10 Temmuz 2023 Pazartesi


 Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur. Çünkü farklı toplumsal kesimlerin günü ve geleceği yorumlayışları, güne ve geleceğe dair istem ve beklentileri birbirinden farklı olduğundan; bunların her birinin kendi siyasal programları ve şiarlarıyla, bunun ifadesi olan kendi öz siyasal örgütlükleriyle toplumsal mücadelede yer edinme istem ve gayretleri, eşyanın tabiatı gereği, normal bir durumdur.

 

Gelişmiş kapitalist toplumların aksine, toplumun sınıfsal ayrışmasının henüz yeterince tamamlanmadığı geri sosyo-ekonomik yapılardaki ara tabakaların yaygınlığı ve çok parçalı oluşunun da etkisiyle, bu tür toplumlarda devrimci hareket zaten çok parçalı bir yapı özelliğinde olur. Buna birde aynı sınıfsal kesimlerin farklı, nispeten farklı veya tamamen farklı siyasal program/strateji ve taktiklere sahip, ‘gerçek temsilci benim’ iddiası güden birden çok öznenin ortaya çıkması durumu da eklendiğinde, tablo daha da karmaşık ve ‘zengin’ bir görünüm kazanmış olur.

 

Sınıf savaşımının doğası, ‘aynıları aynı, ayrıları ayrı yerde’ konumlanmaya yönlendireceğinden; mücadelenin seyri içerisinde, bir kısmı elenerek saf dışı kalırken, bir kısmı da bir şekilde birleşerek, yoluna devam edecektir.

 

Yani bu anlamda TKKDH’nin çok parçalı yapısının hiçte öyle ‘anormal’   bir durum olmayıp, toplumsal realitenin bir tezahürü olduğunun görülmesi gerekiyor.

 

Ve keza görülmesi gerekiyor ki bu türden toplumlarda hem toplumun demokrasi bilinci ve düzeyinin geriliği ve hem de günün gelişen ve değişen koşullarının ele alınıp yorumlanmasında ve tutum belirlenmesinde gösterilen tavırlar üzerinden de örgütler kendi içlerinde kolayca kopuşup, farklı örgütsel yapılar olarak, bölünebiliyor. Öyle ki taktiksel veya örgütsel işleyişe ilişkin bazı anlaşmazlıklar üzerinden bile bölünebildiklerinin yığınca örneği söz konusu olabiliyor. Kuşkusuz ki burada küçük burjuvaziye has o tipik ‘mülkiyet’ hırsı ve tutkusunun da arka planda etkin rol oynadığı, yadsınamaz bir olgudur.

 

Ayrıca altı çizilmesi gereken bir diğer olgu da şu ki; düşmanın ‘böl parçala yönet’ siyasetinin de bu bölünüp parçalanmalarda önemli bir rolü söz konusu olabilmektedir. Bu yöntemle düşman hem toplumu din/inanç, milliyet, cins ve sınıfsal farklılıkları üzerinden sürekli bir şekilde ayrıştırarak bölüp parçalamakta ve hem de işçi sınıfı ve diğer devrimci-ilerici emekçi kesimleri ve bunların siyasal, iktisadi ve kültürel örgütlü yapılarını, içlerine sızdırdığı veya bir şekilde sattın aldığı elemanları aracılığıyla her vesileyle bölüp parçalayarak zayıf düşürmeye çalışmaktadır. (Tarih, bunun tipik ve ibretlik örneğine 1994 yılında TKP/ML saflarında yaşanan parçalanmayla tanık oldu. Başka bir örneği de yok herhalde. Karpuzu ortadan ikiye böler gibi Partiyi bölüp parçalayan bu karşı-devrimci darbenin kimler tarafından nasıl gerçekleştirildiğinin tüm detayları gerek “MKP’ de Siyasal Öznelcilik Ve Dogmatizm” ve gerekse de “Dersim Dağlarında” isimli kitaplarda okunabilir.)[1]

 

Devrimci hareketin neden bu kadar çok örgütten oluştuğu ve neden bu kadar çok bölünüp parçalandığı meselesi işte bütün bunların toplamıyla izah edilebilir ancak ki.

 

Tabii ki bu, sorunun sadece genel ele alınışına ilişkin olarak böyledir. Fakat bu kadarı TKKDH de ortaya çıkan ve yaşanan bölünme ve parçalanmaları izah etmeye yeterli gelmez. Çünkü özgün olan yanlar var ve bunların mutlak surette hesaba katılması gerekiyor.

 

’71 devrimci kopuşuyla vücut bulan TKKDH nin taşıyıcı kolonları olarak THKP/C, THKO ve TKP/ML baz alınarak bir değerlendirme yapılacak olursa, şöylesi çarpıcı ve tipik bir ortak payda ile yüz yüze gelinecektir.

 

Bu her üç oluşum da içerisinde yer aldıkları reformist, pasifist ve parlamentarist yapılardan, devrimci alternatif bir itirazla kopmuşlardı. Ve her üçü de karizmatik birer lider etrafında bir araya gelen çok az sayıda kadrodan oluşan bir ‘kadro hareketi’ özelliğindedir. Ancak özellikle THKP/C ve TKP/ML de, lider dışındaki diğer kadrolar, teorik ve siyasal donanımları bakımından yolun daha çok başında olan, bir bakıma ‘vasat’ denilebilecek özelliklere sahip kadrolardı. Dolayısıyla da denilebilir ki THKPC Mahir Çayan ile, TKP/ML ise İbrahim Kaypakkaya ile özdeştir. Yani bu iki tarihi şahsiyettir örgütünün beyni ve kalbi.

 

THKO biraz daha istisnadır bu konuda. Çünkü her ne kadar da Deniz Gezmiş ile özdeşleşmişse de ama Deniz örgütün her şeyi, özelliklede beyni, yani baş ideoloğu ve teorisyeni değildir. Örgütün beynin esasen Hüseyin İnan ve Sinan Cemgil olduğu yönündedir yaygın kanı.

 

Ve bu her üç örgüt de uzun soluklu bir ideolojik-siyasi mücadele seyrinde ideolojik-siyasi hatlarını oluşturup olgunlaştırarak, gerçek anlamda bir “öncü kadro hareketi” olarak vücut bulmuş değildir. Ve bu ayırt edici özellik, aslında bunların en başta gelen handikaplarından biridir de.

 

Her üç hareket de liderlerinin kafasında belli yönleriyle şekillenip formüle edilmiş devrimci itiraz ve alternatif siyasal hat ile kopuşmuş ve alelacele oluşturulmuş ve ama kuruluşunu dahi tamamına erdiremedikleri birer örgütsel formasyon ile sıcak mücadeleye adeta balıklama dalıvermişlerdir.

 

Yani her üç örgüt de hem kolektif bir irade ürünü olarak devrim teorisini, hem bunu hayata geçirecek asgari bir önder kadro gücü oluşturamadan ve hem de örgütlü yapılarına henüz gerçek savaşçı bir örgüt kabiliyeti kazandıramadan, düşmanın azgın saldırılarıyla, başta örgütün beyni ve kalbi olan lider ve önder kadrolarının ezici çoğunluğu fiziki olarak tasfiye oldu.

 

Bu aşama itibariyle bu her üç örgüt de adeta kaptanını yitirmiş, tayfasıyla okyanusun azgın suları arasında ‘can havliyle’ hayatta kalma ve sakin bir limana ulaşmaya kilitlenmiş bir ‘gemi’ haline düşmüşlerdi. Yani özetle, kaotik bir durum oluşmuştu.

 

Başsız kalan ikinci-üçüncü kademeden kadroları bir arada tutacak ikinci bir ‘güçlü lider’ profili de olmadığından, her biri kendince yorumlamaya başladı kendilerine kalan ‘mirası’. Ve böylece o üç yapıdan her biri önce ikiye, sonra üçe, beşe ayrışarak ‘çoğaldılar’.

 

Ayrışanların ayrışması esaslı ideolojik-siyasi tartışmalar üzerinden ortaya çıkan farklı ideolojik-siyasi çizgiler ayrışması tarzında olmadığından (özellikle de Kaypakkaya ardıllarında ki), bölünüp parçalanmaların sonu bir türlü gelmek bilmedi.

 

Süreç içerisinde yapı içi ideolojik, siyasi ve örgütsel sorunlar toplamında yaşanılan verimli tartışmalarla ortaya çıkan kolektif iradeyle örgütlerini yeniden inşa etmeyi bir şekilde becerenler, nispeten bir iç istikrara kavuşmuş olarak, örgütsel birliklerini sağlamayı ve sürdürmeyi başarmışlardır (buna iyi bir örnek olarak TKP/ML Hareketi, TKİH ve TKP/ML Yeniden İnşa Örgütü’nün MLKP çatısı altında kendilerini yeniden örgütlemeyi başarmaları gösterilebilir) denilebilir. Elbette ki bunlar göreceli ve koşullu hallerdir. Sınıf mücadelesi sürdükçe, bu mücadelenin koşullarındaki değişim-dönüşümlere koşut olarak, irili ufaklı yeni yeni saflaşmalar ve ayrışmalar da ille ki ortaya çıkabilecektir. Bu, sınıf mücadelesinin iç bünyedeki yansısı, yan etkileri ve sonuçlarının bir ifadesi olarak, bir bakıma ‘normal’ ve ‘kaçınılmazdır’ da.

 

Özetle, TKKDH’ deki bölünüp parçalanma kısır döngüsünün işte böylesi özgün bir boyut ve özelliği de söz konusudur.

 

2-Birlik sorunu.

 

Farklı muhtevalar arz ettiğinden ötürü birlik sorununu; 

1) sürecin baş çelişmesi ve baş düşmanına karşı aktif siyasal mücadelenin bir unsuru olarak, birleşilebilecek tüm güçler ile birleşme siyaseti olarak,

 2) sol-sosyalist devrimci güçlerin birliği ve

 3) komünistlerin birliği şeklinde olmak üzere, farklı kategorilerde ele almak gerekiyor.

 

1 ve 2. Kategorideki birlik sorunu, daha çok, dönemsel ve taktiksel ve de çok farklı biçim ve kapsamlar arz ederken; 3. Kategorideki birlik sorunu ise esasen stratejik olup (değişen modeller arz etmekle birlikte) tek biçimlidir.

 

İlk iki kategoride ki birlik sorunu, dönemin verili somut sorun ve görevlerinin çözümü temelinde varlık koşulu bulabilirken; bu anlamıyla da geçici ve taktiksel güç birliktelikleri, işbirlikleri ve cephesel ittifaklar biçimlerinde kurulup, sürecin sona ermesiyle de dağılıp, tekrardan gündeme gelmesi ise, yeni koşulların ihtiyacına uyarlıyken; komünistlerin birliği ise, temel ve ilkesel/stratejik konularda aynı ideolojik ve siyasal programa sahip olmalarına rağmen dağınık duran, çok parçalı ve çok başlı olan güçlerin gerek ülkesel ve gerekse de uluslararası bazda tek bir çatı altında birleşip merkezileşmesini ifade eder.

 

Ve tabii ki bu her iki halde de ‘birlik sorunu’, birliğin kuruluş amacına uygun olarak hedeflenene varıncaya dek, sağlanması ve korunarak güçlendirilmesi sorunudur da aynı zamanda. Yani birliği gerekli kılan koşullar ortadan kalkmadan ve amaçlar üzerinde ilkesel ve stratejik konularda ayrışma ve saflaşmalar yaşanmadığı sürece o birliğin özenle korunması, korunmasının becerilip başarılması sorunudur da aynı zamanda.

