5 Eylül 2023 Salı

Hakim Üretim Tarzı ve Küçük Kurjuva Kafa Karışıklığı_1_2_3

HER TOPLUMSAL DEVRİMİN TEMEL HAREKET NOKTASI,

Hakim üretim tarzı ve küçük burjuva kafa karışıklığı

 Bu çalışma, asla, iki tartışmayla sınırlandırılacak bir yanıtlama ihtiyacından doğmadı; ve bundan sonra da böyle tekil, eleştiri ve saldırıları "mahkum etme" amacı gütmeyi düşünmüyoruz. Ancak, söze devam ederken bir yerden başlamak gerekirse, bu fırsatı, A. Zaloğlu'nun Y. Demokrasi'nin 26. sayısındaki eleştirisinden anladığımız M. Yılmazer'in, İbrahim KAYPAKKAYA'ya yönelttiği (eleştiriden çok) saldırı yarattı denilebilir.

 

Aslında M. Yılmazer'in bu görüşleri, Dr. H.KlVlLClM'ın antika tutkusuyla sunumuna dayanan, revizyonizmin çok geri, çok ilkel bir prototipinden başka bir şey değil; bu bakımdan çağdaş bir tartışma için oldukça elverişsizdir. Ne var ki, insan hafızası o kadar zayıftır ki, işini iyi bilen kimseler, bu antikaların altına bir tanıtma yazısı yazmayı unutmazlar. Hele bir de bunlar, müzayedede açık arttırıma sunulurken, alıcıları aptal yerine koyarak, "köylü devrimcisi" ve sosyalizm düşmanlığı" safsatasıyla Marksist teorinin karalanmasıyla birlikte sunuluyorsa, alıcıları aydınlatmak büsbütün devrimci sorumluluk haline gelir.

 

Besbelli ki, l. KAYPAKKAYA'nın bütün bu vitrin politikacılarının vitrinlerine dalarak ortaya döktüğü çürük mallar, tekrar "marksizm" ambalajıyla dolaşıma sokulmaktadır.

Bu konu üzerinde çalışırken, proleter hareketin saflarından kendilerini Yeniden tanımlayarak" KOMÜN dergisi çevresininde görünenlerin de 'kapitalist egemenlik' teorisine omuz verdiğini gördük.

 

Hem de, kabul etmeli ki, çok daha ince ve ustaca bir omuz verme! Bu ustalık, kuşkusuz, bu teorinin aleyhinde büyük eşitsizlik yaratan "Ülkenin Doğusunun" dıştalanarak ele alınmasından anlaşılıyor. "Ülkenin Doğusu"nu bile kapitalist sananların cehaletine bakılırsa, bu teorinin en ileri, ve az çok ciddiye alınabilir biçiminin, bütün yetersizliğine karşın gene de KOMÜN yazarlarınca ifade edildiği ayırdedilebilir.

 

Böylece, verimli bir eleştiri bakımından, bu teorinin nisbeten ileri biçimini tercih etmekle beraber, M. Yılmazer'in Marksist tezlere "köylü devrimciliği" ve "Sosyalizm düşmanlığı" yakıştırma ayrıcalığını da unutarak geçemiyoruz.

"Diş GÖRÜNÜŞÜ İLE ŞEYLERİN ÖZÜ, EĞER DOĞRUDAN DOĞRUYA ÇAKIŞSAYDI

HER TÜRLÜ BİLİM GEREKSİZ OLURDU" (!)

Bizim Türkiye'nin gerçeği"ni görmediğimize inanan birçok kimse, gerçekte, dürüstçe incelenip değerIendirildiğinde, tarihsel olarak, M. Suphi'den sonra, Türkiye proletaryasının yeni bir manifestosundan başka bir şey olmayan İ. KAYPAKKAYA'nın görüşlerini, dinsel bir "dogma" gibi elimizde taşıdığımızı düşünüyor ve olmaz olası bu dogmalara diş biliyor.

Bunlara, düşünme tarzımızı çok iyi bildiği halde, "Komün"cülerin de katılması çok üzücü bir durumdur.

 

Fakat yalancı tanıklık gerçeği değiştirmez: İ. Kaypakkaya, kurumsallaşmış, artık herkesçe "doğruluğu"ndan nerdeyse kuşku edilmeyen düşünceleri bilimsel eleştiriye tabi tutarak

 

TDH içindeki yerini herkes bilir. Kendisinden bilimsgl düşünme yöntemini öğrendiğimiz bir devrimcinin görüşlerini "dogma"laştırmamız sözkonusu olamaz. Belki de bu "gelenek"ten ötürü bizde "dogma" haline gelen tek şey, (bütün eksikliklerimize karşın) bu bilimsel araştırma inceleme ruhudur. Ancak felsefi olarak araştırma ve inceleme ruhu ile ŞÜPHECİLİK aynı şey değildir.

 

Türkiye'nin kapitalist olduğunu söyleyenlerin hemen hepsi, bir yandan algısal bilgi ve gözleme dayanırken, diğer yandan da, gerek kapitalist, gerek feodal üretim tarzının temel öğe ve kavramları üzerindeki kafa karışıklığında tamamen birleşmektedirler.

                  

                            Bu her ikisinin en kaba biçimine de M. Yılmazer'de görebiliriz:

 

"Eğer devrimi sürükleyecek halka feodalizmle halk arasındaki çelişki' ise, yaşadığımız yıllar boyunca köylülükle toprak ağaları ya da onların yandaşları arasındaki mücadele, devrimci ortamın gündemini belirleyecek ağırlıkta olması gerekirdi.

 

Oysa görmek isteyen her göz, kolaylıkla devrimci akışta sürükleyici halkanın başta işçi sınıfı olmak üzere halk yığınlarıyla bir avuç finans-kapital arasındaki mücadele olduğunu görebilir. Ülkedeki her politik olayın özünde bu çelişki yatmaktadır, ve kaçınılmaz bir şekilde bu mücadelenin güçlü hesaplaşmaları genellikle büyük şehirlerde olmaktadır." (abç)

 

Baş çelişkinin feodalizmle halk yığınları arasında olduğunu ileri sürmek ne anlama gelir?

 

Türkiye'de ekonomik yapı bakımından kapitalizmin gelişim seviyesini çok geri kabul etmek, feodal ilişkileri ise olduğundan öteye abartmak anlamına gelir. Öte yandan mücadeleye gelişen üretim biçimi ve güçlenen sınıf açısından değil, ya da yeni kılıklara girerken degişen eski üretim biçimi ve zayıflayan sınıf açısından bakmak demektir."

 

Bir takım görüngelerin bu "devrimci" organizmalar üzerinde uyandırdığı izlenimler, bilginin ilk evresinde bulunan böyle olduğuna göre, şöyle olmalı/ şöyle olmadığına göre, böyle değildir' gibi, sonuç-nedenin, neden-sonucun İlkel bir kanıtı olarak ileri sürülmekte, soyut bir tümdengelimle gene soyut bir tümevarım arasındaki 'olasılık' boşluğunda salınılmaktadır.

Olasılık çok olduğuna göre, herhangi birini iradi biçimde tercih etmek mümkündür ve yazarımızda "gelişen üretim biçimi"ne tercihini yapıyor, çünkü nasıl olsa oraya gelinecektir.

Öbürleri boşuna emek harcamış olacaklardır. Yani yazarımız zamanın bilincindedir ve sabırlıdır; şeylerin nesnel hareketi karmaşık ve sıkıcıdır ve hatta risklidir; öyleyse o orada kalsın. Eğer bir gün bir darbe olursa gene bir 'açık mektup' yazar ve 'bu evrimde bu yapılmalı' diye hatırlatır, toplumsal bir devrim olmuşsa, o zaman da işler daha kolaydır,

 Dr.H. Kıvılcımlı'nın görüşlerini "susuşa getirme"memizi hatırlatır.

ENGELS DİYOR Kİ: "EKONOMİ POLİTİK ÖZSEL OLARAK, TARİHSEL BIR BİLİMDİR

TARİHSEL, YANI DURMADAN DEĞİŞEN BİR KONU İLE UĞRAŞIR." (3)


Peki sayın yazarın feodalizm hakkında sahip olduğu imaj nedir? Etrafı toprak köleleriyle dolu, kamçılı, çizmeli, kaba bıyıklarının altından tükrük saçılan toprak ağası.. Kölecilikle kapitalizm arasında yeralan upuzun bir tarihsel dönemin yaşadığı süreçler ve her süreçte kazandığı strüktürel özellikler, üretimin teknik temeli ve hele hele emeğin var oluş koşulları ve niteliği onun için kafa yormaya değmez, sıkıcı şeylerdir.

 

Bu yüzden, onun feodal otoriteden anladığı şey, feodalizmin eski döneminin-kölelikten devralınmış ilk biçimi olan yerel toprak ağası otoritesidir. Feodalizmin, ötesinde kapitalizmin başladığı olgunluk döneminin, en büyük feodal bey (kral/sultan)'ın ya da aynı toplumsal tabana dayanan 'cumhuriyet' vb. gibi devletin 'yurttaş' veya tebaası altında, "ülkenin belkemiğini" ve "kapitalizmin tarih öncesini oluşturan" küçük köylü ve zanaat üretimi temeline dayanan biçimi, ona göre feodalizm değildir.

 

Ama sayın "Marksistler" (!) Marks öyle düşünmüyor:

 

"İngiltere'de serflik, 14. yüzyılın sonlarına doğru hemen tamamen ortadan kalkmıştır. Nüfusun büyük bir çoğunluğu (başkaların toprakları üzerinde çalışanlardan daha kalabalık oldukları hesaplanan ve kendi tarlalarında kendileri ekip biçerek geçinen küçük mülk sahipleri o zaman, ve daha büyük ölçüde olmak üzere, 15. yüzyılda, mülkiyet hakları hangi feodal ad ahında gizlenirse, gizlensin, kendi topraklarını işleyen özgür köylülerden oluşuyordu (abç).

 

Büyük malikhanelerde, kendisi de serf olan çiftlik kahyalarının yerini, serbest çiftçiler almıştı. Ücretli tarım emekçileri kısmen boş zamanlarda büyük malikanelerde çalışan köylülerden kısmen de meydana gelen nispi ve mutlak olarak az sayıdaki, özel bağımsız ücretli-emekçiler sınıfından oluşuyordu.

