Birinci yazı: "Başkaları" "bizi"
nasıl adlandırıyordu?
Esbab-ı Mucibe: Dün Paris Olimpiyatları'nın açılış
seremonisinde Tunus'la birlikte aynı teknede Seine Nehri'nde arz-ı endam eden
Türkiye Olimpiyat Takımı, televizyon izleyicilerine "Türkıye" olarak
takdim edildi. Yani i harfi yerine ı harfi kullanıldı. U'yu Ü yapan metin
yazarı, ı'yi i yapamamıştı::)) Fransız sunucu da epey zorlandı kelimeyi telaffuz
ederken.
Bunun nedeni, uluslararası belgelerde, İngilizce’de
“hindi” anlamına gelen "Turkey" yerine "Türkiye” yazılmasının,
bizzat CB Erdoğan tarafından yapılan "şarj" ile 3 Haziran 2022'de BM
tarafından onaylanmasının hala içselleştirilememesi olmalı. Kısacası, Türk
milliyetçiliği bir kompleksten kurtulayım derken, yeni bir gol yedi. Bu
vesileyle bu ülkeye ad verme serüvenini hatırlayım dedim. Başlıktan da
anladığınız üzere yazıyı ikiye böldüm. Yarın da "Türkler/Osmanlılar
kendilerini ve ülkelerini nasıl adlandırıyorlardı?" sorusuna cevap vermeye
çalışacağım.
xxx
"Ermeni kökenli Türk mü", "Türk
Ermenisi mi", "Türkiyeli Ermeni mi", "Türkiye
Cumhuriyeti’nin Ermeni vatandaş"ı mı (Ermeni yerine Kürt, Rum, Süryani....
koyabilirsiniz) veya "Türk edebiyatı" mı, "Türkçe edebiyat"
"Türkçe yazılmış Kürt edebiyatı" mı gibi alt başlıklar etrafında
sosyal medyada epeydir süren “Türkiyeli mi Türk mü?” tartışması, "Ülkemiz
neden kümes hayvanını adıyla anılıyor?" sorusuyla yeni bir aşamaya
geçmişti. Bu konudaki ilk resmi adımın 2008 yılında şu başvuru ile atıldığını
anımsatayım:
"TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞI'NA
Aşağıdaki sorularımın, Başbakan Sayın Recep Tayyip
Erdoğan tarafından yazılı olarak yanıtlanması isteğimi bilgilerinize sunarım.
Saygılarımla.
23 Nisan 2008
Süleyman Yağız
DSP İstanbul Milletvekili
"Turkey kelimesi Osmanlı İmparatorluğu'nun son
zamanlarında ilk defa İngiliz kaynaklarında, biraz da alay ifade ederek
kullanılmıştır. Bazı ülkeler kendilerini 'GREAT=BÜYÜK, ÖNEMLİ' olarak
nitelerken, ülkemizin, İngilizce'de bir kümes hayvanının ismi ile anılması
kabul edilemez. Bu kelime, iticiliği ve ülkemizi ne şekilde ifade edeceği
düşünülmeden biz Türkler tarafından da kullanılmış ve kullanılmaktadır. Oysa
özel isimler, bir başka dilde de aynı şekilde yazılır.
Bir zamanlar Habeşistan olarak bilinen ülke, tüm
dünyaya adının Etiyopya olduğunu ve bundan böyle Habeşistan olarak gönderilen
hiçbir postanın alınmayacağını açıklamıştır. Sonunda tüm dünya 'Etiyopya' adını
kullanmaya başlamıştır. Ya Türkiye! Maalesef şu anda İngilizce'de bir kümes
hayvanının adı ile anılıyor. Uluslararası toplantılarda ülkemizi temsil eden
başta Sayın Cumhurbaşkanı olmak üzere tüm görevlilerin önünde 'hindi' anlamında
'TURKEY' yazıyor.
Bundan rahatsız olmamak mümkün mü?' Bu bağlamda sormak
istiyorum: 1- İngilizce'de kümes hayvanı 'hindi' anlamına gelen 'Turkey'
kelimesinin, 'Türkiye Cumhuriyeti' ifadesinin karşılığı olan 'Republic of
Türkiye' biçiminde değiştirilmesi için girişimde bulunmayı düşünüyor
musunuz?"
Türkiye mi hindiden, hindi
mi Türkiye'den?
Bu dilekçeye, sanırım Taraf gazetesindeki köşesinde
ilk olarak Halil Berktay cevap vermişti. Berktay özetle "Hayır, bir kümes
hayvanının adıyla anılmıyor. Ülkemizin adı, kuşun adından mülhem değildir.
Tersine, kuşun adı ülkemizin adından gelir" demişti ve devam etmişti:
Yaşadığımız ülkenin adının bugünkü şekli alması, o
kuşa (hindiye) İngilizce'de "turkey" denmesinden çok öncedir.
Yunanca, Tourkia ismi (Yunanca: Τουρκία) ilk defa 10. Yüzyıl Bizans imparatoru
VII. Konstantinos Porfirogennetos'un yazdığı De Administrando Imperio,
kitabında geçmektedir fakat o, "Türkler" diyerek daima Macarları
kastetmiştir. Benzer olarak Hazar Kağanlığı'na da Bizans kaynaklarında Tourkia
(Türklerin Bölgesi) denilmiştir. Orta Çağ Yunan ve Latince'de geçen Türkiye adı
aynı yerleri tanımlamak için kullanıldığı söylenemez.
Ancak, Bizanslılar daha sonra 1071 Malazgirt
Savaşı'ndan sonra Türklerin Anadolu'da yaşadığı yerlere demeye başlamıştır.
Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos’un Flandre Kontu Robert’e yazdığı mektupla
başlayan sayısız yazışmanın sonucu ortaya çıkan Türk imgesi şöyledir:
Türkler dinsiz ve insansal yönden hoşgörüsüz, kaba
hoyrat, yıkıcı, vicdansız, acımasız ahlak kuralları gözetmez, iğrenç eylemleri
sonucu en korkunç günahları işlemeye yatkın kişilerdir. Ancak Gözüpek
kişilerdir. Bu begelerde Sarazeni ya Sarrasin’lerden ayırmak için Türkler
(Latince Turci) kibirlidir, burnu havadadır.
Çinlilerin ad vermesi
Berktay'ın başladığı yerden biraz öncesine gidersem,
ilk kez Çin kaynaklarında ortaya çıkan “Tu-kiu”, “Tu-Kue”, ‘Tut-kut’, ‘“Tolköl”
gibi terimler, 9. yüzyıldan itibaren Arap-Müslüman kaynakları tarafından “Türk”
(çoğulu “Türük” veya “Türküt”) olarak çevrilerek Bizans ve Arap literatürüne
girmiş.
6-8. yüzyıllara tarihlenen Yenisey ve Orhun
Yazıtları’ndaki bazı terimleri 1893 yılında “Türk” olarak okuyan Danimarkalı
dilbilimci Vilhelm L. Peter Thomsen’den sonra da terim Batı literatürüne
yerleşti. Bugün bazı bilim adamları, Çinlilerin bütün yabancılara (barbarlara)
“Tu-kui” dediğini düşünüyor.
Bazıları, bu terimin ortak bir atadan gelen boyların
adı olduğunu ileri sürüyor. Bazıları Moğolca’da miğfer anlamına gelen “tulga”
sözcüğüyle ilinti kurarak miğferin piramit şeklinden hareketle, belli bir
örgütlenme biçimine sahip toplulukların adı olduğunu ileri sürüyor. Bazıları
ise ortak bir dili (Türkçe) konuşan topluluk adı olduğunu (onlara göre “Türk”
kelimesi “güçlü”, “güçlüler” anlamına geliyor) ileri sürüyor.
Dolayısıyla bu tanımların herhangi birinden hareket
edildiğinde Hunlar, Göktürkler, Uygurlar, Karluklar, Çiğiller, Kıpçaklar,
Çuvaşlar, Tohsılar, Kırgızlar, Karahanlılar, Oğuzlar, Gagavuzlar, Sahalar,
Tıvalar, Hakaslar “Türk” sayılabiliyor. Ancak “Müslüman olmayan Türk olamaz”
diyerek Ortodoks olan Gagavuzları, Sahaları ve Çuvaşları, Budist olan Tıvaları,
kimi Ortodoks kimi Şamanist olan Hakasları “Türk” saymayanların sayısı da az
değil.
Bizans belgelerinde
"Türkler"
11. yüzyıldan itibaren değişik kaynaklara göre 20, 22
veya 24 boydan oluşan Oğuzların bir bölümü, Orta Asya steplerini geçerek
Kaşgarlı Mahmud’un ‘Rûm ili dediği Anadolu’ya doğru akmaya başlamışlardı.
Kökenleri konusundaki tartışmaları bir yana bırakırsak Oğuz boylarının
Anadolu’ya gelmelerinden itibaren, Bizans belgelerinde Tourkoi (Türkler) ve
Turchia (Türkiye) (Bizans tarihçisi Skilitzes tarafından Büyük Selçuklu
İmparatorluğu’na ait yerleri tanımlamak için); Papalık belgelerinde ise
barbarorum Turci (barbar Türkler) gibi terimler boy gösterdi. Birinci Haçlı
Seferi’ne katılan bir papaz Antakya civarındaki savaşlardan sonra 11 Ekim
1098’de günlüğüne şöyle not düşmüştü: “Her yerde Türkler.”
Haçlıların diliyle
"Türkler"
Yaklaşık 100 yıl sonra, Guillaume de Tyr, Anadoludan
geçip Kudüs’e ulaşmak isterken 1190 tarihinde Tarsus çayında boğulan Kutsal
Roma Germen İmparatoru Friedrich Barbarossa’nın öncülüğündeki Üçüncü Haçlı
Seferi’nin anlatırken “Türklerin egemenlikleri altındaki Turquia’dan söz
ediyor. 1228-29 yıllarında bir başka Haçlı şövalyesi, Bavyeralı şair
Tannhäuser, Haçlı Seferi Şarkısı’nda [Kreuzfahrtlied] şöyle diyor: “Sert esiyor
rüzgârlar/Yüzüme karşı barbarlıktan/Sert ve can yakıcı esiyorlar/Türkiye
[Türkie] tarafından...”
İtalyan seyyahların
katkısı
1270’lerde Konstantinopolis’ten ve Anadolu’dan geçtiği
rivayet edilen Marko Polo’ya göre ise: “Türkmen ilinde üç çeşit insan yaşar.
Biri Türkmenlerdir ki bunlar Muhammed’e taparlar, basit insanlardır ve kaba
dilleri vardır. Dağlarda ve vadilerde yaşarlar ve hayvancılıkla geçinirler; çok
kıymetli atları ve büyük katırları vardır. Öteki şehirlerde ve kalelerde yaşayıp
ticaret ve sanatla uğraşan Ermeni ve Rumlardır...”
Tekrar "hindi" meselesine dönersek, buna
bağlı olarak, Anadolu ile en yoğun alışverişte bulunan İtalyan (Venedik ve
Cenova) tüccarı, 13. yüzyıldan itibaren bu diyardan "Turchia" diye
söz etmeye başlamış. Bu kullanım giderek yaygınlaşmış; İtalyancadan diğer
Avrupa dillerine de geçmiş İngilizceye de böyle girmiş.
