29 Temmuz 2024 Pazartesi

1000 YILLIK AD VERME YOLCULUĞU: TOURKIA, RUM İLİ, TÜRKİYE_1 ve 2_Ayşe Hür

Birinci yazı: "Başkaları" "bizi" nasıl adlandırıyordu?

Esbab-ı Mucibe: Dün Paris Olimpiyatları'nın açılış seremonisinde Tunus'la birlikte aynı teknede Seine Nehri'nde arz-ı endam eden Türkiye Olimpiyat Takımı, televizyon izleyicilerine "Türkıye" olarak takdim edildi. Yani i harfi yerine ı harfi kullanıldı. U'yu Ü yapan metin yazarı, ı'yi i yapamamıştı::)) Fransız sunucu da epey zorlandı kelimeyi telaffuz ederken.

 

Bunun nedeni, uluslararası belgelerde, İngilizce’de “hindi” anlamına gelen "Turkey" yerine "Türkiye” yazılmasının, bizzat CB Erdoğan tarafından yapılan "şarj" ile 3 Haziran 2022'de BM tarafından onaylanmasının hala içselleştirilememesi olmalı. Kısacası, Türk milliyetçiliği bir kompleksten kurtulayım derken, yeni bir gol yedi. Bu vesileyle bu ülkeye ad verme serüvenini hatırlayım dedim. Başlıktan da anladığınız üzere yazıyı ikiye böldüm. Yarın da "Türkler/Osmanlılar kendilerini ve ülkelerini nasıl adlandırıyorlardı?" sorusuna cevap vermeye çalışacağım.

xxx

"Ermeni kökenli Türk mü", "Türk Ermenisi mi", "Türkiyeli Ermeni mi", "Türkiye Cumhuriyeti’nin Ermeni vatandaş"ı mı (Ermeni yerine Kürt, Rum, Süryani.... koyabilirsiniz) veya "Türk edebiyatı" mı, "Türkçe edebiyat" "Türkçe yazılmış Kürt edebiyatı" mı gibi alt başlıklar etrafında sosyal medyada epeydir süren “Türkiyeli mi Türk mü?” tartışması, "Ülkemiz neden kümes hayvanını adıyla anılıyor?" sorusuyla yeni bir aşamaya geçmişti. Bu konudaki ilk resmi adımın 2008 yılında şu başvuru ile atıldığını anımsatayım:

 

"TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞI'NA

 

Aşağıdaki sorularımın, Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan tarafından yazılı olarak yanıtlanması isteğimi bilgilerinize sunarım.

Saygılarımla.

23 Nisan 2008

Süleyman Yağız

DSP İstanbul Milletvekili

 

"Turkey kelimesi Osmanlı İmparatorluğu'nun son zamanlarında ilk defa İngiliz kaynaklarında, biraz da alay ifade ederek kullanılmıştır. Bazı ülkeler kendilerini 'GREAT=BÜYÜK, ÖNEMLİ' olarak nitelerken, ülkemizin, İngilizce'de bir kümes hayvanının ismi ile anılması kabul edilemez. Bu kelime, iticiliği ve ülkemizi ne şekilde ifade edeceği düşünülmeden biz Türkler tarafından da kullanılmış ve kullanılmaktadır. Oysa özel isimler, bir başka dilde de aynı şekilde yazılır.

 

Bir zamanlar Habeşistan olarak bilinen ülke, tüm dünyaya adının Etiyopya olduğunu ve bundan böyle Habeşistan olarak gönderilen hiçbir postanın alınmayacağını açıklamıştır. Sonunda tüm dünya 'Etiyopya' adını kullanmaya başlamıştır. Ya Türkiye! Maalesef şu anda İngilizce'de bir kümes hayvanının adı ile anılıyor. Uluslararası toplantılarda ülkemizi temsil eden başta Sayın Cumhurbaşkanı olmak üzere tüm görevlilerin önünde 'hindi' anlamında 'TURKEY' yazıyor.

 

Bundan rahatsız olmamak mümkün mü?' Bu bağlamda sormak istiyorum: 1- İngilizce'de kümes hayvanı 'hindi' anlamına gelen 'Turkey' kelimesinin, 'Türkiye Cumhuriyeti' ifadesinin karşılığı olan 'Republic of Türkiye' biçiminde değiştirilmesi için girişimde bulunmayı düşünüyor musunuz?"

 

Türkiye mi hindiden, hindi mi Türkiye'den?

 

Bu dilekçeye, sanırım Taraf gazetesindeki köşesinde ilk olarak Halil Berktay cevap vermişti. Berktay özetle "Hayır, bir kümes hayvanının adıyla anılmıyor. Ülkemizin adı, kuşun adından mülhem değildir. Tersine, kuşun adı ülkemizin adından gelir" demişti ve devam etmişti:

 

Yaşadığımız ülkenin adının bugünkü şekli alması, o kuşa (hindiye) İngilizce'de "turkey" denmesinden çok öncedir. Yunanca, Tourkia ismi (Yunanca: Τουρκία) ilk defa 10. Yüzyıl Bizans imparatoru VII. Konstantinos Porfirogennetos'un yazdığı De Administrando Imperio, kitabında geçmektedir fakat o, "Türkler" diyerek daima Macarları kastetmiştir. Benzer olarak Hazar Kağanlığı'na da Bizans kaynaklarında Tourkia (Türklerin Bölgesi) denilmiştir. Orta Çağ Yunan ve Latince'de geçen Türkiye adı aynı yerleri tanımlamak için kullanıldığı söylenemez.

