22 Nisan 2017
Tarihinde Onur Vakfı’nda Yapılan Panelde Serdar Can Tarafından Yapılan Sunumun
Tam Metni
Demokratik Halk İktidarı yerleşik
halkların ekonomik, siyasal ve sosyal konumuna zarar vermeden ama pozitif bir
ayrımcılık da gözeterek asli topraklarına yerleşecek unsurların ulusal olarak
serpilip gelişmesine yardımcı olur, halkların kardeşçe ve eşit bir yaşam ilkesinden
hareketle sosyal ve siyasal bir ortam yaratır.
Sevgili Arkadaşlar;
Bu söyleşi için başvurduğum
kaynaklar, aynı zamanda konuyla ilgili detaylı bilgi edinmek isteyenlerin
okumalarını tavsiye ettiğim kaynaklardır. Söyleşide hepsinden ayrı ayrı alıntılar
yapmasak da anlattıklarımızın birçoğunu bu kaynakları okuyarak elde ettiğimizi
peşinen belirtmek isterim.
Ronald Gregory Suny–Ancak Çölde
Yaşayabilirler Ayşe Hür–Gayrimüslimlerin Tarihi Nazaret Vartanoğlu–Ermeni
Soykırımı ve Tarihin İnatçılığı Taner Akçam–Ermeni Meselesi Hallolunmuştur
Taner Akçam–1915 Yazıları Recep Maraşlı–Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi ve
1915 Ermeni Soykırımı Erdoğan Aydın–Öteki Tarih Partizan Siyasi Dergi–100.
Yılında Ermeni Soykırımını Lanetliyoruz (86. Sayı) Burçin Gerçek–Akıntıya Karşı
Nevzat Onaran–Emval-i Metruke Olayı Sait Çetinoğlu-1915 İnkâr ve Yüzleşme *
22 Nisan 2017 Tarihinde Onur Vakfı’nda Yapılan
Panelde Serdar Can Tarafından Yapılan Sunumun Tam Metni Serdar Can Doğu
Anadolu’daki Ermeni Krallıkları kendi tabirleriyle Pakraduniler ve Ardzruniler
başkentleri Ani-Kars ve Van olan krallıklar, Selçukluların
Manzigert-Malazgirt’te Roma’ya ölümcül son darbeyi vurmasıyla birlikte dağılma
sürecine girmişlerdir. Son bağımsız Ermeni Krallığı olan Kilikya (Adana Ermeni
Güney Diasporası) 1375’te Mısırlı Memlükler tarafından yenilgiye uğratılarak
çökmüştür. Tarihsel olarak Mezopotamya denilen Dicle ile Fırat nehirleri
arasında kalan bu bölgede yüzlerce halk ve topluluk farklı medeniyetler
kurmuşlardır. Asurlular, Medler, Partlar, İskirtler, Lidyalılar, Ahamenidler...
kimisi yüzlerce kimisi onlarca yıl egemenliklerinisürdürmüşlerdir.
Tarihselsürecin öğüten değirmeni birçok halkı öğütmüş, şu veya bu şekilde
baskın olan diğer halklara entegre ederek eritmiştir.
Örneğin Partlar kimlerdir? Lidyalılar kimdir?
Bu halklar nereye gittiler, nasıl kayboldular, nasıl eridiler? Onların
torunlarını nasıl anıyoruz şimdi! Kürtleştiler mi yoksa Ermenilerin içinde mi
eridiler ya da Pers uyruğuyla mı kaynaştılar? Binlerce yıllıkAsur
İmparatorluğu’nu Lidyalıların desteğini alan Medler yıkmışlardır. Medler için
Kürtlerin kurduğu ilk büyük imparatorluk denir. Ama Medlerden önce de bölgede
uzun dönemler boyunca Mitanniler, Hurriler, Gutiler kısmi coğrafyalarda kısmi
egemenlikler tesis etmişlerdir. Bunlara tarihçilerin önemli bir kesimi proto
Kürtler der. Med İmparatorluğu’nu iç karışıklıkları da kullanarak 50-60 yıl
gibi çok kısa bir sürede yıkan bir de Ahamenidler vardır. Pers’in kurucusu olan
bu topluluklar şimdiki İranlıların atalarıdır. Pers, Sasani, Safevi gibi
isimlerle anılmışlardır. 1071’le beraber bölgede egemen olan Selçuklu Türk
Devleti bilindiği gibi daha sonra Osmanlı’ya evrilmiştir. IV. Murad zamanında
İran Safevileri ile yapılan Kasr-ı Şirin Anlaşması’yla 1639 yılında bugünkü
İran ve Osmanlı sınırları belirlenmiştir. Böylece Batı Ermenistan Osmanlı’ya,
Kürdistan coğrafyasının önemli bir bölümü Osmanlı’ya, bir bölümü de İran’a
ilhak edilmiştir.
Doğu Ermenistan (bugünkü Ermenistan) 1827’ye
kadar Revan Hanlığı olarak bilinirken, 1828’de Çarlık Rusya’sı tarafından işgal
edilmiştir. 1917 Ekim Devrimi’nden sonra Rus İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla
birlikte Mayıs 1918’de Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti ilan edilmiştir.
1920’de M. Kemal önderliğindeki K. Karabekir birlikleri kısa birsüreliğine
Ermenistan’ı işgal etmiş, Sovyet kaynaklarına göre 198 bin kişiyi öldürerek
çekilmiştir. Ermenistan, 1920 Kasımı’nda Sovyetler Birliği’ne katılarak
Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adını almıştır. Kürdistan neredir,
Ermenistan (Batı) neredir? Bugün TC sınırları içinde kalan bu iki kadim
milletin toprak sınırları nerede başlar, nerede biter? Bu sorulara Partizan/151
sağlıklı cevap verebilecek tarihçi ya da bilim insanı var mıdır? Hangi objektif
göz veya bakış açısı böyle bir sınır çizebilir?