 

Bilinir ki toplumsal sorunların çözümü, çözümü talep eden güçlerin asgari müşterekler üzerinden birliği ve mücadelesi sağlanamadan pek mümkün olmuyor/olamıyor. Bu yüzden de her sürecin özgün siyasal ve toplumsal sorun veya sorunlarının çözümünü sağlamak amacıyla, sorunların çözümünü isteyen ve bu çözümden menfaat elde edecek güçlerin birliğini oluşturarak onları mücadeleye ortak etmek hem bir görev ve sorumluluktur ve hem de çözümü mümkün kılmanın olmazsa olmaz şartlarından biridir. İktidar hedefli, halk saflarında mücadele yürütme ve siyaset yapma iddiasına sahip her siyasal öznenin varlık nedenidir de bu.

 

1.Kategori bağlamında, örneğin Erdoğan iktidarının özellikle de son süreçte daha bir tırmandırıp keskinleştirerek gündeme oturtma hesapları yaptığı ve giderek de keskinleşeceği besbelli olan bir şeriat-laisizm sorunu söz konusudur. Toplumu ciddi şekilde tehdit eden bu yakın tehlikenin savuşturulmaya çalışılması, başta kadınlar ve aleviler olmak üzere tüm ilerici demokrat toplum kesimlerinin ortak talebi olarak şekillenmişken, böylesine güncel bir demokrasi talebi ve mücadelesinin elbette ki sahiplenilmesi gerekiyor değil mi, kendilerini en azından demokrat sayan siyasi özneler tarafından (Tabii sürecin bu özgün yanını göremeyen veya süreci böyle okuyamayanlar için diyecek bir şey yok.).

 

Bu yakın tehdit ve tehlikenin engellenerek bertaraf edilmesi gerekiyorsa (ki elbette hem de çok ivedilikle bunun yapılması gerekiyor; aksi takdirde her şey için çok geç kalınmış olunacağını İran ve Afganistan örneğinde görmek pek ala mümkün.), bu durumda elbette ki sınıf, etnik köken ve cins ayrımı yapmadan, şeriat karşıtı tüm toplumsal kesimlerin bu hedefte buluşmalarını ve karşı koymalarını istemek ve bunu sağlamaya çalışmak, sürecin belki de en isabetli siyasi taktiği olacaktır.

 

Öylesi kritik tarihi süreçler olur ki sınıf ayrımı yapma lüksünüz olamaz. Bundandır ki  ‘ortak düşmana karşı birleşebilecek tüm güçlerle birleşme’ taktiği, savaş stratejisinin en önemli ve en kritik yasalarından biri olagelmiştir. Bu çelişme somutunda işte böylesi bir durum ile karşı karşıya gelinmiştir. Bu çelişmenin laisizm lehine çözümünü bulabilmesinin bir fırsatı olarak Cumhurbaşkanlığı seçimleri gündeme geldi. Erdoğan iktidarının bu yolla engellenmesi mümkündü ve bunun başarılması halinde şeriat rejimine geçiş emellerinin önüne geçmek de böylece mümkün olabilecekti.

 

Bu, ciddi ve büyük bir muharebeydi elbet. Güçler dengesi muazzam derecede laisizm cephesinin aleyhine olmasına karşın; ama seçimde ortaya çıkan sonuçlar da gösteriyor ki şayet daha güçlü ve organize olmuş birliktelikler sağlanabilseydi, daha canla başla mücadele edilebilseydi, boykot ve protesto seçeneğinin uygun bir taktik olmadığı görülebilseydi ve de ittifak güçleri daha az taktiksel hatalar yapabilseydi; kuvvetle muhtemeldir ki şeriatçı tehdidi bu muharebede bertaraf etmek pek ala da mümkün olabilecekti.

 

Ama maalesef ki böylesi bir performans gösterilemedi ve haliyle de o ‘tarihi’ muharebe yitirildi. Ve ama henüz her şey bitmiş değil; daha farklı mücadele yöntem ve araçlarıyla anti şeriatçı bir cephe oluşturarak ve güçlü bir toplumsal barikat kurarak bu tehdidin önünü kesmek hala mümkün.

 

2. kategorideki sol-sosyalist devrimci güçlerin birliği sorunu da tıpkı 1. Kategoride olduğu gibi taktiksel ve dönemsel bir karakter arz eder. Fakat bu, 1. ye göre daha özel ve daha dar bir birlik olup, işçi sınıfının ve geniş emekçi halk sınıf ve tabakalarının sınıfsal, etnik, inançsal ve cinsel temelde burjuva iktidarına karşı yürütülen demokrasi ve sosyalizm hedefli devrimci mücadelesini daha aktif ve etkin kılabilmek için ihtiyacı olan bir birliktir. Örneğin halihazırda varlığını devam ettiren HBDH oluşumu gibi oluşumlar bu birliğin farklı modellerindendir.

 

3. kategorideki komünistlerin birliği sorunu ise daha özgün ve daha kendisine has özellikler taşır. Bu birlik öncelikle aynı ideolojik zeminde bulunmayı gerektirir. Yani komünizm ideal ve ilkelerinin amasız fakatsız benimsenip savunulmasını ve bu uğurda mücadele edilmesini şart koşar. Ve ancak bu koşul uluslararası komünist partilerin enternasyonal birliği için yeterli koşul olabilirken; her bir ülke komünist parti, grup ve kesimlerinin birliği için asla yeterli koşul olamaz. 

Bu birlik için ikinci zorunlu koşul, devrim teorisinin temel siyasal sorunlarında ve devrimin asgari ve azami programı üzerinde hem fikir olmaktır. Eğer bu her iki koşul da mevcut ise, bu zeminde komünist parti, grup ve kesimlerin birliğini sağlamanın koşulları var ve olgundur demektir. Taraflara düşen tarihi görev ve sorumluluk, bu birliği oluşturmaktır.

 

Tabii bu genel olarak böyleyken; adeta ‘sudan gerekçeler’ ve 1994 sürecinde olduğu gibi doğrudan bir kontra operasyonuyla partiyi bölüp parçalayarak tarih sahnesinde yer alan ve bugün hala kendilerini Kaypakkaya ardılı KP ler olarak tanımlayan yapılar arası birlik sorunu, tabiatı gereği, biraz daha karmaşık ve daha zorlu bir hal arz eder.

 

Çünkü öncelikle bu yapılar arasında, halihazırda, ‘Kaypakkaya ardılı’ ve komünizm idealine sahip olma vasfı dışında, örgütsel birliğe zemin sunacak başka hiçbir şey bulunmamaktadır. Yani yukarıda ifade edilen iki esaslı koşuldan sadece birincisi mevcuttur. Bununla örgütsel birliği oluşturmak ise mümkün olmayacaktır.

 Bu koşul bu yapıları ancak ki ‘kardeş parti ve gruplar’ olarak vasıflandırmaya yeterli gelir. Örgütsel birlik için bununla birlikte olması zorunlu olan devrim teorisinin temel siyasal sorunlarında ve devrimin asgari ve azami programı üzerinde her biri farklı ‘resmi görüş’ sahibi olduklarından; bu yapılar arasında en azından bu koşullarda örgütsel birliğin zemininin olmadığı zaten kendiliğinden rahatlıkla anlaşılır olmaktadır.

 

Ama olur da ilerleyen süreçte bu yapılar devrim teorisi ve partinin tarihi muhasebesi (ki bu mevzu oldukça kritiktir. Örneğin bugün kendisini MKP olarak tanımlayan yapı, bilinir ki yukarıda bahsedilen 1994 karşı-devrimci darbesinin mirasçısı bir yapıdır.

 Böylesi ilkesel bir sorunda dört kongre süreci yaşamasına rağmen özeleştiri yapmasını bir kenara bırakın, bu tarihi ve ilkesel suçu dillendirmekten bile özenle imtina etmekte, olayı basit işleyiş kusurları ürünü olduğunu ve bunda da esas sorumluluğun kendilerinde değil, öbür kanatta olduğunun savunusu yapma pişkinliği içinde olmaya devam ediyorken; tüm diğer konularda mutabık kalınsa bile, muhtemelen bu tarihi muhasebe tutumu birliğin gerçekleşmesini imkansız kılacaktır.) üzerine kendi iç bünyelerinde, kongre ve konferanslarında ve gerekse kardeş yapılar olmanın avantajıyla kendi aralarında sürdürecekleri geliştirici-dönüştürücü siyasal/teorik tartışmalarla, mümkündür ki en azından bazıları arasında bir konsensüs yakalanabilir. Ve bu aşama itibariyle bu yapılar arasında birlik sorunu artık güncel bir taleptir.

 

Peki bu gerçekleşebilir bir şey midir? 

Evet elbette,

 en azından teorik olarak, mümkün; ancak siyaset biliminin ve devrimci sorumlulukların gereğinin yerine getirilip getirilmemesine bağlıdır esasen de.

 

Aradan geçen koca yarım asra rağmen, hayatın dayatmaları karşısında oluşturulan körkütük dogmatik saplantılarla bugüne yanıt olunabileceğinin karar altına alınmış olmasını kongrelerinin ‘tarihi başarısı’ olarak propaganda edenlerin ve keza gerek kendi kongre kararlarının, ‘tarihi muhasebe’ dahil temel bir çok başlığına ve özelde de devrim teorilerine getirilen eleştiri ve değerlendirmeleri özenle es geçmeyi büyük bir marifet sayan; yani bunları ele alıp tartışma ve yanıtlayarak daha doğruya varmanın vesilesi yapma irade ve cüretine sahip olamayan ve keza siyasi yapılar arası ideolojik-siyasi tartışmaları rafa kaldırarak, ‘suya sabuna dokunmadan’ ‘dost’ kalmayı tercih eden yaklaşımların egemen olduğu realiteleri göz önünde bulundurulduğun da doğrusu, insan çokta umutlu olamıyor.

 

Tabi silkinip kendilerine gelmeleri halinde, bu görev ve sorumlulukları yerine getirme potansiyeline sahip oldukları da vurgulanması ve altı çizilmesi gereken bir başka gerçeklikleridir elbet.

 

Kendilerini Kaypakkaya ardılı olarak tanımlayan TKP-ML, MKP, TKP/ML, Bolşevik Parti (Kuzey Kürdistan Türkiye) ve diğer MKP gibi bu beş örgüt arasında birlik potansiyelinin bulunduğunu tespit etmek yanlış olmaz. Ancak potansiyelin olması, birlik koşullarının olgunlaşmış olarak var olduğu anlamına gelmiyor/gelmez de.

 

Evet, her ne kadar da tamamının resmi devrim teorileri farklı farklı olsa da ama şu bir gerçek ki özellikle ’72 devrim teorisini hala (evet, maalesef ki hala) ‘resmi görüş’ olarak ileri sürmekte ısrar eden iki örgütün ve sosyalist devrim stratejisini ‘sosyalist halk savaşı stratejisi’ olarak belirleyen MKP nin bu resmi görüşlerinin bugünün realitesinde gerçek anlamda bir karşılığının bulunmadığı, tartışma götürmeyecek kadar açık ve nettir de.

 

İşte bu esaslı konuların bilimsel olarak tartışılmaya başlanması halin de hem devrim ve hem de birlik mücadelesinde yol alınabileceğini söylemek mümkün olabilecektir.

 

Taraflara, yol alabilmelerinin pratik bir yöntemi olarak gerek Kaypakkaya ve MKP’nin ve gerekse de TKP/ML’nin (bu çalışma, TKP/ML de yaşanan son parçalama fiilinden önce yapılmıştı) devrim teorisinin eleştirisi üzerinden alternatif bir devrim teorisi çalışması olan (en azından yazarının iddiasıdır bu.)

“‘Türkiye’ Ve Sosyalist Devrim Gerçekliği” başlıklı çalışma (*), bir ‘tartışma taslağı’ olarak önerilebilir mesela.

 

Böylece, özellikle MKP ve TKP/ML hiç olmazsa bugüne değin itinayla es geçip yok saydıkları bu eleştirel değerlendirme ve alternatif devrim teorisini tartışma imkanı sunmuş olurlar kendilerine.