 

Ancak, Bizanslılar daha sonra 1071 Malazgirt Savaşı'ndan sonra Türklerin Anadolu'da yaşadığı yerlere demeye başlamıştır. Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos’un Flandre Kontu Robert’e yazdığı mektupla başlayan sayısız yazışmanın sonucu ortaya çıkan Türk imgesi şöyledir:

Türkler dinsiz ve insansal yönden hoşgörüsüz, kaba hoyrat, yıkıcı, vicdansız, acımasız ahlak kuralları gözetmez, iğrenç eylemleri sonucu en korkunç günahları işlemeye yatkın kişilerdir. Ancak Gözüpek kişilerdir. Bu begelerde Sarazeni ya Sarrasin’lerden ayırmak için Türkler (Latince Turci) kibirlidir, burnu havadadır.

 

Çinlilerin ad vermesi

 

Berktay'ın başladığı yerden biraz öncesine gidersem, ilk kez Çin kaynaklarında ortaya çıkan “Tu-kiu”, “Tu-Kue”, ‘Tut-kut’, ‘“Tolköl” gibi terimler, 9. yüzyıldan itibaren Arap-Müslüman kaynakları tarafından “Türk” (çoğulu “Türük” veya “Türküt”) olarak çevrilerek Bizans ve Arap literatürüne girmiş.

6-8. yüzyıllara tarihlenen Yenisey ve Orhun Yazıtları’ndaki bazı terimleri 1893 yılında “Türk” olarak okuyan Danimarkalı dilbilimci Vilhelm L. Peter Thomsen’den sonra da terim Batı literatürüne yerleşti. Bugün bazı bilim adamları, Çinlilerin bütün yabancılara (barbarlara) “Tu-kui” dediğini düşünüyor.

Bazıları, bu terimin ortak bir atadan gelen boyların adı olduğunu ileri sürüyor. Bazıları Moğolca’da miğfer anlamına gelen “tulga” sözcüğüyle ilinti kurarak miğferin piramit şeklinden hareketle, belli bir örgütlenme biçimine sahip toplulukların adı olduğunu ileri sürüyor. Bazıları ise ortak bir dili (Türkçe) konuşan topluluk adı olduğunu (onlara göre “Türk” kelimesi “güçlü”, “güçlüler” anlamına geliyor) ileri sürüyor.

 

Dolayısıyla bu tanımların herhangi birinden hareket edildiğinde Hunlar, Göktürkler, Uygurlar, Karluklar, Çiğiller, Kıpçaklar, Çuvaşlar, Tohsılar, Kırgızlar, Karahanlılar, Oğuzlar, Gagavuzlar, Sahalar, Tıvalar, Hakaslar “Türk” sayılabiliyor. Ancak “Müslüman olmayan Türk olamaz” diyerek Ortodoks olan Gagavuzları, Sahaları ve Çuvaşları, Budist olan Tıvaları, kimi Ortodoks kimi Şamanist olan Hakasları “Türk” saymayanların sayısı da az değil.

 

Bizans belgelerinde "Türkler"

 

11. yüzyıldan itibaren değişik kaynaklara göre 20, 22 veya 24 boydan oluşan Oğuzların bir bölümü, Orta Asya steplerini geçerek Kaşgarlı Mahmud’un ‘Rûm ili dediği Anadolu’ya doğru akmaya başlamışlardı. Kökenleri konusundaki tartışmaları bir yana bırakırsak Oğuz boylarının Anadolu’ya gelmelerinden itibaren, Bizans belgelerinde Tourkoi (Türkler) ve Turchia (Türkiye) (Bizans tarihçisi Skilitzes tarafından Büyük Selçuklu İmparatorluğu’na ait yerleri tanımlamak için); Papalık belgelerinde ise barbarorum Turci (barbar Türkler) gibi terimler boy gösterdi. Birinci Haçlı Seferi’ne katılan bir papaz Antakya civarındaki savaşlardan sonra 11 Ekim 1098’de günlüğüne şöyle not düşmüştü: “Her yerde Türkler.”

 

Haçlıların diliyle "Türkler"

Yaklaşık 100 yıl sonra, Guillaume de Tyr, Anadoludan geçip Kudüs’e ulaşmak isterken 1190 tarihinde Tarsus çayında boğulan Kutsal Roma Germen İmparatoru Friedrich Barbarossa’nın öncülüğündeki Üçüncü Haçlı Seferi’nin anlatırken “Türklerin egemenlikleri altındaki Turquia’dan söz ediyor. 1228-29 yıllarında bir başka Haçlı şövalyesi, Bavyeralı şair Tannhäuser, Haçlı Seferi Şarkısı’nda [Kreuzfahrtlied] şöyle diyor: “Sert esiyor rüzgârlar/Yüzüme karşı barbarlıktan/Sert ve can yakıcı esiyorlar/Türkiye [Türkie] tarafından...”

 

İtalyan seyyahların katkısı

 

1270’lerde Konstantinopolis’ten ve Anadolu’dan geçtiği rivayet edilen Marko Polo’ya göre ise: “Türkmen ilinde üç çeşit insan yaşar. Biri Türkmenlerdir ki bunlar Muhammed’e taparlar, basit insanlardır ve kaba dilleri vardır. Dağlarda ve vadilerde yaşarlar ve hayvancılıkla geçinirler; çok kıymetli atları ve büyük katırları vardır. Öteki şehirlerde ve kalelerde yaşayıp ticaret ve sanatla uğraşan Ermeni ve Rumlardır...”

 

Tekrar "hindi" meselesine dönersek, buna bağlı olarak, Anadolu ile en yoğun alışverişte bulunan İtalyan (Venedik ve Cenova) tüccarı, 13. yüzyıldan itibaren bu diyardan "Turchia" diye söz etmeye başlamış. Bu kullanım giderek yaygınlaşmış; İtalyancadan diğer Avrupa dillerine de geçmiş İngilizceye de böyle girmiş.

