML Genel Sekreteri olarak da tutuklama kararıyla aranan biriydi.
İşkenceci güruhu saymazsak, Sansaryan Han işkence hanesinde onu sağ olarak gören en son kişi, sanırım benim...
***
1981 Ocak’ında tutsak edilip, o dönemin en popüler işkence merkezi olan İstanbul Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü’nde, bir ayı kesintisiz olmak üzere, toplamda üç aylık ağır işkencelerden geçirildikten sonra, sırasıyla; Selimiye Kışlası ve Sultanahmet Hapishanesi’nde de şahsıma özel olarak, günlerce süren “hoş geldin” işkencelerine maruz kaldım. Derken, nihayet ben de diğer tutsaklar gibi, ‘normal hapishane yaşamı’na geçebildim. Ancak bu, pek uzun sürmedi; “idarede görüşmen var” denilerek, koğuştan çıkarılıp, kaçırılırcasına bir korsanlıkla; “2.Şube” olarak andığımız Sansaryan Han İşkence merkezine götürüldüm.
Bu korsan muamelenin gereği neydi, henüz öğrenememişken; işkence hanenin en üst katına çıkarılıp, küçük boş bir odaya tıkıldım... Odada, ‘mobilya’ adına, sadece kırmızı bir bank ve çelik bir dolap vardı. Banka oturtup, ellerimi ve ayaklarımı yanlara doğru ayırarak, bankın ayaklarına kelepçelediler. Yani dört kelepçeyle, o banka adeta çivilediler bedenimi. Ardından, kanı- irinli çok pis, iğrenç bir bez parçasıyla gözlerimi ve yetinmeyip, aynı şekilde kulaklarımı da kapattılar.
Şok etkisi yaratacak böylesi ‘anormal’ uygulamalarla, besbelliydi ki gözdağı vermek ve galiba birazda eğlenmek istiyorlardı... Bunun ayırdında ve bilincinde olduğumdan ve de düşmanımı, şahsım özelindeki beş aylık fiili uygulamalarından bizzat ve doğrudan tanıdığımdan; tepkisizce öylece duruyordum.
Sonra farklı bir hareketlilik başladı. Kafamdan aşağı geçirerek, omuzlarıma bir şey oturttular... Ama nasılda ağır öyle, bedenimi çökertiyor resmen.
Öylece kalakaldım... Bir süre sonra vücudumun şişmekte olduğunu, el ve ayak bileklerime gömülen kelepçe demirlerinden hissediyordum. Denir ya; ‘ciğerlerine kadar işleyen”, müthiş bir acı... Aradan kaç saat geçti bilmiyorum, ama sanırım sabaha karşıydı. Davudi, buyurgan bir ses:
“Bu da kim lan oğlum? Niye böyle her yerinden bağlı? O devasa battal merdiveni ne diye boynuna geçirdiniz lan oğlum?” (Böylece anladım ki bedenimi çökerten o şey, bir merdivenmiş!)
“Amirim” diyor biri, ‘resmiyet’ mecburiyetinin gereği olan ‘saygıyla’, “bu, şu meşhur TİKKO’cu Proleter!..” diyerek, amirinin sorularına yanıt vermeye çalışıyor.
“Haaa!..” diyor amirleri. “Ama oğlum, Proleter de olsa o, biyolojik bir adam mı ki (artık ne demekse) taktığınız o dört kelepçe yetmiyor da bir de o merdivenle sabitlemişsiniz adamı!.. Derhal kaldırın şu merdiveni... Kelepçeler de bileklerine gömülmüş, kangren mi yapmak istiyorsunuz adamı?.. Çabuk gevşetin şunları!.. Ayaklarındaki kelepçeleri ve kulaklarına bağladığınız o bezi de çıkarın!” dedi ve ekledi:
“Bildin mi beni Proleter? ‘İşkenceci/katil polis şefi’ diyerek öldürmek istediğiniz Ahmet Ateşli’yim ben... Öldürmeyen Allah öldürmüyor işte; bak iyileşip geldim, görevimin başındayım yine... Sen bizim çocukların da kusuruna bakma, tedbiri biraz fazla abartıp, seni hayli sıkıntıya sokmuşlar. Halden anlarsın sen, onlar emir kulu, kendilerine söyleneni yapıyorlar.” dedi.