Yani (büyük harf T ile) "Turkey",
İngilizcede bir kuşun adı değil, "Türklerin yaşadığı diyar" anlamında
yerleşmiş. Halil Berktay diyor ki: "Orta Çağ İngilizcesi'nde ilk defa
(olarak Turkye, Torke, ardından Turkie, Turky) şekliyle 1369 yılında Chaucer
tarafından yazılmıştır. Bu dönemde Kuran Latinceye aktarılırken Alcoranum
Turcicum adını almıştır. Müslüman olmaya da Türk olmak denirdi. Bir başka
ifadeyle, 'Turkey', 'Türkiye'nin İngilizce yazılışından başka bir şey
değildir."
Peki ikisi neden karıştı?
Gelelim kuşun adıyla Türkiye adının kesişiminin
tarihine. Yine Halil Bertay'dan aktaralım (bunlar her yerde bulunan bilgiler
ama Berktay'ın özetini beğendim) Hindi, aslında sadece Amerika kıtasının yerli
kuşudur. İngilizler bu kuş ile, 1492’de Amerika kıtasını keşfeden Kolomb'dan
sonra, Amerika'nın kolonizasyonu sırasında karşılaştılar. Bir teşhis hatası
yaptılar: "Gine tavuğu" ile aynı kuş sandılar. "Gine
tavuğu" Osmanlı üzerinden Avrupa'ya yayılmıştı ve bu yüzden "turkey
cock = Türk horozu" adıyla anılıyordu. Dolayısıyla İngilizler, Kuzey
Amerika'da gördükleri kuşa da "turkey cock", "turkey bird"
veya kısaca "turkey" demeye başladılar.
Böylece,
dolambaçlı bir yoldan, "Türkiye" anlamında "Turkey"e
izafeten kuşun adı "turkey" kaldı. Yalnız bu arada, aynı kuş
Amerika'dan Avrupa'ya ve oradan Osmanlı topraklarına yayılırken, Osmanlılar
aynı hataya düşmediler. Onlar bu yeni kuşun nereden geldiğini biliyorlardı:
Amerika'dan. Ama Amerika'nın adı, birçok kimsenin dilinde, hala "West
Indies", yani "Batı Hint Adaları" idi (çünkü Kolomb,
Karayiplerde bir yerde karaya çıktığında, Hindistan'a vardığını sanıyordu).
Batı Hint Adaları'ndan mülhem, kuşun adı Osmanlı Türkçesinde "hindî"
ve sonuçta "hindi" oldu.
Böylece aynı
kuşa, İngilizler Osmanlı topraklarından yayılan Gine Tavuğu ile karıştırdıkları
için "turkey", Osmanlılar ise (Amerika=Batı Hint Adaları'ndan geldiği
gerekçesiyle "hindi" demiş oldular. Kaldı ki İngilizler ve
Amerikalılar "Turkey" diyorlar ama Fransızlar "Turquie",
İtalyanlar "Turchia" Almanlar "der Türkei"… Burada, o kuş
ile biçimsel benzeşme dahi tamamen kayboluyor. Ve ülke adının, Türklerin diyarı
anlamına geldiği daha net ortaya çıkıyor.
Mesela Persler, Orta Asya'da yaşayan Türklerin
bölgesine Turkestan demişler. Bu sözcük Türk sözcüğünün yanına
"ikametgahı" anlamına gelen Farsça "-estan veya -stan"
ekinin gelmesiyle oluşmuş. Araplar "Türklerin Devleti" anlamına gelen
"Turkiyya" terimini Memlük Sultanlığı'nda kullanmış ama sonra Mısır,
Filistin, Suriye, Hicaz ve (Kuzey Afrika'daki) Siranayka'yı kapsayacak kadar
genişletmişler.
"Türkler"in Avrupa'nın "ötekisi"
oluşu
Şimdi genel bir özet yapalım: Granada’nın düştüğü
1492’ye kadar, Avrupa’nın "ötekisi" Araplardır. Dolayısıyla
Avrupa’da, Türkler hakkındaki söylem genel olarak olumludur veya yansızdır.
1492’den sonra "öteki" Osmanlı olur ve söylem olumsuza döner.
Özellikle 1529’da I. Viyana kuşatmasında Türkleri püskürttükten sonra bile
Avrupalılar Türkler için ‘köpekler, zalim ve kan düşkünü, pis, hayvani,
sahtekâr, zorba, iğrenç’ gibi son derece ağır terimler kullanırlar.
Bu olumsuz dilin nedeni elbette, "Türk
korkusu" dur. Nitekim bu dönemde ortaya çıkan Obsessione Turc (Türk saplantısı)
olgusunun bugünlere kalan mirası, bugün bile İtalya'da turist akınına
uğradıkları an yerel satıcıların "Mamma li Turchi" “Anneciğim,
Türkler!” ünlemi buradan mirastır. İddialara göre, acı çektirme anlamına gelen
"a torquendo", işkence anlamına gelen "torxuere/torture",
aldatma veya zalimlik anlamına gelen "truculent" veya
"trux-trucis" gibi Batılı terimlerin esin kaynağı da bu dönemin
"Türkleridir."
Bu çağlarda Fransızlar için "Türkler"
inançsız, barbar, lanetlenmiş bir. topluluktur. 1638’te yayımlanan General
histories of the Turkes yazarı Richard Knolles’e göre Türkler yeryüzünün en
dehşet verici insanlarıdır. Shakespeare’de “Terrible Turk” (Korkunç Türk)
karşımıza çıkar. Othello’da başka tanımlar da var. "Uğursuz ve sarıklı
Türk, iftiracı Türk, sünnetli köpek, Venedik Taciri’nde İnatçı Türkler."