 

Yani (büyük harf T ile) "Turkey", İngilizcede bir kuşun adı değil, "Türklerin yaşadığı diyar" anlamında yerleşmiş. Halil Berktay diyor ki: "Orta Çağ İngilizcesi'nde ilk defa (olarak Turkye, Torke, ardından Turkie, Turky) şekliyle 1369 yılında Chaucer tarafından yazılmıştır. Bu dönemde Kuran Latinceye aktarılırken Alcoranum Turcicum adını almıştır. Müslüman olmaya da Türk olmak denirdi. Bir başka ifadeyle, 'Turkey', 'Türkiye'nin İngilizce yazılışından başka bir şey değildir."

 

Peki ikisi neden karıştı?

 

Gelelim kuşun adıyla Türkiye adının kesişiminin tarihine. Yine Halil Bertay'dan aktaralım (bunlar her yerde bulunan bilgiler ama Berktay'ın özetini beğendim) Hindi, aslında sadece Amerika kıtasının yerli kuşudur. İngilizler bu kuş ile, 1492’de Amerika kıtasını keşfeden Kolomb'dan sonra, Amerika'nın kolonizasyonu sırasında karşılaştılar. Bir teşhis hatası yaptılar: "Gine tavuğu" ile aynı kuş sandılar. "Gine tavuğu" Osmanlı üzerinden Avrupa'ya yayılmıştı ve bu yüzden "turkey cock = Türk horozu" adıyla anılıyordu. Dolayısıyla İngilizler, Kuzey Amerika'da gördükleri kuşa da "turkey cock", "turkey bird" veya kısaca "turkey" demeye başladılar.

 

 Böylece, dolambaçlı bir yoldan, "Türkiye" anlamında "Turkey"e izafeten kuşun adı "turkey" kaldı. Yalnız bu arada, aynı kuş Amerika'dan Avrupa'ya ve oradan Osmanlı topraklarına yayılırken, Osmanlılar aynı hataya düşmediler. Onlar bu yeni kuşun nereden geldiğini biliyorlardı: Amerika'dan. Ama Amerika'nın adı, birçok kimsenin dilinde, hala "West Indies", yani "Batı Hint Adaları" idi (çünkü Kolomb, Karayiplerde bir yerde karaya çıktığında, Hindistan'a vardığını sanıyordu). Batı Hint Adaları'ndan mülhem, kuşun adı Osmanlı Türkçesinde "hindî" ve sonuçta "hindi" oldu.

 

 Böylece aynı kuşa, İngilizler Osmanlı topraklarından yayılan Gine Tavuğu ile karıştırdıkları için "turkey", Osmanlılar ise (Amerika=Batı Hint Adaları'ndan geldiği gerekçesiyle "hindi" demiş oldular. Kaldı ki İngilizler ve Amerikalılar "Turkey" diyorlar ama Fransızlar "Turquie", İtalyanlar "Turchia" Almanlar "der Türkei"… Burada, o kuş ile biçimsel benzeşme dahi tamamen kayboluyor. Ve ülke adının, Türklerin diyarı anlamına geldiği daha net ortaya çıkıyor.

 

Mesela Persler, Orta Asya'da yaşayan Türklerin bölgesine Turkestan demişler. Bu sözcük Türk sözcüğünün yanına "ikametgahı" anlamına gelen Farsça "-estan veya -stan" ekinin gelmesiyle oluşmuş. Araplar "Türklerin Devleti" anlamına gelen "Turkiyya" terimini Memlük Sultanlığı'nda kullanmış ama sonra Mısır, Filistin, Suriye, Hicaz ve (Kuzey Afrika'daki) Siranayka'yı kapsayacak kadar genişletmişler.

 

"Türkler"in Avrupa'nın "ötekisi" oluşu

 

Şimdi genel bir özet yapalım: Granada’nın düştüğü 1492’ye kadar, Avrupa’nın "ötekisi" Araplardır. Dolayısıyla Avrupa’da, Türkler hakkındaki söylem genel olarak olumludur veya yansızdır. 1492’den sonra "öteki" Osmanlı olur ve söylem olumsuza döner. Özellikle 1529’da I. Viyana kuşatmasında Türkleri püskürttükten sonra bile Avrupalılar Türkler için ‘köpekler, zalim ve kan düşkünü, pis, hayvani, sahtekâr, zorba, iğrenç’ gibi son derece ağır terimler kullanırlar.

 

Bu olumsuz dilin nedeni elbette, "Türk korkusu" dur. Nitekim bu dönemde ortaya çıkan Obsessione Turc (Türk saplantısı) olgusunun bugünlere kalan mirası, bugün bile İtalya'da turist akınına uğradıkları an yerel satıcıların "Mamma li Turchi" “Anneciğim, Türkler!” ünlemi buradan mirastır. İddialara göre, acı çektirme anlamına gelen "a torquendo", işkence anlamına gelen "torxuere/torture", aldatma veya zalimlik anlamına gelen "truculent" veya "trux-trucis" gibi Batılı terimlerin esin kaynağı da bu dönemin "Türkleridir."

 

Bu çağlarda Fransızlar için "Türkler" inançsız, barbar, lanetlenmiş bir. topluluktur. 1638’te yayımlanan General histories of the Turkes yazarı Richard Knolles’e göre Türkler yeryüzünün en dehşet verici insanlarıdır. Shakespeare’de “Terrible Turk” (Korkunç Türk) karşımıza çıkar. Othello’da başka tanımlar da var. "Uğursuz ve sarıklı Türk, iftiracı Türk, sünnetli köpek, Venedik Taciri’nde İnatçı Türkler."

