HER TOPLUMSAL DEVRİMİN TEMEL HAREKET
NOKTASI,
Hakim
üretim tarzı ve küçük burjuva kafa karışıklığı
Bu çalışma, asla, iki tartışmayla sınırlandırılacak bir yanıtlama ihtiyacından doğmadı; ve bundan sonra da böyle tekil, eleştiri ve saldırıları "mahkum etme" amacı gütmeyi düşünmüyoruz. Ancak, söze devam ederken bir yerden başlamak gerekirse, bu fırsatı, A. Zaloğlu'nun Y. Demokrasi'nin 26. sayısındaki eleştirisinden anladığımız M. Yılmazer'in, İbrahim KAYPAKKAYA'ya yönelttiği (eleştiriden çok) saldırı yarattı denilebilir.
Aslında M. Yılmazer'in bu görüşleri, Dr. H.KlVlLClM'ın antika
tutkusuyla sunumuna dayanan, revizyonizmin çok geri, çok ilkel bir
prototipinden başka bir şey değil; bu bakımdan çağdaş bir tartışma için oldukça
elverişsizdir. Ne var ki, insan hafızası o kadar zayıftır ki, işini iyi bilen
kimseler, bu antikaların altına bir tanıtma yazısı yazmayı unutmazlar. Hele bir
de bunlar, müzayedede açık arttırıma sunulurken, alıcıları aptal yerine
koyarak, "köylü devrimcisi" ve sosyalizm düşmanlığı" safsatasıyla Marksist
teorinin karalanmasıyla birlikte sunuluyorsa, alıcıları aydınlatmak büsbütün
devrimci sorumluluk haline gelir.
Besbelli ki, l. KAYPAKKAYA'nın bütün bu vitrin
politikacılarının vitrinlerine dalarak ortaya döktüğü çürük mallar, tekrar
"marksizm" ambalajıyla dolaşıma sokulmaktadır.
Bu konu üzerinde çalışırken, proleter hareketin saflarından
kendilerini Yeniden tanımlayarak" KOMÜN dergisi çevresininde görünenlerin de 'kapitalist egemenlik'
teorisine omuz verdiğini gördük.
Hem de, kabul etmeli ki, çok daha ince ve ustaca bir omuz
verme! Bu ustalık, kuşkusuz, bu teorinin aleyhinde büyük eşitsizlik yaratan
"Ülkenin Doğusunun" dıştalanarak ele alınmasından anlaşılıyor.
"Ülkenin Doğusu"nu bile kapitalist sananların cehaletine bakılırsa,
bu teorinin en ileri, ve az çok ciddiye alınabilir biçiminin, bütün
yetersizliğine karşın gene de KOMÜN yazarlarınca ifade edildiği
ayırdedilebilir.
Böylece, verimli bir eleştiri bakımından, bu teorinin nisbeten
ileri biçimini tercih etmekle beraber, M. Yılmazer'in Marksist tezlere
"köylü devrimciliği" ve "Sosyalizm düşmanlığı" yakıştırma
ayrıcalığını da unutarak geçemiyoruz.
"Diş GÖRÜNÜŞÜ İLE ŞEYLERİN ÖZÜ, EĞER DOĞRUDAN DOĞRUYA ÇAKIŞSAYDI
HER TÜRLÜ BİLİM GEREKSİZ OLURDU" (!)
Bizim Türkiye'nin gerçeği"ni görmediğimize inanan birçok kimse,
gerçekte, dürüstçe incelenip değerIendirildiğinde, tarihsel olarak, M.
Suphi'den sonra, Türkiye proletaryasının yeni bir manifestosundan başka bir şey
olmayan İ. KAYPAKKAYA'nın görüşlerini, dinsel bir "dogma" gibi
elimizde taşıdığımızı düşünüyor ve olmaz olası bu dogmalara diş
biliyor.
Bunlara,
düşünme tarzımızı çok iyi bildiği halde, "Komün"cülerin de katılması çok üzücü bir
durumdur.
Fakat yalancı tanıklık gerçeği değiştirmez: İ. Kaypakkaya, kurumsallaşmış,
artık herkesçe "doğruluğu"ndan nerdeyse kuşku edilmeyen düşünceleri
bilimsel eleştiriye tabi tutarak
TDH içindeki yerini herkes bilir. Kendisinden bilimsgl
düşünme yöntemini öğrendiğimiz bir devrimcinin görüşlerini
"dogma"laştırmamız sözkonusu olamaz. Belki de bu
"gelenek"ten ötürü bizde "dogma" haline gelen tek şey,
(bütün eksikliklerimize karşın) bu bilimsel araştırma inceleme ruhudur. Ancak
felsefi olarak araştırma ve inceleme ruhu ile ŞÜPHECİLİK aynı şey değildir.
Türkiye'nin kapitalist olduğunu söyleyenlerin hemen hepsi, bir yandan
algısal bilgi ve gözleme dayanırken, diğer yandan da, gerek kapitalist, gerek
feodal üretim tarzının temel öğe ve kavramları üzerindeki kafa karışıklığında
tamamen birleşmektedirler.
Bu her ikisinin en kaba biçimine de M.
Yılmazer'de görebiliriz:
"Eğer devrimi sürükleyecek halka feodalizmle halk
arasındaki çelişki' ise, yaşadığımız yıllar boyunca köylülükle toprak ağaları
ya da onların yandaşları arasındaki mücadele, devrimci ortamın gündemini
belirleyecek ağırlıkta olması gerekirdi.
Oysa görmek isteyen her göz, kolaylıkla devrimci akışta
sürükleyici halkanın başta işçi sınıfı olmak üzere halk yığınlarıyla bir avuç
finans-kapital arasındaki mücadele olduğunu görebilir. Ülkedeki her politik
olayın özünde bu çelişki yatmaktadır, ve kaçınılmaz bir şekilde bu mücadelenin
güçlü hesaplaşmaları genellikle büyük şehirlerde olmaktadır." (abç)
Baş çelişkinin feodalizmle halk
yığınları arasında olduğunu ileri sürmek ne anlama gelir?
Türkiye'de ekonomik yapı bakımından kapitalizmin gelişim seviyesini çok
geri kabul etmek, feodal ilişkileri ise olduğundan öteye abartmak anlamına
gelir. Öte yandan mücadeleye gelişen üretim biçimi ve güçlenen sınıf açısından
değil, ya da yeni kılıklara girerken degişen eski üretim biçimi ve zayıflayan
sınıf açısından bakmak demektir."
Bir takım görüngelerin bu "devrimci" organizmalar
üzerinde uyandırdığı izlenimler, bilginin ilk evresinde bulunan böyle olduğuna
göre, şöyle olmalı/ şöyle olmadığına göre, böyle değildir' gibi, sonuç-nedenin,
neden-sonucun İlkel bir kanıtı olarak ileri sürülmekte, soyut bir tümdengelimle
gene soyut bir tümevarım arasındaki 'olasılık' boşluğunda salınılmaktadır.
Olasılık çok olduğuna göre, herhangi birini iradi biçimde tercih etmek
mümkündür ve yazarımızda "gelişen üretim biçimi"ne tercihini yapıyor,
çünkü nasıl olsa oraya gelinecektir.
Öbürleri boşuna emek harcamış olacaklardır. Yani yazarımız
zamanın bilincindedir ve sabırlıdır; şeylerin nesnel hareketi karmaşık ve
sıkıcıdır ve hatta risklidir; öyleyse o orada kalsın. Eğer bir gün bir darbe
olursa gene bir 'açık mektup' yazar ve 'bu evrimde bu yapılmalı' diye
hatırlatır, toplumsal bir devrim olmuşsa, o zaman da işler daha kolaydır,
Dr.H. Kıvılcımlı'nın
görüşlerini "susuşa getirme"memizi hatırlatır.
ENGELS DİYOR Kİ: "EKONOMİ POLİTİK ÖZSEL OLARAK, TARİHSEL BIR
BİLİMDİR
TARİHSEL, YANI DURMADAN DEĞİŞEN BİR KONU İLE UĞRAŞIR." (3)
Peki sayın yazarın feodalizm hakkında
sahip olduğu imaj nedir? Etrafı toprak köleleriyle dolu, kamçılı, çizmeli, kaba
bıyıklarının altından tükrük saçılan toprak ağası.. Kölecilikle kapitalizm
arasında yeralan upuzun bir tarihsel dönemin yaşadığı süreçler ve her süreçte
kazandığı strüktürel özellikler, üretimin teknik temeli ve hele hele emeğin var
oluş koşulları ve niteliği onun için kafa yormaya değmez, sıkıcı şeylerdir.
Bu yüzden, onun feodal otoriteden
anladığı şey, feodalizmin eski döneminin-kölelikten devralınmış ilk biçimi olan
yerel toprak ağası otoritesidir. Feodalizmin, ötesinde kapitalizmin başladığı
olgunluk döneminin, en büyük feodal bey (kral/sultan)'ın ya da aynı toplumsal
tabana dayanan 'cumhuriyet' vb. gibi devletin 'yurttaş' veya tebaası altında,
"ülkenin belkemiğini" ve "kapitalizmin tarih öncesini
oluşturan" küçük köylü ve zanaat üretimi temeline dayanan biçimi, ona göre
feodalizm değildir.
Ama
sayın "Marksistler" (!) Marks öyle düşünmüyor:
"İngiltere'de serflik,
14. yüzyılın sonlarına doğru hemen tamamen ortadan kalkmıştır. Nüfusun büyük bir çoğunluğu
(başkaların toprakları üzerinde çalışanlardan daha kalabalık oldukları
hesaplanan ve kendi tarlalarında kendileri ekip biçerek geçinen küçük mülk
sahipleri o zaman, ve daha büyük ölçüde olmak üzere, 15. yüzyılda, mülkiyet
hakları hangi feodal ad ahında gizlenirse, gizlensin, kendi topraklarını
işleyen özgür köylülerden oluşuyordu (abç).
Büyük malikhanelerde, kendisi de serf
olan çiftlik kahyalarının yerini, serbest çiftçiler almıştı. Ücretli tarım
emekçileri kısmen boş zamanlarda büyük malikanelerde çalışan köylülerden kısmen de meydana gelen nispi ve mutlak olarak az sayıdaki, özel
bağımsız ücretli-emekçiler sınıfından oluşuyordu.