Malta'da Türk imgesi
Akdeniz'de İtalyan çizmesinin karşısında bir ada olan
Malta'yı Avrupa sayarsanız, hiç Osmanlı egemenliğinde yaşamamış olan Malta'da
sert görünümlü insanlar için "qisu Tork ta Barbarija" (Berberi Türkü
gibi); ne dediği anlaşılmayan biri için "mela qed titkelle
bit-Tork"(Türkçe mi konuşuyorsun?); esmerler için "iswed Tork"
(Kara Türk); vaftiz olmamış bebekler için "ghadu Tork"(düşman Türk);
uyumayan çocukları korkutmak için "are gew it-Tork ghalik!"(dikkat
Türk senin için geliyor) denirmiş.
Malta efsanelerinde Türkler için kullanılan barbarlık
ve zalimlik dışında inatçılık, uzlaşmazlık, cesaret, gözü karalık birlikte
kullanılırmış. Dini mesellerinde "Türklerden kurtuluş" temaları varmış.
Çocuklar sokakta "Şövalyeler ve Türkler" oyunu oynarmış. Malta
dilindeki ilk şiir kitabı(1794) "Rodos'un zalim paşası Mustafa'nın Maltalı
kadınlara, çocuklara yaptığı işkenceleri, Catarina adlı eserde de Malta'ya
fethe çalışan Türk komutan Hasan'ın "zalimlikleri"; Katrin
ta'l-Imdina adlı eserde Turgut Reis'in zalimlikleri okunuyormuş. Tek olumlu
örnek, babası Osmanlı gemilerine hücum eden bir korsan olan, ömrünün 25 yılını
Malta'da, 40 yılını İstanbul'da geçirmiş, burada bir Osmanlı Rumu ile evlenmiş
Maltalı ressam Preziosi (ö. 1882) gibi görünüyor::))
Benzer anlatılar, Yunan, Bulgar ve Macar edebiyatında
da var. Özellikle "kan vergisi" diye adlandıkları
"devşirme" usulüne ilişkin anlatılarda öyle korkunç bir
"Türk" imgesi var ki anlatamam. Mesela Nobel ödüllü Yugoslav yazar
İvo Andriç'in Sokollu Mehmed Paşa'nın Vişegrad'da yaptırdığı köprü ve
çevresindeki yaşamlar hakkındaki romanı Drina Köprüsü'ndeki ifadeler gibi...
Bir de "olumlu" atfa örnek verelim. Giovanni
Maria Angiolello ve kardeşi, II. Mehmed’in Eğriboz Adası'nı kuşatması (1470)
sırasında Türklere esir düşerler. Kardeşi Francesco idam edilir, Angiolello ise
Sultan Fatih’in savaş esirlerinden biri olmak şartıyla hayatta kalmayı başarır.
Birçok belgede
Historia Turchesca yani Türk Tarihi eserinin yazarı olarak anılan Angiolello,
Fatih Sultan Mehmet’ten “Büyük Türk” /Gran Turco diye söz eder. Esir adam ne
yapsın diyebilirsiniz ama bildiğim kadarıyla ülkesine döndükten sonra da dilini
bozmamış... (Yine de bir kontrol etmem lazım...)
Osmanlı teriminin kökeni Avrupalı yazarlar, resmi
tarihe göre 1299'da, Halil İnalcık'a göre 1302'de kurulan devlete ancak
1580'lerden itibaren "Ottoman Empire" dediler. Buradaki Ottoman,
Türkçe Osman kelimesinden bozma. Arapça "Uthmani" "Osman'a ait
veya ona ait" anlamına geliyor. İtalyanlar bunu alıp Ottomano yapmışlar.
(Burada çoğul-tekil hatası varmış ama İtalyanca'ya vakıf olmadığım için
ayrıntıya girmiyorum.)
Burada yeri gelmişken Osman isminin etimolojisine ve
dolayısıyla kurucu mitolojisine dair de bir kaç kelam edeyim. Kuruluş dönemine
(1299 veya 1302 sonrasına) ilişkin bilgilerimiz en erken 100 yıl sonraki
kaynaklardan gelir. Sonrakiler bunları tekrarlar. Ahmedi 1390'da(?) yazdığı
İskendername'de "kurucu Ertuğul" der. Aşıkpaşazade (ö. 1484)
Tevarih-i Ali Osman'da Yahşi Fakıh'a (1402?) atıfla Osman’ın adını anar. Şikari
(ö. 1584?) Karamanname'de “Osman Keyhüsrev bin Keykubad Alaüddin’in çobanbaşısı
(otman) idi... Aslı cinsi yok iken beğ oldu, beğleri beğenmez oldu.” der.
Bizans kaynaklarına da söylenişi kolay olan "s" harfi ile Osman
değil, söylenişi zor olan "t" ile Ottaman'ın geçmiş olması, bu
etimolojiyi destekler.
Aynı şekilde 14.Yüzyılın başlarında yazan Suriyeli El
Umari de bu gazinin adını Osman diye değil Otman diye yazmıştır. Türkçe çoban
anlamına gelen Otman'ı destekleyen diğer işaretler: Osman’dan önceki neslin
adları Orhan, Pazarlu, Savcı, Bay Hoca, Aktimur, Aydoğru, Osman döneminde
neslin adları Gündüz Alp,Sarı Yatu/Sarayatu/Savcı olup sadece üç isim Türkçe
değildir:
Alaeddin, Hamid, Melik.
İsmin Osman'a dönüştürülmesi sonradan devlete İslami
bir dayanak bulmak için geliştirilmiş bir resmi tarih öğesi olabilir.
Osmanoğullarını Oğuz Han ve Kayı boyuna bağlayan rivayet, dünkü paylaşımımda
söylediğim gibi 1440’a doğru Yazıcızade Ali tarafından ortaya atılmış, II.
Abdülhamit'ce "yeniden" keşfedilmiştir.