Malta'da Türk imgesi

Akdeniz'de İtalyan çizmesinin karşısında bir ada olan Malta'yı Avrupa sayarsanız, hiç Osmanlı egemenliğinde yaşamamış olan Malta'da sert görünümlü insanlar için "qisu Tork ta Barbarija" (Berberi Türkü gibi); ne dediği anlaşılmayan biri için "mela qed titkelle bit-Tork"(Türkçe mi konuşuyorsun?); esmerler için "iswed Tork" (Kara Türk); vaftiz olmamış bebekler için "ghadu Tork"(düşman Türk); uyumayan çocukları korkutmak için "are gew it-Tork ghalik!"(dikkat Türk senin için geliyor) denirmiş.

 

Malta efsanelerinde Türkler için kullanılan barbarlık ve zalimlik dışında inatçılık, uzlaşmazlık, cesaret, gözü karalık birlikte kullanılırmış. Dini mesellerinde "Türklerden kurtuluş" temaları varmış. Çocuklar sokakta "Şövalyeler ve Türkler" oyunu oynarmış. Malta dilindeki ilk şiir kitabı(1794) "Rodos'un zalim paşası Mustafa'nın Maltalı kadınlara, çocuklara yaptığı işkenceleri, Catarina adlı eserde de Malta'ya fethe çalışan Türk komutan Hasan'ın "zalimlikleri"; Katrin ta'l-Imdina adlı eserde Turgut Reis'in zalimlikleri okunuyormuş. Tek olumlu örnek, babası Osmanlı gemilerine hücum eden bir korsan olan, ömrünün 25 yılını Malta'da, 40 yılını İstanbul'da geçirmiş, burada bir Osmanlı Rumu ile evlenmiş Maltalı ressam Preziosi (ö. 1882) gibi görünüyor::))

 

Benzer anlatılar, Yunan, Bulgar ve Macar edebiyatında da var. Özellikle "kan vergisi" diye adlandıkları "devşirme" usulüne ilişkin anlatılarda öyle korkunç bir "Türk" imgesi var ki anlatamam. Mesela Nobel ödüllü Yugoslav yazar İvo Andriç'in Sokollu Mehmed Paşa'nın Vişegrad'da yaptırdığı köprü ve çevresindeki yaşamlar hakkındaki romanı Drina Köprüsü'ndeki ifadeler gibi...

Bir de "olumlu" atfa örnek verelim. Giovanni Maria Angiolello ve kardeşi, II. Mehmed’in Eğriboz Adası'nı kuşatması (1470) sırasında Türklere esir düşerler. Kardeşi Francesco idam edilir, Angiolello ise Sultan Fatih’in savaş esirlerinden biri olmak şartıyla hayatta kalmayı başarır.

 

 Birçok belgede Historia Turchesca yani Türk Tarihi eserinin yazarı olarak anılan Angiolello, Fatih Sultan Mehmet’ten “Büyük Türk” /Gran Turco diye söz eder. Esir adam ne yapsın diyebilirsiniz ama bildiğim kadarıyla ülkesine döndükten sonra da dilini bozmamış... (Yine de bir kontrol etmem lazım...)

 

 

Osmanlı teriminin kökeni Avrupalı yazarlar, resmi tarihe göre 1299'da, Halil İnalcık'a göre 1302'de kurulan devlete ancak 1580'lerden itibaren "Ottoman Empire" dediler. Buradaki Ottoman, Türkçe Osman kelimesinden bozma. Arapça "Uthmani" "Osman'a ait veya ona ait" anlamına geliyor. İtalyanlar bunu alıp Ottomano yapmışlar. (Burada çoğul-tekil hatası varmış ama İtalyanca'ya vakıf olmadığım için ayrıntıya girmiyorum.)

 

 

Burada yeri gelmişken Osman isminin etimolojisine ve dolayısıyla kurucu mitolojisine dair de bir kaç kelam edeyim. Kuruluş dönemine (1299 veya 1302 sonrasına) ilişkin bilgilerimiz en erken 100 yıl sonraki kaynaklardan gelir. Sonrakiler bunları tekrarlar. Ahmedi 1390'da(?) yazdığı İskendername'de "kurucu Ertuğul" der. Aşıkpaşazade (ö. 1484) Tevarih-i Ali Osman'da Yahşi Fakıh'a (1402?) atıfla Osman’ın adını anar. Şikari (ö. 1584?) Karamanname'de “Osman Keyhüsrev bin Keykubad Alaüddin’in çobanbaşısı (otman) idi... Aslı cinsi yok iken beğ oldu, beğleri beğenmez oldu.” der. Bizans kaynaklarına da söylenişi kolay olan "s" harfi ile Osman değil, söylenişi zor olan "t" ile Ottaman'ın geçmiş olması, bu etimolojiyi destekler.

 

Aynı şekilde 14.Yüzyılın başlarında yazan Suriyeli El Umari de bu gazinin adını Osman diye değil Otman diye yazmıştır. Türkçe çoban anlamına gelen Otman'ı destekleyen diğer işaretler: Osman’dan önceki neslin adları Orhan, Pazarlu, Savcı, Bay Hoca, Aktimur, Aydoğru, Osman döneminde neslin adları Gündüz Alp,Sarı Yatu/Sarayatu/Savcı olup sadece üç isim Türkçe değildir:

Alaeddin, Hamid, Melik.

 

İsmin Osman'a dönüştürülmesi sonradan devlete İslami bir dayanak bulmak için geliştirilmiş bir resmi tarih öğesi olabilir. Osmanoğullarını Oğuz Han ve Kayı boyuna bağlayan rivayet, dünkü paylaşımımda söylediğim gibi 1440’a doğru Yazıcızade Ali tarafından ortaya atılmış, II. Abdülhamit'ce "yeniden" keşfedilmiştir.