Konuşmamıza başlarken meseleyi irdeleyip
detaylarını araştıran tarihçilere teşekkür etmiş, bizim konumumuzun amatör bir
bilgi edinme olduğunu belirtmiştik. Bir siyasetçi ya da edebiyatçı olarak
tarihsel olayları iddialı bir sınıflandırma hadsizliğine asla düşmemek kaydıyla
sadece öngörü ve gözlemlerimizi ileteceğiz. Zaten ortaya çıkmış olguları
değerlendireceğiz. Osmanlıların “Vilayat-ı Sitte” diye adlandırdıkları bölge,
altı şehir veya sancaktan ibarettir. Bunlar Erzurum, Van, Bitlis, Sivas,
Harput, Elazığ ve Diyarbakır’dır. Vilayat-ı Sitte, Ermenilerin çoğunlukta
olduğu yerler anlamında kullanılırdı. Ancak o dönemin hem yerlileri hem de
yabancıları aynı coğrafyadan Kürdistan diye de bahsederler. İngiliz bir
gözlemci “Bu sadece bu ülkede Kürtlerin yerleşik olduğu anlamına gelir” diyor.
“… tıpkı Ermenistan’ın Ermenilerin yerleşik olduğu yer anlamına gelmesi gibi…
Küçük Asya’nın (Anadolu) birçok bölgesinde nüfus karışmıştır. Türkler bu
bölgelere Kürdistan demeyi tercih etseler de Ermenilerin dostları buraya
Ermenistan der.” [Ancak Çölde Yaşayabilirler, s. 76] Yüzyıllık veya beş
yüzyıllık bir dönemden bahsetmiyoruz. İki bin-üç bin yıldır yan yana yaşayan
iki kadim halktan söz ediyoruz.
Bir kent ya da kasabanın merkezinde
yaşayan nüfusun yüzde 60’ı veya 70’i Ermeni ise geriye kalan yüzde 30’u veya
40’ını Kürtler oluşturabiliyor. Aynı kent veya kasabanın kırsalında ise bu
durum tam tersi olabiliyor. Ve binlerce yıllık bu ortak süreçte aynı yerde
defalarca nüfus yoğunlukları birbirleriyle yer değiştirmiş olabiliyor. Bir
tarihsel süreçte bir Ermeni Krallığı’na bağlı olan kasaba, başka bir tarihsel
süreçte Kürtlerin isyan merkezi olarak anılabiliyor. Evet; Kürdistan neresidir,
Ermenistan neredir? Hangi köy kimin, hangi kasaba kime aittir? Asla içinden
çıkılamayacak, tespiti mümkün olmayan bir durumdur söz konusu olan… Oysa
milliyetçi gözlükle olaya bakanlar için durum hiç de böyle karmaşık değildir.
Ermeni milliyetçilerine göre bütün buralar Ermenistan’dır. Kürt
milliyetçilerine göre de burası Kürdistan’dır. Fetihçi milliyetçilere göre ise
ne Kürdistan ne de Ermenistan’dır, bütün misak-ı milli Türk’tür. İslamcı
siyaset ise çok daha oynaktır. Onlara göre topluluklar milli olarak değil ümmi
olarak ayrılırlar. Ancak nedense Osmanlı’nın İslamcıları Osmanlı’yı kutsayıp
yere göğe sığdıramazken,Arap İslamcıları da aynışeyiAraplar için söyler ve
savunurlar. Filolojik olarak dilin tarihsel olaylarda başlı başına bir delil
olarak kullanılamayacağını başta tarihçiler söyler. Bunlar ancak başka verileri
kuvvetlendiren Partizan/152 yan deliller olarak kabul görür. Ağrı Dağı örneğini
ele alalım.
Yabancılar, Avrupalılar bu dağı
Aramice’den gelen ismiyle Ararat diye anarlar. Filolojik olarak Aramice ile
hiçbir organik bağı olmayan Ermenice’de bu dağa Masis denir. Yine aynı saikle
Aramice ile organik bağı olmayan, aksine Ermenice ile aynı dil grubunda olan
Kürtçe’de dağın adıAgıri’dir. Selçuklu Türkleri Eğri Dağ diye adlandırmış
olsalar da Osmanlılar Ağır ya da Ağrı Dağı demişlerdir. Türklerin kullandığı bu
isimlerin Kürtçe Agıri’den türediğini düşünmekteyiz. Kürtçe’de Agıri ateş ya da
ateşli anlamına gelir. Ağrı’nın volkanik bir dağ olduğunu ve en son 1840’ta
ifrazat püskürttüğünü düşünürsek Türklerin kullandığı isimlerin Kürtlerin
kullandığı Agıri’den dönüştürüldüğünü söyleyebiliriz. Peki, salt bundan hareketle
o dağın bir Kürt dağı olduğunu iddia edebilir miyiz? Eteklerinde binlerce yıl
yaşamış olan Ermeniler de çıkıp “Biz de Masis diyoruz ve bu isim sadece bize
aittir. Dolayısıyla Ermeni dağıdır” dediklerinde sadece filolojik bir iddia
olmaktan öteye geçmez. Sonuç olarak üç bin yıllık bir tarihi dönemi aynı
topraklar üzerinde kah şunun kah bunun denetiminde; bazen egemen bazen tabi
olarak yaşamış bu iki halkın Anadolu coğrafyasındaki toprakları girift ve
çözülemezdir.