(Elbette Ahmet Ateşli’yi gıyabında çok iyi tanıyordum. O, meşhur bir polis amiriydi. Meşhur olmasını, amiri devletin kendisine verdiği ‘kutsal vatani görev’ olan, bir sorgu yöntemi olarak işkenceciliği, çok mahir bir şekilde uygulamasına borçludur. Ve o aynı zamanda, azılı bir anti-komünist olup, birçok devrimcinin katledildiği operasyonların as elemanlarındandı... En son, 1980 ortalarında, İstanbul’da, MLSPB’li devrimcilerin katledilmesinde görev üstlenmişti... MLSPB militanları da meşru misilleme haklarını kullanarak, pusuya düşürüp vurmuşlardı... Yukarı da kast ettiği de buydu.)
‘Kendilerine söyleneni yapanlar’, yine kendilerine söyleneni yaparak; merdiveni, ayaklarıma vurdukları kelepçeyi ve kulak bağını çıkardılar. Ve tabii ki bayağı bir rahatladım... Ahmet Ateşli’nin uygun gördüğü; iki kolumla banka bağlı tutulma ve gözlerimin bağlı olması hali, orada alıkonduğum 37 gün boyunca, değişmeksizin kaldı. Yemek verdiklerin de bile, sadece bir kelepçeyi açıyorlardı.
Yazın o kavurucu sıcağında, çoğu kereler ve uzun süreler susuz bıraktılar. Hem de benim için getirdikleri küçük bir bidon su, bankın altında duruyorken; onca seslenmelerime rağmen, gelip de veren olmazdı çoğunlukla. Bir tek, “gözden kaçmış” tek tük sol eğilimli ve demokrat kişilerin nöbetçi oldukları zamanlarda nispeten daha kolay karşılanırdı su ve tuvalet ihtiyacım.
Bağlı tutulduğum odayı, işkence yaptıkları odadan sadece ince bir duvar ayırıyordu. Kapıları da birbirine adeta bitişikmişçesine yakındı. Böyle olunca da onlarca insana yapıkları işkencenin, doğrudan “kulak misafiri” pozisyonundaydım: O çığlıklar, o acı acı feryat ve iniltiler, işkencecilerin o galiz küfürleri, adi/aşağılık şakaları, rol yapışları ve yaptıklarından aldıkları haz ile attıkları kahkahaları, insanları aşağılayıcı envai türden iğrençlikleri, adli vakalardan insanların yalvarıp yakarmaları, kimilerinin ise düştüğü onursuzca yalakalıkları vs. vs. Bunların her birini, mecburen dinliyor ve haliyle de zorunlu tanığı oluyordum maalesef ki. (Herhalde ya delireyim istiyorlardı ya da onlar için bunda bir anormallik yoktu; öyle ya, kendileri delirmedikleri gibi, tam aksine haz da alıyorlardı.)
Yakalayıp getirdikleri gençten adli bir insanın verdiği tepkilerse; o koşullarda, acı acı da olsa, gülümsetmişti beni: Odaya soktuklarında, sürekli olarak kendisinin suçsuz ve masum olduğunu, yaptığı söylenen şeyle bir alakasının olmadığını tekrarlayıp duruyordu. Birileri, azarlayarak, susmasını ve derhal soyunmasını, kilotu dahil, üzerindeki tüm giysileri çıkarmasını söyleyince; genç adam panikledi, afalladı: “Ne diyorsun abi ne soyunması ne anadan üryan...” demekteyken; “kes lan karı gibi vıdı-vıdı yapmayı da çabuk denileni yap!” diyerek, azarlayıp sözünü kesti işkenceci. Bu arada pata küte yumruk ve tekme sesleri ve bunlara verilen gayri ihtiyari sözel tepkiler gelmeye başladı. Ardından başka bir safhaya geçtiler, tam olarak ne olduğunu anlamaya çalışırken; “Abi bu ne ya, beni İsa gibi çarmıha gerdiniz (demesiyle, çarmıha gerip, askıya alacakları da anlaşılmış oldu.) böyle ne yapacaksınız ki?” deyince, kalabalık, ‘hayvani’ gülüşleriyle; “birazdan ananın ...nı görünce ne olduğunu da, ne yaptığımızı da anlayacaksın, ..cık herif. İyilikten anlamadın, bunu sen kendin istedin, bizden günah gitti.” deyip, bir hamle yaptılar. Ardından da “Biz gidiyoruz, konuşmaya karar verdiğinde, seslen gelip seni indirelim.” deyip, kapıyı açıp kapattılar ve ayak sesleri duyuldu. Numara mı yaptılar, ya da bir kısmı gitti de bir kısmı orada mı kaldı, bilemiyorum.