 

Tartışmalar, doğru temelde ele alınabilirse, mutlaka ki öncelikle hem dogmatik statüko yıkılacak ve hem de yeni fikirlerin yeşererek boy vermesinin bereketli zemini oluşacaktır. Devamında ortaya çıkacak yeni tartışma taslakları üzerinden yürütülecek yapıcı tartışmalarla, en azından, aynılar aynı, ayrılar ayrı yerlerde buluşma şans ve imkanına erişmiş olacaktır ki bu da devrimci mücadele açısından hiç de az buz bir gelişme olmayacaktır.

 

MKP’nin devrim teorisi adına ileri sürdüğü bariz sol-subjektif aşırılıklarını törpülemesi ve ‘tarihi muhasebe’ adına ’94 karşı-devrimci darbesinde önder kadrolarıyla yer almış olması gerçekliğini açık ve net bir dille mahkum etmesi halinde ve diğer TKP/ML ve TKP-ML’nin ’72 nin devrim teorisini, somut şartların somut tahlili Leninist ilkesi buyruğuna uyarak, güncellemesi ve karşılıklı olarak 2017 deki partiyi sudan gerekçelerle parçalamalarının özeleştirisini vermeleri halinde; birlik zemininin oluşması pekala mümkün olabilecektir.

 

Böylesi bir platformun oluşması hem Bolşevik Parti (KKT)’yi ve hem de kendilerini Kaypakkaya ardılı görmeye devam etmekte olan ve ama mevcut yapılar içerisinde örgütlü olmayan tek tek komünist bireylerin tartışmalara dahil edilmesinin koşullarını oluşturacaktır.

 

Bugün bu tarz bir tartışmayla sürecin fitilini fiilen ateşleme görev ve sorumluluğu, herhalde ki en başta ve en çok da birliği adeta tek taraflı bir ısrarla gündemde tutmaya gayret gösteren MKP’ye düşüyor olsa gerek. Demiş ya Ziya Paşa: “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz/Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.” dir, diye.

 

Samimi kanaatim odur ki “’Türkiye’ Ve Sosyalist Devrim Gerçekliği” başlıklı ‘tartışma taslağı’nda, devrim teorisi kapsamında ortaya konulan görüşler ve tezler, ana hatlarıyla üzerinde konsensüse varılabilecek özelliktedir.

 

Taraflar buyursun, ele alıp iç bünyelerinde iradeye sunarak tartışıp, böyle olup olmadığını görsünler.  

7.07.2023

---------------

https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/kaypakkaya-ardili-hareketin-bolunme-ve-birlik-sorunu-uzerine


(*) halilgundogan.blogspot.com

[1]    Bkz. Halil Gündoğan, MKP'nin “Tarihi Muhasebesi”nde Öznelcilik ve Dogmatizm.  Halil Gündoğan, “Dersim Dağlarında”.

 

 

3 Temmuz 2023 Pazartesi

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair: Halil Gündoğan

  Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair:

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye.

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

MKP’li arkadaşların birlik çağrı ve tartışma istemlerinin “devrimci kaygılar”ından doğduğu muhakkak; ancak doğru tarzda ele alınmayan her şey gibi bu çağrı ve tartışma istemleri de amaca hizmet etmeyen, önemli oranda ona ters düşen ve de aslında böylesi stratejik bir sorunu güncelleştirme kabiliyetini de esasen yitirmiş olan; dejenerasyona uğramış bu haliyle de aslında basbayağısından bir suiistimal aracına dönüşmüş olan bu ısrarlı çağrı gerçekliğinin görülmesi gerekiyor artık.

MKP’nin " komünistlerin birliği" çalgılarında ki gerçek muhataplarının tam olarak kimler olduğu ve bunların her biriyle, örgütsel birliğin üzerinde inşa olacağı devrim teorilerinde, bir araya gelmelerinin nasıl mümkün olabileceğine dair kamuoyuna yapılmış doyurucu bir açıklamaları da yok üstelik.

MKP’nin, “komünistlerin birliği”yle meramı, farklı renk ve tondaki oportünist yapı ve gurupların aynı çatı altında bir oraya toplaşması değilse şayet; o halde, kimleri hangi kriterler üzerinden komünist gördüğünü net olarak ortaya koyması gerekmektedir öncelikle. 

Öte yandan bunu sırf MKP nin yapması da yeterli gelmez; birleşmesi istenen yapıların karşılıklı olarak birbirlerini komünist olarak değerlendirmeleri gerekiyor. 

Ama biliniyor ki, başka sebepleri de olmakla birlikte, birlik çağrılarının muhatapları öncelikle MKP’yi komünist olarak görmemekte, bu bir gerçek. 

Öte yandan bu muhataplar, kendileri dışındaki diğer çağrılanları da komünist olarak görmemekteler. Hatta bazıları, tabiri caizse, birbirleriyle adeta “kanlı bıçaklı” vaziyeteler. Peki böylesi bir realite içinde MKP’nin bu birlik çağrılarının nasıl bir gerçekliği olabilir ki?!

MKP, birlik için her hâldeki sadece ideolojik olarak “kardeş yapılar” olma kriterini baz alıyor ve bunu da yeterli görüyor olmalı. Bu temel üzerinden, birbirlerini oportünist değerlendiren yapıların birleşebileceğine ve bununda komünistlerin birliği olacağına kendisini ikna etmiş olmalı ki, çağrısını yıllardır ısrarla tekrarlayıp duruyor. Biraz Nasrettin Hoca mizacı mı var acaba: “Ya tutarsa!”

Evet, keşke tutsa...

Ama maalesef ki hayatın gerçekleri farklı mecradan akıyor; “boş hayaller”e pek şans tanımıyor gibi.

Neden “boş hayal”?

 Çünkü her şeyden önce MKP’nin komünist olarak addettikleri birbirlerini komünist olarak değerlendirmiyor.

 Öte yandan, örgütsel birliğin olmazsa olmazı olan, üzerinde ortaklaşabilecekleri bir devrim teorisine sahip değiller. 

Örneğin MKP sosyo-ekonomik yapı tahlilinde ve devrim stratejisinde kiminle ortaklaşabileceğini sanıyor mesela?


 Kendi görüşlerinden vazgeçmeyi mi düşünüyor, yoksa diğerlerinin, kendi çizgilerini benimseyeceği beklentisinden midir?

MKP birlik uğruna kendi devrim teorisini terk etmeye, diğerleriyle uzlaştırmaya evet diyorsa, o zaman öncelikle bunu kamuoyuna deklere etmesi gerekmez mi?

Keza, dışındaki muhatabı yapıları birbirlerini komünist görmeye ikna etmesi gerekmez mi? 

Yapılar birbirlerini komünist olarak görmüyor, ama MKP tutturmuş, “biz komünistiz gelin birleşelim.” Komik ötesi…

İşte tüm bu sebeplerden ötürü MKP’nin birlik çağrıları, hali hazırda karşılığı bulunmayan ham hayallerden ibarettir.

Bu gerçekliğe rağmen yapılıyor ve ısraren sürdürülüyor olması da kusura bakılmasın ama, o kadarda masumane çünkü niyetlerden bağımsız olarak alenen bir suiistimale dönüşmüş durumda.

 Takdir edilecektir ki buda nahoş bir durum.

Halil Gündoğan

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Oysa Başbağlar Köyünde de toplam 33 insanımız hunharca katledilmişti (28 erkek kurşuna dizilerek, 5 kadın ise yakılan evlerden çıkamayarak, yanarak can vermişti).
Çarpık bir intikam ve misilleme anlayışıyla, PKK güya Madımak katliamının hesabını sormuş, öcünü almıştı.

Madımak katliamını devletin üst aklı ve 'karanlık' güçlerinin gerçekleştirdiği besbelliyken, buna misilleme ve intikam yapılacaksa, adresi masum halk olmasa gerek.

Ve ama ne yazık ki, muhtemelen devletin üst akıl odaklarının da yönlendirmesiyle, PKK böylesi ağır bir suça ortak olmuş ve sonuçta üç gün arayla 70 insanımız hunharca katledilmiş oldu.
Burada şöylesi çok özgün bir yan var: Madımak katliamı ile Başbağlar katliamı aynı senaryonun birbirini tamamlayan iki perdesidir. Dolayısıyla da bu her iki katliam karşısında 'tarafgirli' bir pozisyon sergilenemez. Madımak katliamı  yüreklerimizde nasıl sönmeyen bir  sızı ve acı olarak anlam kazanıyorsa,  Madımak ateşinde yakılan, kıyıma uğratılan Başbağlar'da ki 33 masum, günahsız halktan insanımız da aynı şekilde karşılık bulmak zorundadır. Aksi takdirde bizim hem vicdan terazimizde ve hem de adil olma desturumuzda sorunlu yanlar var demektir.

Madımak katliamının kınandığı her vesileyle, doğrudan Madımak ateşiyle gerçekleştirilen  Başbağlar katliamını da kınamak, o masum insanlarımızı da unutmadığımızı ifade etmek, bu özgün ilişkilerinden ötürü, gerekli bir şarttır.

Daha önceleri çeşitli vesilelerle dikkat çekmeye çalıştığım bu sorunu, 30. yılı vesilesiyle bir çok kesimce yapılan açıklamalarda buna dair suskunluğun ve es geçme tavrının devam ettirilmekte olduğunu görünce, bunları yazma gereği duydum. Umarım en azından komünist ve sol- sosyalist kesimlerin bu hatalı tutumlarından vaz geçmelerine vesile olur.

Temmuz 2023.

https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/katliaminin-30-yilinda-madimak-ve-es-gecilen-basbaglar

21 Haziran 2023 Çarşamba

12 Haziran 2023 Pazartesi

ANALİZ | “Devrimci Eylem Birliği” ve “Kaypakkayacı Güçlerin Birliği” Meselesi


Son sözü başta söyleyerek okuyucuyu yormayalım. Bu birlik ya da anti-birlik yazısı değildir. Bunun nedeni elbette bu konunun başka bir platformun gündemi olmasıdır. Diğer bir ifadeyle “Kaypakkaya geleneği’nde gelen partilerin birliği” olarak tanımlanan ve propaganda edilen mesele, devrimci eylem birliklerinin, somutumuzda ise Kaypakkaya’nın ölümsüzlüğünün 50. yılı vesilesiyle ortak iş yapma, devrimci dayanışma ve mücadele kültürünü geliştirme şeklindeki doğru devrimci tutumla karıştırılmamalıdır.

11_Haziran_2023


Türk hakim sınıfları cumhuriyetlerinin ikinci yüzyılına hazırlanırken kendilerini yeniden örgütlüyorlar. Coğrafyamız komünist hareketinin önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed zindanında 18 Mayıs 1973 tarihinde katledilmesinin 50. yılında sınıf düşmanlarımız ikinci yüzyıllarına hazırlanıyor.

 

6 Şubat ve sonrasında yaşanan depremlerde göz göre göre katledilen on binlerce insanın yanında, hakim sınıfların sömürü ve soygun politikalarının doğrudan sonucu olarak süregelen ekonomik krizin yarattığı yoksullaşmanın artışı, milyonlarca insanın en temel insani yaşam koşullarını karşılamaktan uzak asgari ücrete mahkum edilişi ve daha bir dizi temel çelişkinin yarattığı yıpranmanın üzerinin örtülmesi için bir kez daha seçimler ve demokrasi kartı devreye sokuldu.

 

Türk devletinin sınıfsal niteliğini çözümleyen, faşist karakterini sağlam biçimde ifade eden, dahası özellikle Türk hakim sınıflarının iki ana kamp halinde birbirleriyle mücadele içinde olduğunu ortaya koyan, bu ve diğer analizleriyle aynı zamanda tarihsel bir çözümleme de yapan İbrahim Kaypakkaya; bu anlamıyla hakim sınıfların resmi tarihini anlamak ve elbette işçi sınıfı ve halkın kendi tarihini-gerçeklerini görmesi açısından muazzam önemde tezler ileriye sürmüştür.