"Türk
milleti"
Buraya kadar anlattığım “kültürel öteki” olarak
"Türk" kavramının tarihçesi. "Etnik" bir terim olarak ilk
kullananlar da Avrupalılar. Örneğin Montaigne’nin Denemelerinde devletin adı
"L’Empire du Turc'tür. İstanbul’a sığındıktan sonra Müslüman olarak
Mustafa Celaleddin adını alan Polonyalı göçmen Constantin Borzecki’nin (Nazım
Hikmet'in anne tarafından büyük dedesidir) 1870’de, İstanbul ve Paris’te yayınlanan
Les Turcs anciens et modernes başlıklı eseri etnik bir kimlik olarak “Türklük”
bilincinin gelişmesinde önemli rol oynamıştır.
II. Abdülhamit’in hafiyelerinden Macar Yahudisi
Şarkiyatçı Arminius Vambery de bu alanda kalem oynatanlardandı. Yazar Orta Asya'ya
Yolculuk (1873) kitabında ‘Türk hanedanı’, ‘Türk halkları’, ‘Türk bloğu’,
‘Türkiye’ gibi terimleri bolca kullanıyordu.
Fransız Türkolog Léon Cahun’un 1873 yılında Paris’te
toplanan Birinci Uluslararası Şarkiyatçılar Kongresi’nde yaptığı konuşma da benzer
bir etki yapmıştır. 1873 yılı “Türkler” için önemlidir çünkü bu tarihte Çarlık
Rusyası, Orta Asya’daki “Türk kökenli” Hive Özbek Hanlığı’nı egemenliği altına
almıştır.
Bu olay da “Türklük” bilincinde önemli bir köşe taşı
oluşturacaktır. Cahun’un bu duygusal ortamda geliştirdiği Orta Asya’da bir
zamanlar kıyılarında Türklerin yaşadığı bir iç denizin olduğu, bu denizin
kuruması üzerine Türklerin Avrasya’ya doğru göçe başladıkları tezi sonradan
“Adriyatik’ten Çin Denizi’ne uzanan Türk Dünyası” olarak formüle edilmiştir.
Cahun’u Türkiye’de meşhur eden 1896’da yayımladığı
Introduction à l’histoire de l’Asie (Asya Tarihine Giriş) adlı kitabıdır.
1889-1893 arasında keşfedilmiş olan Orhun Yazıtları’nı meşhur eden bu eserin
kendisindeki nüshalarına Mustafa Kemal’in el yazısıyla notlar aldığı biliniyor.
Bu yazarların icat ettiği ‘Türklük’ kavramını
Türkçülük adıyla siyasi bir projeye çevrilmesi ise yakındı.
1789 Fransız İhtilali’nden itibaren Avrupa’dan yayılan
milliyetçilik akımlarından etkilenen etnik kesimlerin giderek imparatorluktan
uzaklaştığını gören yeni kuşak elitler (Jön Türkler), imparatorluğu kurtarmak
için yaşama geçirdikleri ‘Batıcılık’, ‘Osmanlıcılık’ ve ‘İslamcılık’
ideolojilerinin başarısız olması üzerine, hem etnik, hem kültürel hem siyasal anlamda
Türk kimliğini öne çıkarmak şeklinde özetlenebilecek olan ‘Türkçülük’ akımına
bel bağlamışlardı.
Batı tarzı bir modernleşmenin hızlı yaşandığı
Rusya’da, esas olarak Rus milliyetçiliğine tepki olarak doğan bu akımı Osmanlı
ülkesine Gaspıralı İsmail, Hüseyinzade Ali, Ağaoğlu Ahmet, Caferoğlu Ahmed,
Mehmet Emin Resulzade, Zeki Velidi Togan ve Yusuf Akçura gibi Rusya kökenli
aydınlar taşımıştı.
Özellikle Akçura’nın zamanında ‘romantik’, ‘garip’,
‘ham hayal’, ‘aşırı’ bulunan görüşlerini özetleyen ve daha sonra siyasal
Türkçülüğün manifestosu sayılan Üç Tarzı Siyaset (1904) adlı eser, Ziya Gökalp,
Ömer Seyfettin, Moiz Kohen ve Mehmet Emin başta olmak üzere geç dönem Osmanlı
aydınlarını çok etkiledi.
1910-1914 yılları arasında Gökalp bu “yeni keşfedilen
geçmişten” esinlenen çok sayıda şiir yayınlamıştır. Çarlık tarafından ülke
dışına sürülen Tatar, Başkırt, ya da Azeri aydınlar Cumhuriyet döneminin ünlü
Türk Tarih Tezi ya da Güneş Dil Teorisi gibi kurgularının da mimarı
olacaklardır. Bundan sonrasını yarınki yazının sonunda ele alacağım...
YARIN: "TÜRKLER/OSMANLILAR" KENDİLERİNİ VE
ÜLKELERİNİ NASIL ADLANDIRIYORLARDI?
Görsel: "Terrible Turk" 1825, John Byfield.
Not: Kaynak yazı ve kitapları yarınki yazının altına
ekleyeceğim.
1000 YILLIK AD VERME YOLCULUĞU: TOURKIA, RUM İLİ,
TÜRKİYE
İkinci yazı: "Türkler/Osmanlılar"
Kendilerini ve Ülkelerini Nasıl Adlandırıyorlardı?
11. yüzyılın son çeyreğinde yazıldığı iddia edilen (bu
konudaki şüphemi bir başka zaman temellendireceğim) Divan-ü Lügati’t Türk adlı
eserin yazarı Kaşgarlı Mahmud, “Türkler aslında 20 boydur. Bunların her bir
boyun birçok oymakları vardır ki sayısını ancak Allah bilir. Ben bunlardan kök
ve ana boyları saydım. Oymakları bıraktım. Yalnız herkesin bilmesi için gerekli
olanı, Oğuz kollarını (...) yazdım. Bundan başka Rûm yakınından doğuya [Çin’e]
doğru –müslim ve gayrımüslim- her boyun olduğu yeri de bildirdim” der ve Türk
boylarını saymaya başlar. Neresidir bu ‘Rûm’ ülkesi derseniz, tahmin edeceğiniz
gibi, “Doğu Roma’nın varisi Bizans ülkesinin çekirdeğini oluşturan Anadolu’dur”
derim.