*** Yaklaşık 100 yıl önce Ermeniler bu
topraklar üzerinde planlı bir soykırıma tabi tutularak yok edilmiştir. Taner
Akçam’ın titiz araştırma ve detayları ayrıntılı incelenmesiyle bazı rakamlar
net olarak ortaya çıkmıştır. Talat Paşa’nın şahsi defterinden hareketle sırf
tehcir, yani sürgün mağdurlarının 1 milyon 200 bin küsur olduğu tespit
edilmiştir. Yine birçok kaynaktan biliyoruz ki Doğu Ermenistan’a kaçabilmeyi
başaran 50-100 bin kişi dışında tehcir kurbanlarının yüzde 80-90’ı yollarda ve
vardıkları yerlerde katledilmişlerdir. 1894 ile 1918 arası yaşanan bu utanç
yıllarından sonra bu topraklar üzerinde bin yıllarla tabir edebileceğimiz bir
süreç yaşamış olan bu halk, bütün kültürel-folklorik birikimiyle beraber yok
edilmiştir. Artık herhangi bir vilayette bırakınız çoğunluk ya da azınlık olmayı
parmakla sayılır bir duruma düşürülmüşlerdir. Meselenin günümüzdeki hali ise
tam bir utanç komedyasıdır. Bunca zulme, mezalime maruz kalmış bu halkın adı
küfürle eşdeğer anılmaktadır. Akıl almaz bir vahşetle neredeyse ulus olarak yok
oluşun eşiğine getirilmiş olan bu topluluk sanki bunlar hiç olmamış gibi, tam
tersi olmuş gibi inanılmaz iftiralarla yüz yüze kalmıştır. Kalan 3-5 Ermeni
kendi ismiyle bile yaşayamaz olmuştur.
Hrantlar kendini Fırat, Ohannesler
Orhan, Varujanlar Varol olarak tanıtmak zorunda kalmıştır.
Partizan/153
Ermeni tohumu, Rum tohumu, pis
Yahudi gibi terimler Türkçe’ye birer deyim olarak girmiştir. Ülkenin başbakanı
çıkıp “Affedersiniz bana Rum dediler” diyerek milyonlara bu şekilde hitap
edebiliyor. “Affedersiniz” derken kelimeyi nasıl utanç verici bir manada
telaffuz ettiğini görüyoruz. Maddisoykırım gerçekleşmiş ancak kültürelsoykırım
bitmemiş ve devam etmektedir. Üzerine ölü toprağı serilen mesele tam tersine
dezenforme edilerek neredeyse bilinçlerden sökülüp alınmıştır. 1980 ve sonrasında
Asala eylemleriyle birlikte mesele yeniden gündeme gelmiştir. 1980’e kadar
“Aksine Ermeniler Türkleri katletti” vaazlarından vazgeçilmiş, yeni ve “çağa
uygun” söylemler geliştirilmiştir. Önceleri “Erzurum’da bulunan toplu mezardan
Kuran-ı Kerim çıktı” ya da “Hınıs’ta Ermenilerin katlettiği Türklerin
mezarından üzerinde ay yıldız olan bir tütün tabakası çıktı” gibi uyduruk
gerekçeler yerine, nispeten daha savunulabilir, ortalama Türk milliyeti kafa
yapısına uygun yeni söylemler geliştirilmiştir. “Savaş yıllarıdır. Bütün
dünyanın gözü Osmanlı topraklarındadır.
Ruslar Doğu Anadolu’ya, Doğu
Karadeniz’e girmiştir ve bizim koynumuzdaki yılan olan Ermeniler saf
değiştirmiştir, askerimizi arkadan hançerlemektedirler. Hınçak’tı Taşnak’tı
Ermeni çetecileri Rus saflarında bize karşı savaşmaktadırlar… Ee ne
yapılabilir? Tehcir Kanunu çıkarılmıştır. Tabii o zamanki ulaşım şartları
elverişli değildir. Sürgün yollarında bir takım telefat yaşanmıştır. Özellikle
Kürtler Çerkesler sürgün kafilelerinin yollarını kesip soymuş ve bazen
öldürmüştür.” “Ancak Ermeniler üzerinde yaşadıkları vatana ihanet etmese, selam
durdukları bayrağa ihanet etmese bunlar olmazdı. Ne yazık ki birkaç bin Ermeni
bu şekilde hayatını kaybetmiştir. Ama kabahat kendilerinindir.” Lafta dindarlığı
da milliyetçiliğe iliştirmiş yeni bir kafa yapısı yukarıdaki açıklamalarla
“yeni Ermeni manifestosu” olarak savunulmaktadır. Bu belirlemelere eklenecek
bir kelimeleri dahi yoktur. İster üniversite gençliği ister esnaf ister
kahvehanede kâğıt oynayan insanlara sorunuz, papağan gibi size şu
söylediklerimizi tekrarlayacaklardır. Ne bir eksik ne bir fazla… Milliyetçilik
son iki yüz yılın en etkili zehridir. Asla mantıkla bir araya getirilemez ve
hiçbir şırınga milliyetçiliğe hümanizm enjekte edemez. Onlara bir ulusun
bağımsızlık hakkı olduğunu kabul ettiremezsiniz! Onlara bir halkın
özgürlük-bağımsızlık savaşçılarının olabileceğini, bunun halkların doğal
yapısında olduğunu ancak örgütlere karşı savaşımın bir halkın 7’den 70’e bütün
fertlerine karşı yöneltilmesinin yanlış olduğunu kabul ettiremezsiniz! Örgüt
veya çetelerle savaş ile sivil halka yönelik bir savaşın aynı sayılamayacağını
kabul ettiremezsiniz!
Partizan/154
Ülkenin doğusu için bahane
gösterilen bir olgudan batıdakilerin Yozgat’taki Eskişehir’deki Kayseri’deki ya
da İstanbul, Kastamonu’daki insanların sorumlu tutulmasının yanlış olduğunu
kabul ettiremezsiniz! Çünkü doğru veya eğri olmanın kıstası aynı milliyetten
olup olmama ile özdeş hale getirilmiştir. Örneğin Bosna-Hersek Türklerinin bir
dönem için Ermenilerle aynı kaderi paylaşmasının Sırplar ya da Hırvatlar
açısından savunulabilir olduğu savını ortaya attığınızda apışıp kalır ve bu kez
tam tersine dönerler. Çünkü bütün milliyetçilikler gibi Türk milliyetçiliğinin
de ölçüsü doğru-yanlış ya da haklı-haksız değil, Türk olup olmamaktır. Onlara
1915’teki Osmanlı ile 1995’teki Sırbistan’ın ve yine 1915 Ermenileriyle
1995’teki Bosnalı Türklerin aynı zaviyede olduğunu, 1995’teki Türk’ü savunanın
1915’teki Ermeni’yi savunması gerektiğini kabul ettiremezsiniz. Çünkü
milliyetçilik mantıkla bağdaşmaz. *** Soykırımın uluslararası tanımı yapılırken
şu sıralama esas alınmaktadır.