 

Yarım asır sonra coğrafyamız sınıf mücadelesinin, sosyal pratiğin döne döne kanıtladığı üzere İbrahim Kaypakkaya’nın tezleri sadece M.Kemal dönemini anlamak ve çözümlemek için değil günümüz hakim sınıflarının kendi aralarındaki mücadeleleri de proletaryanın lehine çözümlemek için paha biçilemezdir.

 

Nitekim Kaypakkaya’nın katledilmesinin üzerinden yarım asır geçmişken, günümüzde Türk hakim sınıf klikleri arasında devlet imkan ve olanaklarından kendi klik çıkarları için daha fazla yararlanma mücadelesi olarak tanımlayacağımız iktidar dalaşı, seçimler vesilesiyle daha da şiddetlenmiştir. Her iki klik de iktidar için kimi nüanslar bir yana, sömürü sisteminin sürgit devamında, ırkçı milliyetçilikte, sığınmacı ve mülteci düşmanlığında, kadın ve LGBTİ+ düşmanlığında, ez cümle Türk Kürt uluslarından, çeşitli milliyet ve inançlardan işçi sınıfı ve halk düşmanlığında birleşmektedir.

 

TC devleti, ikinci yüzyılına girerken özellikle devrimci hareketi, özellikle silahlı mücadeleyi hedefine koymuş durumdadır. Güncel ve dinamik tehdit olarak Kürt ulusal özgürlük hareketini ve gerilla mücadelesini ezmeyi hedeflese de coğrafyamızda devrimde ısrar eden komünist ve devrimci hareket de kuşatma ve imha saldırısı altındadır. Başta silahlı güçlerin tasfiye edilmesi olmak üzere, devrimci ve komünist hareketin her alandaki mücadelesi yoğun bir faşist saldırganlık altında tasfiye edilmek istenmektedir.

 

Hakim sınıflar, işçi sınıfı ve halkın yaşam ve çalışma koşullarının ağırlaşmasına ve kendi aralarındaki çelişkinin keskinleşmesine paralel, kendileri açısından stratejik tehdidin, devrimci ve komünist hareket olduğunun ayırdındadırlar. Bu bir sınıf bilincidir ve bu bilince uygun bir stratejik konumlanış içerisindedirler.

 

Seçim sonuçları farklı olsaydı da, aslolan gerçek budur. Dolayısıyla bu gerçeğe dayanmak gerekir. TC devleti, “İslamcı”sıyla “Kemalist”iyle işçi sınıfı ve halkın en küçük demokratik eylemine karşı kendini örgütlemiştir. Türk hakim sınıfları, kendi sömürü iktidarlarının beka sorunu için hakim Türk ulusu ve Sünni inanç dışındaki bütün ulus, milliyet ve inançlar üzerinde faşist bir diktatörlüktür.

 

Geçmişte Kemalist faşizmin İslamcılara yönelik aydınlanmacı faşist baskısının yerini günümüzde İslamcıların “laik” Kemalistlere yönelik faşist baskısının alması meselenin sınıfsal özünü değiştirmemektedir. Türk hakim sınıfları, sınıfsal olarak Türk işçi ve köylülerini, toplamda Türk halkını da sömürmelerini, hakim ulus şovenizmiyle, ırkçı ve milliyetçilikle perdelemektedir. Elbette bu faşist saldırganlıkta en büyük payı hakim ulus ve inanç dışındaki ulus, milliyet ve inançlar almaktadır.

 

Dün Kemalistler, bugün İslamcılar eliyle “tek millet, tek dil, tek vatan, tek din…” ile işçi sınıfı ve emekçi halk faşist cendere altında ezilmekte ve şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Bu gerçeği bugün ifade edebilmemizi elbette katledilişinin üzerinden yarım asır geçmiş olmasına rağmen İbrahim Kaypakkaya’nın Türk devletinin sınıfsal karakterini bilimsel temelde çözümleyen görüşlerine borçluyuz.

 

Kaypakkaya’nın ölümsüzlüğünün 50. yılı vesilesiyle bir kez daha onun özellikle Kemalizm ve Milli Mesele ile ilgili tezleri geniş bir çevre tarafından hatırlatıldı. Son yılların “popüler muhalefet alanı” olan sosyal medya platformlarında binlerce paylaşım yapıldı. Nerede bir direniş ve mücadele varsa İbrahim Kaypakkaya orada anıldı, devrimci savaş ve mücadele kararlılığı bir kez daha ifade edildi.

 

Başta İbrahim Kaypakkaya’yı komünist önder olarak değerlendiren parti ve örgütler olmak üzere tüm devrimci kesimler Kaypakkaya için anmalar düzenledi!

 

Faşist diktatörlüğün saldırgan yüzünün son yıllardaki daha belirgin haliyle yaşandığı koşullarda, bu koşulları da zorlayarak çeşitli eylem ve etkinliklerle Kaypakkaya’nın görüşleri kitlelere ulaştırılmaya çalışıldı. Diğer yandan, ne büyük “talihsizliktir” ki, tüm bu olumluluklara karşın, objektif gerçeklikten kopuk, son derece subjektif değerlendirmeler yapıldı/yapılıyor.

 

İbrahim Kaypakkaya’nın ölümsüzlüğünün 50. yılı vesilesiyle, Kaypakkaya yoldaşın Kaypakkaya’yı komünist olarak kabul eden örgütler tarafından birlikte anılması, dahası bu yılın -tarihsel önemine uygun olarak- Kaypakkaya anmalarının geçmiş yıllara oranla daha yaygın ve kitlesel olarak gerçekleştirilmesi, kimi hatalı politik değerlendirmelerin de etkisiyle farklı yorumlandı, subjektif sonuçlar çıkartıldı.

 

Hayaller ve istekler somut gerçeğin yerine ikame edildi. Ancak bilinir ki, ayakları yere sağlam basmayan, somut koşullardan hareket etmeyen her politik değerlendirme, kaybetmeye mahkumdur.

 

Gerçeklere, sadece gerçeklere dayanmak!

Son sözü başta söyleyerek okuyucuyu yormayalım. Bu birlik ya da anti-birlik yazısı değildir. Bunun nedeni elbette bu konunun başka bir platformun gündemi olmasıdır. Diğer bir ifadeyle “Kaypakkaya geleneği’nde gelen partilerin birliği” olarak tanımlanan ve propaganda edilen mesele, devrimci eylem birliklerinin, somutumuzda ise Kaypakkaya’nın ölümsüzlüğünün 50. yılı vesilesiyle ortak iş yapma, devrimci dayanışma ve mücadele kültürünü geliştirme şeklindeki doğru devrimci tutumla karıştırılmamalıdır.

 

Birlik denilen mesele bambaşka bir gündemdir ve şu an somutumuzda yürütülen devrimci temelde ortak iş yapma, İbrahim Kaypakkaya yoldaşın komünist tezlerinin daha fazla kitleye ulaştırma ve onu layıkıyla anma yaklaşımımızla karıştırılmamalıdır.

 

Kaldı ki kendisini “Kaypakkayacı” olarak tanımlayan, parti ve örgütlerin bu meselelere yaklaşımı, ele alışı bilinmiyor değildir. Durum bu minvaldeyken ve dahası proletarya partisinin birinci kongresinin halk saflarında değerlendirdiği parti ve örgütlere dair yaklaşımı ve belirlediği çizgi orta yerdeyken, bu konuda yeni bir şey söylemek de mümkün değildir.

 

Diğer bir ifadeyle konuya dair başta proletarya partisi olmak üzere, devrimci temelde ortak iş yapanların görüşleri kamuoyu tarafından bilinmez değildir. Yani ortada gizli kapaklı bir durum olmadığı gibi bu konuda yani daha açık ifadeyle “parti güçlerinin birliği” denilerek bir gündem oluşturulmuş değildir. Bilinmektedir ki, proletarya partisi kendisine-kendi gündemine dair konularda -eğer güvenlik açısından herhangi bir sorun yoksa- halka karşı açık olmayı savunur ve bunu uygular.

 

Dolayısıyla şu an İbrahim Kaypakkaya’nın ölümsüzlüğünün 50. yıldönümü vesilesiyle pek çok alanda yapılan eylem birliklerinin hareket noktası “parti güçlerinin birliği” değildir. Eylem birliği yapan kurumların, bu birliklere yükledikleri misyon ve kendilerine göre tasarrufları elbette kendilerine aittir.

 

Hal böyleyken hemen belirmek gerekir ki, bu yazının bir nedeni de devrimci temelde “yapılan birlik çağrılarının ve propagandasının kitlemiz üzerinde yarattığı baskı” da değildir. (Ki bu bile aslında devrimci propagandanın gerçeklere dayanması gerektiğinin bir başka kanıtıdır.) Olmayanı varmış gibi ele alan hatalı yaklaşımlara, devrimciler arasında ortak iş yapma kültürüne zarar veren tutumlara dikkat çekmek içindir.

 

Son süreçte atılan ve devrimci temelde zaten olması gereken ve bu anlamıyla son derece normal-doğal ve de doğru adımlar-pratikler bilinçli ya da bilinçsiz olarak subjektif değerlendirmelere konu olmaktadır. Bu tür değerlendirmeleri bir siyaset olarak pratikleştiren devrimci dostlarımıza diyecek bir şeyimiz yok.

 

Her siyaset kendi görüşünü propaganda etmekte elbette özgürdür ve bu en doğal hakkıdır. Ancak belirtmek gerekir ki, devrimci siyaset gerçeklere dayanmalıdır. Somut koşullardan hareket etmeyen, kendi öznel niyetlerini gerçeğin yerine ikame eden siyasetin kazanımı, saman alevidir. Kısa vadede bu tür ele alışların anlık kazanımları varmış gibi görünmesine rağmen uzun vadede kaybettireceği çok açıktır.

 

Bütün bunları neden ifade ediyoruz; İbrahim Kaypakkaya’nın devrimci temelde ve devrimci güçlerle “ortak” bir şekilde anılması ve görüşlerinin daha geniş bir kitleye mal edilmesi çabası -şu ya da bu niyetle- devrimci temelinden kopartılmakta, subjektif niyetler objektif gerçeklerin yerine geçirilmektedir.

 

Öncelikle belirtmek gerekir ki, İbrahim Kaypakkaya bu kurumlar tarafından ilk defa devrimci eylem birliği temelinde birlikte anılmamaktadır. Örneğin İbrahim Kaypakkaya’nın 40. ölüm yıldönümü vesilesiyle de eylem birliği temelinde birlikte anıldığını ifade etmek gerekir.

 

Binlerce Kaypakkaya resminin kitlelerin ellerinde İstiklal Caddesi’nde taşındığı bilinmektedir. Yine Kaypakkaya’nın yıllardır Rojava’da eylem birliği şeklinde anıldığı bilinmektedir. Örnekler çoğaltılabilir.

 

Gerçekten devrimci olan, devrim diye bir meselesi olanların, komünist önder olarak sahiplendikleri İbrahim Kaypakkaya’yı ve özellikle onun komünist fikirlerini propaganda etme ve daha geniş kitlelere ulaştırmada devrimci eylem birlikleri temelinde sayısız pratiği vardır. Bu pratikler yanlış değildir. Devrimcidir. Üstelik yukarıda da ifade ettiğimiz üzere bu tür eylem birlikleri ilk defa yapılıyor da değildir.

 

Devrimciler arası ilişkilerde ve pratiklerde her türlü dar grupçu kaygı ve düşmanca yaklaşımdan uzak hareket edilmesi iyidir ve devrimci bir siyasettir.

 

Bu anlamıyla İbrahim Kaypakkaya’nın ölümsüzlüğünün 50. yıldönümü vesilesiyle -bu tarihselliğin anlamına da uygun olarak- çok daha fazla alanda, çok daha fazla kitleyle devrimci eylem birliği temelinde anılması doğru bir devrimci tutum olmakla birlikte bu devrimci eylem birlikteliğine olması gerektiğinden başka bir anlam yüklemek, en başta da bu düşünce sahiplerine zarar verir.