Nitekim 13. yüzyılın başında Osmanlı Beyliği’nin
kuruluşuna tanıklık ettiği tahmin edilen Yunus Emre’nin dilinde de Anadolu’nun
adı ‘Türk’ değil, ‘Rûm ili’ dir. Zafernâme adlı eserin yazarı Nizameddin Şami,
Timur’un 1402’de Yıldırım Bayezid’e karşı kazandığı zaferi ‘Rûmiyan’a ve
Sultan-ı Rûm’a karşı kazanılmış bir zafer’ olarak tarif eder. 1402-1413
arasındaki Fetret Devri’nde, Osmanlı’ya başkaldıran Simavne Kadısı Şeyh
Bedreddin’in namı ‘Hallac-ı Rûm’ (Rumların Hallac-ı Mansur’u), ‘Pertev-i Rûm’,
yani Rum ışığıdır. 1399-1429 yılları arasında yaşadığı sanılan Horasan
erenlerinin pirlerinden Hacı Bayram-ı Veli’nin unvanı ise ‘Şeyhü’r Rûm’.
Hoca Saadettin Efendi Otlukbeli Savaşı’ndan (1483)
şöyle bahseder: “Rum dilaverleri kılıcı satır gibi kullanarak kasap örneği
Akkoyunlu Türkmenlerine girişüp yaralı ve düşmüş koyun boğazlarcasına savaştan
hepsini çıkarmışlardı.” Tacüt’t-Tevarih’te aynı savaş şöyle anlatılır: “Leş ve
baş ile dolmuştu ordu yeri/Az bulunur çok eşyalar ele girdi/Kesti Türkmen
boyunu Rum Padişahı/Kederlere düşen Uzun [Hasan] hadden bildi…”
Rum, Arap ve Acem’in farkı
1599 Kahire’sini tasvir ederken Gelibolulu Mustafa
Âlî’nin emperyal kibirle yaptığı şu tasvire (sadeleştirilmiş dille) bakın şimdi
de: “Sözün kısası, Rûm iyidir, Arap tilkilenmekte zaten köpektir. Gerçi Acemler
nazik tabiatlı olurlar, ama onların çoğu münafıktır, arabozucudur. Kıskançlığı
ve düşmanlığı Evram’a [Rûmlara] bırakmaz, ateşle suyu bir bardağa koyar. Rum
Acemden yüz defa üstündür, bu sözü yalanlayanlar köpektir. Demek istiyorum ki
eskiden Acemlerin uluları akıl ve bilgi ile ün almış iken şimdi onlarda bu hal
yoktur. Türk insanındaki ululuk onlarda yoktur.” Yazarın, ‘Rûm’ derken ‘Türk’ü
kastettiğini söylemeye gerek yok herhalde.
Ve daha nice terim
Ayrıca Osmanlı
belgelerinde şu terimlere bolca rastlanacaktır: Osmanlı ülkesi için “Memleket-i
Rûm”, ‘Bûm-i Rûm’, ‘İklim-i Rûm’, ‘Diyar-ı Rûm’, ‘Rûm ili’; şairler için
“şuara-yı Rûm”, âlimler için “ulema-yı Rûm’, dervişler için ‘abdalan-ı Rûm’,
akıncılar için ‘gaziyan-ı Rûm’, ‘Rûm atlılar’, ‘Rûm yiğitleri’, ‘leşker-i Rûm’;
hattatlar için ‘İmâd-ı Rûm’; Türkçe için ‘Lisan-ı Rûm’; Amasya-Sivas-Tokat
çevresindeki eyalet için ‘Eyalet-i Rûm’, Mevlâna için Celaleddin-i Rûmî, Anadolu
Selçukluları için ‘Rûm Selçukluları’, Mısır kanunnâmelerinde Anadolu’dan
gelenler için ‘Rûmlu’ veya Yavuz Sultan Selim’in annesi Gülbahar Hatun için
Trabzon’da yaptırdığı Hatuniye Camii’nin kitabesine yazdırdığı gibi ‘Bânû-i
Rûm’ ve daha nicesi...
Bir örnek de Kürtçenin efsanevi yazarı Ehmedi Xani’nin
ünlü eseri Mem u Zin’in önsözünden: “Rum u Ereb u Ecem...” Yani, ‘Türk, Arap ve
Fars’. Günümüze kadar gelmiş bir Kürt atasözü de var: “Berxte Rumi ya tuneye”,
Anlamı “Rum'a güven olmaz, kalleştir.” Noktayı 1925'ten bir örnekle koyalım:
Şeyh Said İstiklal Mahkemesi Başkanı Mahzar Müfit Bey’in “Asker-i Rum” nedir
sorusuna, “Biz Kürtler, Türk askerine Asker-i Rumi deriz. Tabirdir öyle deriz.”
cevabını vermiştir. .
Osmanlı için
"Türk" neydi?
Eleştirel tarihe meraklı okurların düşündüğünün aksine
Osmanlı'nın Türklüğe bakışı ise tek tip değildir. Kaynaklarda ‘Türk’ sözcüğü
bazen olumlu, bazen olumsuz, bazen nötr bir terim olarak ortaya çıkar. Örneğin
erken dönem Osmanlı tarihine dair en önemli eser olan Âşıkpaşazade’nin (ö.
1481) Tevarih-i Âli Osman adlı eserinde Türklerin Anadolu’ya nasıl geldiklerini
anlatırken Türkler ‘Yafes neslinden’ olup ‘Arapları yenen bir halk’ olarak
tarif ediliyor, ‘Türk diline kimsenin bakmadığı’, hatta ‘Türkün bile bu dili
bilmediği’ söyleniyordu.