 

"Türk milleti"

 

Buraya kadar anlattığım “kültürel öteki” olarak "Türk" kavramının tarihçesi. "Etnik" bir terim olarak ilk kullananlar da Avrupalılar. Örneğin Montaigne’nin Denemelerinde devletin adı "L’Empire du Turc'tür. İstanbul’a sığındıktan sonra Müslüman olarak Mustafa Celaleddin adını alan Polonyalı göçmen Constantin Borzecki’nin (Nazım Hikmet'in anne tarafından büyük dedesidir) 1870’de, İstanbul ve Paris’te yayınlanan Les Turcs anciens et modernes başlıklı eseri etnik bir kimlik olarak “Türklük” bilincinin gelişmesinde önemli rol oynamıştır.

 

 

II. Abdülhamit’in hafiyelerinden Macar Yahudisi Şarkiyatçı Arminius Vambery de bu alanda kalem oynatanlardandı. Yazar Orta Asya'ya Yolculuk (1873) kitabında ‘Türk hanedanı’, ‘Türk halkları’, ‘Türk bloğu’, ‘Türkiye’ gibi terimleri bolca kullanıyordu.

Fransız Türkolog Léon Cahun’un 1873 yılında Paris’te toplanan Birinci Uluslararası Şarkiyatçılar Kongresi’nde yaptığı konuşma da benzer bir etki yapmıştır. 1873 yılı “Türkler” için önemlidir çünkü bu tarihte Çarlık Rusyası, Orta Asya’daki “Türk kökenli” Hive Özbek Hanlığı’nı egemenliği altına almıştır.

 

Bu olay da “Türklük” bilincinde önemli bir köşe taşı oluşturacaktır. Cahun’un bu duygusal ortamda geliştirdiği Orta Asya’da bir zamanlar kıyılarında Türklerin yaşadığı bir iç denizin olduğu, bu denizin kuruması üzerine Türklerin Avrasya’ya doğru göçe başladıkları tezi sonradan “Adriyatik’ten Çin Denizi’ne uzanan Türk Dünyası” olarak formüle edilmiştir.

 

Cahun’u Türkiye’de meşhur eden 1896’da yayımladığı Introduction à l’histoire de l’Asie (Asya Tarihine Giriş) adlı kitabıdır. 1889-1893 arasında keşfedilmiş olan Orhun Yazıtları’nı meşhur eden bu eserin kendisindeki nüshalarına Mustafa Kemal’in el yazısıyla notlar aldığı biliniyor.

Bu yazarların icat ettiği ‘Türklük’ kavramını Türkçülük adıyla siyasi bir projeye çevrilmesi ise yakındı.

 

1789 Fransız İhtilali’nden itibaren Avrupa’dan yayılan milliyetçilik akımlarından etkilenen etnik kesimlerin giderek imparatorluktan uzaklaştığını gören yeni kuşak elitler (Jön Türkler), imparatorluğu kurtarmak için yaşama geçirdikleri ‘Batıcılık’, ‘Osmanlıcılık’ ve ‘İslamcılık’ ideolojilerinin başarısız olması üzerine, hem etnik, hem kültürel hem siyasal anlamda Türk kimliğini öne çıkarmak şeklinde özetlenebilecek olan ‘Türkçülük’ akımına bel bağlamışlardı.

 

Batı tarzı bir modernleşmenin hızlı yaşandığı Rusya’da, esas olarak Rus milliyetçiliğine tepki olarak doğan bu akımı Osmanlı ülkesine Gaspıralı İsmail, Hüseyinzade Ali, Ağaoğlu Ahmet, Caferoğlu Ahmed, Mehmet Emin Resulzade, Zeki Velidi Togan ve Yusuf Akçura gibi Rusya kökenli aydınlar taşımıştı.

Özellikle Akçura’nın zamanında ‘romantik’, ‘garip’, ‘ham hayal’, ‘aşırı’ bulunan görüşlerini özetleyen ve daha sonra siyasal Türkçülüğün manifestosu sayılan Üç Tarzı Siyaset (1904) adlı eser, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Moiz Kohen ve Mehmet Emin başta olmak üzere geç dönem Osmanlı aydınlarını çok etkiledi.

 

1910-1914 yılları arasında Gökalp bu “yeni keşfedilen geçmişten” esinlenen çok sayıda şiir yayınlamıştır. Çarlık tarafından ülke dışına sürülen Tatar, Başkırt, ya da Azeri aydınlar Cumhuriyet döneminin ünlü Türk Tarih Tezi ya da Güneş Dil Teorisi gibi kurgularının da mimarı olacaklardır. Bundan sonrasını yarınki yazının sonunda ele alacağım...

 

 

YARIN: "TÜRKLER/OSMANLILAR" KENDİLERİNİ VE ÜLKELERİNİ NASIL ADLANDIRIYORLARDI?

 

Görsel: "Terrible Turk" 1825, John Byfield.

Not: Kaynak yazı ve kitapları yarınki yazının altına ekleyeceğim.

 

1000 YILLIK AD VERME YOLCULUĞU: TOURKIA, RUM İLİ, TÜRKİYE

 

İkinci yazı: "Türkler/Osmanlılar" Kendilerini ve Ülkelerini Nasıl Adlandırıyorlardı?

 

11. yüzyılın son çeyreğinde yazıldığı iddia edilen (bu konudaki şüphemi bir başka zaman temellendireceğim) Divan-ü Lügati’t Türk adlı eserin yazarı Kaşgarlı Mahmud, “Türkler aslında 20 boydur. Bunların her bir boyun birçok oymakları vardır ki sayısını ancak Allah bilir. Ben bunlardan kök ve ana boyları saydım. Oymakları bıraktım. Yalnız herkesin bilmesi için gerekli olanı, Oğuz kollarını (...) yazdım. Bundan başka Rûm yakınından doğuya [Çin’e] doğru –müslim ve gayrımüslim- her boyun olduğu yeri de bildirdim” der ve Türk boylarını saymaya başlar. Neresidir bu ‘Rûm’ ülkesi derseniz, tahmin edeceğiniz gibi, “Doğu Roma’nın varisi Bizans ülkesinin çekirdeğini oluşturan Anadolu’dur” derim.