 

Yukarıda ifade ettiğimiz üzere, bu yazı bir birlik ya da anti-birlik yazısı olmamakla birlikte, bu tür subjektif değerlendirmelerin ve sosyal medya paylaşımlarının, Kaypakkaya’nın devrimci bir temelde anılmasını da gölgelediğini, bambaşka tartışmaların bu devrimci eylemin ve ortak iş yapmanın altını boşaltma tehlikesini barındırdığını ifade etmek gerekir.

 

Neden böyle olmaktadır?

 

Elbette bu konuda kimi subjektif niyetler, özlem ve istekler ya da tam tersi bir noktadan endişeler, kaygılar vb. etkilidir. Bu tartışmanın bir yanıdır. Ve biz buna yukarıda da ifade ettiğimiz üzere girmeyeceğiz. Bu, başka platformların konusudur. Burada meramımız bir başka tehlikeye dikkat çekerek derdimizi anlatmaktır.

 

Normal, olması gereken, devrimci güçler arasında ortak hareket etme kimi konularda ve gündemlerde eylem birlikleri yapma gibi pratiklerin azlığı ya da başarısızlığı beraberinde, bu tür pratiklere dair olduğundan ya da olması gerektiğinden başka bir anlam yüklenmesine neden olmaktadır.

 

Bu konuda yani devrimci eylem birlikleri ve devrimciler arası ortak iş yapma kültürünü geliştirme çaba ve pratiği zaten olması gerekendir. Olması gerekene, olmayan bir anlam yüklemek doğru değildir.

 

Neden böyle diyoruz?

 

İbrahim Kaypakkaya’nın ve partisinin ilk eyleminin THKO savaşçılarının ihbarcısını cezalandırmak olduğu bilinir. Dolayısıyla coğrafyamızda komünist hareketin ortaya çıkışı ve ilk eylemi başka bir devrimci örgütün önder kadrolarını ihbar eden unsuru cezalandırmak olduğu hatırlanırsa, komünist hareketin bu konudaki pratik tutumuna da örnek olduğu ve olması gerektiği unutulmamalıdır.

 

Komünist hareket olumlulukları ve olumsuzluklarıyla bu konuda tarihsel bir tecrübeye sahiptir. Dolayısıyla eylem birlikleri ve ittifaklara yaklaşım konusunda İbrahim Kaypakkaya’dan başlayarak günümüze kadar son derece zengin bir birikime yaslanmaktadır.

 

Nihayet bu bilincin ürünü olarak 2016 yılında kuruluşunu ilan eden HBDH’nin de bileşenlerinden biri olmuştur.

 

Yine proletarya partisinin 2019’da gerçekleştirdiği birinci kongresinde: “…sürecin ağırlığı ve faşizmin saldırganlığının üst boyutta olması, beraberinde devrimci ve komünist hareketlerin birlikte hareket etmesini ikili ya da çoklu eylem birlikleri içinde süreci karşılamasını dayatmaktadır” tespitinde bulunduğu da bilinmektedir. (Komünist 72, Nisan 2019, s. 167)

 

Devrimci kurumlarla bu temelde çeşitli gündemler etrafında gerçekleştirilen ve geliştirilen eylem birlikleri ve ortak devrimci eylemler örgütleme yaklaşımı bu yaklaşımla uyumludur. Bu yönelim çeşitli vesilelerle devrimci kamuoyuna ve halkımıza sunulmuştur. Diğer bir ifadeyle ortada “yeni” ya da “farklı” bir yönelim bulunmamaktadır.

 

İbrahim Kaypakkaya’nın ölümsüzlüğünün 50. yılı vesilesiyle, bu genç komünist önderi devrimci pratik içinde anmak ve görüşlerinin daha fazla kitleye ulaşmasını sağlamak, onun mirasına devrimci temelde yanıt olmaya çalışmak vb. başka bir pratik tutum; “Kaypakkayacı güçlerin birliği” olarak tanımlanan ve propaganda edilen mesele ise bambaşka platformların konusu ve gündemidir.

 

Dolayısıyla bu iki gündem birbirine karıştırılmamalıdır.

 

Devrimci eylem birlikleri ve “komünistlerin birliği” başka şeyledir. Bunlar “Kaypakkaya geleneği”nde yıllardır döne döne tartışılan meselelerdir.

 

İbrahim Kaypakkaya yoldaşın 18 Mayıs 1973’te Amed Zindanı’nda katledilişinin 50. yıldönümünde, onu bir kez daha saygıyla anıyor ve mücadele kararlılığımızı yeniliyoruz.






 

3 Haziran 2023 Cumartesi

4_ Tarihimizden Notlar_"Önyargılar Gerçeğe Cehaletten Daha Uzaktır”

 Sahte Maoculukla, Maoculuğu Kimseye Bırakmıyorlar

 

İşçi sınıfının bilimi olarak Marksizm, ortaya çıkışından bu yana burjuvazinin cepheden açık saldırılarına maruz kalmıştır ve burjuvazi varolduğu müddetçe de bu saldırıları sürdürecektir. Karşı-devrim, cepheden saldırılarla yetinmemiştir

 Marksizmi çürütemeyince, etkisizleştiremeyeceğini gören burjuvazi cepheden saldırılarının yanısıra "içte”de yürütmeye ağırlık vermiştir.

"Marksist saflarda” gözüküp, Marksizmi savunma kisvesi altında Marksizme saldırma yolunu benimsemişlerdir.

 Bu yol daha avantajlı ve etkili gelmiştir.

 Özellikle küçük-burjuva tabakalarından Marksist saflara gelenlere dayanarak ve saflarda etkilenen veya ideolojik saldırı ve alışkanlıklarıyla bozduğu çevreler vasıtasıyla Marksizm bayrağını sallayarak Marksizme saldırmışlardır.

Onu revizyondan geçirerek ehlileştirmeye yani burjuvaziye zararsız hale getirmeye, bulanıklaştırmaya, yolundan saptırıp güçsüzleştirmeye ve Böylece başarısızlığa uğratmaya çalışmışlardır.

Marksizm tarihinde Marksizme en büyük saldırılar "Marksizm saflarında” gözükenler tarafından ve içte verilmiştir. Bir başka deyimle en büyük ihanetler ve darbeler' Marksist saflarda ve içten alınmıştır.

Dolayısıyla sınıf bilinçli proleçarya bunun bilincinden hareketle ideolojik-siyasi olarak uyanık olmak zorundadır. Özellikle son 40-50 yıllık UKH deneyimleri ortadayken, bugün her zamankinden daha çok uyanık olmalıdır. Kimin neyi nasıl kavradığına, nasıl yetiştiğine, amacına ve samimiyet derecesine iyi bakılmalıdır.

 Bir şey etkili bir şekilde en iyi içten bozulabilir, içten yıkılabilir.

Özellikle ideolojik-siyasi konularda. Bunun bilincinde olan burjuvazi sahte KP'ler ya da sahte Marksist örgütler kurmaktan tutun, Marksistlerin savunduğu görüşleri biçimsel bakımdan savunup (eşitlik, özgürlük, demokrasi, insan hakları vb. vb.) onların içeriğini boşaltarak, yozlaştırarak onlara ilgiyi azaltmaya, Marksist geçinen küçük-burjuva parti ve örgütleri şu ya da bu ölçüde desteklemeye, etkilemeye, bunların "Marksizmi” savunma adı altında onu bozmaya, yolundan saptırmaya ve teşvik etmeye kadar; oradan komünist saflara gelen ama henüz dönüştürülmemiş küçük-burjuva unsurları etkilemeye, fiili ve ideolojik saldırılarıyla saflarda sallantıya, karamsarlığa düşen zayıf unsurları etkilemeye bu tip unsurlar üzerinden çeşitli yollarla örgüt tasfiyeciliği yapmaya, onların Marksist-MLM maskesi altında komünist harekete saldırılarına ve dahası komünist hareket saflarında etkilediği, bozduğu-dejenere ettiği unsurların Marksizme-MLM'ye saldırılarına kadar. Bunların, burjuvazinin doğrudan ve dolaylı ama aynı cephenin MLM bilimine karşı yürüttüğü saldırı yöntemleri olduğu unutulmamalıdır.

Burjuvazi en etkili saldırılarını Marksist maskeye bürünerek sürdürmüştür.

Tarihi deneyler buna örnektir.

Bir dizi gelmiş geçmiş sahte "Komünist Parti” ortada. Bernstain, Kautsky, Marksizmi "savunma” maskesi altında Marksizme karşı savaşmışlardır; Troçki vb. akımlar Marksizme (Leninizme) "sarılarak” Marksizme-Leninizme karşı savaşmışlardır; Tito, Togliatti, Thores, Kruşçev'e kadar Marksizmi-Leninizmi savunur gözüküp bu maske altında saldırmışlardır; Liu-Şao Şi, Deng-Siao Pinğ ML'Yİ dahası Maoizmi  'savunma” maskesi altında MLM'ye karşı burjuva cepheden saldırmışlardır.

Enver Hoca'nın dönekleşmesiyle ML maskesi altında Maoizm nezdinde MLM'ye burjuva cepheden saldırmışlardır. Lin Piao en keskin Maoculuk adı altında MLM'ye burjuva cepheden saldırmıştır.

Burjuvazi ve burjuva cepheden çeşitli maskelerle ortaya çıkan anlayışların yabancısı" değiliz ve biliyoruz. PS ve anlayışına yön veren çevrede bu cinsten bir çizgidir.

Özellikle Lin Piao gibi Maoculuk üzerine yemin billah etmeleri hiç de onların gerçek Maocu olduklarını göstermez. Bununla hiç de menşevik ve aynı zamanda Hocacı anlayışta olduğunu gizleyemezler.

PS ve anlayışına yön verenler bir suçlunun suçüstü yakalanmasının telaşıyla hareket etmesi gibi davranıp kendilerinin Maocu olduğunu başkalarının (haliyle bizim) "Hocacı P. anlayışı”nda olduğumuzu iddia ediyorlar.

İddia kolay da gerçeği ifade ediyor mu ona bakmak lazım!

Kimin anlayışı ve bugünkü pratiğiyle bağdaşıyor, buna bakıldığında kendilerinin bu durumda olduğunu çok rahatlıkla görebiliyoruz. Maoculuk maskesi kullanmaları anlayışlannı ve bugüne kadarki pratiklerini gizleyemiyor, tersine bu durumlarına rağmen hala ikiyüzlüce şarlatanlık yaptıklannı gösteriyor.

Menşevik, anarşist ve Hocacı nitelikle anlayışlarına Maocu kılıfı geçiren PS ve anlayışa yön verenler "niye ayrıldık;

 neden bu ayrılıkların teorisini yapıyoruz?

 hem de bunu Maoculuk adına yaparak...” diyor.

Dün '87 'de başvurup, doğru görüp, sonradan yanlış görenler, dün '94'te baş vurup doğru görüp, bunu onaylayanlar kendileri değilmiş gibi "yanlış görüyor”lar ve "neden bu ayrılıkların teorisini yapıyoruz” diyorlar.

 

 '87 ' de doğru gördünüz ki başvurdunuz ve yıllarca savunup sürdürdünüz. Sonra ayrı kalmanın yanlış olduğunu belirtip birlik sağladınız ve "birlik” halinde iken sürekli ayrılığın çabasını yürüttünüz ve '93 sonlarında planlarınızda "%90” başarılı olacağınızı, "hangi tüzük beni bağlar ona şaşarım” gibi söylemlerle '94'de başvurduğunuz "kilit noktalar”ın, ‘'revizyonistlerin elinde” olduğunu, "bir yıllık sürece damgasını vuran” revizyonistler olduğunu söyleyerek "kültür devrimi” naralarıyla darbeci ayrılığa başvurdunuz.