Bu sınıf, aynı zamanda, ücretlerinin yanısıra
kendilerine, kulübeleriyle birlikte dört ya da daha fazla acre ekebilebilir
toprak tahsis edilmiş köylü çiftçilerdi. Bunlar bir de, diğer köylülerle
birlikte, hayvanlarını otlattıkları, kereste, odun, turba vb. sağladıkları ortak
topraktan da yararlanırlardı.
(Bilindiği gibi serfler bile ortak toprakların ortak sahipleriydi.)
Bütün Avrupa ülkelerinde feodal üretimin özelliği, toprağın mümkün
olduğu kadar çok sayıda alt-feodaller arasında bölünmesiydi. Feodal beyin
kudreti, diğer bütün hükümdarlar gibi, mülklerinin çokluğuna değil,
uyruklarının sayısına ve bu da kendi toprakları üzerinde çalışan köylülerin
sayısına dayanıyordu. (Katıksız feodal toprak mülkiyeti düzeni ve gelişmiş PETE
CULTURE'ü-küçük tarım/Ç-) ile Japonya, bize, Avrupa ortaçağının, çoğu burjuva
önyargılarıyla dolu tüm tarih kitaplarımızdan çok daha doğru bir görünüşünü
verir. Ortaçağın sırtından "liberal" olmak çok rahat bir iştir.
( M.Yılmazer'e,
İngiliz burjuva devriminin 1640'da yapıldığını hatırlatırsak, küçük köylü
üretiminin hangi siyasal toplumun temeli olduğunu anlıyabilir?
"Ülkenin Doğusu"nun Batısına göre (?) daha erken ve daha çok
uyanmış (**** )
köylülerin yürüttüğü mücadelenin hiç de toprak ağalarıyla köylüler arasında
geçmiyor, bunların desteklediği devlet otoritesi arasında geçiyor ve kentlerden daha az "güçlü hesaplaşmalar" olmadığı ortada.
Devrimci
uyanışın bütün ülke köylülerine yayıldığını, sayın yazar azıcık düşünürse,
yarı-feodal siyasal otoritenin kıyamet gününün yaklaştığını ve işçi sınıfının
bu büyük devrimci müttefikinin işçi sınıfının muazzam bir devrimci toplum
yaratmasına ne denli paha biçilmez bir yardım sunacağım düşünebiliyor mu?
Yılmazer, feodalizmi ve otoritesinin salt ağalık otoritesi ile sınırladığı
için, kentlerdeki mücadelelerin anti-feodal yanını anlayamıyor.
Halbuki, yarı-feodal
siyasal otorite, esas olarak kırsal ataerkil üretim koşullarından beslenmekle
birlikte, egemenliği bütün ülke yüzeyi için geçerlidir.
Bürokrasisi ile, militarizmi ile, dinsel kurumları ve
daha sayısız mekanizmalarıyla, asıl güç merkezleri kentlerdir.
Yarı-feodal güç merkezlerinde yaşayan modern toplum öğelerinin -ve hele kapitalizmin hayli ilerlediği büyük kentlerde- bundan zarar görmemesi ve ona karşı öfkeyle dolup taşmaması mümkün mü? Genel olarak toplumsal aydınlanmanın ilk ışıklarının kentlerde parıldamasında şaşılacak bir durum yoktur. Bundan hareketle, "devrimci akışta sürekleyici halkanın başta işçi sınıfı olmak üzere halk yığınlarıyla bir avuç finans-kapital arasındaki mücadele olduğu" sonucuna varmak, tam da ekonomist, yüzeysel bakış açısıdır. Büyük kentlerde emeğin toplumsal biçimlerinden (t ) ücretli-emeğin, üretim koşulları olarak (komprador) kapitalist biçimin ağırlık taşıdığı ve ekonomik sınıflar olarak burjuva-proleter çatışmasının öne çıkan yan olduğu doğrudur. Ama işçilerin mücadeleleri de dahil, kentlerdeki mücadelelerin salt antikapitalizmle sınırlı olduğu asla doğru değildir. Her şeyden önce -kıvırtmadan söylemek gerekir, "sömürge olgusunu abartmama" bahanesiyle, komprador-kapitalizme, "finanskapital"diyerek sanki ulusalmış gibi, egemen sermayenin emperyalist karakterini gizlemeye kalkışmayalım- bu sermayenin karakteri nedeniyle, ona karşı verilen mücadeleler, hem daima bir anti-empevalist yan, hem de bunun feodalizmle birlikte iktidarı paylaşmasından dolayı daima antifeodal bir yan içermektedir.
Kentlerdeki baskı, kısıtlama ve gericiliğe
karşı demokrasi çığlığının bir nedeni de buradan ileri gelmektedir. Bütün
bunların, emperyalizm ve komprador-kapitalizmin yanısıra kentli prekapitalist
nesnel başka sosyal dayanakları -bir dizi rantiyeci sınıflar da vardır;
kapitalist ilişkilerin en çok geliştiği belli başlı büyük kentlerimizde bile bu
rantiyecilerin politik gücünü (eğer) görmek isterse) herkes görebilir.
M.Yılmazer'in bunları
görmemesi elbette "kapitalizm" ve "feodalizm" hakkındaki
görüş bulanıklığından geliyor. Bir kere M. Yılmazer, burjuvazi ve kapitalizmden
ne anlamak gerektiğini net olarak koyamıyor. Bunu, "kurtuluş savaşım"
değerlendirirken açığa vuruyor.
"Basbayağı milli"
"kurtuluş savaşını güden Anadolu burjuvazisi" M. Yılmazer'e göre,
"sınırları devrimciliği olan" ("geri ülkelerin" bu
"milli burjuvazisi") *başta tefeci-bezirgan sermaye, toprak ağaları
ve çok az sayıda modern denebilecek işletme sahibi kapitalist'tir. (û)
Anadolu'ya ait olan bütün bu sömürücü sınıfların hep beraber Fmilli Anadolu
burjuvazisi" olma ayrıcalığını, M. Yılmazer'in milli duygularına dayanarak
bilimsel olarak hoşgörebilir miyiz? Kaldı ki, hoşgörmek, yakayı cehaletin
elinden kurtarmaya yetmez. "Hiç de ezici olmayan cılız bir çoğunlukla
bağımsızlık(!) görüşünün kazanmasına yol açan, içinde "modern denebilecek
işletme sahibi kapitalistin çok az olduğu" esas olarak "başta te-
1-Anti-Dühring4in
448-449 sayfasındaki Engels'in özet feodalizm ve kapitalizm tanımlamasına
bakınız.
2-Marks'a ait dipnotu özetledik.
3-Marks'a ait dipnotu özetledik
4-Kent
ayrıkçılığı içinth özgül olarak düşününce, özellikle 187., Atn, Ank, Bursa
yazısının vb.g. yerlerde özetinden durum böyledir.
5-Ç.
Yol`un ilgili
feci-bezirgan
sermaye ve toprak ağalarının", yani burjuva olmayan “burjuvaların"
egemenliğine dayanan bir devlet zoru kullanarak "finans-kapital
yaratılması"nın sihirine akıl erdiremeyenler "köylü devrimcisi",
hatta "sosyalizm düşmanı" oluyor.
"Devlet zoruyla
sermaye birikiminin çeşitli yollarla hızlandırılma(sı), tekelci
finans-kapitalin yaratılması" ya da Engels'in deyimiyle, "devlet zoru
ve koruyuculuğu altında" kapitalizmin geliştirilmesi hangi koşullarda
mümkündür?
Yılmazer'in tarihsel
koşulları hesaba kattığını gösteren en küçük bir belirti bile gözükmüyor. Böyle
bir durumun olabilmesi için
1-Bu devletin burjuva devleti olması gerekir.
Özellikle İngiltere'de olduğu gibi, küçük üretimin toplumun belkemiğini oluşturduğu,
bu nedenle toplumu "prütanist" (burjuva) ruh sardığı halde kapitalist
sermayenin henüz emek kitlesinin çoğunluğuna egemen hale gelmediği tarihsel ve
toplumsal koşullarda, burjuvazi (köylü desteği ile) devrimle devleti ele
geçirerek, devlet gücüyle kendisini ekonomik-sınıf olarak da egemen hale
getirir;
2-Yine özel tarihsel ve toplumsal koşullarda, toplumu güçlü bir anti-feodal devrim dalgası sardığı halde, burjuvazinin korkaklığı sonucu, iktidarı (Prusya ve Japonya'da olduğu gibi) ele geçirmek yerine, feodal sınıflarla uzlaşmayı tercih eder, böylece, hem eski mutlakiyetçiliğin yokolma biçimi ve hem de Bonapançı krallığın varolma biçiminin bu diyalektik sürecine paralel olarak devletin zoru ve koruyuculuğu altında kapitalizm içbaşkalaşım yoluyla hakim hale gelir.
( * )
Yılmazer'in, dıştan bakılınca, görünüşte, buna
bir benzerlik arze
İkincisi,
feodalizmle ittifak ve uzlaşmaya giren burjuvazinin niteliği de tamamen
farklıdır. Prusyalda burjuvazi, ulusal,sanayi burjuvazisi iken,
bizde esas olarak komprador ve ticaret-burjuvazisidir; yani biri üretken-sermaye,
öteki ise esas olarak dolaşım alanındaki para-sermayedir.
Komprador-feodal
bir devletin "zoru ve koruyuculuğu altında" ulusal üretim tarzı öyle
kolay ve kısa zamanda değişmez. Her şeyden önce kimi kime karşı
"koruyacak"?
Komprador-feodal sınıfların
egemenliğine dayanan devlet, emperyalist sermayenin yıkıcı gücünden neyi
koruyabilir?
Nitekim
günümüzde,dünyanın her tarafında, bu tür devletler, ancak, ilkel üretim
koşullarının koruyuculuğu ve sürdürücülüğünü yapabilmektedir. Oysa Almanya'nın
son 18 yılındaki (1848-1866), hatta daha da çarpıcı olması bakımından
söylersek, 1866-1870 yılları arasında, o günün en güçlü kapitalist devleti
İngiltere"yle kıyaslandıçında, kısa süredeki başdöndürücü gelişme hızı
hemen ayırdedilebilir.