 

Nitekim 13. yüzyılın başında Osmanlı Beyliği’nin kuruluşuna tanıklık ettiği tahmin edilen Yunus Emre’nin dilinde de Anadolu’nun adı ‘Türk’ değil, ‘Rûm ili’ dir. Zafernâme adlı eserin yazarı Nizameddin Şami, Timur’un 1402’de Yıldırım Bayezid’e karşı kazandığı zaferi ‘Rûmiyan’a ve Sultan-ı Rûm’a karşı kazanılmış bir zafer’ olarak tarif eder. 1402-1413 arasındaki Fetret Devri’nde, Osmanlı’ya başkaldıran Simavne Kadısı Şeyh Bedreddin’in namı ‘Hallac-ı Rûm’ (Rumların Hallac-ı Mansur’u), ‘Pertev-i Rûm’, yani Rum ışığıdır. 1399-1429 yılları arasında yaşadığı sanılan Horasan erenlerinin pirlerinden Hacı Bayram-ı Veli’nin unvanı ise ‘Şeyhü’r Rûm’.

 

Hoca Saadettin Efendi Otlukbeli Savaşı’ndan (1483) şöyle bahseder: “Rum dilaverleri kılıcı satır gibi kullanarak kasap örneği Akkoyunlu Türkmenlerine girişüp yaralı ve düşmüş koyun boğazlarcasına savaştan hepsini çıkarmışlardı.” Tacüt’t-Tevarih’te aynı savaş şöyle anlatılır: “Leş ve baş ile dolmuştu ordu yeri/Az bulunur çok eşyalar ele girdi/Kesti Türkmen boyunu Rum Padişahı/Kederlere düşen Uzun [Hasan] hadden bildi…”

 

Rum, Arap ve Acem’in farkı

 

1599 Kahire’sini tasvir ederken Gelibolulu Mustafa Âlî’nin emperyal kibirle yaptığı şu tasvire (sadeleştirilmiş dille) bakın şimdi de: “Sözün kısası, Rûm iyidir, Arap tilkilenmekte zaten köpektir. Gerçi Acemler nazik tabiatlı olurlar, ama onların çoğu münafıktır, arabozucudur. Kıskançlığı ve düşmanlığı Evram’a [Rûmlara] bırakmaz, ateşle suyu bir bardağa koyar. Rum Acemden yüz defa üstündür, bu sözü yalanlayanlar köpektir. Demek istiyorum ki eskiden Acemlerin uluları akıl ve bilgi ile ün almış iken şimdi onlarda bu hal yoktur. Türk insanındaki ululuk onlarda yoktur.” Yazarın, ‘Rûm’ derken ‘Türk’ü kastettiğini söylemeye gerek yok herhalde.

 

Ve daha nice terim

 

Ayrıca Osmanlı belgelerinde şu terimlere bolca rastlanacaktır: Osmanlı ülkesi için “Memleket-i Rûm”, ‘Bûm-i Rûm’, ‘İklim-i Rûm’, ‘Diyar-ı Rûm’, ‘Rûm ili’; şairler için “şuara-yı Rûm”, âlimler için “ulema-yı Rûm’, dervişler için ‘abdalan-ı Rûm’, akıncılar için ‘gaziyan-ı Rûm’, ‘Rûm atlılar’, ‘Rûm yiğitleri’, ‘leşker-i Rûm’; hattatlar için ‘İmâd-ı Rûm’; Türkçe için ‘Lisan-ı Rûm’; Amasya-Sivas-Tokat çevresindeki eyalet için ‘Eyalet-i Rûm’, Mevlâna için Celaleddin-i Rûmî, Anadolu Selçukluları için ‘Rûm Selçukluları’, Mısır kanunnâmelerinde Anadolu’dan gelenler için ‘Rûmlu’ veya Yavuz Sultan Selim’in annesi Gülbahar Hatun için Trabzon’da yaptırdığı Hatuniye Camii’nin kitabesine yazdırdığı gibi ‘Bânû-i Rûm’ ve daha nicesi...

 

Bir örnek de Kürtçenin efsanevi yazarı Ehmedi Xani’nin ünlü eseri Mem u Zin’in önsözünden: “Rum u Ereb u Ecem...” Yani, ‘Türk, Arap ve Fars’. Günümüze kadar gelmiş bir Kürt atasözü de var: “Berxte Rumi ya tuneye”, Anlamı “Rum'a güven olmaz, kalleştir.” Noktayı 1925'ten bir örnekle koyalım: Şeyh Said İstiklal Mahkemesi Başkanı Mahzar Müfit Bey’in “Asker-i Rum” nedir sorusuna, “Biz Kürtler, Türk askerine Asker-i Rumi deriz. Tabirdir öyle deriz.” cevabını vermiştir. .

 

Osmanlı için "Türk" neydi?

 

Eleştirel tarihe meraklı okurların düşündüğünün aksine Osmanlı'nın Türklüğe bakışı ise tek tip değildir. Kaynaklarda ‘Türk’ sözcüğü bazen olumlu, bazen olumsuz, bazen nötr bir terim olarak ortaya çıkar. Örneğin erken dönem Osmanlı tarihine dair en önemli eser olan Âşıkpaşazade’nin (ö. 1481) Tevarih-i Âli Osman adlı eserinde Türklerin Anadolu’ya nasıl geldiklerini anlatırken Türkler ‘Yafes neslinden’ olup ‘Arapları yenen bir halk’ olarak tarif ediliyor, ‘Türk diline kimsenin bakmadığı’, hatta ‘Türkün bile bu dili bilmediği’ söyleniyordu.