 Doğru buldunuz ve sürdürdünüz. Bugün de "neden bu ayrılıkların teorisini yapıyorsunuz” diyorsunuz.

İyi de hangi halinize inanalım, hangi halinize güvenelim.

 Madem yanlış, bunun suçlusu ve sorumlularının hesap vermesi gerekmiyor mu?

 Niye yapmıyorsunuz?

 Bunu yapmadan konuşmak ikiyüzlülük değil mi?

 Nasıl güven verebilir bu yaklaşımlar?

"Ayrılığa kılıfladığı gerekçeler örgütsel ayrılığı getirecek ideolojik ve siyasi konular mıydı?” dedikten sonra "eğer bir grup oluşturdun mu veya bir iki noktada (o da ilkesel olmayan) ayrılığın varsa, hemen örgütsel ayrılığa gitmenin doğru olduğu teorisi”nde olduğumuzu iddia ediyor.

 

Böyle bir anlayışta olmadığımızı kendileri de biliyorlar.

 Ne belirttikleri gibi bir anlayışımız var, ne de yazılı haliyle gösterebilirler. Böyle bir pratiğimiz de olmadı. O halde, uyduruk ve kendi içinde olan kendilerinin gösterdiği böylesi pratiği bize yakıştırmak ciddiyetle bağdaştırılamaz.

"Böyle Maoculuk olmaz!” diyorlar.

 Tamamen katılıyoruz.

Böyle bir anlayışla hareket etmek Maoculukla bağdaşmaz.

 Fakat PS 'nin kendi anlayış ve pratikleriyle kıyaslamadan böyle yazması ciddi ve aklı başında bir davranış değildir.

Ve PS biraz genelleştirerek ve bizim kendilerine bu yönlü eleştirilerimiz üzerine şöyle yazıyor:

"Hocacılık ve Maoculuk bir arada yürümez.

Çünkü her ikisinin Parti içi sorunları çözmedeki bakış açıları farklıdır.

 

Bu ayrılıkların ve hizipleşme yaratılmasının bunca bol olmasının nedenlerinden birisini Hocacılıktan ayrı ele alabilir miyiz?

 Bizce ele alamayız.

Çünkü Hocacı anlayış sahipleri farklı düşündükleri noktada ne merkezin disiplinine ne de muhalif düşüncelere tahammül etmez.

 Birisini atarken diğerine karşı ayrılık örgütler.

 Hocacılık'ta ideolojik mücadele yerine örgütsel tasfiyecilik ve ayrılık esastır.

 Kısaca, ÖG bu konuda TKP(ML)'ye çamur atıyor.' diyorlar.

Bunları söylerken kendilerinin böyle bir anlayışta olmadığını ve kendileri dışındaki grup ve yapıların tamammın böyle olduğunu, dahası özgülde bizim böyle bir anlayışta olduğumuzu söylemiş oluyorlar. Kendilerine de "çamur” attığımızı söylüyorlar.

Tam bir yavuz hırsız misali!

Oysa daha önce çeşitli dönemlerde çeşitli yazılarda vurguladığımız gibi (burada yeniden üzerinde durmayacağız) süreçlerine bakıldığında bu anlayış ve pratik içinde oldukları geniş devrimci çevrelerce bilinip gözlemlenmektedir.

 Buna rağmen şimdi "keskin” Maoculuk kılığına bürünmeleri kendi gerçekliğini değiştirebilir mi?

Bu durumda olduklarını gizleyip temize çıkarabilir mi?

 Hayır çıkaramazlar!

Açıktır ki sahte Maoculukla Maoculuktan bahsetmek PS ve kalemşörlerini gerçek MLM yapmayacaktır.

Ve bunu da kimseye yutturamayacaklardır.

PS ve kalemşörlerinin gerçekte Maocu olmak gibi bir niyetleri varsa samimi olmak zorundalar, bu baş koşuldur. Kendilerini ciddiyetle sorgulayıp özeleştiri yapmalıdırlar. Bundan korkmamalıdırlar. Korkunun onları kurtaramayacağını bilmeli ve unutmamalıdırlar.

Yukarıdaki aktarma içinde "farklı düşündükleri noktada ne merkezin disiplinine ne de muhalif düşüncelere tahammül etmez” dediği ve Hocacılıktan geldiğini söylediği anlayış, PS ve çevesinin bugüne kadar anlayış ve pratiğinde çokça başvurduğu bir anlayıştır.

Bu yönü Hocacılıktan değil, örgüt konusundaki anarşist anlayışlarından kaynaklanıyor. PS ve kalemşörleri Leninist Parti anlayışından yoksundur ve Leninist örgüt bilinci yoktur. Onlar esasta anarşist ve menşevik örgüt anlayışındadırlar.

Bu yaklaşımları ondandır. Örgüt içi mücadelede Hocacıdırlar. Kuşkusuz birbirlerine tekabül eden yönleri vardır. Bu anarşist, menşevik ve Hocacı örgüt anlayışını sahte Maocu söylemlerle gizleyemezler. Sahte Maoculuk cilası kurtaramayacağı gibi, başkasına "Hocacı” demeleriyle de kendi gerçekliklerini kapatamayacaklardır.

"Maocu” karikatürlerimiz "ÖG' nin ayrılıklarını değerlendirme yazısında Hocacı bakış açısının aleni bir şekilde sırıttığını görmek mümkündür” diyorlar. Ama bugüne kadar olduğu gibi burda da hiçbir örnek gösteremiyorlar ve karavana atış yapıyorlar.

Yine "bu aynı zamanda parti içi iki çizgi mücadelesinin ideolojik (fikir) mücadelesi olduğu MLM ilkesini reddedip, bunun yerine tek ses, tek görüş muhalefetsiz parti anlayışını koyan Hocacı anlayıştır”

(PS sayı 51) diyerek iki çizgi mücadelesini reddediyormuşuz gibi yansıtıyorlar. Yine, sorunu pratikte olmayan bir anlayışla itham etmekle, karavana atışlarına bir başkasını ekliyorlar!

Bu yönlü yaklaşım ve pratik uygulamaları '87 'de, sonrası süreçte ve '94'de gösterenler kendileridir.

 Bu yönlü eleştirilerimiz olmuştur, bunun karşısında durumlarını savunup tutunamayınca bugün yaptıkları el çubukluğuyla "biz de söylersek bilmeyenleri belki inandırırız” diye ucuz bir hesap yapmaktadırlar.

Marksizm, Marksizm dışı anlayışlara karşı ideolojik mücadele içerisinde gelişmiştir.

Partiye; sınıf mücadelesinin ürünü, sınıflı toplumda, saflarına başta proleterler olmak üzere değişik tabakalardan insanlar geliyor. Beraberinde farklı anlayışlar, alışkanlıklar getiriyor.

 Gelenler başta geldiği kesimlerin belli düşünce ve alışkanlıklarını getiriyorlar.

Bunun yanısıra burjuvazinin ideolojik saldırılarından proletarya saflarında da etkilenenler olur.

Farklı fikirlerin çizgilerin zemini buradan gelir, dolayısıyla sınıf mücadelesi parti içinde de ideolojik mücadele ile sürer.

Partide ideolojik mücadele kaçınılmazdır ve   partinin canlılığı ve gelişmesi buna bağlıdır.

Parti içinde kaçınılmaz olarak farklı fikirler çıkacaktır ve olacaktır.

 Farklı fikirler arasındaki mücadele doğru ile yanlış arasındaki mücadeledir.

Sınıflı toplumda sonuçta;

iki yol, iki sınıf, iki çizgi arasındaki mücadeleye tekabül eder.

Farklı fikirler, ciddi sorunlarda ve ciddi boyutlarda da çıkabilir ve bir çizgiye dönüşebilir.

 Parti içinde; tüzüğünde belirlenmiş işleyiş içinde ideolojik mücadele yürütebilirler.

Ancak, partinin varlığını tehdite yönelmeleri halinde, hareket birliğini bozmaya, parçalamaya yönelmeleri, gelişmesinin önüne engel olmaları grup, klik ve hizip olarak hareket etmeleri halinde buna izin verilmez, dağıtılır, tasfiye edilir ve atılır.

 

Çünkü Parti ve varlık amacı, grup ve hiziplerin varlığı ile bağdaşmaz. Leninist parti anlayışının ayrıdedici bir özelliğidir bu.

 

Partide farklı düşünceler, sapmalar ve farklı çizgi aynı zamanda bir muhalif düşüncedir, böyle görülebilir. Ancak, bir muhalefet oluşturmak değildir ve bu anlama gelmez.

Teketek muhalif düşünceye sahip olmakla, birleşip muhalefet oluşturmak farklı şeylerdir.

 Parti içinde muhalefet örgütlenmesi parti içinde blok kurmaktır.

Muhalefet bloku bir grup demektir. Muhalefet örgütlenmesi oluşturmak ayrı bir grup, ayrı bir blok, ayrı bir disiplin demektir.

Parti içinde muhalefet örgütlenmesi oluşturmak parti disiplinini çiğnemek demektir.

Partinin varlığına yönelen, ona karşı bir muhalefet  oluşturmak, bir grup, mezhep-hizip, bir fraksiyon oluşturmaktır.

Olaki farklı bir çizgi bir muhalefete de dönüşebilir.

Ve bir muhalefet olarak da çıkabilir, ancak parti, parti içinde bu tür bir şeye asla izin vermez.

Fazla sürmeden dağıtır. Partide çıkacak çizgi, grup, muhalefet vb. 'ne karşı örgütsel tavrın boyutu onların etki boyutuna, tehlike boyutuna ve partinin içinde bulunduğu duruma göre değişiklikler içerebilir, derhal dağıtılabilir veya bir zaman yaşayabilir.

Marks; Proudhon, Bakunin'cileri beş yıllık mücadele sonucu atmıştı.

 Marks'ın mantığı budur:

 "Eğer tarihin akışı daha o zaman mezhepler dünyasını savurup atmasaydı, enternasyonal ayakta duramazdı...” (Marks 'ın F.BoIte'a mektubundan) Lenin'in temellerini 1903 'de atıp ama özellikle Prag Konferansı 'nda Ocak 1912'de ortaya koyduğu budur.

Yine devrimden sonra RKP(B) 10. Kongresi'nde "6- Kongre bundan dolayı, şu ya da bu taban üzerinde oturmuş bütün grupların ("İşçi muhalefet/ , ”demokratik merkezciler” vb. grupları gibi) tümüyle dağıtıldıklarını açıklar ya da bunların derhal dağıtılmasını buyurur.

 Bu kongre kararının yerine getirilmemesi, Partiden kesinlikle ve derhal çıkarılmayı gerektirir” diyor. Lenin'in anlayışı budur.

 Stalin'in anlayışı budur. Mao'nun anlayışı da budur.

Ya PS ve kalemşörlerinin anlayışı nedir?

 Bunların tam tersidir!

Ve soruyoruz   MLM'nin değil Hocacılığın neresindesiniz(!)?

Bütün ustalar parti içi fikir mücadelesini gerekliliği ötesinde zorunlu olarak gömıüş, partinin siyasal gelişmesinin buna bağlı olduğunu söylemişlerdir.

"Parti içinde farklılıkların mücadelesi, bu mücadele içinde anarşi ve bölünmeye yol açmadığı sürece, mücadele bütün yoldaşlar ve bütün üyelerin ortak rızası çerçevesinde yürütüldüğü sürece kaçınılmazdır ve (aç Lenin) demiştir.

 Lenin'in 1912 öncesi ve sonrası uzun yıllar dahası yaşam boyunca parti içi iki çizgi mücadelesi yürüttüğünü kim bilmez.

Devrimden sonra Troçki çizgisine karşı , Buharin-Radek çizgisine (bunlar sonra "hatalarından döndüler” ama başka zaman başka şeylerle yine ortaya çıktılar) karşı "1918'de işler bölünmeye kadar varmadı.