Aynı şey Japonya için de geçerlidir. Halbuki,
Oteki biçimde ise, yani
İngilterğdeki gibi, "içinde modern denilebilecek işletme sahibi
kapitalistin çok az olduğu (abç)", esas olarak "başta tefeci-bezirgan
sermaye ve toprak ağalarının" egemen olduğu bir devlet, zaten burjuva
devlet olmaz.
Burada
"tefeci-bezirgan sermaye"nin yazar tarafından "burjuva" katagorisine
oturtulması da bu durumu kurtarmıyor.
"Eşref-ayan",
"tefeci"... bunların hepsi prekapitalist unsurlardır ve varlık
koşulları modern sanayi sermayesinin varlık koşullarıyla taban tabana zıttır.
Bunlar adeta tahtarevandaki iki zıt ağırlığın birbiriyle ilişkisi gibidir;
birinin gelişmesi diğerininkiyle ters orantılıdr.
Marks,
Kapital'in üçüncü cildinde, "kapitalist öncesi ilişkiler" bölümünde
(36.BöIümü) şunları söylüyor:
"Faiz getiren sermaye ya da antikleşmiş biçimiyle
söylersek tefeci sermaye, ikiz kardeş tüccar-sermayesi ile birlikte, kapitalist
üretim tarzından çok önce gelen ve toplumun çok farklı ekonomik biçimlerinde
bulunan, Nuh zamanından kalma sermaye biçimlerine aittir.
"Tefeci
sermayenin varlığı, ancak ürünlerin hiç değilse bir kısmının metalara dönüşmüş
olmasını ve paranın, çeşitli işlevler içerisinde meta ticaretinin yanısıra
gelişmiş bulunmaşını gerektirir.
"Tefeci sermayenin gelişmesi, tüccar sermayesinin
gelişmesiyle bağlı haldedir. Eski Roma'da, manifaktürün, antik dünyadaki
ortalama gelişme düzeyinin çok aftında bulunduğu Cumhuriyetin son yıllarından
başlayarak, tüccar sermayesi, para-ticareti yapan sermaye ve tefeci sermaye
antik biçim içerisinde kendi en üst düzeylerine kadar gelişti." (5)
"Faiz getiren sermayenin karakteristik biçimi olarak te
"Tefecilik, ticaret gibi,
belli bir üretim tarzını sömürür. O, bu biçimi yaratmaz, ama onunla dışsal
ilişki içerisindedir. Tefecilik onu daima yeni baştan sömürebilmek için,
doğrudan doğruya devam ettirmeye çabalar; tutucudur ve bu üretim tarzını
yalnızca daha sefil hale getirir." (7)
Tefeci sermaye, "gerçekten de, üretim tarzını
değiştirmeksizin (abç), doğrudan üreticinin bütün artı-emeğini ele
Tefeciliğin, ancak sağlam temeli ve sürekli yeniden üretimin dayandığı
politik örgütlenmenin de temeli olan mülkiyet biçimlerini yok ettiği ve
çözüştürdüğü ölçüde bütün kapitalist-öncesi üretim tarzlarının üzerinde devrimci
bir etkiye sahiptir. Bununla birlikte, nasıl bir üretim tarzına geçileceğini
belirlemez. Bu, tamamen tarihsel gelişme aşamasına ve bununla birlikte ortaya
çıkan koşullara bağlıdır." (abç) (9). Nitekim, "Romalı
patrisiyenlerin faizciliği, Romalı plepleri, küçük köylülerin kökünü kazır
kazımaz, bu tür sömürü sona erdi ve küçük köylü ekonomisinin yerini katıksız
köle ekonomisi aldı" (10).
Aynı şeyi Atinalı tüccarlarda
yapti. 15.-16. yüzyılda Amerika'nın keşfi nedeniyle ticaretin canlanması, geri
iktisadi yapıya sahip bazı Avrupa ülkelerinde "feodal tepkiye yol açtı. Bu
yüzden, "Asya biçimleri altında, tefecilik, ekonomik çöküntü ve politik
yozlaşma dışında herhangi bir etki göstermeksizin uzun süre devam
edebilir." (abç) (11).
Sonuç
olarak, sermaye kârının sınırını faiz ve rantların
devamı var..................
Hakim Üretim Tarzı ve Küçük Burjuva Kafa Karışıklığı_2
belirlediği yerde kapitalizmin egemenliğinden söz edilemez.
"Tefeci sermaye, sermayenin üretim tarzının henüz bulunmadığı bir
sermayeye özgü bir sömürü yöntemi kullanmaktadır. (abç) Bu durum, kendisini
burjuva ekonomisi 'çerisinde geri kalmış sanayi koşullarında ya da modern
üretim tarzına geçişe direnen sanayi kollarında yinelenmektedir.- (12)
Bütün bunlar, bu tür
sömürü biçimlerinin, aynı zamanda sermaye yetersizliği, para faizlerinin
yüksekliği, kısacası üretken olmayan bir asalaklığa elveren bir
ekonomik-toplumsal durumunda kanıtıdır. Üretim koşullarının
devrimci'eştirilmesi için gerekli birikim sağlanamamakta, küçük üreticilerin
üretim araçları sermayeye, emeğin kendisi metaemeğe dönüşememekte,herkes para
aramakta, ancak çok azını bulabilmekte.
Çünkü, birikimlerin
büyük bir bölümü yerli tefeciler, rantiyeciler, asalak hizmet sektörleri
-devlet bürokrasisi ve en başta da tefeci emperyalist sermaye tarafından
yutulmaktadır.
Bu nedenle bütün ulusal üretim sektörleride, yeniden-üretim
güçlükle sürdürülebilmekte; felce uğrayan kırsal üretim, yeniden -üretim
bakımından her geçen yıl daha da büyük güçlüğe düşmekte, büyük emek kitlesi
emek pazarına sürüldüğü halde istihdam edilememekte, büyük işsiz kitlesi ortaya
çıkmakta ve bu emekçiler yurtdışnda iş bulabilmek için büyük maceralara
atılmakta, S.Arabistan, Libya vb. yerlerde içler acısı serüvenlere
katlanmaktadırlar.
Yurtdışındaki işçi kitlesinin neredeyse ulusal ücretli-emek
kitlesinin yarısına ulaşması, bunun çarpıcı göstergesidir. Özal hükümetlerinin
bolca "kredi itibarından söz etmesi, emperyalistlerden borç para alma
yeteneğinden övünerek oy avcılığına çıkması bundandır. Böylece, en başta
emperyalist tefecilik olmak üzere para-ticareti ve faiz gelirleri cazip bir
ekonomik yatırım biçimi olmaktadır.
Herkes üretken yatırım yapmak yerine kupon kesmeyi,
faizcilik ve tefecilik yapmayı tercih ediyor. Üretken-sermaye yatırımları -ülke
baştan başa bakir durumda olduğu halde yeterli ilgiyi uyandırmıyor, çünkü
emperyalist mallar karşısında bu çok riskli bir girişimciliktir.
Bu yüzden sermaye,
bizzat iş adamlarının deyimiyle "üretken-yatırım alanlarından kaçıyor!’’
Dolayısıyla, ticaret ve tefecilik kazançları karşısında
ancak güldürebilen sanayi teşvik prim ve kolaylıkları bir işe yaramıyor,
tersine, bunlar, yine üretim-dışı alanlardaki vurgunlara istismar ediliyor.
Yani demek oluyor ki, ülke ekonomisinin yarı-feodal yapısal özelliğinden
dolayı, rantiye kârları, sanayi kârlarının sınırlarını tartışmasız biçimde
belirliyor.
Marks'ın, bir yüzyıl önce gözlediği bu durum için vardığı
hüküm şudur:
"Artı-emeğin üreticiden doğrudan doğruya ve zorla
biçimsel boyunduruğu altına girmediği bazı ara biçimlere (abç), ... bu gibi
biçimlerde sermaye henüz emek sürecini doğrudan denetim altına almış
değildir.(abç)
El zanaatları ile
tarımı eski geleneksel biçimi ile sürdüren bağımsız üreticilerin yanıbaşında,
bunların üzerinde asalak gibi beslenen tefeci ya da tüccar sermayesi vardır.
Bir toplumda bu tür sömürünün egemen oluşu halinde, kapitalist üretim tarzına
burada yer olmaz. .(abç)
Marksizm hayellerle değil,gerçeklerle ilgilenir.Çünkü o,
bilimle tam uygunluk içinde hareket eder. Bilimin nesnesi gerçektir.
En çok "ilerici" hayaller kurabilenler
Wilerici" kimseler olabilseydi, M.Yılmazer"i de bu "en
ilericiler arasında sayabilirdik,ama Marksist asla.
Türkiye’de sosyalist olmayı, Türkiye'nin kapitalist olduğunu
söyleyip söylememeye bağlayan biri nasıl Marksist olabilir. Bu aynı zamanda
Marksizmin sadece kapitalist bir topluma uygulanabileceğini varsayan, ya da
sadec ekapitalist toplumda devrimcilik ile bilimin geçerli olabileceğini sanan
bir düşüncedir.
Böyle bir kafa ne işçi sınıfının, ne de diğer emekçilerin
dostu olamaz. Marks, 1861 Amerikan devrimini açıkça övdü ve deşteklediğini,
bizzat burjuva liderine kutlama mesajları göndererek belirtti.
Lenin, Meksika köylü hareketini sempatiyle destekledi ve
önderi Zapata ile sürekli yazıştı.
Marks ve Lenin, bu hareketlere işçi sınıfının önderlik
etmesini elbette çok isterdi.
Ancak toplumsal koşullar ve işçi sınıfının durumu buna
elvermiyordu. İşçi sınıfı hareketi, ABD'de bile ancak 15/20 yıl sonra iddialı
hale gelebildi. İşçi sınıfının böyle büyük toplumsal devrimler karşısında
oturup durması korkunç bir şeydir.