Soykırımın Sekiz Evresi 1- Classification
(Gruplaştırma) 2- Symbolization (Damgalama-Simgeleme) 3- Dehumanization
(İnsandan Saymama-İnsancıl ÖzelliklerindenArındırma) 4- Organization
(Örgütlenme) 5- Polarization (Kutuplaşma) 6- Preparation (Ön Hazırlık) 7-
Extermination (Yok Etme-İmha) 8- Denial (İnkârcılık) (Partizan Dergisi, sayı
86) Birinci maddede soykırıma tabi tutulacak kesimin etnik veya dinsel veya
sosyal olarak birleştirilmesi, ikinci maddede ise az önce sözünü ettiğimiz gibi
“Ermeni dölü”, “Rum tohumu” ya da “pis Yahudi” veya “kuyruklu Kürt” gibi
terimlerle damgalama ve simgeleme örnekleri… Sohbetimiz içinde yer yer geriye
dönerek bu konular hakkında örnekler sunacağız. Üçüncüye şimdilerde
ötekileştirme diyorlar. Ermeni’yi, Kürt’ü ya da Ezidi’yi sınıf ve tabakalarına
göre değil de bir bütün olarak niteleme ve onlar hakkında algı yaratma…
70-80’li yıllara kadar Aleviler için “mum söndü”, Ezidiler için “şeytana tapma
ibadeti” hikâyeleri anlatılırdı. Soykırımın dördüncü evresi örgütlenme daha çok
kendini paramiliter örgütlenmeler olarak ortaya koyar.
Yarı askeri illegal yeraltı
örgütlenmeleri… Silahlı gönüllü birlikler… Çerkes ve Kürt çeteleri, Rum katliam
ve sürgünleri sırasında oluşturulan ve daha sonra Koçgiri Kürt Ayaklanması’nı
bastırmak için görevlendirilen (Mustafa Kemal tarafında Topal Osman’a
kurdurulan) Laz Alayları… Partizan/155 Kuruluşu Abdülhamit’e dayanan, Türk
yüzbaşılarca eğitilen Kürt Hamidiye Alayları… 12 Eylül öncesi Alevi kırımlarını
gerçekleştiren Etko, Tit vb. yapılar… Şimdilerde Kürt barikat savaşlarında
ortaya çıkan Esedullah Timi… 1985- 1995 arası tamamen kontrgerilla örgütü olan
Hizbullah… Beşinci aşama kutuplaştırma aşaması daha çok suikast, sabotaj vb.
bombalama eylemleriyle gerçekleştirilir. Cemaat, grup veya etnik önderler hedef
alınır. Bu paramiliter yarı istihbarat örgütleri bazen kendi kanaat önderlerine
sanki karşıdan yapılmış gibi eylemler düzenleyerek kutuplaşmayı ters yönden
yaratırlar.
Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Taner Kışlalı, Abdi
İpekçi, Komiser Gaffar Okan suikast vb.leri buna örnek olarak verilebilir. En
son ve canlı örneğini Ceylanpınar’da evinde yatan iki polisin öldürülmesiyle
yaşadık. Akabinde Suruç bombalı eylemi gerçekleştirilerek “Barış Masası”
tekmelendi. Barış Masasına ihtiyacı olan iktidar, Kürtlerin “bunu istemeyenler
var, asıl şimdi barış masasına dört elle sarılmamız gerekir” demeleri ve öyle
düşünmeleri için kendi istihbarat örgütlerine Sakine Cansız ve yanındaki iki
kadın aktivisti öldürtmüşlerdi. Yani aynı yöntemle hem “Barış Masası”nı korumuş
ve yine aynı yöntemle devirmişlerdi. Bu tarz provokatif eylemlerle gerilim
yükseltilir, medya üzerinden yalan dolan haberlerle tırmandırılarak tam bir
kamplaşma ve kutuplaşma yaratılır. Günümüzden örnekler vermekteki gayemiz
meselenin daha iyi bilince çıkması içindir. Aslında yüzyıl önce İttihat ve
Terakki Cemiyeti tarafından uygulanmış yol ve yöntemlerdir. Ermeni evlerinin
işaretlenmesi “Kiliseler cephane deposu olmuş”, “Ermeniler askere kurşun sıktı”
teraneleri o zamanki medyatik yöntemlerdi. Altıncı aşama prova aşamasıdır. Yine
daha güncel örneklerle devam edeceğiz.Aralık 1978 Maraş Olayları resmi
rakamlara göre 105 kişinin ölümü ve yüzden fazla iş yerinin tahribiyle
sonuçlanmıştır.
Mayıs-Temmuz 1980 Çorum Olayları yine resmi
rakamlara göre 57 Alevi yurttaşın ölümü ve iş yerlerinin talanıyla
sonuçlanmıştır. 2 Temmuz 1993 Sivas’ta 33 aydın ve demokrat ve sanatçı diri
diri yakılmıştır. Diyebilirsiniz ki Çorum, Maraş veya Sivas provokasyonları bir
soykırım hazırlığı mıydı? Tabii ki hayır! Bunlar “derin devlet” dediğimiz
karanlık yapı ve güçlerin kullanım alanında olan değişik taktik ve varyasyonlar
olarak bilinmelidir. Gericileşen kapitalizmin arşivlenmiş “Özel Harekat”
dosyaları olarak sümen altında bekletilirler. Bazen bir “kaos” ya da “darbe”
hazırlığı olarak, bazen bir katliam tertibi, bazen de “Barış Masası” gibi
masaların devrilmesi amacıyla kullanılır. Konumuz özelinde Ermeni soykırımı
için yapılan ön hazırlığa tarihten onlarca örnek gösterebiliriz ama biz en can
alıcı örnekle yetineceğiz. Partizan/156 1909 Adana Katliamı Adana, Doğu’dan
gelen göçmen işçi topluluklarıyla ve yerel örgüsüyle kozmopolit bir yapıya
sahiptir. Kentin yarısından fazlası Hıristiyan’dır. Dönem itibariyle Ermeni
mevcudiyeti ise 30 binden fazladır. Ticarette Müslümanlara oranla daha
imtiyazlı ve parasal olarak daha güçlüdürler. Bu zenginliğe içerleyen yerli bir
tabaka zaten mevcuttur. Bundan yaklaşık 110 yıl önceAdana Katliamı hangi
yaygaralarla başlıyor biliyor musunuz? Hiç yabancı olmadığımız şeyler.