 

 Bu sınıf, aynı zamanda, ücretlerinin yanısıra kendilerine, kulübeleriyle birlikte dört ya da daha fazla acre ekebilebilir toprak tahsis edilmiş köylü çiftçilerdi. Bunlar bir de, diğer köylülerle birlikte, hayvanlarını otlattıkları, kereste, odun, turba vb. sağladıkları ortak topraktan da yararlanırlardı.

 

(Bilindiği gibi serfler bile ortak toprakların ortak sahipleriydi.)

 

  Bütün Avrupa ülkelerinde feodal üretimin özelliği, toprağın mümkün olduğu kadar çok sayıda alt-feodaller arasında bölünmesiydi. Feodal beyin kudreti, diğer bütün hükümdarlar gibi, mülklerinin çokluğuna değil, uyruklarının sayısına ve bu da kendi toprakları üzerinde çalışan köylülerin sayısına dayanıyordu. (Katıksız feodal toprak mülkiyeti düzeni ve gelişmiş PETE CULTURE'ü-küçük tarım/Ç-) ile Japonya, bize, Avrupa ortaçağının, çoğu burjuva önyargılarıyla dolu tüm tarih kitaplarımızdan çok daha doğru bir görünüşünü verir. Ortaçağın sırtından "liberal" olmak çok rahat bir iştir.

 

( M.Yılmazer'e, İngiliz burjuva devriminin 1640'da yapıldığını hatırlatırsak, küçük köylü üretiminin hangi siyasal toplumun temeli olduğunu anlıyabilir?

 

 "Ülkenin Doğusu"nun  Batısına göre (?) daha erken ve daha çok uyanmış (**** ) köylülerin yürüttüğü mücadelenin hiç de toprak ağalarıyla köylüler arasında geçmiyor, bunların desteklediği devlet otoritesi arasında geçiyor ve kentlerden daha az "güçlü hesaplaşmalar" olmadığı ortada.

 

Devrimci uyanışın bütün ülke köylülerine yayıldığını, sayın yazar azıcık düşünürse, yarı-feodal siyasal otoritenin kıyamet gününün yaklaştığını ve işçi sınıfının bu büyük devrimci müttefikinin işçi sınıfının muazzam bir devrimci toplum yaratmasına ne denli paha biçilmez bir yardım sunacağım düşünebiliyor mu?

 

Yılmazer, feodalizmi ve otoritesinin salt ağalık otoritesi ile sınırladığı için, kentlerdeki mücadelelerin anti-feodal yanını anlayamıyor.

 

Halbuki, yarı-feodal siyasal otorite, esas olarak kırsal ataerkil üretim koşullarından beslenmekle birlikte, egemenliği bütün ülke yüzeyi için geçerlidir.

 

Bürokrasisi ile, militarizmi ile, dinsel kurumları ve daha sayısız mekanizmalarıyla, asıl güç merkezleri kentlerdir.

 

Yarı-feodal güç merkezlerinde yaşayan modern toplum öğelerinin -ve hele kapitalizmin hayli ilerlediği büyük kentlerde- bundan zarar görmemesi ve ona karşı öfkeyle dolup taşmaması mümkün mü? Genel olarak toplumsal aydınlanmanın ilk ışıklarının kentlerde parıldamasında şaşılacak bir durum yoktur. Bundan hareketle, "devrimci akışta sürekleyici halkanın başta işçi sınıfı olmak üzere halk yığınlarıyla bir avuç finans-kapital arasındaki mücadele olduğu" sonucuna varmak, tam da ekonomist, yüzeysel bakış açısıdır. Büyük kentlerde emeğin toplumsal biçimlerinden (t ) ücretli-emeğin, üretim koşulları olarak (komprador) kapitalist biçimin ağırlık taşıdığı ve ekonomik sınıflar olarak burjuva-proleter çatışmasının öne çıkan yan olduğu doğrudur. Ama işçilerin mücadeleleri de dahil, kentlerdeki mücadelelerin salt antikapitalizmle sınırlı olduğu asla doğru değildir. Her şeyden önce -kıvırtmadan söylemek gerekir, "sömürge olgusunu abartmama" bahanesiyle, komprador-kapitalizme, "finanskapital"diyerek sanki ulusalmış gibi, egemen sermayenin emperyalist karakterini gizlemeye kalkışmayalım- bu sermayenin karakteri nedeniyle, ona karşı verilen mücadeleler, hem daima bir anti-empevalist yan, hem de bunun feodalizmle birlikte iktidarı paylaşmasından dolayı daima antifeodal bir yan içermektedir. 

Kentlerdeki baskı, kısıtlama ve gericiliğe karşı demokrasi çığlığının bir nedeni de buradan ileri gelmektedir. Bütün bunların, emperyalizm ve komprador-kapitalizmin yanısıra kentli prekapitalist nesnel başka sosyal dayanakları -bir dizi rantiyeci sınıflar da vardır; kapitalist ilişkilerin en çok geliştiği belli başlı büyük kentlerimizde bile bu rantiyecilerin politik gücünü (eğer) görmek isterse) herkes görebilir.

M.Yılmazer'in bunları görmemesi elbette "kapitalizm" ve "feodalizm" hakkındaki görüş bulanıklığından geliyor. Bir kere M. Yılmazer, burjuvazi ve kapitalizmden ne anlamak gerektiğini net olarak koyamıyor. Bunu, "kurtuluş savaşım" değerlendirirken açığa vuruyor.

"Basbayağı milli" "kurtuluş savaşını güden Anadolu burjuvazisi" M. Yılmazer'e göre, "sınırları devrimciliği olan" ("geri ülkelerin" bu "milli burjuvazisi") *başta tefeci-bezirgan sermaye, toprak ağaları ve çok az sayıda modern denebilecek işletme sahibi kapitalist'tir. (û) Anadolu'ya ait olan bütün bu sömürücü sınıfların hep beraber Fmilli Anadolu burjuvazisi" olma ayrıcalığını, M. Yılmazer'in milli duygularına dayanarak bilimsel olarak hoşgörebilir miyiz? Kaldı ki, hoşgörmek, yakayı cehaletin elinden kurtarmaya yetmez. "Hiç de ezici olmayan cılız bir çoğunlukla bağımsızlık(!) görüşünün kazanmasına yol açan, içinde "modern denebilecek işletme sahibi kapitalistin çok az olduğu" esas olarak "başta te-


1-Anti-Dühring4in 448-449 sayfasındaki Engels'in özet feodalizm ve kapitalizm tanımlamasına bakınız.

2-Marks'a ait dipnotu özetledik.

3-Marks'a ait dipnotu özetledik

4-Kent ayrıkçılığı içinth özgül olarak düşününce, özellikle 187., Atn, Ank, Bursa yazısının vb.g. yerlerde özetinden durum böyledir.

5-Ç. Yol`un ilgili


feci-bezirgan sermaye ve toprak ağalarının", yani burjuva olmayan “burjuvaların" egemenliğine dayanan bir devlet zoru kullanarak "finans-kapital yaratılması"nın sihirine akıl erdiremeyenler "köylü devrimcisi", hatta "sosyalizm düşmanı" oluyor.

 

"Devlet zoruyla sermaye birikiminin çeşitli yollarla hızlandırılma(sı), tekelci finans-kapitalin yaratılması" ya da Engels'in deyimiyle, "devlet zoru ve koruyuculuğu altında" kapitalizmin geliştirilmesi hangi koşullarda mümkündür?

 

Yılmazer'in tarihsel koşulları hesaba kattığını gösteren en küçük bir belirti bile gözükmüyor. Böyle bir durumun olabilmesi için

 

1-Bu devletin burjuva devleti olması gerekir. Özellikle İngiltere'de olduğu gibi, küçük üretimin toplumun belkemiğini oluşturduğu, bu nedenle toplumu "prütanist" (burjuva) ruh sardığı halde kapitalist sermayenin henüz emek kitlesinin çoğunluğuna egemen hale gelmediği tarihsel ve toplumsal koşullarda, burjuvazi (köylü desteği ile) devrimle devleti ele geçirerek, devlet gücüyle kendisini ekonomik-sınıf olarak da egemen hale getirir;

 

2-Yine özel tarihsel ve toplumsal koşullarda, toplumu güçlü bir anti-feodal devrim dalgası sardığı halde, burjuvazinin korkaklığı sonucu, iktidarı (Prusya ve Japonya'da olduğu gibi) ele geçirmek yerine, feodal sınıflarla uzlaşmayı tercih eder, böylece, hem eski mutlakiyetçiliğin yokolma biçimi ve hem de Bonapançı krallığın varolma biçiminin bu diyalektik sürecine paralel olarak devletin zoru ve koruyuculuğu altında kapitalizm içbaşkalaşım yoluyla hakim hale gelir. 

( * )

 

Yılmazer'in, dıştan bakılınca, görünüşte, buna bir benzerlik arze den Kemalist devlet biçimiyle bunun arasında bir bağlantıdan hareket ettiği düşünülebilir. Ancak Prusya ve Japonya'nın kapitalizmin emperyalist aşamasının öngününde, kılpayı paçayı kurtardıği bu tarihsel dönem farklılığını unutmamak gerekir, bu bir.

 

İkincisi, feodalizmle ittifak ve uzlaşmaya giren burjuvazinin niteliği de tamamen farklıdır. Prusyalda burjuvazi, ulusal,sanayi burjuvazisi iken, bizde esas olarak komprador ve ticaret-burjuvazisidir; yani biri üretken-sermaye, öteki ise esas olarak dolaşım alanındaki para-sermayedir.

 

Komprador-feodal bir devletin "zoru ve koruyuculuğu altında" ulusal üretim tarzı öyle kolay ve kısa zamanda değişmez. Her şeyden önce kimi kime karşı "koruyacak"?

 

 

Komprador-feodal sınıfların egemenliğine dayanan devlet, emperyalist sermayenin yıkıcı gücünden neyi koruyabilir?

 

Nitekim günümüzde,dünyanın her tarafında, bu tür devletler, ancak, ilkel üretim koşullarının koruyuculuğu ve sürdürücülüğünü yapabilmektedir. Oysa Almanya'nın son 18 yılındaki (1848-1866), hatta daha da çarpıcı olması bakımından söylersek, 1866-1870 yılları arasında, o günün en güçlü kapitalist devleti İngiltere"yle kıyaslandıçında, kısa süredeki başdöndürücü gelişme hızı hemen ayırdedilebilir.