Sorun, "daralan üretim tarzı" ve "dağılan
sınıf" açısından bakıp bakmama sorunu değil, sorun şudur: bu burjuva
demokratik devrim sürecinde işçi sınıfının devrime öncülük etmesi ya da onu
burjuvaziye veya kendi haline bırakmasıdır.
Yoksa işçi sınıfı için romantik sözler ederek ona dost
olunamayacağı gibi, yarı-feodal toplum çelişkileri ve temel gücü yerine,
kapitalist üretim tarzının çelişki ve temel gücünü koymakla da sosyalist
olunmaz.
Gerek tek tek ülkelerin toplumsal durumu ve çelişkilerin ve
gerekse uluslararası durum ve çelişkilerin yerine kendi ütoğyalarını, Marksist
bilim yerine kendi revizyonizmlerini koyanların "reel sosyalizmi"
nerelere getirdiğini işte görüyoruz.
Bu teorinin ülkemizdeki birçok eklentisinden birisini
savunan M.Yılmazer, l.Kaypakkaya'ya "köylü devrimcisi",
"sosyalizm düşmanı" diyeceğine kendi sefil haline bakmalı.
Çünkü, bugün dünyanın çeşitli yerlerinde anti-emperyalist,
anti-feodal mücadele yürüten gerçekten burjuva ve köylü devrimcileri bile ondan
bin defa daha devrimci konumdalar.
Marks şöyle diyor:
"İçerebildiği bütün üretici güçleri gelişmeden önce,
bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yerine ve daha yüksek üretim ilişkileri,
bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan
asla gelip yerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme
bağlayabileceği sorunları koyar, çünkü yakından bakıldığında, her zaman
görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi
koşulların mevcut oluduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar. (abç)
Geniş çizgileriyle,
Asya üretim tarzı, antik çağ, feodal ve modern burjuva üretim tarzları,
toplumsal ekonomik şekillenmenin ileriye doğru gelişen çağları olarak
nitelendirilebilir." (14)
Görüldüğü gibi, Marksizm dışı sınıfına dalkavukça laflar
eden bir edebiyat akımı değildir. Objektif bir toplumun iç çelişkileri ve
devrimci devrinimlerinin yerine M. Yılmazer ve diğer
"sosyalist"lerimizin kafalarındaki çelişkileri koyarak atlayamayız;
böyle ebem kuşağında ip atlama yeteneği ile sosyalist olunmaz.
Yılmazer'in temsil
ettiği çizginin bilinen bir sürü yanlışını burda sıralamak gerekmez, sadece
şunu söylemeliyiz ki, bütün bunlar kendi dünya görüşlerinin genel sistematiğine
tamamen uygundur.
Çünkü, idealizm her şeyi tersten görme ve gösterme
özelliğine sahiptir.
örneğin, "kurtuluş savaşı, ... aynı zamanda
Osmanlılıktan burjuva düzenine geçiş" (!) olduğuna göre, bu noktada
sınıflar konumunda bir altüstlük" olmalı diyor, yani devrim olmalı demek
istiyor.
Elbette gerçek hiç de öyle değil, Feodalizmden kapitalizme
geçiş, "Osmanlılıktan’’ cumhuriyete geçiş şeklinde anlamak, sultanın
yerine cumhurbaşkanı, vezirlerin yerine bakanlar, Meclis-i Mebusan'nın yerine
TBMM'nin geçmesine bakarak kapitalizme geçildiğini sanmak, tam da idealist
bakış açısı ve burjuva tarih görüşüdür. Oysa gerçek şudur ki; çağımızda üretim
tarzında hiç bir değişiklik olmaksızın, birçok krallık, şahlık ve sultanlık
"cumhuriyet" adıyla değiştirilmektedir.
Özellikle büyük toplumsal hareketlere gebe ülkelerde bunu
tercih ediyorlar, çünkü emperyalizmin ve işbirlikçilerinin çıkarına daha
uygundur. Halka karşı ilkel üretim koşulları ve emperyalist sömürüyü gizlemek
için, "modern"lik izlenimi veren "cumhuriyet" teriminoloji
ve biçimlerini kullanıyorlar.
O yüzden, İ.Kaypakkaya, günde birkaç tanesi yuvarlanan bu
taçları' kim alıp başha koymak ister derken tamamen haklıdır. Gerçekten eğer,
"krallık" ya da "Cumhuriyet adlarına bakarak karar vermek doğru
olsa, 350 yıllık İngiliz ve neredeyse yüzyıllık Japon kapitalizmine
"feodalizm" demek gerekir;
çünkü bunların adları hala "kralılk’’ ve
"imparatorluk"tur. Bilindiği gibi burjva tarihçileri, sorunun daha
çok hukuki ve siyasi biçimleriyle ilgilenirler.Onlar için, toplumsal üretim,
yeniden-üretim faaliyetleri sırasındaki insanlararası ilişkilerin toplumsal
hareket ve ilerlemedeki rolü pek önemli değil; önemli olan siyasi, hukuki
ilişkilerdir; bunlar da genellikle "büyük adamlar" ekseninde tezahür
etmektedir, vs...
Bu yüzden idealist burjuva tarih görüşü için sözgelişi,
herhangi bir ülkenin sosyalist sayılması için, adının "sosyalist"
olması ve bir de "sosyalist anayasalarının bulunması yeterlidir. Ama
emekçiler bu bürokratik burjuva diktatörlüklerine, "hırsızlar bizi
kandırdınız", "iktidarın içeriğinden bizi tamamen boşaltarak kendi
diktatörlüğünüze dünüştürdünüz" deyip bu "sosyalist"lerin
üzerine yürüyüp de yeryerinden oynayınca, bu kez işi çılgınlıkla, emekçilerin
aklını kaçırmakla açıklamaya kalkışırlar; bunlar kendilerinin sömürüleceği
burjuva düzeni istiyor...
Sanki öteki sömüren burjuva düzeni değilmiş gibi, biraz
demokrasi istemelerine çılgınlık deyiveriyorlar. Tıpkı bunun gibi, toplumsal
tabanında hiçbir değişiklik olmaksızın, "Osmanlılıktan" cumhuriyete
geçiş, feodalizmden "burjuva düzenine geçiş sayıyorlar. Halbuki gerçekte
olan şey; sömürgeliciğin tasfiye edilmesi, yarı-sömürge statüsünün (eski bazı
aşırı kapitülasyonlar azaltılarak) sürdürülmesi ve Türk komprador
burjuvalarının, asker ve bürokrat burjuvazinin ve toprak ağaları ile din adamlarının
egemenliğinin "cumhuriyet" adı altında yeni baştan düzenlenmesidir.
Genel olarak
düşünüldüğünde, Marks'ın esas olarâk yaptığı şey, volantirist (iradeci)
görüşleri,tarihsel materyalizme dayanarak yerle bir etmek olmuştur. Ama bu,
ölülerin yeniden dirilmesi dileğiyle mezarlarını sabah-akşam ziyaret edip huşu
içinde tanrıya yalvaranların artık hiç bulunmadığı anlamına gelmez.
Tersine, insanların bilgisizliğinin "uyanık"
politikaların nesnel dayanağı haline geldiği her yerde bunların kürsüleri
inanılmaz bir hızla dolar ve çoğalır! Ama harekete kalkışan yığınların
aldatılması fazla uzun sürmez.
Bu gürüttü hengamesinin alt edilmesi için diyalektik
tarihsel materyalizmin bir tek kürsüsü bile yetebiliyor; tarih buna tanıktır.
Oysa sayıların ondalık kesirlere bölünmesi, toplamım ve niteliğini asla
değiştirmez.
GERİ TOPLUMSAL KOŞULLAR NEDEN GİZLENİYOR?
Gerçek, şeylerin sürekli gelişim ve değişimi nedeniyle daima
göreli bir özellik taşımakla birlikte bir çok algılama biçimi vardır.
Çeşitli sınıflara mensup süjelerinin bu algılama biçimleri
tandansal değişiklikler, farklılıklar ve benzerlikler, dikkatlice
incelendiğinde, herbirinin sınıfsal davranış çizgisini, istek ve eğilimini
açığa vurduğu açıkça görülür. Büyük toplumsal hareketlerin iç devinim
düzeninde, gerçeklerin algılanma biçimlerindeki, benzerlikten-ayrıllğa doğru
kademe kademe ilerleyen bu farklılıklar, devrimle-karşı devrim arasındaki ara
basamak ve uzaklıkları da belirliyor.
O yüzden bu algılama
biçimlerine "basit şeyler" "basit insan yanılgısı" deyip
geçmiyoruz, önemsiyoruz. Özal, Türk komprador ve uluslararası mali sermayenin
bu tescilli adamı, neden, durmadan "biz artık kalkınıyoruz, ülkemiz artık
sanayi ülkesidir, ihracatımızın % 75'i sanayi ürünleridir" diyor? Hergün,
her yerde niye ısrarla bunu vurguluyor?
Özal, oyuncaklarını heyacanına kendini kaptırmış bir çocuk
değildir; belli bir sınıfsal çıkarı temsil ediyor (bu işi ne kadar şakasız
yaptığını da MESS Başkanlığı döneminden biliyoruz) ve dikkatimizi biryerlerden başka
yerlere çekmek, bir şeyleri gizlemek istiyor...
Ülkenin ekonomik,toplumsal durumunu inceleyen herkes
hemen şunu farkeder:
Türkiye'de bugüne kadar ne tarım ne de sanayi sayımı ciddi
biçimde yapılmamıştır. Oysa bu ne kadar kolay bir iştir! Düzenlenen
istatistiklerin çoğu güvenilmez, yetersiz istatistiklerdir. Örneğin,
"Başbakanlık Devlet İstatistikleri Enstitüsü"nün "Tarımsal Yapı
veÜretim" adlı düzenli çıkan yıllık yayınının "Açıklama"
bölümündeki şu sözlere bakın:
"Bu rakamlar objektif metodlara dayanan bilgiler
değildir. Tarım teknisyenlerinin kendi bölgeleri hakkındaki izlenimlerine
dayanan bilgiler niteliğindedir." Bir de, bu "teknisyenler" Özal
gibi pireyi deve yapan kimselerse, varın bilgilerin güvenilirliğini siz
düşünün!