“Ermeniler tarafından cami yakıldı!” “Ermeniler kiliselerde cephane
biriktiriyor!” “Hükümet askerlerine Ermenilerce ateş açıldı!” Halkın dinsel ve
etnik hassasiyetlerini bir diğerine karşı silah olarak kullanma ve kışkırtma
yöntemi hiç değişmiyor. 70 yıl sonra Maraş’ta “Komünistler cami yaktı!”
yaygarasıyla başlatılmıştı olaylar...
Konumuza dönelim…
Yağmalanan evler, yakılıp yıkılan
dükkânlar ve binlerce kadın, çocuk, insan cesedi… Bilanço tam bir katliam: 30
bin ölü…Yakılıp yıkılmış, talan edilmiş binlerce dükkân ve ev… Bu ev ve
dükkânların yüzde 90’ı Ermenilere ait… 30 bin ölüden 1000-2000’i Müslüman,
gerisi tamamen Ermeni… Komediye bakın! Öldürülenler Ermeni, evi barkı yakılıp yıkılanlar
Ermeni ama olayların müsebbibi yine Ermeniler olarak gösteriliyor. İddianın
inandırıcılığının hangi düzeyde olduğunu bilançodan çok iyi çıkarabiliyoruz. Bu
olaylardan sonra Adana’da (Kilikya) neredeyse Ermeni kalmıyor. 1909, Osmanlı’da
iktidar kavgalarının ayyuka çıktığı bir dönemdir. Meşrutiyetin İlanı-Feshi,
Kanuni Esasi’nin İlanı-Feshi, Meclis-i Mebusan’ın oluşturulması, padişahlığın
sembolik hale getirilmesi akabinde tekrar yetkiyle donatılması… Sizleri
tarihler ya da anlaşma isimleriyle boğmak istemiyoruz. 1870 ile 1920 arası
Osmanlı üst yapısında büyük bir siyasal istikrarsızlık dönemi darbelerin
darbeleri kovaladığı bir dönemdir. 1909 özeline gelirsek siyasal iktidar II.
Abdülhamit ile İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) arasında gidip gelen neredeyse
ortaklaşa bir hükümettir. Kilikya’da uygulanan ise tam bir soykırım ön
hazırlığıdır. 1909 Kilikya trajedisini Anadolu kadın hareketinin öncülerinden
sayılabilecek Zabel Yesayan öyküleştirmiştir. Abdülhamit’i bu katliama yönelten
sosyal, siyasal vb. nedenlere bir göz atalım. 1876’da padişah olan II.
Abdülhamit dönemine siyasal literatürümüzde “İstibdat Dönemi” denir.
Gericileşme dönemi, baskıcı uygulamaların arttığı, sansür ve siyasal
suikastların gündeme sokulduğu bir dönemdir. Uluslararası konjonkPartizan/157
Partizan/158 türde emperyalizmin kendini ağır ağır hissettirdiği bir süreç
başlamıştır. Gerilemekte olan Osmanlı İmparatorluğu, uluslararası arenada
kendine uygun bir yer aramaktadır. Zira 17. yy.dan beri ekonomik olarak
gerileyen ve sürekli toprak kaybeden bir Osmanlı vardır. 1876’da Abdülaziz’i
tahttan indirerek yerine V. Murat’ı getiren Mithat Paşa ve çevresi ruh sağlını
yitirmiş bu padişahla yürüyemeyeceklerini anlayınca Meşrutiyet ilanı şartıyla
II. Abdülhamit’i tahta oturturlar. 31 Ağustos 1876’da tahta geçen Abdülhamit
bir yıl geçmeden tarihte “93 Harbi” olarak bilinen savaşın içinde bulmuştur
kendini. Bir yıl süren bu savaş sonucu Bulgaristan, Bosna-Hersek, Sırbistan
Karadağ ve Romanya kısmen bağımsızlıklarını elde etmiş; Ruslar doğudan Kars,
Ardahan, Rize, Artvin ve Batum’u Osmanlı’nın elinden almış ve Osmanlı bu
savaşta yaklaşık 90 bin ile 120 bin arasında askeri kayıp yaşamıştır.
Ayastefanos Anlaşması’yla Osmanlı, tarihteki en kötü dönemine girmiştir.
Osmanlı-Rusya’da Osmanlı Panslavizm savaşları sonucunda Kafkaslar ve
Balkanlar’da yaşayan yaklaşık 500 bin ya da daha fazla Müslüman yaşadıkları
topraklardan sökülüp göçe zorlanmıştır. 1870’lerin şartlarında öylesi büyük bir
sürgünler yumağının kırımsız ve katliamsız gerçekleşeceğini düşünmek sofiyane
olur. Kimi tarihçilere göre 300-500, kimine göre 1 milyon Müslüman bu tarihsel
dönemde Anadolu’ya göç ettirilmiştir.
Balkanlar’dan gelen göç dalgasına
biz Boşnak ya da Arnavut derken Kafkaslar’dan gelen Abhaz, Adige, Kabarday gibi
topluluklara kısaca Çerkes demişiz. Savaş ve sonrası stratejisinin Osmanlı üst
yapısına nasıl yansıyacağını tahmin etmeye çalışalım. Bunun Osmanlı
bürokrasisi, askeri hiyerarşisi ve aydınları üzerinde nasıl bir düşünce
dönüşümüne, nasıl bir şekillenişe sebep olacağını tahmin etmeye çalışalım.