 

Aynı şey Japonya için de geçerlidir. Halbuki, bizde 70 yıldır içler acısı, kaplumbağa hızıyla ilerliyor. Bu konuya başka bir yazıda yeniden döneceğiz.


Oteki biçimde ise, yani İngilterğdeki gibi, "içinde modern denilebilecek işletme sahibi kapitalistin çok az olduğu (abç)", esas olarak "başta tefeci-bezirgan sermaye ve toprak ağalarının" egemen olduğu bir devlet, zaten burjuva devlet olmaz.

 

Burada "tefeci-bezirgan sermaye"nin yazar tarafından "burjuva" katagorisine oturtulması da bu durumu kurtarmıyor.

Sömürge sisteminde kaba kuvvetle ilkel birikim sağlama konusunu ayrıca belirtmeye gerek yok. (Konu için, bkz. Engels;)

 

 "Eşref-ayan", "tefeci"... bunların hepsi prekapitalist unsurlardır ve varlık koşulları modern sanayi sermayesinin varlık koşullarıyla taban tabana zıttır. Bunlar adeta tahtarevandaki iki zıt ağırlığın birbiriyle ilişkisi gibidir; birinin gelişmesi diğerininkiyle ters orantılıdr.

 

Marks, Kapital'in üçüncü cildinde, "kapitalist öncesi ilişkiler" bölümünde (36.BöIümü) şunları söylüyor:

 

"Faiz getiren sermaye ya da antikleşmiş biçimiyle söylersek tefeci sermaye, ikiz kardeş tüccar-sermayesi ile birlikte, kapitalist üretim tarzından çok önce gelen ve toplumun çok farklı ekonomik biçimlerinde bulunan, Nuh zamanından kalma sermaye biçimlerine aittir.

 

"Tefeci sermayenin varlığı, ancak ürünlerin hiç değilse bir kısmının metalara dönüşmüş olmasını ve paranın, çeşitli işlevler içerisinde meta ticaretinin yanısıra gelişmiş bulunmaşını gerektirir.

 

"Tefeci sermayenin gelişmesi, tüccar sermayesinin gelişmesiyle bağlı haldedir. Eski Roma'da, manifaktürün, antik dünyadaki ortalama gelişme düzeyinin çok aftında bulunduğu Cumhuriyetin son yıllarından başlayarak, tüccar sermayesi, para-ticareti yapan sermaye ve tefeci sermaye antik biçim içerisinde kendi en üst düzeylerine kadar gelişti." (5)


"Faiz getiren sermayenin karakteristik biçimi olarak te feci sermaye, bizzat çalışan köylü ile küçük usta zanaatçının yürüttüğü küçük ölçekli üretimin egemenliğine tekabül eder." (6)    

 

 "Tefecilik, ticaret gibi, belli bir üretim tarzını sömürür. O, bu biçimi yaratmaz, ama onunla dışsal ilişki içerisindedir. Tefecilik onu daima yeni baştan sömürebilmek için, doğrudan doğruya devam ettirmeye çabalar; tutucudur ve bu üretim tarzını yalnızca daha sefil hale getirir." (7)

Tefeci sermaye, "gerçekten de, üretim tarzını değiştirmeksizin (abç), doğrudan üreticinin bütün artı-emeğini ele geçirmektedir; böyle olunca, emek araçlarının, üreticilerin mülkiyetinde ya da tasarrufunda bulunması ve buna tekabül eden küçük-ölçekli üretim onun temel önkoşuludur (abç); böyle bir başka deyişle, sermaye, emeği doğrudan doğruya boyunduruğu altına almaz (abç), ve dolayısıyla onun karşısına sanayi ve sermayesi olarak çıkmaz  bu tefeci sermaye, üretim tarzını yıkıma uğratır, üretici güçleri geliştirmek yerine felce uğratır, ve aynı zamanda, emeğin top lumsal üretkenliğini, kapitalist üretin tarzında olduğu gibi, emeğin kendi aleyhinde  de olsa gelişmediği sefil koşulları devam ettirir." (8)

 

Tefeciliğin, ancak sağlam temeli ve sürekli yeniden üretimin dayandığı politik örgütlenmenin de temeli olan mülkiyet biçimlerini yok ettiği ve çözüştürdüğü ölçüde bütün kapitalist-öncesi üretim tarzlarının üzerinde devrimci bir etkiye sahiptir. Bununla birlikte, nasıl bir üretim tarzına geçileceğini belirlemez. Bu, tamamen tarihsel gelişme aşamasına ve bununla birlikte ortaya çıkan koşullara bağlıdır." (abç) (9). Nitekim, "Romalı patrisiyenlerin faizciliği, Romalı plepleri, küçük köylülerin kökünü kazır kazımaz, bu tür sömürü sona erdi ve küçük köylü ekonomisinin yerini katıksız köle ekonomisi aldı" (10).

 

 Aynı şeyi Atinalı tüccarlarda yapti. 15.-16. yüzyılda Amerika'nın keşfi nedeniyle ticaretin canlanması, geri iktisadi yapıya sahip bazı Avrupa ülkelerinde "feodal tepkiye yol açtı. Bu yüzden, "Asya biçimleri altında, tefecilik, ekonomik çöküntü ve politik yozlaşma dışında herhangi bir etki göstermeksizin uzun süre devam edebilir." (abç) (11).

 

Sonuç olarak, sermaye kârının sınırını faiz ve rantların



devamı var..................


Hakim Üretim Tarzı ve Küçük Burjuva Kafa Karışıklığı_2

 

belirlediği yerde kapitalizmin egemenliğinden söz edilemez. "Tefeci sermaye, sermayenin üretim tarzının henüz bulunmadığı bir sermayeye özgü bir sömürü yöntemi kullanmaktadır. (abç) Bu durum, kendisini burjuva ekonomisi 'çerisinde geri kalmış sanayi koşullarında ya da modern üretim tarzına geçişe direnen sanayi kollarında yinelenmektedir.- (12)

 

 Bütün bunlar, bu tür sömürü biçimlerinin, aynı zamanda sermaye yetersizliği, para faizlerinin yüksekliği, kısacası üretken olmayan bir asalaklığa elveren bir ekonomik-toplumsal durumunda kanıtıdır. Üretim koşullarının devrimci'eştirilmesi için gerekli birikim sağlanamamakta, küçük üreticilerin üretim araçları sermayeye, emeğin kendisi metaemeğe dönüşememekte,herkes para aramakta, ancak çok azını bulabilmekte.

 Çünkü, birikimlerin büyük bir bölümü yerli tefeciler, rantiyeciler, asalak hizmet sektörleri -devlet bürokrasisi ve en başta da tefeci emperyalist sermaye tarafından yutulmaktadır.

Bu nedenle bütün ulusal üretim sektörleride, yeniden-üretim güçlükle sürdürülebilmekte; felce uğrayan kırsal üretim, yeniden -üretim bakımından her geçen yıl daha da büyük güçlüğe düşmekte, büyük emek kitlesi emek pazarına sürüldüğü halde istihdam edilememekte, büyük işsiz kitlesi ortaya çıkmakta ve bu emekçiler yurtdışnda iş bulabilmek için büyük maceralara atılmakta, S.Arabistan, Libya vb. yerlerde içler acısı serüvenlere katlanmaktadırlar.

Yurtdışındaki işçi kitlesinin neredeyse ulusal ücretli-emek kitlesinin yarısına ulaşması, bunun çarpıcı göstergesidir. Özal hükümetlerinin bolca "kredi itibarından söz etmesi, emperyalistlerden borç para alma yeteneğinden övünerek oy avcılığına çıkması bundandır. Böylece, en başta emperyalist tefecilik olmak üzere para-ticareti ve faiz gelirleri cazip bir ekonomik yatırım biçimi olmaktadır.

Herkes üretken yatırım yapmak yerine kupon kesmeyi, faizcilik ve tefecilik yapmayı tercih ediyor. Üretken-sermaye yatırımları -ülke baştan başa bakir durumda olduğu halde yeterli ilgiyi uyandırmıyor, çünkü emperyalist mallar karşısında bu çok riskli bir girişimciliktir.

 

 Bu yüzden sermaye, bizzat iş adamlarının deyimiyle "üretken-yatırım alanlarından kaçıyor!’’

Dolayısıyla, ticaret ve tefecilik kazançları karşısında ancak güldürebilen sanayi teşvik prim ve kolaylıkları bir işe yaramıyor, tersine, bunlar, yine üretim-dışı alanlardaki vurgunlara istismar ediliyor. Yani demek oluyor ki, ülke ekonomisinin yarı-feodal yapısal özelliğinden dolayı, rantiye kârları, sanayi kârlarının sınırlarını tartışmasız biçimde belirliyor.

Marks'ın, bir yüzyıl önce gözlediği bu durum için vardığı hüküm şudur:

"Artı-emeğin üreticiden doğrudan doğruya ve zorla biçimsel boyunduruğu altına girmediği bazı ara biçimlere (abç), ... bu gibi biçimlerde sermaye henüz emek sürecini doğrudan denetim altına almış değildir.(abç)

 

 El zanaatları ile tarımı eski geleneksel biçimi ile sürdüren bağımsız üreticilerin yanıbaşında, bunların üzerinde asalak gibi beslenen tefeci ya da tüccar sermayesi vardır. Bir toplumda bu tür sömürünün egemen oluşu halinde, kapitalist üretim tarzına burada yer olmaz. .(abç)

Marksizm hayellerle değil,gerçeklerle ilgilenir.Çünkü o, bilimle tam uygunluk içinde hareket eder. Bilimin nesnesi gerçektir.

En çok "ilerici" hayaller kurabilenler Wilerici" kimseler olabilseydi, M.Yılmazer"i de bu "en ilericiler arasında sayabilirdik,ama Marksist asla.

Türkiye’de sosyalist olmayı, Türkiye'nin kapitalist olduğunu söyleyip söylememeye bağlayan biri nasıl Marksist olabilir. Bu aynı zamanda Marksizmin sadece kapitalist bir topluma uygulanabileceğini varsayan, ya da sadec ekapitalist toplumda devrimcilik ile bilimin geçerli olabileceğini sanan bir düşüncedir.

Böyle bir kafa ne işçi sınıfının, ne de diğer emekçilerin dostu olamaz. Marks, 1861 Amerikan devrimini açıkça övdü ve deşteklediğini, bizzat burjuva liderine kutlama mesajları göndererek belirtti.

Lenin, Meksika köylü hareketini sempatiyle destekledi ve önderi Zapata ile sürekli yazıştı.