 "Sol” komünistler, partimiz içinde ayrı bir grup, bir "hizip” kurmakla yetindiler ve bunun ömrü uzun sürmedi.

 

Aynı 1918 yılında "sol komünizm”in en göze çarpan temsilcileri örneğin Radek ile Buharin yoldaşlar hatalarını açıkça kabul ettiler...” (Lenin sol komünizm'den) Sendikaların yolu üreticiler kongresi üzerine tartışmalarda 137 oya karşı 62 oy alan Siyapnikov çizgisine karşı vb. Lenin 'den sonra Stalin'in o noktalarda geri çekenlerin de bulundüğü bu çizgilere, "söylenenlerden parti içinde iki çizgi bulunduğu çıkıyor.

 

Bunlardan biri partinin genel çizgisi, partimizin devrimci Leninist çizgisidir.

Öteki ise Buharin grubunun çizgisi” (aç, Stalin) ne karşı, ki o   da "Buharin gruplarının fraksiyoncu bir grup olduğudur. Hem de sıradan fraksiyoncu bir grup değil, -söylemek isterim- parti içinde şimdiye kadar karşılaştığımız fraksiyoncu grupların en kötü ve en aşağılık olanıdır” dediği, yine Rikov Tomsky, Kamanev, Zinovyev vb. çizgilere karşı,

yine ………….

Mao'nun Cen Dusiu, Li 'li San, Wang Ming, Çang Kuo Tao, Liu Sih Çih, Teng Peng, Deh Hudy, Geo Gang, Lin Biao'lar vb. gibi çizgilere karşı mücadelesi ortada. -İdeolojik mücadeleyle, dönüşmeyenlerin üstesinden örgütsel temizlikle- müdahaleyle gelmişlerdir.

Bütün ustalar, farklı fikirlerin ötesinde; sapmalar ve çizgiler olarak ortaya çıkınca ideolojik mücadele ile üstesinden gelmeye, ama bunlar bunun ötesinde gruba, platforma, fraksiyona, hizibe, muhalefete (ki, bunlar aşağı yukarı eş anlamlı olup ortak özellikleri kendi içinde bir disiplin, hareket birliği sağlamaları ve böylece çizgi mücadelesini aşıp parti bütünlüğüne yönelip, onu yıkmayı hedeflemeleri haline ve amacına) dönüşünce, parti, böyle bir duruma müsaade etmez. Partinin varlığına yöneldiği için temizlenmek zorundadır.

Ustalar farklı anlayış, sapma ve çizgilere karşı mücadele etmiş, iflah olmayınca düşüncelerin ötesine çıkıp, grup olarak hareket edip, partinin belirleyici özelliği olan, hareket birliğini zedeleyince ve muhalefet olarak 'hareket edince partiyi yıkmaya yönelik hale geldiğinden partiden temizlenmişlerdir.

Geçerken şuna da değinelim:

 PS ve anlayışına yön verenler "büyük teorisyen” havasına girerek şöyle diyor:

"Parti içerisindeki sorunların çözüm yönteminde olsun, başka konularda olsun, kişiler, kurumlar arasında siyasi mücadele olmayacağı gibi, halk sınıf ve tabakalarına karşı da siyasal mücadele yürütülmez. Politik mücadele düşman güçlerle onların siyasi kurum ve kuruluşlarına karşı verilir.

Yani, gerek örgüt içerisinde gerekse dost güçlere karşı. ideolojik mücadelenin yanında siyasi mücadelenin verildiği ve verileceğini söylüyor, kimin iktidarını kimden alıp kime veriyor, bu kimlerle hangi iktidarı paylaştığını bilmemektir...” Arkadaşlar, ideolojik ve siyasi mücadeleyi siyasi iktidar mücadelesi ile karıştırmakta ve karşı karşıya koymaktadır.

İdeolojik mücadelenin aynı zamanda bir siyasi mücadele olduğunu göremiyorlar.

Proletarya Partisi bir sınıf partisidir.

 Sınıfı temsil ediyor.

Sınıfın en yüksek örgütlenme biçimidir.

Sınıfı adına mücadele ediyor.

 Sınıf ideolojisine sahiptir.

Bu ideolojiyi bilimsel; diyalektik ve tarihsel materyelizmdir.

 Yani Marksizmdir.

 Günümüzün gelişme aşaması ile MLM'dir.

İdeolojik mücadele aynı zamanda bir siyasi mücadeledir.

 Kapitalizme, egemen sınıflara ve onların ideolojisi, siyaseti, felsefe, din, hukuk, sanat vb.ne karşı ideolojik mücadelenin daha doğru deyimle ideolojik saldırı-teşhirinin- yanısıra siyasal mücadele yani siyasal üstyapıyı teşhir ve onu zorla yıkmak ve ele geçirme mücadelesi yürütür.

Burjuvazi ve devletine karşı mücadele ideolojik mücadelenin ötesinde esas olarak siyasal-politik-mücadeledir. Politik iktidar mücadelesidir.

Peki ideolojik ve siyasi mücadelenin sadece egemen sınıflara karşı yürütüleceği söylenebilir mi?

Açıktır ki hayır!

 Parti ve halk saflarında da yürütülen ideolojik ve siyasi mücadele olur. Ancak yöntemi farklıdır.

Düşmana karşı verilen mücadele ile karıştırılamaz. Bunu kavrayamazsak bunları birbirine karıştırırız.

Ya halk safında ideolojik mücadele, siyasi mücadeleyi içermez, siyasi yöntem ile mücadele yürütülmez diye siyasi mücadeleyi kapsadığını reddeder, ya da siyasi mücadeleyi mevcut siyasi iktidarı yıkma, ona karşı cepheden mücadele etme olduğuna göre, devrimci saflarda da yöntemimiz, cepheden mücadeledir, yıkma, şiddete başvurmadır diye karıştırırız. Bu her ikisi de yanlış kavrayış ve yanlış ele almadır.

Siyaset, ekonominin yoğunlaşmış ifadesidir. Ekonomik altyapıya dayanan ve onun tarafmdan belirlenen üst yapı yansımalarıdır. Toplumsal sınıflar, tabakalar, sınıfsal yaklaşımları doğrultusunda üst yapıyı yönetme anlayışını yansıtır. Araç ve görevleri, araç ve yöntemleri, ulaşmak istedikleri yer, çözmek istedikleri şeyler vb. üzerinden hareket eder.

Dolayısıyla parti içinde ideolojik mücadele siyasi mücedeleyi de içerir.

 Yönetme anlayışı ve üst yapıya doğruları egemen kılma mücadelesini yürütmeyi beraberinde getirir.

Parti içi ideolojik-siyasi mücadele birlik, eleştiri, birlik ilkesi üzerine yürür.

Parti içinde ideolojik mücadelede başvurulan temel yöntem budur.Halk saflarında ise ideolojik-siyasi mücadele ise eleştiri, birlik, eleştiri ilkesi üzerine yürür.

 Bunlar sınıf bilinçli proletarya hareketi dışında olduğundan zaten birlik değil, dışında farklı sınıfın anlayışları oldukları için ideolojik-siyasi eleştiri yürütürüz. Eleştirilerimiz kazanmak ve birlikte hareket etmek içindir. Birlikte hareket etme dışında da eleştirmeye devam ederiz.

 Proletarya hareketi akımı dışındaki bu "halk sınıf ve tabakaları” denilen küçük burjuva ve burjuva kesimlerdir.

Bunların politik(siyasi) etkinliğini kırmak, yıkmak için veya varsayalım siyasi iktidardalar nasıl olur da, proletarya bunlardan iktidarı almak için siyasi iktidar mücadelesi yürütmemelidir denebilir?

 Nasıl olur "halk sınıf ve tabakalarına karşı politik mücadele yürütülemez'  denebilir?

Bu hangi sınıf adına konuştuğunun adı ve itirafıdır.

Açıktır ki küçük-burjuvazinin çizgisidir bu ideolojik anlayışın somut şartlara göre somutlanması dernek olan politika ve politik mücadeleye ve iktidarı yönetmek, toplumu dönüştürmek hedefini güden proletaryanın bilinen amacına karşı nasıl, "politik mücadele düşman güçleri ile onlarm siyasi kurum ve kuruluşlarına karşı verilir”le sınırlı görülebilir ve düşman güçlere karşı verilen siyasi iktidar mücadelesi ile halk saflarında verilen ideolojik siyası mücadele birbirine karıştırılıp karşı karşıya konabilir?

Siyasi mücadele üstyapı ve üstyapının sınıfsal. yönetsel vb. sorununa karşı mücadeledir. İktidarı ele geçirdikten sonra da onu koruma, farklı sınıf ve politik akımlara karşı, yönetme ve yönlendirme sorunu üzerine, ideolojik, politik (siyasi) mücadele olacaktır.

Bundan vazgeçilebilir mi?

Ya da bir anlık PS gibi ele alalım:

Siyasi ikti  darı ele geçirdi peki artık siyasi (politik) mücadele olmaz mı?

Ya da son mu  verilir?

 Ekonominin yoğunlaşmış ifadesi altyapının yansıması olan üst yapının yani politik yönetsel sorunlar ve mücadelesi son mu bulur?

 Açıktır ki, PS ve anlayışına yön verenler yanlış düşünüyor.

Parti içinde ideolojik-siyasi mücadele; doğru sınıfsal ideolojiyi ve doğru politikayı egemen kılma ve izleme amacı taşır; yanlış anlayışlara karşı mücadele yürüterek, partinin gelişmesi, seviyesinin yükseltilmesi, sınıf mücadelesinin yükseltilmesini amaçlar.

Bu amaçla yürütülür. Açıktır ki, parti içi ideolojik-siyasi mücadele kişiler ve kurum arası mücadele değildir, böyle anlaşılamaz ve buna izin verilemez. Çünkü, bu partiyi zayıflatma ve yıkma mücadelesi olur. Parti içi mücadele partinin gelişmesini amaçlar ve bu amaçla yürütülür.

Sonuc Olarak

"KDH” ajan örgütlenmesini ortaya çıkarıp üstesinden gelmeleri kuşkusuz olumludur ve destekliyoruz.

Çok geç de olsa organizasyonu ortaya çıkarmaları önemlidir. Ancak yazarlarından Tuncay Göksu gibi tarihte görülmemiş bir başarı veya "büyük zafer” gibi de çok abartılmamalıdır. Anlayış olarak, küçük şeylerle mutlu olup başarı sarhoşluğuna kapılıp, mayışıp kendinden geçmeleri, olgulara bakarken ve ele alırken özünü, niteliğini, oynadığı rolü, yarattığı tahribatı amaç ve hedefi vb. vb. iyi bakıp özümsenmelidir. Bu özgülde ajan örgütlülüğünün bunca yıl, bunca boyutu, tahribatı ve ortada olan şeylere rağmen ortaya çıkarmak büyük bir zafer değil.

 Ama baş ajanın etekleri altında durmaktan uzaklaşıp etkisinden kurtulmaları, onun gerçek niteliğini görüp kabul etmeleri ve hakettiği cezaya çarptırmaları onlar için gerçekten "büyük zafer”dir.

Kölelikten kurtulmaları gibi bir şey. "Kardelen Hareketi” demeleri durumlarını ifade ediyor. Kar, soğuk ve basıncın kalkıp güneş yüzünü görmesi kardelen için neyi ifade ediyorsa bu arkadaşlar içinde aynı şeyi, yani özgürlüklerini hissetmelerini ifade ediyor.

Eh tabi kendi durumlarını, ruh hallerini vb. kendileri daha iyi bilirler ve ifade edebilirler. Ama bildiğimiz kesin bir şey varki, o da "Dün bizimdir, Gün Bizimdir, Zafer de Bizim Olacaktır” denilemeyeceği ve bu anlayışların yanlışlığıdır.