Delikanlı bir süre acı acı inledikten sonra (ki, yüzlerce kez maruz kaldığım çarmığa gerili askı işkencesinin nasıl tarifsiz bir acı verdiğini, hele ki askıdayken, birde ayaklarınıza ekstran ağırlıklar bağlandığında ve elektrik verildiğinde, mislince artan o acıyı çok iyi bildiğimden; delikanlının acı inlemelerini anlayabiliyordum.) Birden, boğuk ve ama acı bir sesle: “İmdaaat!.. İmdaaat!.. Burada adam öldürüyorlaaar!” demesin mi?
Tamda şu, “güleriz ağlanacak halimize” misali bir durumdu. Yardım alabileceği hiçbir yere ve hiçbir kimseye duyuramayacağı kesin olan bu saftirik aman dileme, “güler misin ağlar mısın” ikileminde, acı acı gülümsememe neden olmuştu... “Sık dişini, korkma ölmesin; birazdan gelip indirirler seni.” diyebildim sadece. Duydu mu bilmiyorum, ama sessizce bekleyişe geçti ve bir süre sonra da gelip indirdiler zaten.
***
Artık Temmuz’un “son düzlüğü”ndeydik; üçte ikilik bölümü geride kalmıştı... Örgütün İstanbul yapılanmasından alınan ve tıkış tıkış, o daracık hücrelerde tutulan 45-50 kişilik kalabalık grubun günlerce süren ağır işkenceleri nihayet bitmiş ve artık yazılı ifadeleri hazırlanıyordu. Bunların arasında, dışarıda birlikte örgütsel faaliyet yürüttüğüm arkadaşlarımda vardı. Meğerse beni de bu sebepten ötürü buraya getirmişlermiş... Oysa bir yüzleştirme gerekiyorduysa, bunu mahkeme zaten yapacaktır. Hadi diyelim ki poliste de yapmak istediler; bu, taş çatlasın, bir günlük bir işti... Sahi, peki beni, günlerdir bu halde tutmalarının gereği neydi ki?!..
O güne kadar, yakalananlar arasında henüz bir Merkez Komite üyesi yoktu ve bir bakıma bu, sevindiriciydi elbette... Fakat o gün, işkenceciler ‘müjdeli’ bir bilgiye ulaşmış olmalıydılar ki; pek neşeli ve pek heyecanlı bir halleri vardı.
Ortam, kısa bir süreliğine sessizleşti. Sonra birden, ‘it sürüsü’ misali, şamatayla koridora doluşu verdiler. Belliydi ki ‘av’dan dönüyorlardı ve elleri de boş değildi... Nitekim boş olmadığı ve ele geçirdikleri kişinin de çok iyi bilip tanıdıkları, bir dönemin miting ve yürüyüşlerinin meşhur ajitatörlerinden de olan, MK üyesi Brütüs olduğu, ismini zikrettiklerinde anlaşılmış oldu.