Marks ve Lenin, bu hareketlere işçi sınıfının önderlik etmesini elbette çok isterdi.

Ancak toplumsal koşullar ve işçi sınıfının durumu buna elvermiyordu. İşçi sınıfı hareketi, ABD'de bile ancak 15/20 yıl sonra iddialı hale gelebildi. İşçi sınıfının böyle büyük toplumsal devrimler karşısında oturup durması korkunç bir şeydir.

Sorun, "daralan üretim tarzı" ve "dağılan sınıf" açısından bakıp bakmama sorunu değil, sorun şudur: bu burjuva demokratik devrim sürecinde işçi sınıfının devrime öncülük etmesi ya da onu burjuvaziye veya kendi haline bırakmasıdır.

Yoksa işçi sınıfı için romantik sözler ederek ona dost olunamayacağı gibi, yarı-feodal toplum çelişkileri ve temel gücü yerine, kapitalist üretim tarzının çelişki ve temel gücünü koymakla da sosyalist olunmaz.

Gerek tek tek ülkelerin toplumsal durumu ve çelişkilerin ve gerekse uluslararası durum ve çelişkilerin yerine kendi ütoğyalarını, Marksist bilim yerine kendi revizyonizmlerini koyanların "reel sosyalizmi" nerelere getirdiğini işte görüyoruz.

Bu teorinin ülkemizdeki birçok eklentisinden birisini savunan M.Yılmazer, l.Kaypakkaya'ya "köylü devrimcisi", "sosyalizm düşmanı" diyeceğine kendi sefil haline bakmalı.

Çünkü, bugün dünyanın çeşitli yerlerinde anti-emperyalist, anti-feodal mücadele yürüten gerçekten burjuva ve köylü devrimcileri bile ondan bin defa daha devrimci konumdalar.

 

 Marks şöyle diyor:

"İçerebildiği bütün üretici güçleri gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yerine ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan asla gelip yerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar, çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut oluduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar. (abç)

 

 Geniş çizgileriyle, Asya üretim tarzı, antik çağ, feodal ve modern burjuva üretim tarzları, toplumsal ekonomik şekillenmenin ileriye doğru gelişen çağları olarak nitelendirilebilir." (14)

Görüldüğü gibi, Marksizm dışı sınıfına dalkavukça laflar eden bir edebiyat akımı değildir. Objektif bir toplumun iç çelişkileri ve devrimci devrinimlerinin yerine M. Yılmazer ve diğer "sosyalist"lerimizin kafalarındaki çelişkileri koyarak atlayamayız; böyle ebem kuşağında ip atlama yeteneği ile sosyalist olunmaz.

 Yılmazer'in temsil ettiği çizginin bilinen bir sürü yanlışını burda sıralamak gerekmez, sadece şunu söylemeliyiz ki, bütün bunlar kendi dünya görüşlerinin genel sistematiğine tamamen uygundur.

Çünkü, idealizm her şeyi tersten görme ve gösterme özelliğine sahiptir.

örneğin, "kurtuluş savaşı, ... aynı zamanda Osmanlılıktan burjuva düzenine geçiş" (!) olduğuna göre, bu noktada sınıflar konumunda bir altüstlük" olmalı diyor, yani devrim olmalı demek istiyor.

Elbette gerçek hiç de öyle değil, Feodalizmden kapitalizme geçiş, "Osmanlılıktan’’ cumhuriyete geçiş şeklinde anlamak, sultanın yerine cumhurbaşkanı, vezirlerin yerine bakanlar, Meclis-i Mebusan'nın yerine TBMM'nin geçmesine bakarak kapitalizme geçildiğini sanmak, tam da idealist bakış açısı ve burjuva tarih görüşüdür. Oysa gerçek şudur ki; çağımızda üretim tarzında hiç bir değişiklik olmaksızın, birçok krallık, şahlık ve sultanlık "cumhuriyet" adıyla değiştirilmektedir.

Özellikle büyük toplumsal hareketlere gebe ülkelerde bunu tercih ediyorlar, çünkü emperyalizmin ve işbirlikçilerinin çıkarına daha uygundur. Halka karşı ilkel üretim koşulları ve emperyalist sömürüyü gizlemek için, "modern"lik izlenimi veren "cumhuriyet" teriminoloji ve biçimlerini kullanıyorlar.

 

O yüzden, İ.Kaypakkaya, günde birkaç tanesi yuvarlanan bu taçları' kim alıp başha koymak ister derken tamamen haklıdır. Gerçekten eğer, "krallık" ya da "Cumhuriyet adlarına bakarak karar vermek doğru olsa, 350 yıllık İngiliz ve neredeyse yüzyıllık Japon kapitalizmine "feodalizm" demek gerekir;

çünkü bunların adları hala "kralılk’’ ve "imparatorluk"tur. Bilindiği gibi burjva tarihçileri, sorunun daha çok hukuki ve siyasi biçimleriyle ilgilenirler.Onlar için, toplumsal üretim, yeniden-üretim faaliyetleri sırasındaki insanlararası ilişkilerin toplumsal hareket ve ilerlemedeki rolü pek önemli değil; önemli olan siyasi, hukuki ilişkilerdir; bunlar da genellikle "büyük adamlar" ekseninde tezahür etmektedir, vs...

Bu yüzden idealist burjuva tarih görüşü için sözgelişi, herhangi bir ülkenin sosyalist sayılması için, adının "sosyalist" olması ve bir de "sosyalist anayasalarının bulunması yeterlidir. Ama emekçiler bu bürokratik burjuva diktatörlüklerine, "hırsızlar bizi kandırdınız", "iktidarın içeriğinden bizi tamamen boşaltarak kendi diktatörlüğünüze dünüştürdünüz" deyip bu "sosyalist"lerin üzerine yürüyüp de yeryerinden oynayınca, bu kez işi çılgınlıkla, emekçilerin aklını kaçırmakla açıklamaya kalkışırlar; bunlar kendilerinin sömürüleceği burjuva düzeni istiyor...

Sanki öteki sömüren burjuva düzeni değilmiş gibi, biraz demokrasi istemelerine çılgınlık deyiveriyorlar. Tıpkı bunun gibi, toplumsal tabanında hiçbir değişiklik olmaksızın, "Osmanlılıktan" cumhuriyete geçiş, feodalizmden "burjuva düzenine geçiş sayıyorlar. Halbuki gerçekte olan şey; sömürgeliciğin tasfiye edilmesi, yarı-sömürge statüsünün (eski bazı aşırı kapitülasyonlar azaltılarak) sürdürülmesi ve Türk komprador burjuvalarının, asker ve bürokrat burjuvazinin ve toprak ağaları ile din adamlarının egemenliğinin "cumhuriyet" adı altında yeni baştan düzenlenmesidir.

 

 Genel olarak düşünüldüğünde, Marks'ın esas olarâk yaptığı şey, volantirist (iradeci) görüşleri,tarihsel materyalizme dayanarak yerle bir etmek olmuştur. Ama bu, ölülerin yeniden dirilmesi dileğiyle mezarlarını sabah-akşam ziyaret edip huşu içinde tanrıya yalvaranların artık hiç bulunmadığı anlamına gelmez.

Tersine, insanların bilgisizliğinin "uyanık" politikaların nesnel dayanağı haline geldiği her yerde bunların kürsüleri inanılmaz bir hızla dolar ve çoğalır! Ama harekete kalkışan yığınların aldatılması fazla uzun sürmez.

 

Bu gürüttü hengamesinin alt edilmesi için diyalektik tarihsel materyalizmin bir tek kürsüsü bile yetebiliyor; tarih buna tanıktır. Oysa sayıların ondalık kesirlere bölünmesi, toplamım ve niteliğini asla değiştirmez.

 

GERİ TOPLUMSAL KOŞULLAR NEDEN GİZLENİYOR?

Gerçek, şeylerin sürekli gelişim ve değişimi nedeniyle daima göreli bir özellik taşımakla birlikte bir çok algılama biçimi vardır.

Çeşitli sınıflara mensup süjelerinin bu algılama biçimleri tandansal değişiklikler, farklılıklar ve benzerlikler, dikkatlice incelendiğinde, herbirinin sınıfsal davranış çizgisini, istek ve eğilimini açığa vurduğu açıkça görülür. Büyük toplumsal hareketlerin iç devinim düzeninde, gerçeklerin algılanma biçimlerindeki, benzerlikten-ayrıllğa doğru kademe kademe ilerleyen bu farklılıklar, devrimle-karşı devrim arasındaki ara basamak ve uzaklıkları da belirliyor.

 O yüzden bu algılama biçimlerine "basit şeyler" "basit insan yanılgısı" deyip geçmiyoruz, önemsiyoruz. Özal, Türk komprador ve uluslararası mali sermayenin bu tescilli adamı, neden, durmadan "biz artık kalkınıyoruz, ülkemiz artık sanayi ülkesidir, ihracatımızın % 75'i sanayi ürünleridir" diyor? Hergün, her yerde niye ısrarla bunu vurguluyor?

 

Özal, oyuncaklarını heyacanına kendini kaptırmış bir çocuk değildir; belli bir sınıfsal çıkarı temsil ediyor (bu işi ne kadar şakasız yaptığını da MESS Başkanlığı döneminden biliyoruz) ve dikkatimizi biryerlerden başka yerlere çekmek, bir şeyleri gizlemek istiyor...

Ülkenin ekonomik,toplumsal durumunu inceleyen herkes hemen şunu farkeder:

 

Türkiye'de bugüne kadar ne tarım ne de sanayi sayımı ciddi biçimde yapılmamıştır. Oysa bu ne kadar kolay bir iştir! Düzenlenen istatistiklerin çoğu güvenilmez, yetersiz istatistiklerdir. Örneğin, "Başbakanlık Devlet İstatistikleri Enstitüsü"nün "Tarımsal Yapı veÜretim" adlı düzenli çıkan yıllık yayınının "Açıklama" bölümündeki şu sözlere bakın:

"Bu rakamlar objektif metodlara dayanan bilgiler değildir. Tarım teknisyenlerinin kendi bölgeleri hakkındaki izlenimlerine dayanan bilgiler niteliğindedir." Bir de, bu "teknisyenler" Özal gibi pireyi deve yapan kimselerse, varın bilgilerin güvenilirliğini siz düşünün!