"Zafer” sadece; mevcut ajan örgütlülüğünün boyutunu ortaya çıkarıp kabul etmekle kazanılmaz. Onun, (göründüğü kadarıyla) sonradan satın alınarak ajanlaştırılmasından çok, başından beri sızmasını bunca yıldır göremeyen ve bu sürede bu kadar hareket etmesini sağlayan, bu düzeye gelmekle kalmayıp DABK kesimini, yani bir örgütü bugüne kadar etkisi ve kontrolü altına alan, parmağında oynatan, yine bu boyutta örgütlü duruma getiren nedenleri, koşulları, örgüt biçim ve anlayışını, ideolojik-siyasi ve örgütsel olarak oynadığı rolü, tahribatı, P. ye devrime, kitlelere, verdiği zararların boyutunu görmekle, tasfiyeci, komplocu vb. niteliğini görmeyen, tavır almayan üstelik "büyük önder” misyonları yükleyen bugün ortaya çıkarılmasına rağmen damgasını vurduğu süreci her yönüyle sorgulamayan, mahkum etmeyen, açık yürekli ve samimi olamayan, yönlerini iyiden iyiye sorgulamakla ve doğru sonuçlara varıp, öz-eleştiri vererek, çıkan doğru sonuçları yaşamına yön verdirerek zafer kazanılır.

Bu yönleriyle ele alınmadan "zafer”den bahsedilemez. Bütün boyutuyla kavramları, ele alınıp suç ortaklığı  yapmanın hesabı samimiyetle verilmeden "zafer”den bahsedilemeyeceğini,   bilmeli, doğru kavrayış ve samimiyet olmadığı için böyle kafaların benzeri şeyleri yeniden üretmekten kaçınamayacağı unutulmamalıdır.

Ajanlık adiliktir, basitliktir, baş ajan da böyle basit bir kişiliktir. Ama onların içindeki etkinliği, damgasını vurduğu kocaman süreci, oynadığı rolü, bugüne kadar Partiye verdiği zararları, komplocu yöntemleri, saflarında yarattığı şekillenmeleri ve onlara miras bıraktığı tahribatı, vb. vb. hiç mi hiç basit şeyler değil? çok büyük şeylerdir. Basitçe geçiştirilemez. Bunlar görülmeden. kendi saflarındakilere de güven veremez.

Sorun, ajan sızıp sızmama veya sonradan düşman tarafından şu veya bu yöntemle boyun eğdirilmesi ile ajan faaliyeti yürütme değildir. Her örgüte de dünyada en mükemmel örgüte de ajan sızabilir veya sonradan kazanabilirler. Ancak, önemli olan bu durumu gözönünde bulunduran bir örgütlenme biçim ve anlayışına sahip olmaktır.

Burada başlı başına bu sorun üzerinde duramayacağız, ancak, bir kaç temel noktaya dikkat çekmekte fayda var,

 Legal ya da gevşek ve menşevik bir örgütlenmeye düşman rahat sızar ve faaliyet yürütür.

Ama, amatörler örgütü değil de profesyonel devrimciler örgütü, yani siyasi polise karşı deneYim içerisinde yetişmiş bolşevik örgütlülük anlayışı ile hareket edilirse düşman kolay sızamaz ve sızsa da kolay ortaya çıkarılır.

 Profesyonel devrimciler örgütü anlayışı ile insanlarını yetiştirme, sivasi-ideolojik uyanıklıkla birlikte sıkı illegalite ilkelerini uygulama, düzenli hücre faaliyeti ile kollektivizm, doğru bir örgütlenme model ve anlayışı, prensipli çalışma, sıkı denetim, canlı bir çalışma, doğru bir üye ve kadro politikası ve anlayışına sahip olma, insanlarını iyi tanıma ve onlarda olacak her değişimi farkedecek uyanıklığa sahip olma. iradi müdahale ve kararsız, sallantılı, güven vermeyen,. yıkıcı vb. unsurlardan sistemli bir arınma gibi Bolşevik örgüt anlayışıyla hareket edilmesi belli başlı koşullardır.

 Bunlar iyi kavranıp doğru canlı bir örgüt anlayışına sahip olması halinde düşman kolay sızamaz, sızması halinde kolay yükselmez, önemli yerlere getirilmeden veya fazla zarar vermeden ortaya çıkarılır.

 Ama bunların olmadığı, kavranmadığı yerde düşman çok rahat sızar yükselir ve at oynatır duruma gelir. Her şeyi tayin eden ideolojinin ve politikanın doğruluğudur. Her şeyi tayin eden d rğru önderliktir.

Bunlara sahip olunmadan nitelikli bir örgüt oluşturulmaz.Çünkü örgütü şekillendiren bunlardır.

 Doğru (MLM) ideoloji ve politikaya sahip nitelikli bir önderlik kaçınılmaz olarak doğru ve nitelikli bir Bolşeevik bir örgüt ve örgütlenme oluşturur ve şekillendirir.

Dolayısıyla nitelikli insanlar yetiştirir. Nitelikli insanlara (geniş anlamda kadrolara) sahip bir örgüt oluşturur ve militan bir faaliyet yürütür. Kitleleri kucaklar ve onların güven ve desteğini alır kökleşir.

Partiyi-örgütü şekillendiren önderliktir. İnsanları şekillendiren de örgüttür.

Doğru-iyi bir önderlik.

iyi bir örgüt; iyi bir örgüt de yığınlarca iyi insan yetiştirir.

İnsanlar da örgüte göre şekillenir.

Kimse günahları başka yerde aramamalıdır...

Bu MLM ideolojik sağlamlık sorunudur; politik kavrayış, uzak görüşlülük ve uyanıklık sorunudur; teorik-siyasi birikim ve tecrübe sorunudur. İdeolojik birlik, teorik-siyasal yetkinlik, uyumlu, istikrarlı ve sürekliliğini sağlamış bir önderlik sorunudur.

 Önderler örgütü yaratma ve bunun bilincini taşıma sorunudur. Bunlar olmadan, önemi, görev ve fonksiyonları, işlevi vb. kavranmadan ne sürekliliğini sağlamış bir Parti-örgüt ve önderlik sağlanabilir, ne de nitelikli, sağlam bir örgütlenmeye sahip olunabilir.

Bu vurguların her birini başlıbaşına, derinlemesine doğru kavrayıp bilince çıkarmayanlar ciddi bir varlık gösteremeyeceği ve sınıf mücadelesi karşısındaki görevlerini yerine getirmeyeceği gibi, silinip gitmekten kendini kurtaramayacaklardır. Sorunlarını ve tıkanıklıklarını, bunların nerelerde yaratıldığını, nasıl çözülebileçeklerini vb. göremeyenler, görmekten korkanlar ve kavramayanlar onları aşmasını da bilemeyecek ve beceremeyecektir.

Haliyle sonlarını törenle izleyeceklerdir.

Bizler de dahil bütün devrimci hareketin bunlardan çıkaracağı dersler vardır, olmalıdır. Devrimci hareketin bugüne kadarki süreci, bugünkü durum ve sınıf mücadelesi karşısındaki yeri, bunun nedenleri vb. konusunda kendi payımıza çıkaracağımız dersler vardır ve bunu aşacağız, bundan en ufak bir kuşku olmamalıdır.

 Ancak göremeyen, görmek istemeyen ve doğru dersler çıkarmayanların gidişat ve sonu hiçde iyi olmayacaktır. Özellikle yazı içinde ve yukarıda üzerinde durduğumuz olumsuzluklarından dolayı PS ve anlayışına yön verenler kendilerini samimiyetle çok yönlü sorgulayıp. olumsuzluklarının üzerine gitmemeleri, hesabını vermemeleri halinde sonlarının çok kötü olacağı, bir çeşit siyasal intihar olacağını unutmamak zorundadırlar.

 Pişkinliğe vurmaları, "niye ayrılıkların teorisini yapıyoruz?” diye söylemlerle sahte "birlik” gülücükleri atmaları, göz kırpmaları, sahte Maoculukları onları kurtaramayacaktır.

Maocu kılığına bürünme altında MLM'yi çarpıtma ve saldırıları. onları iyi bir yere getirmeyecektir. Ve sahte "Maocu" bürünmelerle MLM'yi, özelde Maoizmi bozmalarına ve sorunların özündan kaçınıp onları geçiştirmelerine müsaade etmemeliyiz. En "keskin” Maocu pozlarına bürünme altındaki gerçek özlerini, küçük-burjuva ideolojik siyasi anlayışlarını kitlelerin gözleri önüne serme görevinden kaçınmamalıyız.

İdeolojik-siyasi mücadelede ilkeli ve acımasız olmalıyız.

 Gerçek ve sağlam dostluklar bunun üzerinden yükselir.

 Bu, proletarya ideolojisi ile burjuva ideolojiler arasındaki sınıf mücadelesidir.

 Hangi ideolojinin kazanacağı sorunudur.

 Burada”orta yol", farklılıkların üzerini örtme, uzlaşma, "herkesin doğrusu", (nasıl oluyorsa artık!) "herkesin görüşü kendine” veya "dokunma bana dokunmayayım sana", yaşa ve yaşat politikası olamaz, bunlar burjuva ideolojisinin-oportünizmin politikalarıdır.

 Ve böyle yaklaşım oportünizmi güçlendirir. Hangi kılık altında çıkılırsa çıkılsın ideolojik-siyasal uyanıklığımızı bir an bile yitirmemeliyiz.

Burjuvazi ve burjuva cephelerden çeşitli maskelerle ortaya çıkan anlayışların yabancısı değiliz.

En keskin Marksist maskelerle ortaya çıktıkları ve çıkacaklarını biliyoruz. Burjuvazinin sadece KP dışında cepheden ortaya çıkacağını sananlardan değiliz. Tarihi tecrübeler ışığında özellikle Mao, burjuvazi sadece dışarıda değil, KP'nin içinde de bulunmaktadır demiştir.

Cepheden açık maskeyle ortaya çıkanların maskesini düşürüp teşhir etmek nispeten kolaydır.

Ancak en keskin maskelerle ortaya çıkanları gerçek niteliğiyle ortaya koymak daha zordur.

 Çünkü genel hatlarıyla MLM'yi reddetmeyip, kabul edip "savunur” gözükmektedirler.

Bu nedenle hayli zordur.

MLM ideolojiyi kavramayanlar onlara karşı ideolojik uyanıklık gösteremez ve ortaya çıkaramaz.

Çıkaramayınca mücadele yürütemez, Parti ve devrimci kitlelerin uyanıklığını sağlayamaz, MLM ideolojiyi henüz iyi kavrayamayan ve ideolojik sağlamlılık gösteremeyen geniş yığınlar her zaman onların etkisinde kalacaklardır.

 

Bu nedenle sahte MLM savunucularına ve MLM'den sapanlara karşı uyanık olup ideolojik olarak uzlaşmaz mücadele yürütülmelidir.

 

Ne kadar kapsamlı ideolojik mücadele yürütülürse o derece etkisizleştirilir ve devrim, sosyalizm ve Komünizm 'e emin adımlarla istikrarlı bir şekilde yürünür. Proletaryanın sınıf çıkarlarına samimiysek, sahte MLM maskesiyle proletarya davasına zarar veren anlayışları ortaya çıkarmak, acımasız ideolojik mücadeleyi yürütmek boyun borcu olmalıdır.

 Davanın başarısı buna bağlıdır.

Yığınların gücü ve devrimci enerjisini burjuvazinin eksenine çekmeyi önleyip, devrime, sosyalizme, Komünizm'e yöneltmek buna bağlıdır.

Önemsememe, uzlaşma ve liberal davranma Marksizmden sapan çizgilere hizmet   edecektir.

Meydanı onlara bırakacaktır.

 Tarihi tecrübeler Marksist maskelerle proletaryayı yolundan saptıranlara karşı daha çok uyanık ve mücadelede acımasız olunması gerektiğini her zamankinden daha çok gösteriyor.

şubat 1997_BİTTi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)