Slavlar Müslümanları yaşadıkları topraklardan sürmüş, Ruslar Ayastefanos
Anlaşması’yla Anadolu topraklarının bir kısmını Batum da dâhil olmak üzere
ilhak etmiş ve yine aynı anlaşmayla Ermeniler için bazı iyileştirmeler istiyor,
yarı otonom sayılabilecek bir yerel yönetimi Osmanlı’ya dayatmıştır. Buraya bir
parantez açarak önceleri sıradan bir posta memuru olan, sonradan İTC
hükümetlerinde iç işleri bakanlığına kadar yükselen Talat’ın ruh haline bir göz
atalım. Eşinin anılarından öğrendiğimiz kadarıyla Edirne’nin Bulgarlara teslim
edilmesinden sonra ilk kez ağlıyor ve “…ömrümün geri kalanını Yunan, Bulgar ve
Karadağlılardan intikam almaya vakfetmeye razıyım” diyor. Osmanlıcılık ile
milliyetçilik arasında gidip gelen ve giderek radikalleşen ve hatta ileride bir
canavara dönüşen Talat’ın kişiliğini toplumsal süreçten bağım- Partizan/159 sız
bir şekilde ele almamız mümkün değildir. Rusya Ermenistan’a oynarken yenilmiş
Abdülhamit aklınca bir diplomasi atağına kalkıyor. 4 Haziran 1978’de gizli
Kıbrıs Sözleşmesi’yle Rusya’ya karşı kendilerinin safında savaşma sözü
karşılığında Kıbrıs’ı İngilizlere veriyor. Bir yandan İngilizlerle flört eden
Abdülhamit, öte yandan da Almanlarla beraber Hicaz Demiryolunun inşasına
başlamıştır. Abdülhamit’e göre (ki İslam Halifesidir) bu demiryolu İslami
birliğin pekiştiricisi olacaktır. Bu demiryolu ile beraber İslam dünyası maddi
ve manevi olarak Osmanlı ile daha sıkı bağlar içine girecektir. “Birleştirici
bir inanç olarak İslam’ın vurgulanması aynı zamanda Hindistan’da milyonlarca
Müslümana hükmeden İngilizleri de korkutuyordu. Londra Osmanlı etkisini
baltalamak için Arap topraklarında gizliden gizliye faaliyetler yürütüyor”du.
“Bu arada rakibi Alman kayzeri de kendisini dünya Müslümanlarının savunucusu
ilan etmişti.” (Gregor Suny, Ancak Çölde Yaşayabilirler, s. 152) Diplomasi
atağına devam eden Abdülhamit Ayastefanos’tan 4 ay sonra Temmuz 1978’de
tarafları ikna ederek Berlin Anlaşması için masa etrafına topluyordu.
Balkanlar’da Bulgarlara prenslik ve diğer ülkelere de önemli imtiyazlar
verilerek masadan kalkılıyordu. Ama en azından Rusların tehdit olduğu konusunda
Batılı ülkeler ikna edilmişti.
Tabii bu anlaşmada da aynı
Ayestafanos’da olduğu gibi Ermenilerin Osmanlı içindeki statülerini iyileştirme
noktasında bir takım reform sözleri verilmişti. Ancak ne Ayestafanos ne de
Berlin Anlaşması’nın bu hükümleri asla hayata geçmemiştir. Bir tarafta
Almanya-Avusturya, diğer tarafta İngilizler ve Fransızlar ve kendine güçlü
müttefikler yaratmaya çabalayan bir Osmanlı… Osmanlılar Müslüman burjuvaziye
oranla ticaret burjuvazisi gelişmiş ve batıdan başlayan uluslaşma hareketinin
nispeten nüvelerini taşıyan Hıristiyan topluluklardan darbe yiyordu. Uluslaşma
ve bunun yarattığı bağımsızlık hareketleri imparatorluğun çevresinde olduğu
kadar olmasa da imparatorluğun bizzat göbeğinde yani Anadolu’da da baş
göstermeye başlamıştı. Ermeniler ve Kürtler! Müslüman topluluklar olması
hasebiyle Kürtlerin bir potaya sokularak hizaya getirilmesi için formüller
vardı. Ancak daha düne kadar “Millet-i Sadıka” unvanıyla anılan Ermeniler için
bir formül bulunamıyordu. Ermeni, Rum ve Yahudi burjuvazisi diğer yerel
burjuvaziye oranla palazlanmış ve önemli bir güç haline gelmişti.