Dünya üstünde süren sınıf mücadelesi, sınıfların ekonomik çıkarlarını savunma mücadelesi, muazzam çapta propaganda ile elele yürüyor. Kapitalist dünya "demokrasi insanca yaşama ve ilerleme" konularında akılalmaz bir sahtekârlıkla, karmaşık dev iletişim imkanlarını kullanarak insanları aptallaştıran propagandalar yürütüyor. Şimdi, eski sosyalist ülkelerde iktidarı ele geçiren bürokrat burjuvazinin yarattığı durumu fırsat bilerek, sosyalizmin ütopya olduğunu, ekonomik sağlayamadığını, demokrasi ve insanca yaşama konusundaki iddialarının boş çıktığını; buna karşılık kapitalizmin iyi olduğunun ispatlandığı safsatasına da- yanan bir propaganda yürütüyor.

Neden?

Çünkü insanlar bu propagandaların dayandığı güzel şeyleri istiyor. Sosyalizmin insan yaşamında uyandırdığı canlılık, ilerleme, insancıl değişiklikler ve yaygınlaştırılan toplumsal gönenç, emperyalist gerici dünyayı tepeden tırnağa sorgulayan sarsıntılara uğrattı.

Batı Avrupa'dan yüzyıldan fazla geri olan Rusya, devrimden sonra çok kısa bir zamanda onları geride bıraktı. Çin ve diğer yarı-sömürge halklar, devrimden önce açlıktan kırılırken, kısacık bir zamanda görülmemiş hızda bir ilerleme kaydettiler ve modern uluslar haline geldiler.

Oysa emperyalizmin güdümündeki Hindistan, Türkiye, İran vd.leri nerdeyse yerinde sayıyorlar. Öyleyse dünya insanlığının gözünü açan bu tehlikeli, tahrik edici pırıltıyı yoketmek gerekir. Zoru denediler olmadı, ışık her tarafa yayılmaya başladı; içerde vurmayı denediler,sonunda başardılar. İktidarı ele geçiren, güzelliğin kalleş katilleri, artık, "sosyalizm insancıl ve ilerletici değil" safsatasını sözde kanıtlamaya koyuldular.

 

Sosyalizmin her bakımdan muazzam üstünlüğü karşısında ölüm telaşına düşen emperyalist gerici dünya, böylece, "sosyalizm" (!) adına kendilerinin kötü bir kopyası olan sosyalizm yıkıcılarının toplumsal düzeniyle kendilerini kıyaslayarak, yeniden sözde "üstünlük” propagandasına giriştiler. Demek ki, emperyalizm ile yerel gerici sınıf sömürüsünün tipik bir uzlaşmasını temsil eden ve alttan alta gerici ne varsa hızla onları örgütleyen Özal kliğinin, gerçeği, geri toplumsal koşulları gizlemesi çok önemlidir! Engels'in dediği gibi, sınıfsal gerçeklere dayanmayan hiç bir dini, hukuki, kültürel, politik olay yoktur.

 

Arlık niye bu kadar geriyiz?

 

 Biz de diğer halklar gibi yaşamak istiyoruz! Sizin alaturka düzeninizden bıktık! Toplu iğne ve kemer tokasını bile ithal etmek ne biçim saçmalıktır!" diye homurdanan halka, Özal şu mesajı vermek istiyor: Evet, biraz geriyiz, ama ilerliyoruz. Sosyalizime daha çok ilerleyemeyiz ki! Sabırlı olun, bakın itibarımız çok, Batı devletleri bize yardım ediyor. Allahan izniyle çok yakında onlara ulaşacağız. Solculara inanmayın ki istediğimizi yapalım...

 

 Ülkenin bütün maddesel zenginliklerini emperyalist talana sonuna kadar açan, onun güven ve şefkat dolu kollarına kendini bırakan bu "Anadolu’’ , kendi çıkarlarını daha iyi hangi sözlerle savunabilirler, sayın Yılmazer? Siz, sömürge olgusunu abartmayalım derken onların korkusuyla tamı tamına çakışıyorsunuz!     

Evet, Türkiye'de  ‘’kör gözlere batasıca" bir gerçek var, ama böyle farklı sınıflar tarafından farklı söyleniyor işte.

 

 Mesele bir ‘’kör’’ lük meselesimidir acaba? Sanmıyoruz…mesele, düzenle ‘’güçlü hesaplaşmalar’’a girişmeyi göze alamayan M.Yılmazer gibi küçük burjuvalarımız umudu düzenin santim santim ilerlemesine bağlamış durumda‼ Olanı değil, olmasını istedikleri şeyi anlatıyorlar….düzen santim santim ilerlerken, kendilerinide ezince, arada bir kentlerde protesto eder, öfkelerini yatıştırılar olur biter…Devrim gibi tehlikelı bir maceraya ne gerek var.

Sorun feodalizmi yeterinden fazla abartmak  ya da kapitalizmi olduğundan geri gösterme sorunu değil, hakim üretim biçimini saptama sorunudur..Çünkü bu, toplumsal devrimin nasıl yapılacağının anahtarını, çelişkilerini veriyor.Kapitalizmin hakkını yemek şöyle dursun, belki de gelişmesini sizden daha iyi görüyoruz.

Bir kez, sizin tanımladığınız kapitalizmde, kapitalizmin gerçek öncül ve katagorilerini kullanarak kapitalist olmayan ‘’ kapitalizmi ’’ çıkarırsak, elimize tutuşdurduğumuz kanıtlardan geriye çok az şeyiniz kalır.Çünkü elinize farkında olmadan farklı şeyler almışsınız.

 

Yarı – feodal üretim tarzı, ‘’ katıksız feodalizm’’ değildir; Mao’ nun dediği gibi, ‘’ feodalizmle kapitalizmin binlerce özelliğinin iç içe geçtiği ‘’ bir üretim biçimi, bir geçiş toplum biçimidir.

 

 Öte yandan, yarı-feodal terimi, eskinin egemenliğine dayanan yeni ile hem bir çatışma, hem bir uzlaşmayı da ifade ediyor.Bir yanda üretken-sermaye, bir yanda asalak-sermaye ( tefeci, ticaret ), bir yanda artı-değer üretimi, diğer yanda faiz ve rantiye gelirleri; bir yanda ücretli-emek, öte yanda küçük meta üreticileri ve başka biçimlerde bulunan feodal emek, bir yanda kapitalist rekabet, yanıbaşında feodal mülkiyet tekeli, devletin üretim üzerindeki yasak ve sınırlamaları; bir yanda kredi sistemi, onun yanında bunu katlıyan faizleriyle tefecilik…

Bir yanda dinsel eğitim ve kurumlar, öte yanda laik burjuva eğitimi vs.vs….

(Bütün bu içiçe geçişlerde, feodalizmin ekonomik öğelerinin hala hakim durumda olduğu üzerinde ilerde duracağız.)

Marks’ ın bizzat ‘’ yarı-feodal ’’ terimini kullanarak da (15) yaptığı yarı-feodal ekonomik yapı çözümlemeleri de Mao’ nunki ile aynıdır. Keza hem Marks’ın hem Engels’ in 14. ,15. yüzyıl İngiltere’si için yaptığı tahliller gözönünde bulundurulduğunda ve Engels’in 14. Yüzyıl İngiliz krallığı için ‘’burjuva krallığı’’ demesini de hatırlarsak, yarı-feodal toplumsal yapının özelliklerini daha iyi anlarız.

Çünkü 14. – 15. Yüzyıldan 17. Yüzyıla kadar süren İngiltere’deki bu tipik ’’geçiş ekonomisini ’’

hala feodalizmin egemenliği (( yeniden eskiyle uzlaşması sadece eski karşısında güçsüzlüğünden ileri gelebilir))…Ve zaten burjuva devriminin 1640’ da yapıldığını biliyoruz.

 

 Aynı şekilde Engels’in 19. Yüzyıl Almanya’sının ekonomik ve sosyal durumuyla kıyaslandığında gene aynı şeyi, ‘’ feodalizm ile kapitalizmin binlerce özelliğinin içiçe geçtiği’’ bir ekonomik-toplumsal yapı görüyoruz.Lenin’in ‘’ Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi’’ yapıtı dikkatlice incelendiğinde, gene aynı öncülerin, aynı içerikle kullanıldığını görüyoruz.

 

 Tek bir dünya görüşüne dayandığı için, değişk zamanda ve değişik yerlerde bu kadar büyük bir mantıksal iç uyumlulukla bütün büyük Marksistlerin çakışması elbette anlamaya değerdir.

 

 Ancak anlayabilmek için öncelikle mekanik ‘’yüzde" hesabını ve yüzeysel "bağdaşmazlık" kafasını bir tarafa bırakmak gerekir.

Bu mekanik düşünme tarzı, yarı-feodalizm konusunda kendisini şöyle gösteriyor:

 

Öncelikle feodalizmle kapitalizmin belli özellikte ve belli koşul lar altında onaya çıkan uzlaşmasında, bu uzlaşmanın karmaşık yapısı karşısında şaşırarak hakim yönü görmemek.

 İkinci olarak, dolayısıyla sorunu yüzdeler kafasıyla açıklamaya çalışmak.

 Üçüncüsü ve en önemlisi, bir üretim tarzını belirlemede temel, emeğin nesnel varolma koşullarından hareket etmek yerine, siyasi ve hukuki yanına takılıp kalmak.

 Elbette, bu düşünme yöntemiyle, kapitalizmin feodalizmle belli bir ilişki ve çelişkisine dayanan yarı-feodal toplumu anlamak olanaklı değildir.

Çeşitli yarı-feodal iktisadi yapıları incelediğimiz zaman, herbirinde kapitalist gelişme düzeyi farklı farklı olmakla birlikte,temel ortak özellik olarak hepsinde emek kitlesinin çoğunluğu hala doğrudan sermayenin boyunduruğuna girmemiş emekten oluştuğunu saptarız.

 

Ataerkil üretim koşullarında çalışan bu milyonlarca emekçinin çelişmesinin "emek-sermaye çelişmesi olduğunu ileri sürmek, ne sermayenin ne de kapitalist emeğin ne demek olduğunu ve dolayısıyla feodalizmin ne demek olduğunu bilmemektir.