“Ya Brütüs, biz seni gökte ararken, yerde, Kabataş İskelesi’nde bulduk. Gözümüzde çok mu büyütmüşüz, ne dersin? Çekirge misali ha!... Gerçi sen biraz fazla zıpladın, hakkını yemeyelim. Neyse, filim koptu ve artık elimizdesin; buranın kurallarını biliyorsun: Ya akıllı davranmayı tercih eder, kendini boş yere ezdirmeden, efendi-efendi her şeyi anlatırsın; ya da yine çok iyi bildiğin tezgahlar senin için de işler ve anacığının ..cığını boylarsın. Sana iki dakika düşünme payı veriyorum.” dedi, işkenceci başlarından bir yetkili. Brütüs, yanıtını anında verdi: “Örgütsel faaliyetlerime ilişkin size anlatacak bir şeyim yok.” deyip sustu.
“Öyle mi?” dedi işkenceci. “Oğlum şu taşak buran neredeyse çağırın hemen buraya gelsin; müşterisinin acelesi varmış.” dedi.
İşkencecilerin bir de ünlendikleri böylesi özel ‘uzmanlık’ dalları vardı işte... Taşak buran da bunlardan biriydi. Karslı, eski bir gece bekçisi emekçisiydi. 2. Şube’nin işkenceci ekibine terfi ettirilince, herhalde ki köy yaşamından feyz alarak, kendisine özgü bir işkence metodu geliştirmek istemiş olmalı. Boğaları hadım ederlerken, hayvanın taşaklarını, özel olarak geliştirilmiş bir kıskaç arasına sıkıştırarak büker ve ezerler. Hayvanın çektiği acı tarifsizdir. Zapt edebilmek için bağlar ve birçok kişi üzerine çöker... İşte bu tarz bir işkence metodunu uygulamaya koyar ve kısa sürede de “taşak buran” ünvanına erişir.
Taşak buran, Brütüs’e tam olarak nasıl bir muamele çekti bilmiyorum, ama birkaç dakikalık kısa bir mesai ile, ününe ün kattığı kesindi: “Koskoca MK üyesi Brütüs’ü bülbül gibi öttürdü herif.” diyerekten. Keza yüklüce bir prim alacağı da kesindi. Evet, işkencecileri, daha pervazsız kılmanın bir aracı olarak, başarıları nispetinde, parasal ödülle mükafatlandırıyorlardı da.
Brütüs, acıya yenik düşmüştü maalesef ki. Artık, ‘kendini ezdirmeden, bildiklerini veya anlatılması istenenleri, efendi-efendi anlatma’ tercihinin gereğince davranacaktı.
Bu arada evine operasyon düzenlenmiş ve hayat arkadaşı kadın da getirilmişti. Oysa çok iyi biliyorlardı ki; kadının aktif örgütsel bir faaliyeti yoktu. Ama bunun bir önemi de yoktu işkenceciler için; önemli olan tek şey, her şeyi bir işkence aparatına çevirip kullanmaktı.
Brütüs ile ‘efendi-efendi konuşma’yı başka yerde yaptıklarından; neler anlattığı hakkında bir bilgi sahibi değilim. Ancak, alacaklarını almış olmalılar ki; artık üzerinde durdukları tek konu Süleyman Cihan’dı:
“Oğlum yolu yok, Süleyman Cihan’ı bize vereceksin; başka kurtuluşun yok!” diyordu sorgucu başı. Brütüs biraz kem küm ettikten sonra; “Süleyman ile bu aralar bir randevum yok. Nerede olduğunu da bilmiyorum. Onunla eşimin kontağı var, bilirse o bilir.” dedi. (Yakın akraba olduklarından, aralarında böylesi bir ‘ailevi’ ilişki vardı.)
Fakat kadın arkadaş Brütüs’ün bu söylediklerini reddetmiş olmalı ki; sorgucu başı, Brütüs’e; “Karın inkâr ediyor senin söylediklerini. Konuş ikna et, bırakalım evine gitsin.” dedi.
Brütüs kadını ikna etti mi ve bıraktılar mı bilemiyorum. Sonraki bir zamanda, bir öğle vakti, yine ortalık hareketlendi. Heyecanla Brütüs’ten bilgi istiyorlardı: “Nereden, hangi yoldan gelir bu adam, bunu bilse- bilsen sen bilirsin.” diyordu, operasyonun başındaki yetkili.