Dünya üstünde süren sınıf mücadelesi, sınıfların ekonomik
çıkarlarını savunma mücadelesi, muazzam çapta propaganda ile elele yürüyor.
Kapitalist dünya "demokrasi insanca yaşama ve ilerleme" konularında
akılalmaz bir sahtekârlıkla, karmaşık dev iletişim imkanlarını kullanarak
insanları aptallaştıran propagandalar yürütüyor. Şimdi, eski sosyalist
ülkelerde iktidarı ele geçiren bürokrat burjuvazinin yarattığı durumu fırsat
bilerek, sosyalizmin ütopya olduğunu, ekonomik sağlayamadığını, demokrasi ve
insanca yaşama konusundaki iddialarının boş çıktığını; buna karşılık
kapitalizmin iyi olduğunun ispatlandığı safsatasına da- yanan bir propaganda
yürütüyor.
Neden?
Çünkü insanlar bu propagandaların dayandığı güzel şeyleri
istiyor. Sosyalizmin insan yaşamında uyandırdığı canlılık, ilerleme, insancıl
değişiklikler ve yaygınlaştırılan toplumsal gönenç, emperyalist gerici dünyayı
tepeden tırnağa sorgulayan sarsıntılara uğrattı.
Batı Avrupa'dan yüzyıldan fazla geri olan Rusya, devrimden
sonra çok kısa bir zamanda onları geride bıraktı. Çin ve diğer yarı-sömürge
halklar, devrimden önce açlıktan kırılırken, kısacık bir zamanda görülmemiş
hızda bir ilerleme kaydettiler ve modern uluslar haline geldiler.
Oysa emperyalizmin güdümündeki Hindistan, Türkiye, İran
vd.leri nerdeyse yerinde sayıyorlar. Öyleyse dünya insanlığının gözünü açan bu
tehlikeli, tahrik edici pırıltıyı yoketmek gerekir. Zoru denediler olmadı, ışık
her tarafa yayılmaya başladı; içerde vurmayı denediler,sonunda başardılar.
İktidarı ele geçiren, güzelliğin kalleş katilleri, artık, "sosyalizm
insancıl ve ilerletici değil" safsatasını sözde kanıtlamaya koyuldular.
Sosyalizmin her bakımdan muazzam üstünlüğü karşısında ölüm
telaşına düşen emperyalist gerici dünya, böylece, "sosyalizm" (!)
adına kendilerinin kötü bir kopyası olan sosyalizm yıkıcılarının toplumsal
düzeniyle kendilerini kıyaslayarak, yeniden sözde "üstünlük”
propagandasına giriştiler. Demek ki, emperyalizm ile yerel gerici sınıf
sömürüsünün tipik bir uzlaşmasını temsil eden ve alttan alta gerici ne varsa
hızla onları örgütleyen Özal kliğinin, gerçeği, geri toplumsal koşulları
gizlemesi çok önemlidir! Engels'in dediği gibi, sınıfsal gerçeklere dayanmayan
hiç bir dini, hukuki, kültürel, politik olay yoktur.
Arlık niye bu kadar geriyiz?
Biz de diğer halklar
gibi yaşamak istiyoruz! Sizin alaturka düzeninizden bıktık! Toplu iğne ve kemer
tokasını bile ithal etmek ne biçim saçmalıktır!" diye homurdanan halka,
Özal şu mesajı vermek istiyor: Evet, biraz geriyiz, ama ilerliyoruz.
Sosyalizime daha çok ilerleyemeyiz ki! Sabırlı olun, bakın itibarımız çok, Batı
devletleri bize yardım ediyor. Allahan izniyle çok yakında onlara ulaşacağız.
Solculara inanmayın ki istediğimizi yapalım...
Ülkenin bütün
maddesel zenginliklerini emperyalist talana sonuna kadar açan, onun güven ve
şefkat dolu kollarına kendini bırakan bu "Anadolu’’ , kendi çıkarlarını
daha iyi hangi sözlerle savunabilirler, sayın Yılmazer? Siz, sömürge olgusunu
abartmayalım derken onların korkusuyla tamı tamına çakışıyorsunuz!
Evet, Türkiye'de
‘’kör gözlere batasıca" bir gerçek var, ama böyle farklı sınıflar
tarafından farklı söyleniyor işte.
Mesele bir ‘’kör’’
lük meselesimidir acaba? Sanmıyoruz…mesele, düzenle ‘’güçlü hesaplaşmalar’’a
girişmeyi göze alamayan M.Yılmazer gibi küçük burjuvalarımız umudu düzenin
santim santim ilerlemesine bağlamış durumda‼ Olanı değil, olmasını istedikleri
şeyi anlatıyorlar….düzen santim santim ilerlerken, kendilerinide ezince, arada
bir kentlerde protesto eder, öfkelerini yatıştırılar olur biter…Devrim gibi
tehlikelı bir maceraya ne gerek var.
Sorun feodalizmi yeterinden fazla abartmak ya da kapitalizmi olduğundan geri gösterme
sorunu değil, hakim üretim biçimini saptama sorunudur..Çünkü bu, toplumsal
devrimin nasıl yapılacağının anahtarını, çelişkilerini veriyor.Kapitalizmin
hakkını yemek şöyle dursun, belki de gelişmesini sizden daha iyi görüyoruz.
Bir kez, sizin tanımladığınız kapitalizmde, kapitalizmin
gerçek öncül ve katagorilerini kullanarak kapitalist olmayan ‘’ kapitalizmi ’’
çıkarırsak, elimize tutuşdurduğumuz kanıtlardan geriye çok az şeyiniz
kalır.Çünkü elinize farkında olmadan farklı şeyler almışsınız.
Yarı –
feodal üretim tarzı, ‘’ katıksız feodalizm’’ değildir; Mao’ nun dediği gibi, ‘’
feodalizmle kapitalizmin binlerce özelliğinin iç içe geçtiği ‘’ bir üretim
biçimi, bir geçiş toplum biçimidir.
Öte yandan,
yarı-feodal terimi, eskinin egemenliğine dayanan yeni ile hem bir çatışma, hem
bir uzlaşmayı da ifade ediyor.Bir yanda üretken-sermaye, bir yanda
asalak-sermaye ( tefeci, ticaret ), bir yanda artı-değer üretimi, diğer yanda
faiz ve rantiye gelirleri; bir yanda ücretli-emek, öte yanda küçük meta
üreticileri ve başka biçimlerde bulunan feodal emek, bir yanda kapitalist
rekabet, yanıbaşında feodal mülkiyet tekeli, devletin üretim üzerindeki yasak
ve sınırlamaları; bir yanda kredi sistemi, onun yanında bunu katlıyan
faizleriyle tefecilik…
Bir yanda dinsel eğitim ve kurumlar, öte yanda laik burjuva
eğitimi vs.vs….
(Bütün bu içiçe geçişlerde, feodalizmin ekonomik öğelerinin
hala hakim durumda olduğu üzerinde ilerde duracağız.)
Marks’ ın bizzat ‘’ yarı-feodal ’’ terimini kullanarak da
(15) yaptığı yarı-feodal ekonomik yapı çözümlemeleri de Mao’ nunki ile aynıdır.
Keza hem Marks’ın hem Engels’ in 14. ,15. yüzyıl İngiltere’si için yaptığı
tahliller gözönünde bulundurulduğunda ve Engels’in 14. Yüzyıl İngiliz krallığı
için ‘’burjuva krallığı’’ demesini de hatırlarsak, yarı-feodal toplumsal
yapının özelliklerini daha iyi anlarız.
Çünkü 14. – 15. Yüzyıldan 17. Yüzyıla kadar süren
İngiltere’deki bu tipik ’’geçiş ekonomisini ’’
hala feodalizmin egemenliği (( yeniden eskiyle uzlaşması
sadece eski karşısında güçsüzlüğünden ileri gelebilir))…Ve zaten burjuva
devriminin 1640’ da yapıldığını biliyoruz.
Aynı şekilde
Engels’in 19. Yüzyıl Almanya’sının ekonomik ve sosyal durumuyla kıyaslandığında
gene aynı şeyi, ‘’ feodalizm ile kapitalizmin binlerce özelliğinin içiçe
geçtiği’’ bir ekonomik-toplumsal yapı görüyoruz.Lenin’in ‘’ Rusya’da
Kapitalizmin Gelişmesi’’ yapıtı dikkatlice incelendiğinde, gene aynı öncülerin,
aynı içerikle kullanıldığını görüyoruz.
Tek bir dünya görüşüne dayandığı için, değişk zamanda ve değişik yerlerde bu kadar büyük bir mantıksal iç uyumlulukla bütün büyük Marksistlerin çakışması elbette anlamaya değerdir.
Ancak anlayabilmek
için öncelikle mekanik ‘’yüzde" hesabını ve yüzeysel
"bağdaşmazlık" kafasını bir tarafa bırakmak gerekir.
Bu mekanik düşünme tarzı, yarı-feodalizm konusunda kendisini
şöyle gösteriyor:
Öncelikle feodalizmle kapitalizmin belli özellikte ve belli
koşul lar altında onaya çıkan uzlaşmasında, bu uzlaşmanın karmaşık yapısı
karşısında şaşırarak hakim yönü görmemek.
Çeşitli yarı-feodal iktisadi yapıları incelediğimiz zaman,
herbirinde kapitalist gelişme düzeyi farklı farklı olmakla birlikte,temel ortak
özellik olarak hepsinde emek kitlesinin çoğunluğu hala doğrudan sermayenin
boyunduruğuna girmemiş emekten oluştuğunu saptarız.
Ataerkil üretim koşullarında çalışan bu milyonlarca
emekçinin çelişmesinin "emek-sermaye çelişmesi olduğunu ileri sürmek, ne
sermayenin ne de kapitalist emeğin ne demek olduğunu ve dolayısıyla feodalizmin
ne demek olduğunu bilmemektir.