 

 Köylüler; tefeciler, tüccarlar ve hatta sanayici kapitalistler tarafından sömürülüyor olmakla birIikte, bu emeğin kapitalizmin boyunduruğu altındaki kapitalist-emek olduğunu göstermez. Yarı-feodal geri üretim koşutlarına sahip ülkelerde, "emekçi, kapitalist tarafından sömürülüyor olmakla birlikte, emeğin henüz resmen sermayenin boyunduruğu altına girmediği ülkelerdir." (16)

 

 Yılmazer, emeğin toplumsal koşullarının incelenmesi, hakim üretim biçiminin belirlenmesi ve buna dayanan baş çelişme ve temel güç saptamalarıyla, "en devrimci’’ sınıfın saptanması ve tercihini bilinçli olarak birbirine karıştırarak demagoji yapmaktadır. Öte yanda, irademize bağlı olmayan bir toplumsal devrim aşamasını, emeğin toplumsal koşullarının değişmesi, sosyalist üretim koşullarının olgunlaşması için kaçınılmaz bir aşamanın, bizim nihai amacımız ve isteğimiz olduğunu ileri sürmek, ‘’kapitalizmle sınırlı’’ bir devrim istediğimizi iddia etmekte aynı şekilde bir sahtekarlıktır.

Günümüzde, ülkemizin sömürücü sınıfları, neredeyse kapitalist sömürüyü normal karşıladıkları için esas olarak ki şeyi gizlemeye çalışmaktadırlar: Bunlardan biri, emperyalist sömürüdür; bu ‘’karşılıklı yardım’' (!) oluyor ve ülke ekoromisinin ‘kalkındırılmasına' (!) kullanılıyor;

ikincisi, feodal ilişkilere dayalı sömürüdür; bunu da, Türkiye'nin artık 'gelişen ükeler arasına girdiğini' iddia ederek gizliyorlar.

Özal sıksık, Türkiye'nin dışsatımının 3/4'nün sanayi ürünlerinden oluştuğunu, artık bir tarım ülkesi olmadığımızı, Demirel ve diğerlerinin aksi teşhirlerine karşı ateşli ateşli savunuyor. Fakat hemen arkasından patlayan dışsatım skandalları, bu "ihracatların büyük ölçüde sahte olduğu,daha çok tüccarları ve çeşitli yeni vurguncuların ve rantiyecilerin, "vergi iadesi" ve başka kolaylıklar adı altında devlet tarafından desteklenmesine dayanan düzenlemeler olduğu açığa çıkıyor. (1) Böylece, türedi uyanık kompradorların sayısı, emperyalist şirketlerle metres hayatına başlayan yeni afiştelerin sayısı artıyor; yerel çaptaki müzmin asalaklar, böylece bu asalaklığını uluslararası boyutlarla birleştirerek kompradorlaşıyorlar.

Yarı-feodal üretim tarzında, Marks'ın deyimiyle geri üretim koşulları, yalnız rantiye sınıflarının yaygınlığı, geniş küçük-köylü üretimi, ticaret ve tefeci sermayenin ağırlık taşıması ile kendisini göstermiyor, ayrıca bölgelerarası, hatta aynı ilde iktisadi eşitsizlikler ve farklılıklar anlamına da gelmiyor.

Bu yüzden doğal üretim koşullarının ara gözenekleri geniş çapta tefeci ve ticaret sömürüsünün yaşamasına ve sığınmasına olanak tanımakta, bu gevşek, serüvene elverişli, verimde vs.de hala modernsermaye ve teknolojinin  eşitleştirici ve dolayısıyla sabit-sermaye ağırlıklı üretim yerine doğal etkenlerin belirlediği bir durumla karşılaşıyoruz. Dolayısıyla bu durum, aynı zamanda yaygın "girişim kârlarına ve "farklılık rantları"na da önkoşul olmaktadır. (2)

 

Sansasyonel zenginlik haberleri, türedi zenginlik vs.ninde, güvensizlik, istikrarsızlık ve serüvenci ekonominin de nedeni budur. Bütün bunlar kapitalist gelişmeye doğru orantılı olarak ortadan kalkacaklardır.

 

 Dolayısıyla oranların ters yöndeki büyüklüğü, kapitalist olmayan üretim koşullarının büyüklüğünün de göstergesidir. Ne var ki, yarı-feodal üretim  tarzıyla hakimiyeti, komprador, tüccar ve tefeciler ile her türlü serüvenci vurguncunun varlık koşulu olduğu, bu tür sömürüyü yalnız olanaklı değil, aynı zamanda kârlı da kıldığı için bu ilişkileri yeniden-üretme, koruma ve sürdürme eğilimindedirler.

 

 Bu aynı elverişlilik emperyalist sömürünün de önkoşuludur. İşte bütün bu gerici öğelerin asalak iktisadi temel üzerinde buluşmalarını anlayamadık mı, feodalizmin gücünü anlayamayız!

 

KAPİTALİZMİN HER ŞEYE RAĞMEN GELİŞMESİ, ÖNÜNDEKİ GERİCİ ENGELLERİN OLUMLU VE

 

'YENİLEYİCİ'LİĞİNİN KANITI DEĞİL, ONLARIN SİYASI BİR DEVRİMLE TASFİYESİNİN KAÇINILMAZLIĞININ KANITI OLABİLİR.

 

 

 

Türkiye'de uzun yıllar gençlik ve aydın hareketi; bunların anti-emperyalist/yurtseverlik ve anti-feodal/demokratiklik içeriğine dayanan sloganları hep ağırlıktaydı. Yüzyılımızın son çeyreğinde, işçi sınıfının ağırlığı giderek arttı ve  devrimci hareketin önderliğine de yansımaya başladı.

 

Bundan dolayı feodalizmin artık tasfiye olduğu, kapitalizmin hakim hale geldiği sonucuna varmak, yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerdeki devrimci hareketin gelişme sürecini anlamamaktır.

Bu kaçınılmaz biçimde, işçi sınıfını ekonomizme ve basit sınıf bencilliği ile sınırlamaya götürmektedir; ve gerçekte olan da budur. Oysa gerçek şudur ki, işçi sınıfı giderek hareketin önderliğini aydınlardan ve demokratik-burjuva akımlardan alıyor, aynı devrim (demokratik devrim) sürecini kendi devrim programı ile birleştirerek sürdürmeye yekiniyor. Bu kaçınılmaz bir durumdur.

 

 Bütün yarı-sömürge ve yarı-feodal ülkelerde aynı gelişmeyi görüyoruz. Çin'de Demokratik-burjuva önderlik 1927'de esas olarak miyadını doldurdu ve önderlik proletaryaya geçti, ancak devrimin karakteii hiç değişmedi ve 1949 Ekim'inde onu ba şarıya ulaştırarak sosyalist devrim sürecini başlattı.

 

Proletarya, sınıflararası ilişkiler alanından dikkatini kaçırdığı an, diğer emekçileri kurtarma görevini savsakladığı an, kendisi de kölelikten asla kurtulamaz. Bugün ücret sistemine karşı mücadeleye her işçi katılabilir, ama anti-emperyalist ve anti-feodal mücadeleye ancak bilinçli işçiler katılmaktadır. Eski üretim tarzına karşı mücadele, demokrasi ve özgürlük için mücadele, bağımsızlık için mücadele verince işçilerin "köylü devrimcisi olacağı, kendisini burjuva demokratizmi ile sınırlayacağı, sosyalist olamayacağı, hatta "sosyalizm düşmanı" olacağı safsatasını, sadece işçi sınıfını tanımayan M.Yılmazer gibi küçük burjuvalar düşünebilir.

 

 Kentlerdeki mücadelenin salt "finans-kapitale karşı" olduğu sanısı da boş bir ahmaklıktır. Gençlik ve diğer çeşitli meslek grupları ve sosyal tabakaların anti-emperyalist ve demokratik mücadeleleri bir yana, işçi sınıfının da bu yanlarını içermeyen, aynı yarı-feodal toplumsal tabana dayanan devlet otoritesiyle başı derde girmeyen tek bir hareketi yoktur.

 

 Çünkü, ülkemizde her toplumsal ilerici hareketi koşullayan budur:

Emperyalist baskı, feodal gericilik ve faşizm!

Böylece kentli emekçilerin sağlam ortak bir mücadele zemini doğmaktadır: anti-emperyalist, anti-feodal, anti-faşist mücadele... Emekçi sınıflardan hiç biri bu mücadeleye katılmadan kendi basit sınıf çıkarlarını da koruyamaz: İşçi sınıfı, bu harekete öncülük edebildiği oranda, hareketin özüne damgasını vurur ve devrimi kesintiye uğratmadan sosyalizme doğru ilerletebilir.

 

Devrimci hareket milyonlarca sessiz, suskun, ufalanmış, dağınık köylü kitlelerine yayılmadıkça, "kentlerdeki güçlü hesaplaşmalar"ı papagan gibi tekrarlayarak, M.Yılmazer vari kötü teoriler lehine bundan sevinç duymak tam bir aymazlıktır.

 

Devrimci hareketin kentlerde sıkışıp kalması, "köylü devrimcisi" olmamak için, köylülerin gizli gücünü uyandırmaya çabalamaması, hareketin sadece başarısızlığını kanıtlar. Demokratik devrimin temel gücü olan bu geniş köylü kitlesi "kent sosyalistliği" adına kendi haline bırakılması, yalnızca muazzam devrimc bir güçten yararlanmamakla bırakmıyor, aynı zamanda onu ilkel üretim koşulları içinde mistik, kaderci, ve ataerkil gerici kültür biçimleri içinde bırakarak gerici sınıfların onu istismar ederek gerici otoritelerinin dayanağı haline de terk etmiş oluyor.

İşçi sınıfına böyle başarılı (!) bir strateji öneren sözde 'sosyalist' poltikacılar, kuşkusuz, köylülerin gizli gücünün farkında olarak onları en iyi kandırmayı beceren Demirel, Erbakan, Türkeş gibileri en başta alkışlarlar. Ve bunlar, büyük köylü kitlelerinin desteği ile iktidarlarını sürdürürkan, bizim bu 'sosyalist'lerimiz de 'sosyalist' hayalleri ile kentlerin kuytu köşelerinde bit ayıklamakla iştigal ederler.

Yılmazer'in baş çelişmeyi ele alış biçimi yalnız, ekonomik anlayışını açığa vurmakla kalmıyor, feodalizm konusundaki……….

Çeşitli gayri meşru yollarla elde edilen gelirlerin aklanması ve yine aynı karakterdeki, sözgelişi İ.Şahı ve Marcos gibileri tarafından kaçırılan gizli hazinelerin çeşitli aracılarla faizle kullandırılması ve para tranzaksiyonları, hayali ihracatın nedenleri ve kaynağı için M.N.Ülgen'in "ÖZALIZMİN ÇIKMAZINI AŞMAK İÇİN’’ kitabına bakınız.