 

Buna karşılık 1480’de tamamlanan Vâkı’ât-ı Sultan Cem (Cem Sultan’ın Olayları) adlı eserde ise Cem Sultan’dan “Türk beğinin oğlu” olarak övgüyle söz ediliyordu. Yine Cem Sultan’ın isteği üzerine derlenen Saltukname adlı eserde Türk sözcüğü ‘Müslüman’ ve ‘Gazi’ yerine kullanılmıştı.

15. Yüzyıl yazarı Neşrî ise Selçuklu İmparatorluğu için ‘Türk Sultanlığı’ derken, “Bazıları dahi vardır ki hiç din nedir bilmezler (...) Yahudileri taklit eden, taşa, ağaca, öküze, ateşe tapan Türkler vardır” diyordu.

 

Kanuni Sultan Süleyman döneminin ilk yıllarını gören yazar Suzi Çelebi (ö. 1524) ise “Bir Türk dünyaya bedeldir” sözünü ilk sarf edendi. Ancak dönemin ünlü divan şairi Baki, ‘en büyük Türk atalarından’ dediği Kanuni’ye sunduğu şiirde ‘Ey hoca Türk ehlinden olanın biraz başı kabadır’ diyerek kafamızı karıştırır.

 

Dönemin bir başka şairi Hafız Hamdi Çelebi ise “Padişahım kainatın yaratılışından bu yana/Dünya içinde Türklüğün kötülüğünden bahsedilir/Allah Türke hiç anlayış gücü vermemiştir/O çok akıllı olsa bile pervasızdır/Türkü öldür baban olsa da/O iyilik madeni, Yüce Peygamber/‘Türkü öldürünüz kanı helaldir’ demiştir” diyecek kadar Türk’ten hoşlanmaz.

 

Kızılbaş-Türk ilişkisi

 

Çelebi’nin Peygamberin hadisini kullanarak katledilmesini önerdiği Türklerin Anadolu’nun Kızılbaş Türkmenleri olduğu anlaşılır. Nitekim 1609’da Kuyucu Murat Paşa’nın orduları Anadolu’da Kızılbaş katliamlarına devam ederken, dönemin belgelerinde Kızılbaş yerine ‘Türk’ denirken, bu terimin yanında ‘bağî’ (yolkesen), şakî (haydut), tağî (azgın), celâlî (asi), zındık (dinsiz) sıfatlarını okumak şaşırtıcı olmasa gerek. Tarihçi Koçi Bey (ö. 1650) de Türk, Tatar, Yörük gibi çeşitli terimlerle tarif ettiği ‘Türkler’ için hiç olumlu terimler kullanmıyordu. Aynı şekilde Lale Devri’nin tarihçisi Naima (ö. 1716), da merkezin perspektiften yazdığı için, Türklük kavramını olumsuz anlamda kullanmıştı. ‘Türk-ü sütürk (azgın Türk), ‘Türk-bed lika’ (çirkin yüzlü Türk), ‘etrak-ı bi idrak’ (anlayışsız, akılsız Türkler), ‘nadan Türk’ (kaba Türk) onun terimleridir.

 

Salih Özbaran’ın tezi

 

Peki, Osmanlı Devleti/İmparatorluğu, Avrupalıların dediği gibi bir Türk devleti mi, yoksa Türklerin (ve de Kürtlerin) dediği gibi Rûm devleti mi idi? Bu soruya Salih Özbaran’ın verdiği cevabına geçmeden Metin Kunt’un cevabını okuyalım: “Bir kere unutulmamalı ki hem yöneticiler, hem halk arasında Türk olmayan çoktu. Yöneticilerin bir kısmı ve kapıkulu askerlerinin hepsi, dirlik sahiplerinin bazıları Türk-Müslüman olmayanlardan oluşuyordu. Osmanlı sultanlarının gözünde de halk içinde Türkler ve Türk olmayanlar arasında bir fark yoktu. Müslüman olmayanlar ek vergi (cizye) ödüyorlardı devlete, fakat bütün halk, ister Türk olsun ister Rûm, ister Arap olsun ister Sırp, padişahın reayası idi. Buna karşılık gene de Türk devleti diyebiliriz Osmanlı devletine, çünkü ülkenin dili Türkçe idi.”

 

Türkçe konuşmak yeter mi?

 

Günümüzde, Osmanlı Devleti’nin kurucusu kabul edilen Osman Gazi’nin, Oğuzların Kayı boyundan olmadığı, hatta Oğuz boylarının askeri bürokrasisine bile dahil olmayan, cesur bir maceracı olduğu, Osman adının ‘çoban’ anlamına gelen ‘otman’ kelimesinden türediği, Osman adının ise, kendisine İslami meşruiyet kazandırmak için yaratıldığı kanısı güçlenmiş olsa da, Osmanlı hanedanının etnik olarak Türk kökenli olduğu genel olarak kabul edilir.

 

 Gerçi bir kaçı dışında, hanedanın erkekleri Türk olmayan kadınlarla evlenerek ‘Türk kanını’ sulandırmışlardı ama hanedan içinde ve devlet dairelerinde Osmanlıca denen Arapça, Türkçe, Farsça karışımı bir dil konuşulurdu. Devletin bütün kayıtları yüzlerce yıl kesintisiz bu dille tutulmuştu. Medreselerde Arapça okunur ama halkın (avamın) konuşma dili ise yukardaki şiirlerdekine benzeyen bir Türkçe idi. Ve en önemlisi Osmanlı devleti kendine "Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye" demişti.