Köylüler; tefeciler,
tüccarlar ve hatta sanayici kapitalistler tarafından sömürülüyor olmakla
birIikte, bu emeğin kapitalizmin boyunduruğu altındaki kapitalist-emek olduğunu
göstermez. Yarı-feodal geri üretim koşutlarına sahip ülkelerde, "emekçi,
kapitalist tarafından sömürülüyor olmakla birlikte, emeğin henüz resmen
sermayenin boyunduruğu altına girmediği ülkelerdir." (16)
Yılmazer, emeğin
toplumsal koşullarının incelenmesi, hakim üretim biçiminin belirlenmesi ve buna
dayanan baş çelişme ve temel güç saptamalarıyla, "en devrimci’’ sınıfın
saptanması ve tercihini bilinçli olarak birbirine karıştırarak demagoji
yapmaktadır. Öte yanda, irademize bağlı olmayan bir toplumsal devrim aşamasını,
emeğin toplumsal koşullarının değişmesi, sosyalist üretim koşullarının
olgunlaşması için kaçınılmaz bir aşamanın, bizim nihai amacımız ve isteğimiz
olduğunu ileri sürmek, ‘’kapitalizmle sınırlı’’ bir devrim istediğimizi iddia
etmekte aynı şekilde bir sahtekarlıktır.
Günümüzde, ülkemizin sömürücü sınıfları, neredeyse
kapitalist sömürüyü normal karşıladıkları için esas olarak ki şeyi gizlemeye
çalışmaktadırlar: Bunlardan biri, emperyalist sömürüdür; bu ‘’karşılıklı
yardım’' (!) oluyor ve ülke ekoromisinin ‘kalkındırılmasına' (!) kullanılıyor;
ikincisi, feodal ilişkilere dayalı sömürüdür; bunu da,
Türkiye'nin artık 'gelişen ükeler arasına girdiğini' iddia ederek gizliyorlar.
Özal sıksık, Türkiye'nin dışsatımının 3/4'nün sanayi
ürünlerinden oluştuğunu, artık bir tarım ülkesi olmadığımızı, Demirel ve
diğerlerinin aksi teşhirlerine karşı ateşli ateşli savunuyor. Fakat hemen
arkasından patlayan dışsatım skandalları, bu "ihracatların büyük ölçüde
sahte olduğu,daha çok tüccarları ve çeşitli yeni vurguncuların ve
rantiyecilerin, "vergi iadesi" ve başka kolaylıklar adı altında
devlet tarafından desteklenmesine dayanan düzenlemeler olduğu açığa çıkıyor.
(1) Böylece, türedi uyanık kompradorların sayısı, emperyalist şirketlerle
metres hayatına başlayan yeni afiştelerin sayısı artıyor; yerel çaptaki müzmin
asalaklar, böylece bu asalaklığını uluslararası boyutlarla birleştirerek
kompradorlaşıyorlar.
Yarı-feodal üretim tarzında, Marks'ın deyimiyle geri üretim
koşulları, yalnız rantiye sınıflarının yaygınlığı, geniş küçük-köylü üretimi,
ticaret ve tefeci sermayenin ağırlık taşıması ile kendisini göstermiyor, ayrıca
bölgelerarası, hatta aynı ilde iktisadi eşitsizlikler ve farklılıklar anlamına
da gelmiyor.
Bu yüzden doğal üretim koşullarının ara gözenekleri geniş
çapta tefeci ve ticaret sömürüsünün yaşamasına ve sığınmasına olanak tanımakta,
bu gevşek, serüvene elverişli, verimde vs.de hala modernsermaye ve
teknolojinin eşitleştirici ve
dolayısıyla sabit-sermaye ağırlıklı üretim yerine doğal etkenlerin belirlediği
bir durumla karşılaşıyoruz. Dolayısıyla bu durum, aynı zamanda yaygın
"girişim kârlarına ve "farklılık rantları"na da önkoşul
olmaktadır. (2)
Sansasyonel zenginlik haberleri, türedi zenginlik vs.ninde,
güvensizlik, istikrarsızlık ve serüvenci ekonominin de nedeni budur. Bütün
bunlar kapitalist gelişmeye doğru orantılı olarak ortadan kalkacaklardır.
Dolayısıyla oranların
ters yöndeki büyüklüğü, kapitalist olmayan üretim koşullarının büyüklüğünün de
göstergesidir. Ne var ki, yarı-feodal üretim
tarzıyla hakimiyeti, komprador, tüccar ve tefeciler ile her türlü
serüvenci vurguncunun varlık koşulu olduğu, bu tür sömürüyü yalnız olanaklı
değil, aynı zamanda kârlı da kıldığı için bu ilişkileri yeniden-üretme, koruma
ve sürdürme eğilimindedirler.
Bu aynı elverişlilik
emperyalist sömürünün de önkoşuludur. İşte bütün bu gerici öğelerin asalak
iktisadi temel üzerinde buluşmalarını anlayamadık mı, feodalizmin gücünü
anlayamayız!
KAPİTALİZMİN HER ŞEYE RAĞMEN GELİŞMESİ, ÖNÜNDEKİ GERİCİ
ENGELLERİN OLUMLU VE
'YENİLEYİCİ'LİĞİNİN KANITI DEĞİL, ONLARIN SİYASI BİR
DEVRİMLE TASFİYESİNİN KAÇINILMAZLIĞININ KANITI OLABİLİR.
Türkiye'de uzun yıllar gençlik ve aydın hareketi; bunların
anti-emperyalist/yurtseverlik ve anti-feodal/demokratiklik içeriğine dayanan
sloganları hep ağırlıktaydı. Yüzyılımızın son çeyreğinde, işçi sınıfının
ağırlığı giderek arttı ve devrimci
hareketin önderliğine de yansımaya başladı.
Bundan dolayı feodalizmin artık tasfiye olduğu, kapitalizmin
hakim hale geldiği sonucuna varmak, yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerdeki
devrimci hareketin gelişme sürecini anlamamaktır.
Bu kaçınılmaz biçimde, işçi sınıfını ekonomizme ve basit
sınıf bencilliği ile sınırlamaya götürmektedir; ve gerçekte olan da budur. Oysa
gerçek şudur ki, işçi sınıfı giderek hareketin önderliğini aydınlardan ve
demokratik-burjuva akımlardan alıyor, aynı devrim (demokratik devrim) sürecini
kendi devrim programı ile birleştirerek sürdürmeye yekiniyor. Bu kaçınılmaz bir
durumdur.
Bütün yarı-sömürge ve
yarı-feodal ülkelerde aynı gelişmeyi görüyoruz. Çin'de Demokratik-burjuva
önderlik 1927'de esas olarak miyadını doldurdu ve önderlik proletaryaya geçti,
ancak devrimin karakteii hiç değişmedi ve 1949 Ekim'inde onu ba şarıya ulaştırarak
sosyalist devrim sürecini başlattı.
Proletarya, sınıflararası ilişkiler alanından dikkatini
kaçırdığı an, diğer emekçileri kurtarma görevini savsakladığı an, kendisi de
kölelikten asla kurtulamaz. Bugün ücret sistemine karşı mücadeleye her işçi
katılabilir, ama anti-emperyalist ve anti-feodal mücadeleye ancak bilinçli
işçiler katılmaktadır. Eski üretim tarzına karşı mücadele, demokrasi ve
özgürlük için mücadele, bağımsızlık için mücadele verince işçilerin "köylü
devrimcisi olacağı, kendisini burjuva demokratizmi ile sınırlayacağı, sosyalist
olamayacağı, hatta "sosyalizm düşmanı" olacağı safsatasını, sadece
işçi sınıfını tanımayan M.Yılmazer gibi küçük burjuvalar düşünebilir.
Kentlerdeki
mücadelenin salt "finans-kapitale karşı" olduğu sanısı da boş bir
ahmaklıktır. Gençlik ve diğer çeşitli meslek grupları ve sosyal tabakaların
anti-emperyalist ve demokratik mücadeleleri bir yana, işçi sınıfının da bu
yanlarını içermeyen, aynı yarı-feodal toplumsal tabana dayanan devlet
otoritesiyle başı derde girmeyen tek bir hareketi yoktur.
Çünkü, ülkemizde her
toplumsal ilerici hareketi koşullayan budur:
Emperyalist baskı, feodal gericilik ve faşizm!
Böylece kentli emekçilerin sağlam ortak bir mücadele zemini
doğmaktadır: anti-emperyalist, anti-feodal, anti-faşist mücadele... Emekçi
sınıflardan hiç biri bu mücadeleye katılmadan kendi basit sınıf çıkarlarını da
koruyamaz: İşçi sınıfı, bu harekete öncülük edebildiği oranda, hareketin özüne
damgasını vurur ve devrimi kesintiye uğratmadan sosyalizme doğru ilerletebilir.
Devrimci hareket milyonlarca sessiz, suskun, ufalanmış,
dağınık köylü kitlelerine yayılmadıkça, "kentlerdeki güçlü
hesaplaşmalar"ı papagan gibi tekrarlayarak, M.Yılmazer vari kötü teoriler
lehine bundan sevinç duymak tam bir aymazlıktır.
Devrimci hareketin kentlerde sıkışıp kalması, "köylü
devrimcisi" olmamak için, köylülerin gizli gücünü uyandırmaya
çabalamaması, hareketin sadece başarısızlığını kanıtlar. Demokratik devrimin
temel gücü olan bu geniş köylü kitlesi "kent sosyalistliği" adına
kendi haline bırakılması, yalnızca muazzam devrimc bir güçten yararlanmamakla
bırakmıyor, aynı zamanda onu ilkel üretim koşulları içinde mistik, kaderci, ve
ataerkil gerici kültür biçimleri içinde bırakarak gerici sınıfların onu istismar
ederek gerici otoritelerinin dayanağı haline de terk etmiş oluyor.
İşçi sınıfına böyle başarılı (!) bir strateji öneren sözde
'sosyalist' poltikacılar, kuşkusuz, köylülerin gizli gücünün farkında olarak
onları en iyi kandırmayı beceren Demirel, Erbakan, Türkeş gibileri en başta
alkışlarlar. Ve bunlar, büyük köylü kitlelerinin desteği ile iktidarlarını
sürdürürkan, bizim bu 'sosyalist'lerimiz de 'sosyalist' hayalleri ile kentlerin
kuytu köşelerinde bit ayıklamakla iştigal ederler.