‘’Girişim kârı’’ ve Diferansiyel rant" kapitalizmin hakim üretim oluduğu yerlerde de uzun süre devam eder. Ancak yarı-feodal üretim tarzının eşitsiz gelişme koşulları ve kapitalist ilk girişim olanaklarının sonsuz boyutları, bunların ne kadar yaygın olacağını açıklar.---

 Devami var-------------------------

konusundaki bilgisizliğini de açığa vuruyor. "Toplumsal gündemde çarpıcı toprak ağası, köylü çatışması yok" demek başka ne anlama gelebilir? Feodalizm, sadece servaj sistemi mi, toprak ağası/maraba sistemi mi demektir?

 

Peki ya, ücretli-emek dışında kalan, vergi sistemine tabi milyonlarca köylü küçük üretici hangi emek türüdür ve nasıl sömürülüyor?

 

 Elbette ağa / köylü, ya da Avrupai biçimiyle söylersek serf/senyör çatışması yok denecek kadar azdır. Zaten servaj sistemi Avrupa'da da burjuva devriminden çok önce hemen hemen ortadan kalkmış durumdaydı. Senyörler (ağalar), en büyük senyörün (kralın) egemenliği ahında bir nevi feodal güç yoğunlaşması demek olan monarşist yeni birsiyasal örgütlenme ve yönetim biçimine değişti; topraklar kira ve vergiye bağlanarak köylü 'yurttaşlar' bırakılmıştı; artık para-rant (vergi-rant, kira-rant), esas ve sonal rant biçimi olarak genelleşmişti.

 

Böylece feodalizmin iç çelişmesi de, tek tek ağalarla/marabaları arasındaki çatışmadan, köylülerle/monarşist rejim arasındaki çatışmaya değişmişti. Köylüler, anti-feodal mücadeleyi monarşist devletin vergilerine, baskı vekısıtlamalarına, feodal ayrıcalıklara kilise ve dinsel baskılara karşı mücadeleye dönüştürmüşlerdir.

 

Gerçekten rantın bütünüyle ortadan kaldırılması ancak böyle olabilirdi. Fransız devriminin baş sloganları "özgürlük-eşitlik-kardeşlik"ti; şuraya bakın, hiç senyor veya toprak ağası sözü geçmiyor! Demek ki, M. Yılmazer'e göre burada anti-feodal hiç bir özellik yok. Bizdede halk kitlelerinin temel sloganları bağımsızlık-demokarsi-özgürlük-bağımsızlık şeklinde beliriyor. Bunun yanısıra zaman zaman toprak ağalarına karş mücadeleler oluyor ve bunlar gün geçtikçe azalı' yor.

 

Çünkü klasik anlamda serflik sistemi, artık yok denecek kadar azdır. Aynı durum 14.-15. yüzyıl Avrupa'sı için de söz konusu idi. Marks'ın da belirttiği gibi, genel kural olarak rant, emek -rant, ürün-rant ve para-rant biçiminde sıralanıyor.

 

Ancak herbirisi değişen oranlarda, genel kuralı bozmaksızın her dönemde bulunabilir. Yani demek oluyor ki, pararant (vergi ve kira) esas olarak feodalizmin en olgun, en ileri aşamasının rantıdır.

 

 Ama diğer rant biçimleri de özel koşullarda bununla yanyana bulunabilir. Bugünkü gerçek de budur zaten.

 

Eğer Yılmazer gibi; bir anti-feodal mücadele biçimi hayal edersek, koca bir feodal düzeni bırakıp, gidip, hala ilkel rant biçiminin yaşayabildiği en geri birkaç feodal beyle uğraşmakla yetineceğiz! Yeldeğirmenleriyle dövüşmek ya da dinazor hücreleri ile ejderha savaşına girişmek zevkli iş olmalı!

 

Şunu da belirtelim ki, bir nevi senyöral vergi olan toprak ve hayvan vergisini devlet ne kadar arttırmak isterse istesin, asla sonucu değiştirmez ve bugün geçtikçe anlamsız hale gelecektir...

 

 Nitekim 12 Eylül döneminde toprak vergisini arttırmak için bir yasa çıkartılmak istendi, ama bunlar sonucu değiştirmez, gene önemsiz bir rant olarak kalacaktır ve eğer emekçilerin kanını emen emperyalist ve komprador/ feodal asalak rantiye sınıfların talanı ve baskısı olmasaydı köylüler hem iktisaden ve sonuç olarak da siyasi olarak feodalizmi silip süpüreceklerdi, ama şimdi, onu siyasi olarak silip süpürmeden iktisade tasfiyesi çok uzun bir zaman sorunudur. (1 )

 

Yukarıda toplumsal mücadeleye işçi sınıfının başat bir ağırlık koymakla durumun epeyce değiştiğini ve fakat Yılmazer vb. gibilerinin bunu kapitalizme değişim olarak algıladıklarını belirttik.

 

 Aslında burada üretim tarzı bakımından nitelik bir değişiklik olmadığı (görmek isteyen göz için) belidir. Fakat çağımızın bir özelliği olarak, işçi sınıfı artık bu devrimi de kendi omuzlarına almıştır; işte temel değişim budur.

 

Burjvazi bu devrimi gerçekleştiremedi ve gerçekleştirmesi de imkansız bir olasılıktır. Ve bu süreç uzadıkça işçi sınıfı doğal olarak daha çok işin içine girmekte aynı oranda da bir bölüm burjuva (üst-orta) devrimi terk etmektedir. Diğer yandan üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki uyumsuzluk gün geçtikçe artmakta ve toplumsal gerilimi daha da arttırmaktadır.

 

Yani devrimci ve karşı-devrimci haraketler daha sık ve kesintisiz biçimde birbirini izlemektedir.

 

1923-1950 yıllarının nispeten sakin özellikte geçmesine rağmen son 20/30 yılın çalkantılı büyük toplumsal çatışmaları bunu gösteriyor. Çünkü her şeye rağmen işçi sınıfı gelişiyor, üretim güçleri kaplumbağa hızı ile de olsa gelişiyor, yığınlar aydınlanıyor.

 

1960'larda işçi sınıfı birkaç yüzbin iken şimdi birkaç milyondur, sırf göçmen işçiler bile iki milyonun üstündedir, kentlerin nüfusu birkaç katına katlandı, kırsal nüfus % 80'den % 60'a düştü, üniversite gençliği eskiden birkaç onbin iken, şimdi birkaç yüzbindir.

 

Bu ne demektir?

 

Bu demektir ki, artık bu toplumu yarı-feodal düzenin sınırları içinde tutmak imkansız bir noktaya doğru ilerliyor.

 

Bu yüzden devrim hareketi daha da boyutlanıyor ve düzenin siyasal tasfiyesini kesin olarak gündemine koyuyor. Devrimle karşı-devrim ilişkileri ve niteliği, toplumsal gerilimin niteliğine uygundur. 12 Eylül zorbalığı üst sınırına çıkartarak bunu durduracağını sandı, ama mesela "ülkenin Doğusu"nda büyük bir ulusal yangının başlamasına yolaçmaktan başka bir sonuç elde edemedi. Şimdilik düzenin, çelişkilerinin en yoğun olduğu ve en zayıf noktasında patladl, ama burayla sınırlı kalmayacaktır.

 

Çünkü, bu düzenin zorbalıktan başka toplumsal bir devrim karşısında yapabileceği başka bir şey yoktur. Bazı reformlar bile bu gerilimi ancak kısa bir süre yatıştırabilir, sonuçta gene devrimin bütün yığınları sarması kaçınılmazdır. Çünkü, devrim adeta bir doğa afeti gibi önlenemez biçimde geliyor. Yani doğa olaylarını engellemek nasıl olanaksızsa bu da öyle olanaksızdır.

 

Yılmazer ve benzerleri gerçekten epeyce karmaşık bir yapısal görünüş arzeden yarı-feodal üretim tarzının iç çelişkilerini, temel dinamiklerini, bu dinamiklerin hareket tarzlarını ve ilişkilerini bilimin arıtıcı ve aydınlatıcı gücüyle analiz edecek yerde, kafaları karışıyor ve kafa karışıklıklarını tam bir aşure çorbası gibi büsbütün karıştırıp almaştırarak,

 

 "Marksizm" diye piyasaya sürüveriyorlar. Hem de Marksiz min tek bir tezine dayanmaksızın, onların yerine kendi tarikat şeyhlerinin antikalarını sunarak... Ama buna rağmen değersiz bir aşure deyip geçmeyeceğiz. Aşurenin ilginç bir mazisi var; İslamiyette acılı bir anıya dayanıyor. Bizdeki düşünce aşuresine yol açan oldukça çarpıcı toplumsal etkenler, acılar var. Mevcut düzenden rahatsız olan ve bir değişiklik isteyen bir dizi sınıf var. Bunların çoğu dağınık küçük üretim kökenine dayanmaktadır, gene bir bölümde kent ara tabakaları olarak atomize biçimde kendi bireyselliği içinde çırpınmaktadır.

 

Geleceğinden emin değil, endişe ve panik içindedir. En pespaye isteklerini ileri sürebilmek için güçbela biraraya gelip örgütlendikleri an ezilip dağıtılmakta,tekrar çabalamakta... Ve bu böyle yıldırıcı biçimde sürüp gitmektedir. Bunların içinde örgütlenme bakımından en iyi durumda olan küçük-memurların ve öğretmenlerin durumu………………………………………..

 

 

 

(1)       Diğer emekçilerle birlikte dolaylı vergiler yoluyla sömürmenin yanısıra köylüler esas olarak devlet tekeli ve tüccar egemenliği sonucu taban fiyatlarına bağımlılığı, gene tarım girdilerinintekel fiyatlarıyla alımı ve tefecilik yoluyla sömürülmektedir. -Üreücinin kendsi tüccar haline gelmedikçe- bu durum devam eder. Elbetb DHDI ve sosyalizm, bu üreüclierin -ateş ve kan içinde- farklılaşma/mülksüzleşme sürecini yaşamasına gerek bırakmaz.