Belliydi ki bir bilgi almışlardı. Muhtemelen de kadın ile Süleyman Cihan’ın o gün görüştüğü bilgisiydi bu. Ama nerede buluştukları bilinmiyor olmalı ki; bunu Brütüs’ten öğrenmek istiyorlardı.
Gayet soğukkanlı bir şekilde, verdiği yanıt aynen şöyle olmuştu: “Muhtemelen yolcu otobüsüyle, Trakya’dan İstanbul’a gelecektir.”
Ve böylece, bir devlet politikası olarak işkencenin temel ve tek sorgulama metodu olarak kullanıldığı bu ortamda; kişilere, canlarını kurtarmaları karşılığında, başkalarını ele verme onursuzluğu ve bir kara lekeyi, bir ömür boyu anlında taşıma sefilliği dayatılıyordu... Brütüs’e dayatılıp, kabul ettirilen de buydu... Sistem böyle kurgulanmış ve böyle işliyordu. Ve tabii, bir büyük riyakarlık örneği olarak; yazılı ifade tutanağının değişmez klişe ilk cümlesi ise, hep ve her daim şöyle başlıyordu: “Hiçbir baskı altında kalmadan, tamamen kendi hür irademle...”
Brütüs’ten aldıkları bu yanıtla, çekip gittiler. Onların gitmesiyle, ortalık yine sessizliğe gömüldü... Sanırım saat 15:00 sularında, yine ve ama daha büyük bir coşku şamatasıyla geri döndüler... Belliydi ki almışlardı Süleyman Cihan’ı.
Bir öğretmen adına düzenlenmiş, sahte kimlikteki adıyla hitap ederek: “Hoş geldin” diyordu, sorgucu başı. “Yıllarca peşinde koşturdun devletin onca memurunu. Afişlerini bile yapıştırdık, sokaklarda köşe başlarına ve garlara. Çok uğraştırdın bizi, ama nihayet elimizdesin işte...” diyordu, üstenci-kibirli bir edayla.
Bu tür kışkırtıcı söylevler karşısında bir süre sessiz kaldıktan sonra, şu sözlerine tanık oldum: “Bırakın oyun oynamayı, bana sahte isimle hitap etmeyi. Süleyman Cihan olduğumu çok da iyi biliyorsunuz. Evet, ben Süleyman Cihan’ım... Bu beyanım dışında, size söyleyecek hiçbir şeyim yok!” deyip, sustu.
Bunu bekliyor muydu sorgucu başı (veya başları) bilemiyorum; fakat, bir profesyonelin sakinliğiyle, şöyle dedi: “Pekala!.. Tamam, istediğin gibi olsun Süleyman Cihan.”
“Papaz rolü” oynayan ekip sessizce aradan çekilip; sahneyi hemen, “cellat rolü”nü oynayacak fiziki işkence ekibine bırakmıştı.
Çok net ve kararlı bir restle karşılaşmış olmalarının da verdiği hırsla; çok, ama inanılmaz derece çok ağır ve yoğun bir şekilde yüklendiler. Kesinlikle o anda onlar, sahici insan görünümlü birer işkence robotuydular. Tek kelimeyle benlikleri sadizmin işgalindeydi ve “götürü iş almış”ların gayretiyle, soluksuzca “çalışıyor”lardı.
Süleyman Cihan’ dan ise, sadece arada bir, ağır iniltiler duyuyordum. İlginçtir, devlet açısından da çok önemli olan TKP/ML gibi bir örgütün Genel Sekreteri ellerinde ve ama ona yönelttikleri tek soru şuydu: “Sende, içi Alman Markı ile dolu yeşil bir valiz var; onu bize vereceksin.”
Görünüşte, bütün o ağır ve yoğun işkence bunun için yapılıyordu... Dört-beş saat kadar sürdü bu iğrenç ve kirli emekli, parasal ‘mesai’leri. Yorulmuş ve açıkmış olmalılar ki, ara verdiler.