Yılmazer'in baş çelişmeyi ele alış biçimi yalnız, ekonomik
anlayışını açığa vurmakla kalmıyor, feodalizm konusundaki……….
Çeşitli gayri meşru yollarla elde edilen gelirlerin
aklanması ve yine aynı karakterdeki, sözgelişi İ.Şahı ve Marcos gibileri
tarafından kaçırılan gizli hazinelerin çeşitli aracılarla faizle
kullandırılması ve para tranzaksiyonları, hayali ihracatın nedenleri ve kaynağı
için M.N.Ülgen'in "ÖZALIZMİN ÇIKMAZINI AŞMAK İÇİN’’ kitabına bakınız.
‘’Girişim kârı’’ ve Diferansiyel rant" kapitalizmin hakim üretim oluduğu yerlerde de uzun süre devam eder. Ancak yarı-feodal üretim tarzının eşitsiz gelişme koşulları ve kapitalist ilk girişim olanaklarının sonsuz boyutları, bunların ne kadar yaygın olacağını açıklar.---
Devami
var-------------------------
konusundaki bilgisizliğini de açığa vuruyor. "Toplumsal
gündemde çarpıcı toprak ağası, köylü çatışması yok" demek başka ne anlama
gelebilir? Feodalizm, sadece servaj sistemi mi, toprak ağası/maraba sistemi mi
demektir?
Peki ya, ücretli-emek dışında kalan, vergi sistemine tabi
milyonlarca köylü küçük üretici hangi emek türüdür ve nasıl sömürülüyor?
Elbette ağa / köylü,
ya da Avrupai biçimiyle söylersek serf/senyör çatışması yok denecek kadar
azdır. Zaten servaj sistemi Avrupa'da da burjuva devriminden çok önce hemen
hemen ortadan kalkmış durumdaydı. Senyörler (ağalar), en büyük senyörün
(kralın) egemenliği ahında bir nevi feodal güç yoğunlaşması demek olan
monarşist yeni birsiyasal örgütlenme ve yönetim biçimine değişti; topraklar
kira ve vergiye bağlanarak köylü 'yurttaşlar' bırakılmıştı; artık para-rant (vergi-rant,
kira-rant), esas ve sonal rant biçimi olarak genelleşmişti.
Böylece feodalizmin iç çelişmesi de, tek tek
ağalarla/marabaları arasındaki çatışmadan, köylülerle/monarşist rejim
arasındaki çatışmaya değişmişti. Köylüler, anti-feodal mücadeleyi monarşist
devletin vergilerine, baskı vekısıtlamalarına, feodal ayrıcalıklara kilise ve
dinsel baskılara karşı mücadeleye dönüştürmüşlerdir.
Gerçekten rantın bütünüyle ortadan kaldırılması ancak böyle
olabilirdi. Fransız devriminin baş sloganları
"özgürlük-eşitlik-kardeşlik"ti; şuraya bakın, hiç senyor veya toprak
ağası sözü geçmiyor! Demek ki, M. Yılmazer'e göre burada anti-feodal hiç bir
özellik yok. Bizdede halk kitlelerinin temel sloganları
bağımsızlık-demokarsi-özgürlük-bağımsızlık şeklinde beliriyor. Bunun yanısıra
zaman zaman toprak ağalarına karş mücadeleler oluyor ve bunlar gün geçtikçe
azalı' yor.
Çünkü klasik anlamda serflik sistemi, artık yok denecek
kadar azdır. Aynı durum 14.-15. yüzyıl Avrupa'sı için de söz konusu idi.
Marks'ın da belirttiği gibi, genel kural olarak rant, emek -rant, ürün-rant ve
para-rant biçiminde sıralanıyor.
Ancak herbirisi değişen oranlarda, genel kuralı bozmaksızın
her dönemde bulunabilir. Yani demek oluyor ki, pararant (vergi ve kira) esas
olarak feodalizmin en olgun, en ileri aşamasının rantıdır.
Ama diğer rant
biçimleri de özel koşullarda bununla yanyana bulunabilir. Bugünkü gerçek de
budur zaten.
Eğer Yılmazer gibi; bir anti-feodal mücadele biçimi hayal
edersek, koca bir feodal düzeni bırakıp, gidip, hala ilkel rant biçiminin
yaşayabildiği en geri birkaç feodal beyle uğraşmakla yetineceğiz!
Yeldeğirmenleriyle dövüşmek ya da dinazor hücreleri ile ejderha savaşına
girişmek zevkli iş olmalı!
Şunu da belirtelim ki, bir nevi senyöral vergi olan toprak
ve hayvan vergisini devlet ne kadar arttırmak isterse istesin, asla sonucu
değiştirmez ve bugün geçtikçe anlamsız hale gelecektir...
Nitekim 12 Eylül
döneminde toprak vergisini arttırmak için bir yasa çıkartılmak istendi, ama
bunlar sonucu değiştirmez, gene önemsiz bir rant olarak kalacaktır ve eğer
emekçilerin kanını emen emperyalist ve komprador/ feodal asalak rantiye
sınıfların talanı ve baskısı olmasaydı köylüler hem iktisaden ve sonuç olarak
da siyasi olarak feodalizmi silip süpüreceklerdi, ama şimdi, onu siyasi olarak
silip süpürmeden iktisade tasfiyesi çok uzun bir zaman sorunudur. (1 )
Yukarıda toplumsal mücadeleye işçi sınıfının başat bir
ağırlık koymakla durumun epeyce değiştiğini ve fakat Yılmazer vb. gibilerinin
bunu kapitalizme değişim olarak algıladıklarını belirttik.
Aslında burada üretim
tarzı bakımından nitelik bir değişiklik olmadığı (görmek isteyen göz için)
belidir. Fakat çağımızın bir özelliği olarak, işçi sınıfı artık bu devrimi de
kendi omuzlarına almıştır; işte temel değişim budur.
Burjvazi bu devrimi gerçekleştiremedi ve gerçekleştirmesi de
imkansız bir olasılıktır. Ve bu süreç uzadıkça işçi sınıfı doğal olarak daha
çok işin içine girmekte aynı oranda da bir bölüm burjuva (üst-orta) devrimi
terk etmektedir. Diğer yandan üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki
uyumsuzluk gün geçtikçe artmakta ve toplumsal gerilimi daha da arttırmaktadır.
Yani devrimci ve karşı-devrimci haraketler daha sık ve
kesintisiz biçimde birbirini izlemektedir.
1923-1950 yıllarının nispeten sakin özellikte geçmesine
rağmen son 20/30 yılın çalkantılı büyük toplumsal çatışmaları bunu gösteriyor.
Çünkü her şeye rağmen işçi sınıfı gelişiyor, üretim güçleri kaplumbağa hızı ile
de olsa gelişiyor, yığınlar aydınlanıyor.
1960'larda işçi sınıfı birkaç yüzbin iken şimdi birkaç
milyondur, sırf göçmen işçiler bile iki milyonun üstündedir, kentlerin nüfusu
birkaç katına katlandı, kırsal nüfus % 80'den % 60'a düştü, üniversite gençliği
eskiden birkaç onbin iken, şimdi birkaç yüzbindir.
Bu ne demektir?
Bu demektir ki, artık bu toplumu yarı-feodal düzenin
sınırları içinde tutmak imkansız bir noktaya doğru ilerliyor.
Bu yüzden devrim hareketi daha da boyutlanıyor ve düzenin
siyasal tasfiyesini kesin olarak gündemine koyuyor. Devrimle karşı-devrim
ilişkileri ve niteliği, toplumsal gerilimin niteliğine uygundur. 12 Eylül
zorbalığı üst sınırına çıkartarak bunu durduracağını sandı, ama mesela
"ülkenin Doğusu"nda büyük bir ulusal yangının başlamasına yolaçmaktan
başka bir sonuç elde edemedi. Şimdilik düzenin, çelişkilerinin en yoğun olduğu
ve en zayıf noktasında patladl, ama burayla sınırlı kalmayacaktır.
Çünkü, bu düzenin zorbalıktan başka toplumsal bir devrim
karşısında yapabileceği başka bir şey yoktur. Bazı reformlar bile bu gerilimi
ancak kısa bir süre yatıştırabilir, sonuçta gene devrimin bütün yığınları
sarması kaçınılmazdır. Çünkü, devrim adeta bir doğa afeti gibi önlenemez
biçimde geliyor. Yani doğa olaylarını engellemek nasıl olanaksızsa bu da öyle
olanaksızdır.
Yılmazer ve benzerleri gerçekten epeyce karmaşık bir yapısal
görünüş arzeden yarı-feodal üretim tarzının iç çelişkilerini, temel
dinamiklerini, bu dinamiklerin hareket tarzlarını ve ilişkilerini bilimin
arıtıcı ve aydınlatıcı gücüyle analiz edecek yerde, kafaları karışıyor ve kafa
karışıklıklarını tam bir aşure çorbası gibi büsbütün karıştırıp almaştırarak,
"Marksizm"
diye piyasaya sürüveriyorlar. Hem de Marksiz min tek bir tezine dayanmaksızın,
onların yerine kendi tarikat şeyhlerinin antikalarını sunarak... Ama buna
rağmen değersiz bir aşure deyip geçmeyeceğiz. Aşurenin ilginç bir mazisi var;
İslamiyette acılı bir anıya dayanıyor. Bizdeki düşünce aşuresine yol açan
oldukça çarpıcı toplumsal etkenler, acılar var. Mevcut düzenden rahatsız olan
ve bir değişiklik isteyen bir dizi sınıf var. Bunların çoğu dağınık küçük
üretim kökenine dayanmaktadır, gene bir bölümde kent ara tabakaları olarak
atomize biçimde kendi bireyselliği içinde çırpınmaktadır.
Geleceğinden emin değil, endişe ve panik içindedir. En
pespaye isteklerini ileri sürebilmek için güçbela biraraya gelip
örgütlendikleri an ezilip dağıtılmakta,tekrar çabalamakta... Ve bu böyle
yıldırıcı biçimde sürüp gitmektedir. Bunların içinde örgütlenme bakımından en
iyi durumda olan küçük-memurların ve öğretmenlerin durumu………………………………………..