Buna karşılık 1480’de tamamlanan Vâkı’ât-ı Sultan Cem
(Cem Sultan’ın Olayları) adlı eserde ise Cem Sultan’dan “Türk beğinin oğlu”
olarak övgüyle söz ediliyordu. Yine Cem Sultan’ın isteği üzerine derlenen
Saltukname adlı eserde Türk sözcüğü ‘Müslüman’ ve ‘Gazi’ yerine kullanılmıştı.
15. Yüzyıl yazarı Neşrî ise Selçuklu İmparatorluğu
için ‘Türk Sultanlığı’ derken, “Bazıları dahi vardır ki hiç din nedir bilmezler
(...) Yahudileri taklit eden, taşa, ağaca, öküze, ateşe tapan Türkler vardır”
diyordu.
Kanuni Sultan Süleyman döneminin ilk yıllarını gören
yazar Suzi Çelebi (ö. 1524) ise “Bir Türk dünyaya bedeldir” sözünü ilk sarf
edendi. Ancak dönemin ünlü divan şairi Baki, ‘en büyük Türk atalarından’ dediği
Kanuni’ye sunduğu şiirde ‘Ey hoca Türk ehlinden olanın biraz başı kabadır’
diyerek kafamızı karıştırır.
Dönemin bir başka şairi Hafız Hamdi Çelebi ise
“Padişahım kainatın yaratılışından bu yana/Dünya içinde Türklüğün kötülüğünden
bahsedilir/Allah Türke hiç anlayış gücü vermemiştir/O çok akıllı olsa bile
pervasızdır/Türkü öldür baban olsa da/O iyilik madeni, Yüce Peygamber/‘Türkü
öldürünüz kanı helaldir’ demiştir” diyecek kadar Türk’ten hoşlanmaz.
Kızılbaş-Türk
ilişkisi
Çelebi’nin Peygamberin hadisini kullanarak
katledilmesini önerdiği Türklerin Anadolu’nun Kızılbaş Türkmenleri olduğu
anlaşılır. Nitekim 1609’da Kuyucu Murat Paşa’nın orduları Anadolu’da Kızılbaş
katliamlarına devam ederken, dönemin belgelerinde Kızılbaş yerine ‘Türk’
denirken, bu terimin yanında ‘bağî’ (yolkesen), şakî (haydut), tağî (azgın),
celâlî (asi), zındık (dinsiz) sıfatlarını okumak şaşırtıcı olmasa gerek.
Tarihçi Koçi Bey (ö. 1650) de Türk, Tatar, Yörük gibi çeşitli terimlerle tarif
ettiği ‘Türkler’ için hiç olumlu terimler kullanmıyordu. Aynı şekilde Lale
Devri’nin tarihçisi Naima (ö. 1716), da merkezin perspektiften yazdığı için,
Türklük kavramını olumsuz anlamda kullanmıştı. ‘Türk-ü sütürk (azgın Türk),
‘Türk-bed lika’ (çirkin yüzlü Türk), ‘etrak-ı bi idrak’ (anlayışsız, akılsız
Türkler), ‘nadan Türk’ (kaba Türk) onun terimleridir.
Salih Özbaran’ın tezi
Peki, Osmanlı Devleti/İmparatorluğu, Avrupalıların
dediği gibi bir Türk devleti mi, yoksa Türklerin (ve de Kürtlerin) dediği gibi
Rûm devleti mi idi? Bu soruya Salih Özbaran’ın verdiği cevabına geçmeden Metin
Kunt’un cevabını okuyalım: “Bir kere unutulmamalı ki hem yöneticiler, hem halk
arasında Türk olmayan çoktu. Yöneticilerin bir kısmı ve kapıkulu askerlerinin
hepsi, dirlik sahiplerinin bazıları Türk-Müslüman olmayanlardan oluşuyordu.
Osmanlı sultanlarının gözünde de halk içinde Türkler ve Türk olmayanlar
arasında bir fark yoktu. Müslüman olmayanlar ek vergi (cizye) ödüyorlardı
devlete, fakat bütün halk, ister Türk olsun ister Rûm, ister Arap olsun ister
Sırp, padişahın reayası idi. Buna karşılık gene de Türk devleti diyebiliriz
Osmanlı devletine, çünkü ülkenin dili Türkçe idi.”
Türkçe konuşmak yeter
mi?
Günümüzde, Osmanlı Devleti’nin kurucusu kabul edilen
Osman Gazi’nin, Oğuzların Kayı boyundan olmadığı, hatta Oğuz boylarının askeri
bürokrasisine bile dahil olmayan, cesur bir maceracı olduğu, Osman adının
‘çoban’ anlamına gelen ‘otman’ kelimesinden türediği, Osman adının ise,
kendisine İslami meşruiyet kazandırmak için yaratıldığı kanısı güçlenmiş olsa
da, Osmanlı hanedanının etnik olarak Türk kökenli olduğu genel olarak kabul
edilir.
Gerçi bir kaçı
dışında, hanedanın erkekleri Türk olmayan kadınlarla evlenerek ‘Türk kanını’
sulandırmışlardı ama hanedan içinde ve devlet dairelerinde Osmanlıca denen
Arapça, Türkçe, Farsça karışımı bir dil konuşulurdu. Devletin bütün kayıtları
yüzlerce yıl kesintisiz bu dille tutulmuştu. Medreselerde Arapça okunur ama
halkın (avamın) konuşma dili ise yukardaki şiirlerdekine benzeyen bir Türkçe
idi. Ve en önemlisi Osmanlı devleti kendine "Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye"
demişti.