 

36…y.Demokrasi_1990_sayı_31_Nisan

 

 bile gerçekten ilginç ve iç sızlatıcı bir örnektir.MücadeIeye atılanlar, işlerini kaybettiklerinde işçilerden çok daha çarpıcı maddi ve manevi yıkıma uğramakta, bütün umut ve cesa retleri kırılmaktadır. Bu durum bunlarda hem öfke, hem de moral bozukluğu ile karışık bir ruh hali oluşturmaktadır. Bu sınıflar bu yüzden gerçeği olduğu gibi görmekten korkmakta, karışık ruh hali karışık düşünce yapısına dönüşmektedir. Bu sınıflardan gelme teorisyenler, ülke gerçeklerini bilimsel bir tahlile tabi tutmaktan, gerçeğin çarpıcı dehşetiyle karşılaşmaktan ve bu gerçeğin ortaya koyduğu, gücünü  olanaklarını ve dolayısıyla ufkunu aşan zorunlu mücadele biçimlerini itiraf etmekten ürkmektedirler.

 

 

 

 

 İşçi sınıfına belli birsempati beslemekle beraber, onun yolunda gitmeyi de göze alamazlar ve bu kararsızlık içinde gerçeğin yerine öz nel iradelerini geçirmekle yetinmekte ve kentin yarı-entellektüel dedikodu mekânlarında ve gerçeği sis içinde bırakan bir sürü amatör basın organlarında boş vakit geçirme yolunu seçmektedirler.

 

Sonra, bu öznel "gerçeklerine" öylesine inanmaktadırlar ki, başkalarının "kör gözlerine" bağıra çağıra kızarlar.

 

Hangi "gerçeği" görüyorsunuz sayın yazar?!

 

Düzen partilerinin, feodal tutucu politikalarının nedenini mi;

 

Sırasıyla iktidar koltuklarına oturan değişik kliklerinin, köylülerin uyandırılmamış gizli gücünün bilinç ve uyanıklığına dayanan "orta sınıf", "memleketin efendisi köylü vatandaş" yağcılığının nedenini mi;

 

Hemen bütün düzen partilerinin dindarlık gösterileri ve istismarlarının nedenini mi;

 

Bütçeleri trilyonlarla ifade edilen sayısız gerici örgüt, vakıf vs. yi mi;

 

 

 

Yüzbinlerce gencin imam hatiplerde,kuran kurslarında, tarikat dehlizlerinde uyuşturulmasının toplumsal varlık  koşulu ve nedenini mi;

 

 

 

Rantiyeci sınıfların nefes kesici vurgunları ve siyasi gücünü mü;

 

Sayıları aileleriyle birlikte milyonları bulan din adamlarını mı;

 

Ülkenin en büyük yatırım'larının yapıldığı ve ülkeyi baştan başa saran dinsel kurum ve yapıları mı; dinsel ideolojinin gücü ve baskısını mı?

 

Sizin gözleriniz neyi görüyor ki, Sayın YILMAZER?!!!!!!!!!!!!...ve gibiler/ler

 

27 Mayıs darbecilerine mektup yazarak "proletaryanın proğramını" (2) uygulamayı teklif eden önderliğiniz (17), YÖN çevresi sizden farklı olarak, mesela, "ordu gençliğinden F.GÜRCAN, "toprak reformu", "halktan yana bir hükümet’’ istediği ve bunu bizzat yapmaya kalkıştığı için "ütopyacı", eski şarkının tekrarcısı" oluyor da, siz gerçekçi (!) oluyorsunuz! Çünkü size göre, o şarkı 1920'Ierde "basbayağı milli", "Anadolu burjuvazisi" tarafından zaten icra edilmiş bulunuyor (!), "devlet sınıfları" (!) vakti geçmiştir.

 

12 Martta ordu gene darbe yapınca, beki bu kez "proletaryanın programını" uygulatmaya ikna ederim sevinciyle ordu kılıcını çekti" diye çığlık attınız, ama kılıç kendinize de inince sesiniz kesildi.

 

Bir yandan 1960 larda Türkiye'de işçi sınıfının ‘’yarlığıyokluğu’’nun tartışıldığını söylerken ve "milli demokratik devrim akımı" güçlenmişken, kendi marjinal grup çevresi "narodnizm" safsatasıyla avunarak yarı-fedol yapıyı 1919'lara kaydırıyor, 1 920 ve özellikle 1930'lardan sonrayı dolaylı olarak kapitalizm dönemi sayıyor.

 

 

 

 "Yaban burjuvaları" ve "antika sermaye" feodalizmin işini bitirdiği için, MDD programını savunmayı "kapitalizme vurmayı göze almayan", "gerici" ve "sosyalizm düşmanı" olarak görüyor. Bunlar, sözde ülkenin işgal altında olduğunu varsaydıkları için kuvay-i milliye"cilik ve "tam bağımsızlık", Vietnam devriminin etkisiyle "hortlamış", dolayısıyla "Türkiye'de kapitalizmin gelişmesini olduğundan geri değerIendirmiş, 'yarı-feodal' gördüğü Türkiye'de feodalizmle sömürge olgusunu abartmış"mış.

 

Bu, "1930'dan sonra Kemalizmi dağdan kaydırıp 1919'lara kadar düşürmek(miş)" ne büyük haksızlık! Bu yüzdeh "narodnik", "köylü devrimcileri", "SB'nin 1956'dan sonra revizyonistleştiğini ve egemenilğin 'Sovyet burjuvazisine' "geçtiğini" söyleyerek, Çekoslavakya'nın işgali ile birlikte de "sosyalizm düşmanlığını açık açık ilan etmiş"miş.

 

Bu köylü devrimcileri"ne karşı bir de "işçiler" varmış; bunlar da "kapitalizmi abartmış" ve "işçi sınıfının önündeki demokratik görevleri görmemezlikten gelmiş."

 

Böylece "işçiciler"e ve "köylü devrimcileri"ne karşı, bu "moment’’ içinde olan "kopuşmalar"da, "henüz finans-kapitalin geniş Türkiye kırlarındaki bağları, onun yedek gücü tefeci-bezirgan sermaye ve bu sermayenin ağında inleyen milyonlarca topraksız, az topraklı küçük köylülük", tek onun "bilincinde soyutluluktan kurtulmuş"tur.

 

 

 

Parti ve işçi sınıfı öncülüğünü reddeden bütün MDD "narodnik"lerine, "MDD Zortlaması"na, "antika tefeci-bezirgan sermaye ile uluslararası tekelciliğin sentezleşmesi ve devletçilik fideliğinde semirmesiyle, finans kapital gelişmiş, dolayısıyla hiç bir temelde reform gerçekleşmediği" için, "sosyalist devrim bahanesiyle demokratik devrim görevlerinden yan çizen", "parlamento bülbülü", "işçiler"e karşı "susuşa getirilmiş" Dr. H.Kıvllcımll'nın görüşleri en doğru imiş.

 

 O, ne feodalizmin, ne sömürge olgusunu ve ne de kapitalizmi abartmış; sınıfın öncülüğünü ve öncüsünü de inkar etmemiş; ancak "sınıf bencilliği içinde(de) davranmamış"; "ulusal kurtuluştan, sosyal kurtuluşa sıçramayan kemalist"de olmamış; askeri darbelere, proletarya programını 'açık mektuplarla önermiş, ama onlar "ütopik" davranmış, yanlış yapmış; ne "işçici" olmuş, ne "parlamento bülbülü" ne de *köylü devrimcisi"; "sosyalizm düşmanlığına" karşı, "kentlerdeki güçlü hesaplaşmalar"da SB'ni savunmuş; büyük devrimci işler yapmış, "işsizliğe ve pahalılığa karşı" mücadele etmiş...

 

Ve bütün bunlardan sonra, Dr.H.Kıvılcımlı'nın himmetiyle "Çağdaş Yol"cularımız, "artık proletarya devrimi öncülerinin dünyayı değiştirme azmi ve enerjisi ile tarihin adaleti yerine getirilecektir"... diyorlar.

 

Haydi oradan entellik budalası, tarikat çömezi, küçük burjuva / lar  antikası sen de!...

 

((((  TÜM KÜÇÜK BURJUVALARA  ))))  ‘’iç ve dış ‘’

1.Gerçekten köylere yapılan en büyük yatırımlardan biri cami yapmadır.

ÇağdaşYol dergisinin 9. sayısmda, aynen böyle.

KAYNAKÇA:

1.K. Marks, Kapital Cilt: 3; sf. 856 10- K.Marks, Kapital. 3; sf. 630

2- YDemokrasi dergisi/26. sayı agy. ı 2- K.Marks, Kapital, 3: sf. 632

3-Anti Dühring: Engels, sf. 250     12- K.Marks, Kapital, 3; sf. 633

4-K.Marks, Kapital Cilt: ı , sf. 733-734 13. K.Marks, Kapital, 3; sf. 521

 5-K.Marks, Kapital. 3; sf. 620-626

6-K.Marks, Kapital, 3; sf. 628-630

7-K.Marks, Kapital, 3; sf. 645

8-K.Marks, Kapital, 3; sf. 631

9-K.Marks, Kapital, 3; sf. 630

14-K.Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, sf.26

15-K.Marks, Kapital, 3; sf. 825

16-K.Marks, Kapital, 3; sf. 227

17-ç.Yol, sayı: 9

…y.Demokrasi_1990_sayı_31_Nisan

 

 


 

 

 

 

 

 

2 Eylül 2023 Cumartesi

PKK Yürütme Komite Üyesi Duran Kalkan yoldaş ile Demokratik Modernite ve Sosyalizm üzerine yaptığımız röportajın ikinci bölümünü yayınlıyoruz.

 

– Yeni sosyalizm anlayışında devrimci öncü anlayışı nedir? Demokratik Modernite partisinin demokratik, ekolojik ve kadın özgürlüğü temelli bir toplum inşasındaki görevleri nelerdir?

 

Duran Kalkan: Önder Apo demokratik sosyalizm çizgisinin düşünsel olarak geliştirilme alanını sosyal bilim akademisi, bu çizginin eğitim, örgütlenme ve eyleme dönüştürme alanı olarak da parti öncülüğünü tanımladı. 

Dolayısıyla yeni paradigmanın, “Demokratik, Ekolojik, Kadın Özgürlükçü Toplum Paradigması”nın hayata geçirilmesinde de parti öncülüğünü gerekli gördü. Yani hiçbir şekilde öncülüğü reddetmedi. Fakat reel sosyalizmdeki öncülük tanımlamasını da değiştirdi. Yeni bir öncülük tanımlaması geliştirdi.

 https://serxwebun.org/demokratik-modernite-ve-sosyalizm-2/

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)