Bir süre sonra, bir-iki kişi yanıma geldi: “Duydun mu Proleter, sorumlun Süleyman Cihan’ı da aldık; elimizde şu an? Görüştürelim mi sizi, ister misin?” dedi, içlerinden biri.
“Biliyorum burada olduğunu ve kendisine işkence yaptığınızı... Evet, elbette görmek isterim onu.” dedim.
Bunun üzerine, kelepçeleri çözüp, yan odaya götürdüler. Orada gözbağını da çıkardılar. Odada loş bir ışık vardı... Süleyman Cihan çok bitkin bir vaziyetteydi; adeta bir külçe gibi, yere yığılmış, sırtını dayadığı duvardan aldığı destek ile, öylece duruyordu.
“Merhaba yoldaş. Nasılsın?” dedim. O bana, “Esmer” derdi hep. “Merhaba Esmer. Kaygılanma, iyiyim.” dedi, feri zar zor belli olan gözlerinde ve sesindeki olanca sıcaklığıyla.
Bu görüştürmeyi sağlayanlar, artık bunla neyi görmek veya anlamak istemişlerdiyse; “Tamam, bu kadar yeter.” deyip, koluma girerek, odadan çıkardılar.
O gece (hafızam beni yanıltmıyorsa, 28 Temmuz’u 29’a bağlayan geceydi.) tam olarak ne olmuştu, bilmiyorum. Sabah uyandığımda sadece hücrelerin açılıp kapanan kapı sesleri ve tuvalete götürüp getirilen arkadaşların ayak sesleri ve konuşmaları vardı. Bunun dışında hiçbir bağırtı çağırtı, İşkence sesi yoktu... Beni tuvalete götürmeye gelen görevliye, Süleyman Cihan'ın nerede olduğunu sordum. “Onu Gayrettepe’dekiler gelip aldı. Yani o artık bizde değil.” dedi.
Yanıtı mantıklı olduğu için, bir şey demedim. Bu mümkündü çünkü. Ne de olsa İstanbul'da siyasi sorgulamaların ana merkezi Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü idi. Süleyman Cihan'ı onların almış olma olasılığı, bu yüzden hayli yüksekti.
Birkaç gün sonra da beni tekrardan Sultanahmet Hapishanesi'ne geri götürdüler. Bu arada çeşitli söylentiler ortalığa salındı. Süleyman Cihan'ın Gayrettepe'de olduğunu duyanlar olmuş. Güya birkaç sefer ismini söyleyerek seslenmiş ve orada olduğunu söylemiş... Eylül ayı ortalarında da işkencede öldürüldüğü duyumu ulaştı.
Biz tutsakların, ailesi ve avukatlarının uzun uğraşları sonucu, öldüğü kabul edildiyse de; cesedinin nerede tutulduğu bilgisi, bir ‘devlet sırrı’ olarak gizlendi. Ailesinin ve avukatlarının çok yoğun uğraşları sonucu, cesedinin Feriköy kimsesizler mezarlığına gömüldüğü bilgisine ulaşıldı.
Yani, Süleyman Cihan açık kimliğiyle katlettikleri birinin cesedini ailesine dahi vermeyip, ‘kimliği meçhul’ biriymiş gibi, sessiz sedasız bir şekilde götürüp ‘kimsesizler Mezarlığı’na gömerek, cinayetlerini ört bas etmeyi planlayacak kadar profesyonel cinayet şebekesiydi bunlar.
Cesedin Feriköy kimsesizler mezarlığında olduğu bilgisi, elbette ki önemliydi; fakat bu, cesede ulaşmak için yeterli bir bilgi değildi.
Uzun uğraşlar sonucu, morg kayıtları üzerinden, nihayet cesedine ulaşıldı. Ve gerçek de işte ancak ki o zaman gün yüzüne çıkmaya başladı.
Gerek olay yeri savcı raporuna ve gerekse otopsi ve morg kayıtlarına “Kimliği meçhul şahıs” olarak geçirilen ceset, aslında 29 Temmuz günü, bir apartmanın koridor penceresinden atlayarak öldüğü söylenen kişiye aittir. Olay yeri savcılık tutanağı ve otopsi raporunda da; ölüm sebebi, yüksekten düşerek ölme değildir. Bu her iki raporda da düşmeden önce zaten ölü olduğu, çok açık ve net olarak kayda geçirilmiştir.