(1) Diğer
emekçilerle birlikte dolaylı vergiler yoluyla sömürmenin yanısıra köylüler esas
olarak devlet tekeli ve tüccar egemenliği sonucu taban fiyatlarına bağımlılığı,
gene tarım girdilerinintekel fiyatlarıyla alımı ve tefecilik yoluyla
sömürülmektedir. -Üreücinin kendsi tüccar haline gelmedikçe- bu durum devam
eder. Elbetb DHDI ve sosyalizm, bu üreüclierin -ateş ve kan içinde-
farklılaşma/mülksüzleşme sürecini yaşamasına gerek bırakmaz.
36…y.Demokrasi_1990_sayı_31_Nisan
bile gerçekten ilginç
ve iç sızlatıcı bir örnektir.MücadeIeye atılanlar, işlerini kaybettiklerinde
işçilerden çok daha çarpıcı maddi ve manevi yıkıma uğramakta, bütün umut ve
cesa retleri kırılmaktadır. Bu durum bunlarda hem öfke, hem de moral bozukluğu
ile karışık bir ruh hali oluşturmaktadır. Bu sınıflar bu yüzden gerçeği olduğu
gibi görmekten korkmakta, karışık ruh hali karışık düşünce yapısına
dönüşmektedir. Bu sınıflardan gelme teorisyenler, ülke gerçeklerini bilimsel
bir tahlile tabi tutmaktan, gerçeğin çarpıcı dehşetiyle karşılaşmaktan ve bu
gerçeğin ortaya koyduğu, gücünü
olanaklarını ve dolayısıyla ufkunu aşan zorunlu mücadele biçimlerini
itiraf etmekten ürkmektedirler.
İşçi sınıfına belli
birsempati beslemekle beraber, onun yolunda gitmeyi de göze alamazlar ve bu
kararsızlık içinde gerçeğin yerine öz nel iradelerini geçirmekle yetinmekte ve
kentin yarı-entellektüel dedikodu mekânlarında ve gerçeği sis içinde bırakan
bir sürü amatör basın organlarında boş vakit geçirme yolunu seçmektedirler.
Sonra, bu öznel "gerçeklerine" öylesine
inanmaktadırlar ki, başkalarının "kör gözlerine" bağıra çağıra
kızarlar.
Hangi "gerçeği" görüyorsunuz sayın yazar?!
Düzen partilerinin, feodal tutucu politikalarının nedenini
mi;
Sırasıyla iktidar koltuklarına oturan değişik kliklerinin,
köylülerin uyandırılmamış gizli gücünün bilinç ve uyanıklığına dayanan
"orta sınıf", "memleketin efendisi köylü vatandaş"
yağcılığının nedenini mi;
Hemen bütün düzen partilerinin dindarlık gösterileri ve
istismarlarının nedenini mi;
Bütçeleri trilyonlarla ifade edilen sayısız gerici örgüt,
vakıf vs. yi mi;
Yüzbinlerce gencin imam hatiplerde,kuran kurslarında,
tarikat dehlizlerinde uyuşturulmasının toplumsal varlık koşulu ve nedenini mi;
Rantiyeci sınıfların nefes kesici vurgunları ve siyasi
gücünü mü;
Sayıları aileleriyle birlikte milyonları bulan din
adamlarını mı;
Ülkenin en büyük yatırım'larının yapıldığı ve ülkeyi baştan
başa saran dinsel kurum ve yapıları mı; dinsel ideolojinin gücü ve baskısını
mı?
Sizin gözleriniz neyi görüyor ki, Sayın
YILMAZER?!!!!!!!!!!!!...ve gibiler/ler
27 Mayıs darbecilerine mektup yazarak "proletaryanın
proğramını" (2) uygulamayı teklif eden önderliğiniz (17), YÖN çevresi
sizden farklı olarak, mesela, "ordu gençliğinden F.GÜRCAN, "toprak
reformu", "halktan yana bir hükümet’’ istediği ve bunu bizzat yapmaya
kalkıştığı için "ütopyacı", eski şarkının tekrarcısı" oluyor da,
siz gerçekçi (!) oluyorsunuz! Çünkü size göre, o şarkı 1920'Ierde
"basbayağı milli", "Anadolu burjuvazisi" tarafından zaten
icra edilmiş bulunuyor (!), "devlet sınıfları" (!) vakti geçmiştir.
12 Martta ordu gene darbe yapınca, beki bu kez
"proletaryanın programını" uygulatmaya ikna ederim sevinciyle ordu
kılıcını çekti" diye çığlık attınız, ama kılıç kendinize de inince sesiniz
kesildi.
Bir yandan 1960 larda Türkiye'de işçi sınıfının
‘’yarlığıyokluğu’’nun tartışıldığını söylerken ve "milli demokratik devrim
akımı" güçlenmişken, kendi marjinal grup çevresi "narodnizm"
safsatasıyla avunarak yarı-fedol yapıyı 1919'lara kaydırıyor, 1 920 ve
özellikle 1930'lardan sonrayı dolaylı olarak kapitalizm dönemi sayıyor.
"Yaban
burjuvaları" ve "antika sermaye" feodalizmin işini bitirdiği
için, MDD programını savunmayı "kapitalizme vurmayı göze almayan",
"gerici" ve "sosyalizm düşmanı" olarak görüyor. Bunlar,
sözde ülkenin işgal altında olduğunu varsaydıkları için kuvay-i
milliye"cilik ve "tam bağımsızlık", Vietnam devriminin etkisiyle
"hortlamış", dolayısıyla "Türkiye'de kapitalizmin gelişmesini olduğundan
geri değerIendirmiş, 'yarı-feodal' gördüğü Türkiye'de feodalizmle sömürge
olgusunu abartmış"mış.
Bu, "1930'dan sonra Kemalizmi dağdan kaydırıp 1919'lara
kadar düşürmek(miş)" ne büyük haksızlık! Bu yüzdeh "narodnik",
"köylü devrimcileri", "SB'nin 1956'dan sonra
revizyonistleştiğini ve egemenilğin 'Sovyet burjuvazisine'
"geçtiğini" söyleyerek, Çekoslavakya'nın işgali ile birlikte de
"sosyalizm düşmanlığını açık açık ilan etmiş"miş.
Bu köylü devrimcileri"ne karşı bir de
"işçiler" varmış; bunlar da "kapitalizmi abartmış" ve
"işçi sınıfının önündeki demokratik görevleri görmemezlikten gelmiş."
Böylece "işçiciler"e ve "köylü
devrimcileri"ne karşı, bu "moment’’ içinde olan
"kopuşmalar"da, "henüz finans-kapitalin geniş Türkiye
kırlarındaki bağları, onun yedek gücü tefeci-bezirgan sermaye ve bu sermayenin
ağında inleyen milyonlarca topraksız, az topraklı küçük köylülük", tek
onun "bilincinde soyutluluktan kurtulmuş"tur.
Parti ve işçi sınıfı öncülüğünü reddeden bütün MDD
"narodnik"lerine, "MDD Zortlaması"na, "antika
tefeci-bezirgan sermaye ile uluslararası tekelciliğin sentezleşmesi ve
devletçilik fideliğinde semirmesiyle, finans kapital gelişmiş, dolayısıyla hiç
bir temelde reform gerçekleşmediği" için, "sosyalist devrim
bahanesiyle demokratik devrim görevlerinden yan çizen", "parlamento
bülbülü", "işçiler"e karşı "susuşa getirilmiş" Dr.
H.Kıvllcımll'nın görüşleri en doğru imiş.
O, ne feodalizmin, ne
sömürge olgusunu ve ne de kapitalizmi abartmış; sınıfın öncülüğünü ve öncüsünü
de inkar etmemiş; ancak "sınıf bencilliği içinde(de) davranmamış";
"ulusal kurtuluştan, sosyal kurtuluşa sıçramayan kemalist"de olmamış;
askeri darbelere, proletarya programını 'açık mektuplarla önermiş, ama onlar
"ütopik" davranmış, yanlış yapmış; ne "işçici" olmuş, ne
"parlamento bülbülü" ne de *köylü devrimcisi"; "sosyalizm
düşmanlığına" karşı, "kentlerdeki güçlü hesaplaşmalar"da SB'ni
savunmuş; büyük devrimci işler yapmış, "işsizliğe ve pahalılığa
karşı" mücadele etmiş...
Ve bütün bunlardan sonra, Dr.H.Kıvılcımlı'nın himmetiyle
"Çağdaş Yol"cularımız, "artık proletarya devrimi öncülerinin
dünyayı değiştirme azmi ve enerjisi ile tarihin adaleti yerine
getirilecektir"... diyorlar.
Haydi oradan entellik budalası, tarikat çömezi, küçük
burjuva / lar antikası sen de!...
(((( TÜM KÜÇÜK
BURJUVALARA )))) ‘’iç ve dış ‘’
1.Gerçekten köylere yapılan en büyük yatırımlardan biri cami
yapmadır.
ÇağdaşYol dergisinin 9. sayısmda, aynen böyle.
KAYNAKÇA:
1.K. Marks, Kapital Cilt: 3; sf. 856 10- K.Marks, Kapital.
3; sf. 630
2- YDemokrasi dergisi/26. sayı agy. ı 2- K.Marks, Kapital,
3: sf. 632
3-Anti Dühring: Engels, sf. 250 12- K.Marks, Kapital, 3; sf. 633
4-K.Marks, Kapital Cilt: ı , sf. 733-734 13. K.Marks,
Kapital, 3; sf. 521
5-K.Marks, Kapital.
3; sf. 620-626
6-K.Marks, Kapital, 3; sf. 628-630
7-K.Marks, Kapital, 3; sf. 645
8-K.Marks, Kapital, 3; sf. 631
9-K.Marks, Kapital, 3; sf. 630
14-K.Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, sf.26
15-K.Marks, Kapital, 3; sf. 825
16-K.Marks, Kapital, 3; sf. 227
17-ç.Yol, sayı: 9
…y.Demokrasi_1990_sayı_31_Nisan