Müslüman burjuvazi zayıf ve cılız
bir halde çırpınırken gayrimüslim burjuvazi nasıl sultanlara borç verecek kadar
büyük bir ekonomik güç haline dönüşmüştü? Burada kilometre taşı 1838’de
imzalanan Baltalimanı Anlaşması’dır. Bu anlaşma da aynı gizli Kıbrıs
Anlaşması’nda olduğu gibi bir çeşit rüşvet anlaşmasıdır. Gerilemeye başlamış
ekonomik dar boğazlarda çırpınan Osmanlı’da iç isyanların boy verdiği bir
süreçte imzalanmıştır. Başını Mısır valisi Kavalalı M. Ali Paşa ile hariciye
nazırı Mustafa Reşit Paşa’nın çektiği isyan Osmanlı saltanatını ciddi olarak
tehdit eder hale gelmiştir. İsyanın bastırılması için İngilizlerin ayağına
giden II. Mahmut yardım karşılığında Baltalimanı Anlaşması’nı imzalamıştır. Bu
ticari anlaşmaya göre Osmanlı’nın tarım ürünleri üzerine uyguladığı tekel son
buluyordu. Gümrük vergileri neredeyse sıfırlanıyor ve Britanyalı tüccarlar
yerli tüccarların yararlandığı bütün imtiyazlardan yararlanıyordu. Yerli tüccar
örneğin malını bir şehirden diğer şehre getirmek için “transit vergisi” öderken
Britanyalı tüccarlar bir defalığına ülkeye girişte küçük bir vergi ödedikten
sonra malını Osmanlı sınırları içinde hiçbir vergi ödemeden istediği yere
nakledebiliyordu. İzleyen 3 yıl içinde benzeri anlaşmalar Fransa, İsveç,
Norveç, Danimarka, Hollanda, İspanya ve Portekiz’le de imzalanmıştı. Ticari
kapitalizmin gelişmesi için bütün kapılar açılmıştı. Ticarette daha çok
Osmanlı’daki gayrimüslim tüccarları muhatap alan Batılılar bu hamleleriyle
gelir dağılımındaki eski düzeni bozmuş, Müslüman lonca ve çalışanları ile
köylülerin giderek daha çok yoksullaşmasına yol açmıştır. “19.yy’ın
ortalarından itibaren Müslümanlar iş dünyasında ekonomik ve toplumsal bakımdan
gayrimüslimlere tabii olmuştu. Yüzyılın başında imparatorluktaki 42 matbaadan
sadece 11’i Müslümanlara, metal işleme fabrikalarından 1’i Müslümanlara 22’si
gayrimüslimlere aitti. Bursa’daki ham ipek imalathanelerinden 6’sı
Müslümanlara, 2’si devlete, 33’ü gayrimüslimlere aitti.” (Ancak Çölde
Yaşayabilirler, s.80) Bu bilanço gayrimüslim tüccarları gözle görünür bir
biçimde Müslüman tüccarlar karşısında farklılaştırmıştı. Osmanlı’nın yerel
Müslüman burjuvazisinin güdük ve cılız, sanayisinin ise yeterli boyutlara
ulaşamamasının nedenlerini bu anlaşmalara (1838 Baltalimanı ve ilerleyen 4 yıl
içinde yapılan diğer anlaşmalar) bağlayan tarihçi ve ekonomist sayısı küçümsenmeyecek
kadar çoktur. Ağır vergiler altında ezilen Osmanlı küçük işletmeleri Avrupalı
ticaret burjuvazisiyle rekabet şansını yitirmiş, köylülük ve yarı-proleter diye
sınıflandırabileceğimiz kesim ne topraktan kopabilmiş ne de küçük zanaatlar
tabakasına girebilmiştir. 1830-1870 arası bu dönem Osmanlı için ekonomik yıkım
dönePartizan/160 midir. Aldığı borcu yeni bir borçla ödemek zorunda kalan
Osmanlı ayakta durabilmek için reayaya vergi üstüne vergi bindirmeye
başlamıştır. Ta Selçuklu’dan beri hatta OrtaAsya’nın steplerinden beri
ekonomisini talan, fetih-talan ve haraç üzerine oturtmuş olan Osmanlı’nın bu
iktisat kültürü halk edebiyatına bile konu olmuştur. “Şalvarı şaltak Osmanlı
Eyeri kaltak Osmanlı Ekende yok biçende yok Yiyende ortak Osmanlı” (Erdoğan
Aydın-Öteki Tarih) Halk edebiyatının bu eşsiz örneğinde de görüldüğü gibi
Osmanlı iktisadiyatı üretim veya istihdamdan daha çok vergi ve haraç üzerinde
şekillenen bir iktisadiyattır. Osmanlı iktisadındaki bu düzenin üst yapısal
yansıması kendini öncelikle aydınlar içinde göstermeye başlamıştı. Bir yanda
emperyal diğer yandan ulus devletler, bir yandan devletlerin ulusları tespit
etmesi gerektiğini savunan milliyetçilik akımı diğer yanda ilahi olarak atanmış
yöneticilere fetih haklarına ve hanedanların devamıyla bahşedilen yetkiye
dayalı bir paradigma vardı.
Osmanlı elitleri “Batılılaşmak” adı
altında yeni fikir ve akımlarla temas etmişlerdi. Ulus olmanın imparatorluktan
ayrılmayı meşru kılacak “kendi kaderlerini tayin hakkı” gibi parlak yanları,
kanunlar karşısında eşitlik ilkesi vardı. Ayrıca meşrutiyetlerle beraber
Osmanlı hiyerarşisinin kadim geleneklerini baltalayan anlayışlar gelişiyordu.
Bununla beraber emperyal geleneklerden kopmak istemeyen daha doğrusu
imparatorluğun işgalci-ilhakçı özelliklerini muhafaza ederek fakat siyasal üst
yapısını benimsemeyen hem Panislamizm hem de Pantürkizm’i benimseyen oldukça
güçlü bir akım da vardı. Bu akım daha çok askeri yapı içinde örgütleniyordu.
“Ulusu neyin oluşturduğu konusundaki muğlaklık Osmanlı Türkleri arasında güçlü
ve tutarlı bir milliyetçiliğin gelişmesini engelledi ya da en azından
geciktirdi.” “Türkçü ve Turancı anlayışın nüveleri en azından ‘Türk olmaktan
Türki bir dil konuşmaktan gurur’ duyan yaklaşımlar yine burjuvazi ve
proletaryanın en önce serpilmeye başladığı Bakü, Kırım ve Tiflis civarında ses
vermeye başlamıştı. Bu akımın öncüleri Kırım’da İsmail Gaspralı, Güney
Kafkasya’da Mirza Fetali Ahundo ve Bakü’de Hüseyinizade Ali Bey gibi
aydınlardı.” (Ancak Çölde Yaşayabilirler, s.178) Partizan/161 Aynı topraklar
Ermeni siyasal oluşumlarına da sahne oluyordu. Rus hükümetinin 1885’te Ermeni
okullarını kapatarak başlattığı yeni asimilasyon girişimi Ermeni aydın ve
gençlerini harekete geçirmişti. Bu arada Güney Kafkasya’da demografik olarak
Ermenilerin azımsanmayacak bir yoğunlukta olduğunu söyleyelim. Mesela Bakü’de
nüfusun yüzde 50’ye, Tiflis’te yüzde 30’a yakınının Ermeni olduğu
bilinmektedir. Bakü iş dünyasının egemeni Ermeni burjuvazisidir. Dolayısıyla
sınıf olarak proletarya ve yeniçağın aydınlık fikirleri de öncelikle bu
topraklarda filizlenmiştir. Rus baskısıyla serbest örgütlenme imkânı bulamayan
Ermeni aydınlar 1886’da Cenevre’ye geçerek Hınçak (Çan) Partisi’ni kurdular.