Ve çok daha sonra, eli kanlı katil Mehmet Ağar'ın üst mercilere yazdığı rapora ulaşılır: “Süleyman Cihan'ın, Göztepe'de yer gösterilmeye götürüldüğü esnada, bir anlık boşluktan yararlanarak kendisini pencereden atarak intihar ettiği” kayda geçirilmiştir.
Oysa, İstanbul Göztepe'de yer göstermek üzere götürüldüğü söylenen apartman dairesi ise, zaten daha önceden “örgüt evi” olarak basılmış ve ardından da kapısı mühürlenmiş, boş bir dairedir.
“Oradan atlayarak intihar etti” diye, üst merciye rapor yazılıyorken; ama savcılığa da, “kimliği meçhul birisi intihar etmiş”miş gibi, işlem yaptırılıyor.
Yani özetle olan şu: Süleyman Cihan’da olduğunu var saydıkları o bir valiz dolusu Alman Markına ulaşmak için o gece, kontrolsüz bir şekilde, oldukça ağır işkence yapıldı ve Süleyman Cihan bunun sonucu, tabiri caizse, ellerinde kaldı... İşte bunu paniğiyle, hemen öylesi bir senaryo düzenlenerek, cinayet örtbas edilmek istendi. Yani burada Mehmet Ağar katili, üstlerine dahi sahte rapor verecek kadar pervasızdır.
Çünkü aksi takdirde, Süleyman Cihan gibi çok kilit bir ismin, konuşturulup bilgi alınmaya çalışılmadan, bir gün gibi çok kısa bir sürede ‘devre dışı’ bırakılmış olmasının hesabını vermesi gerekecekti. İşte bu hesabı vermemenin çıkar yolu olarak da üste sahte rapor sunmayı, bize de Gayrettepe'ye götürüldü yalanını söylemeyi ve Gayrettepe'de olduğuna inanılması için de; “ben buradayım” oyununun tezgahlanması tercih edilmişti.
Ama hani denir ya: “Gerçekler asla ilelebet gizlenemez, er ya da geç ortaya çıkar.” Süleyman Cihan'ın Sansaryan Han İşkence hanesinde 9-10 saatlik bir sürede hunharca katledilmesi ve “kimliği meçhul” biriymiş gibi “kimsesizler mezarlığı”na gömülmesi olayı; aslında bu devletin ve özelde de Sansaryan Han işkence hanesinin tam olarak nasıl bir öz karaktere sahip olduğunun resmidir.
Ve elbette ki bu devletin öz karakterini çok daha fazlasıyla ortaya koyan yüzlerce “resim” var; ama söz Sansaryan Handan açılmışken; özel olarak onun da ‘hakkını’ vermeyi önceledik, hepsi bu.
[1] (https://www.sozcu.com.tr/2022/gundem/sansaryan-han-icin-tarihi-karar-7525723/)
15.12.2022 Halil GÜNDOĞAN
Bu vahşeti iliklerine kadar yaşayan 26 tanığın bugüne kadar
hiçbir yerde yayınlanmamış olan "uzun soluklu" röportajları ilk defa
XanîTV'de.
İzlerken o zulmü yaşayacak, "insan" kelimesinin
anlamını yeniden sorgulayacaksınız.
!!! Unutmayacak, Unutturmayacağız.
Production: XanîTV
Nisan Yayımcılık| Hıristiyan Protestanlar ve Kızılbaş Mezhebinin Doğuşu
Daha önce yine Ermenice’den
Kafkasların Lenin’i Stepan Şahumyan ve G.K Orjonikidze ve Ermenistan'da
Sovyet İktidarının Kuruluşu kitaplarını okurlarımıza kazandıran Nubar
Ozanyan’ın çevirisini yaptığı Hıristiyan
Protestanlar ve Kızılbaş Mezhebinin Doğuşu kitabı Nisan Yayımcılık'tan temin
edebilirsiniz.