 

 

Nitekim Salih Özbaran, “Bir devletin dilinin Türkçe -üstelik Arapça ve Farsçanın yoğun etkisi altında kalmış bir merkezi dil-olması ne kadar yeterlidir kocaman imparatorluğu Türk yapmaya?” der ve tezini açıklar:

 

“Yoksa Osmanlı Devleti bir Rûm imparatorluğu muydu?”

 

Bu görüş aslında başka tarihçilerce de dile getirilmiştir. Örneğin İlber Ortaylı’ya göre “Biz Roma İmparatorluğu’nun varisleriyiz. Ve Müslüman da olsak, Romalı" idik. Halil İnalcık’a göre Osmanlı sultanları ‘Sultan-ı Rûm’dur, ‘Kayser-i Rûm’dur. Osmanlı Devleti’nin kuruluşu hakkındaki çok önemli makalesi ile tanıdığımız Paul Wittek ise daha ileri gider ve “Danişmendiler ve Selçukiler devrini de Osmanlı İmparatorluğu ve emirlerininkini de”, “muhtelif Türk unsurları, göçebe, kasabalı ve şehirlileri” de, “hakiki Türkleri ve Türkleşmiş unsurları da” kapsayacak şekilde ‘Rûm Türkleri’ terimini önerir.

 

Cemal Kafadar’ın tezi

 

Salih Özbaran’ın atıfta bulunduğu bir diğer akademisyen tarihçi Cemal Kafadar’a göre durum biraz daha karmaşıktır:

 

“[Osmanlılar] aynen ortaçağın Küçük Asya’daki diğer halkları gibi, [Doğu] Roma topraklarının sakinleri anlamına gelen Rûmî diye adlandırılmışlardı. Bu, temelde coğrafi bir adlandırmaydı ve esas olarak o halkların yaşadığı yeri belirliyordu; ancak, coğrafyacıların ve gezginlerin gözünden kaçmadığı üzere, merkezi İslam topraklarından bakıldığında, bir sınır bölgesi olan Rûm’un Türk-Müslüman nüfusunun, onları gerek İslam dünyasının gerekse diğer Türklerden farklı kılan kendilerine özgü ve alışılmamış yönlere sahip oldukları anlaşılıyordu. Şöyle ki, Rûmi Türk olmak, aynı zamanda İslam uygarlığının, bir yandan da yeni bir bölgede kendi yaşam biçimini oluşturan diğer yandan rakip bir dinsel-uygarlığa yönelişte siyasal egemenlik kurmak için uğraş veren yeni bir bölgesel görüntüsüne sahip olmak anlamına geliyordu.”

 

Cemal Kafadar’ın bu tanımının gerek coğrafi ve politik, gerekse sosyokültürel açılardan geniş bir anlam taşıdığına işaret eden Salih Özbaran’a göre, Rûm veya Rûmî sözcüğü, Cemal Kafadar’ın ileri sürdüğü gibi, sadece ‘Arapça, Farsça ve Türkçede’ değil, Avrupa dillerinde de vardı.

 

 Örneğin Portekiz dilinde Osmanlılar için ‘Rûme’ ve ‘Rûmes’ (Rûm/Romalı ve Rûmiler/Romalılar) terimleri kullanılırdi. Endonezya ve Malezya’da 16. yüzyılda Osmanlı sultanlarına ‘Raca Rûm’ denirdi. Doğu Afrika’daki Mogadişu-Mombasa’da yerli halk, Portekizli sömürgecilere karşı ‘Rûm’dan (Osmanlı’dan) medet umarlardı.

 

Ancak, yine Salih Özbaran’ın dikkatimizi çektiği gibi Portekiz dilinde Turchia, Otomanos, Turquesca, Turquimais ve Turcos gibi terimler de vardır. Peki, bu terimler arasındaki fark nedir? Bunu 1534 yılında Hindistan’ı ziyaret eden Portekizli botanikçi Garcia da Orta da merak etmiş olmalı ki (günümüz Türkçesiyle) şöyle der hatıratında:

 

“Hindistan’da egemen güçler arasındaki savaşlara tanık olurken beyaz bir askere, birçok kez Türk olup olmadıklarını sordum, yanıtı hayır oldu, sadece Rume (Rum) olduğunu söyledi; başkalarına Rume olup olmadıklarını sorduğumda da hayır dediler, Türkten başka bir şey olmadıklarını söylediler; birinin diğerinden farkının ne olduğunu sorduğumda ise bana bunu anlayamayacağımı söylediler, çünkü ben ülkelerin adlarını bilmiyordum, dilleri de bana bir şey ifade etmiyordu.”

 

Evet, gerçekten anlaması zor bir durum.

 

Sözümüzü bağlayalım: Cemal Kafadar’a, Halil İnalcık’a ve elbette Salih Özbaran’a göre, çok dilli, çok etnili, çok dilli Osmanlı Devleti/İmparatorluğu, sadece bir ‘Türk’ devleti değildi. Bunun nedeni, Osmanlı’nın Türkleri ‘Etrâk-ı bî-idrâk’ görmesi değildi elbette. Daha doğrusu, böyle bir genelleme yapılamazdı. Ama İlber Ortaylı’nın kestirmeden söylediği gibi ‘Müslüman Roma’ da değildi. Belki de Osmanlı’nın (Cemal Kafadar'ın deyimiyle) ‘iki dünya arasındaki konumunu’ en iyi anlatan terim, ‘Rûm’ terimi idi. Günümüzde bu terime yüklenen olumsuz ve dar anlamları düşününce, Salih Özbaran’ın tezine pek çok kişinin uzak duracağını tahmin ediyorum, ama bence üzerinde düşünmeye değer bir tez, ne dersiniz?

 

YARIN: KEMALİSTLERİN "TÜRK MİLLETİ"Nİ VE TÜRKİYE'Yİ İCADI

 

 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)