Nitekim Salih Özbaran, “Bir devletin dilinin Türkçe
-üstelik Arapça ve Farsçanın yoğun etkisi altında kalmış bir merkezi dil-olması
ne kadar yeterlidir kocaman imparatorluğu Türk yapmaya?” der ve tezini açıklar:
“Yoksa Osmanlı
Devleti bir Rûm imparatorluğu muydu?”
Bu görüş aslında başka tarihçilerce de dile
getirilmiştir. Örneğin İlber Ortaylı’ya göre “Biz Roma İmparatorluğu’nun
varisleriyiz. Ve Müslüman da olsak, Romalı" idik. Halil İnalcık’a göre
Osmanlı sultanları ‘Sultan-ı Rûm’dur, ‘Kayser-i Rûm’dur. Osmanlı Devleti’nin
kuruluşu hakkındaki çok önemli makalesi ile tanıdığımız Paul Wittek ise daha
ileri gider ve “Danişmendiler ve Selçukiler devrini de Osmanlı İmparatorluğu ve
emirlerininkini de”, “muhtelif Türk unsurları, göçebe, kasabalı ve şehirlileri”
de, “hakiki Türkleri ve Türkleşmiş unsurları da” kapsayacak şekilde ‘Rûm
Türkleri’ terimini önerir.
Cemal Kafadar’ın tezi
Salih Özbaran’ın atıfta bulunduğu bir diğer
akademisyen tarihçi Cemal Kafadar’a göre durum biraz daha karmaşıktır:
“[Osmanlılar] aynen ortaçağın Küçük Asya’daki diğer
halkları gibi, [Doğu] Roma topraklarının sakinleri anlamına gelen Rûmî diye
adlandırılmışlardı. Bu, temelde coğrafi bir adlandırmaydı ve esas olarak o
halkların yaşadığı yeri belirliyordu; ancak, coğrafyacıların ve gezginlerin
gözünden kaçmadığı üzere, merkezi İslam topraklarından bakıldığında, bir sınır
bölgesi olan Rûm’un Türk-Müslüman nüfusunun, onları gerek İslam dünyasının
gerekse diğer Türklerden farklı kılan kendilerine özgü ve alışılmamış yönlere sahip
oldukları anlaşılıyordu. Şöyle ki, Rûmi Türk olmak, aynı zamanda İslam
uygarlığının, bir yandan da yeni bir bölgede kendi yaşam biçimini oluşturan
diğer yandan rakip bir dinsel-uygarlığa yönelişte siyasal egemenlik kurmak için
uğraş veren yeni bir bölgesel görüntüsüne sahip olmak anlamına geliyordu.”
Cemal Kafadar’ın bu tanımının gerek coğrafi ve
politik, gerekse sosyokültürel açılardan geniş bir anlam taşıdığına işaret eden
Salih Özbaran’a göre, Rûm veya Rûmî sözcüğü, Cemal Kafadar’ın ileri sürdüğü gibi,
sadece ‘Arapça, Farsça ve Türkçede’ değil, Avrupa dillerinde de vardı.
Örneğin Portekiz dilinde Osmanlılar için ‘Rûme’ ve
‘Rûmes’ (Rûm/Romalı ve Rûmiler/Romalılar) terimleri kullanılırdi. Endonezya ve
Malezya’da 16. yüzyılda Osmanlı sultanlarına ‘Raca Rûm’ denirdi. Doğu
Afrika’daki Mogadişu-Mombasa’da yerli halk, Portekizli sömürgecilere karşı
‘Rûm’dan (Osmanlı’dan) medet umarlardı.
Ancak, yine Salih Özbaran’ın dikkatimizi çektiği gibi
Portekiz dilinde Turchia, Otomanos, Turquesca, Turquimais ve Turcos gibi
terimler de vardır. Peki, bu terimler arasındaki fark nedir? Bunu 1534 yılında
Hindistan’ı ziyaret eden Portekizli botanikçi Garcia da Orta da merak etmiş
olmalı ki (günümüz Türkçesiyle) şöyle der hatıratında:
“Hindistan’da egemen güçler arasındaki savaşlara tanık
olurken beyaz bir askere, birçok kez Türk olup olmadıklarını sordum, yanıtı
hayır oldu, sadece Rume (Rum) olduğunu söyledi; başkalarına Rume olup
olmadıklarını sorduğumda da hayır dediler, Türkten başka bir şey olmadıklarını
söylediler; birinin diğerinden farkının ne olduğunu sorduğumda ise bana bunu
anlayamayacağımı söylediler, çünkü ben ülkelerin adlarını bilmiyordum, dilleri
de bana bir şey ifade etmiyordu.”
Evet, gerçekten anlaması zor bir durum.
Sözümüzü bağlayalım: Cemal Kafadar’a, Halil İnalcık’a
ve elbette Salih Özbaran’a göre, çok dilli, çok etnili, çok dilli Osmanlı
Devleti/İmparatorluğu, sadece bir ‘Türk’ devleti değildi. Bunun nedeni,
Osmanlı’nın Türkleri ‘Etrâk-ı bî-idrâk’ görmesi değildi elbette. Daha doğrusu,
böyle bir genelleme yapılamazdı. Ama İlber Ortaylı’nın kestirmeden söylediği
gibi ‘Müslüman Roma’ da değildi. Belki de Osmanlı’nın (Cemal Kafadar'ın
deyimiyle) ‘iki dünya arasındaki konumunu’ en iyi anlatan terim, ‘Rûm’ terimi
idi. Günümüzde bu terime yüklenen olumsuz ve dar anlamları düşününce, Salih
Özbaran’ın tezine pek çok kişinin uzak duracağını tahmin ediyorum, ama bence
üzerinde düşünmeye değer bir tez, ne dersiniz?
YARIN: KEMALİSTLERİN "TÜRK MİLLETİ"Nİ VE
TÜRKİYE'Yİ İCADI