Kadim halklar ve inançlar coğrafyası olarak Küçük Asya ya da
Anadolu’nun gerçekliklerinden biri de hiç kuşku yok ki, Kızılbaşlık mezhebi ve
öğretisidir.
Osmanlı döneminin Ermeni aydınlarından Nazaret Dağavaryan bu
kitapta yaptığı tarihsel çalışmalar ve birebir görüşmelerle Arhıvaltslıların
Protestanlığıyla, Orta Anadolu’nun Kızılbaşlarının doktrinlerini ve nasıl
doğduklarını inceleyerek, bu ikisi arasındaki tarihsel ve dinsel bağlantıyı
kurmakta, Kızılbaşların, sonuç olarak da kendi deyimiyle “korku nedeniyle
görünürde ‘İslam’mış gibi davranan yol erbapları” olduğunu açıklamaktadır.
Peki kimdir Nezaret Dağavaryan?
Aralık 1862 Sebastia (Sivas) doğumlu olan Dağavaryan;
doktor, ziraatçı, politikacı, politik aktivist, aynı zamanda tıp, din ve tarih
üzerine onlarca çalışması olan değerli bir Osmanlı dönemi Ermeni aydınıdır.
“Doğa Tarihi”, “Ermeni Harflerinin Doğuşu”, “Kısa Ermeni
Tarihi”, “Eski Ermeni Dinleri”, “Hıristiyanlıkta Protestanlık”, “Krikor
Ağaton”, “Darwinizm”, “Evren’in Kuruluşu”, “idrar Yolları Taşlarının
İncelenmesi”, “Hastalıklar Sözlüğü”, “Mikrobiyoloji”, “insan Anatomisi”,
“Sağlık”, “Ev hijyeni”, “Cinsel Organlar”, “Hlristiyan Protestanlar ve Kızılbaş
Mezhebinin Doğuşu” bıraktığı eserlerden sadece bir kısmıdır.
Yedi yaşında geldiği İstanbul’da eğitim hayatına başlarken,
1878’de Paris’te Ziraat Yüksek Okulunu bitirerek, Ülkesine dönen Dağavaryan,
İstanbul’da Ziraat Nezaretinde, ardından Sivas’ta Ermeni okullarında baş müdür
olarak çalıştı, Aramian okulunu yönetti. Tekrar gittiği Paris’te bu kez tıp
eğitimi alarak, doktor olarak İstanbul’a döndü.
Bu süreçte Abdülhamid yönetimindeki Osmanlı Hükümeti
tarafından tutuklandıktan dört ay sonra genel aftan yararlanarak özgürlüğüne
kavuştu. Ancak dört yıl sonra 1900’de tekrar tutuklandı, bu kez Fransız
Elçiliği’nin müdahalesiyle serbest bırakıldı.
Hakkında çıkartılan tutuklama kararı nedeniyle 1905’te
yerleştiği Kahire’de Ermeni Genel Yardım Birliği’nin kurucuları arasında yer
aldı, ardından II. Meşrutiyet döneminin başlamasıyla birlikte 1908’de döndüğü
yurdunda Ermeni Yerel Meclis delegesi ve Meclis-i Mebusan Sivas milletvekili ve
seçildi.
kitaplarının
çevirmeni Nubar Ozanyan…
1956’da Yozgat’ta yoksul bir Ermeni ailesinin çocuğu olarak başlayan hayat serüvenini Türkiye’den Fransa’ya, Ermenistan’dan Rojava’ya mütevazı bir devrim neferi, ezilen halkların enternasyonal savaşçısı olarak 14 Ağustos 2017’de tamamladı. Aramızdan ayrılmadan önce son çevirdiği kitap olan Dağavaryan’ın bu eserini yayıma hazırlamaktan ve okuyucuyla buluşturmaktan özel bir gurur duyuyoruz.
Sensizlik Uzadıkça
gün doğmayacak
Uğruna terk ettiklerim
benden intikam alacak
( Mircan K.)