Hınçak kendisini sosyalist olarak tanımlamasına rağmen Marksizm’e mesafeli
duran bir partidir. Daha önceleri 1870’lerde liberal bir dünya görüşünün
savunucusu olan Mşag Gazetesi etrafına toplanan ve Rus yanlısı bir çizgi
savunan aydınların birçoğu Hınçak saflarına geçmiştir.
Avedis Nazarbekyan ve eşi Mara
Vartanyan Hınçak’ın iki kurucu önderiydi. Bu ikili bağımsız-sosyalist ve
birleşik bir Ermenistan’ı savunuyordu. İzledikleri güzergah silahlı
mücadeleydi. Önce Osmanlı Ermenilerini kurtaracak, daha sonra bu Rus ve İranlı
Ermenilere esin kaynağı olacak ve böylece Birleşik Sosyalist Ermenistan kurulacaktı.
Aynı yıllarda Rus popülizminden etkilenmiş bir grup genç Ermeni Yeridasart
Hayastan (Genç Ermenistan) adlı bir örgüt kurarak Osmanlı ve İran’da
örgütlenmeye başlamıştı. 1890’da Tiflis’te Kafkas radikalleriyle bir araya
gelen Hınçaklar, Taşnaksutyun (Ermeni Devrimci Federasyonu) kuruyorlar. Ancak 1
yıl geçmeden sosyalist olduğunu iddia eden Hınçaklar ayrılıyor ve yine Hınçak
olarak devam ediyorlardı. Anadolu’nun ilk Ermeni siyasal oluşumu ise Armenagan
adı ile Van’da kurulmuştur. “Aktivist öğretmen Mıgırdiç Partukalyan Van’daki
bazı Ermenilerin bağımsız Ermenistan’ı devrimle kurabileceklerini düşünmelerine
esin kaynağı olmuştu.” (Ancak Çölde Yaşayabilirler, s.114) Legal ve illegal
oluşum ve yayınlar için daha detaylı araştırmalara ihtiyaç vardır. Bilinen ilk
Ermenice gazetenin 18. yy. sonlarına doğru Madras (Kastamonu)’ta çıkarıldığı
bilinmektedir. Hızla değişip dönüşen siyasal dünya Taşnaklar’ı biraz daha
milliyetçi bir güzergâha doğru iterken Hınçakların durmadan bölünmesine sebep
oluyordu. Bu bölünmeler herhangi bir sınıf ya da zümreden çok bütün ulusun
partisi olduğunu savlayan Taşnaklar’ın işine yarıyordu. Hızla gelişen ve
büyüyen Taşnak, “bağımsız Ermenistan” şiarını terk etmiş ve bunun yerine “özgür
Ermenistan” şiarına sarılmıştı. Buna göre her Ermeni topluluğu kendi bulunduğu
imparatorluk sınırları içinde iyileştirmeler ve reformlarla daha özgür hale
gelecekti. Aynı dönemde Rusya nasıl bir sıkı asimilasyon politikasını hayata
geçirmişseAbdülhamit de bundan hiç geri kalmamıştı. Bütün ulusal ifade
biçimleri yasaklanmıştı. Artık hiçbir eserde Ermenistan sözcüğü
kullanılamıyordu.
Hatta 500 yıl önce yaşamış
Ermenistan kralı V. Levon’un resimlerini basmak bile yasaktı. Kıbrıs’ı almasına
rağmen Britanya’nın Osmanlı’ya desteği geriliyor, aksine Alman ve Fransız
nüfuzu büyüyordu.ArtıkAlmanlarla Fransızlar kıyasıya bir rekabet içindeydiler.
İngilizlerdense Almanlarla daha sıkı fıkı olan Abdülhamit sansür ve
suikastlarla pekiştirdiği gericiliğe Hamidiye Alayları’nı kurdurarak yeni bir
yönelim katmıştı. 1890’ların başında İslam kimliği altında düzensiz, başına
buyruk Kürt alayları oluşturulmuş ve silahlandırılmıştı. Ermenilere yönelik en
büyük toprak ve arazi gaspları bu dönemde yaşanmıştır. Vergi üstüne vergi
ödeyen Ermeni, gasp edilen arazisinin bile vergisini ödemek zorundaydı.
Ermenilerin kendi öz savunma birliklerini oluşturmaktan başka hiçbir çaresi
yoktu. Yer yer Ermeni direnişleri baş göstermeye başlamıştı. 1891-94 arası
Sason Direnişleri (bugünkü Siirt-Batman arası olan bölge), 1892’de Zeytun
(Maraş bölgesi) ve 1895-96’da büyük Van direnişlerinin hemen hepsi Hamidiye
Alayları’nın desteğiyle bastırılmıştır. Birbirinden kopuk ve aralarında
koordine olmayan bu yöresel direnişlerin hepsi aynı yöntemlerle birkaç yıl
içinde ezilmiştir. Ermenilerin “terbiyecisi” olarak addedilen Kürtler, bu
karmaşada palazlanıyor, güçleniyor, silahlı ve yasal güç sayılmalarından dolayı
bölgenin nüfuzunda önemli derecede söz sahibi oluyorlardı. Birbirini takip eden
irili ufaklı yüzlerce direniş birkaç ay ya da yıl arayla peş peşe
bastırılıyordu. Erzurum, Trabzon, Arapgir, Bayburt, Bitlis, Urfa, Diyarbakır,
Hacın (Sainbeyli)… Bir daha Zeytun… Bir daha Sason… Bir daha Van… “Sivas
Gürün’de katliam öncesinde 2 bin Ermeni varken sadece 500’ü hayatta kalıyor.”
“Dersim’den gelen Kürtler Harput’ta kasabalara girip Ermenileri öldürmeye,
evlerini yağmalayıp yakmaya başlıyor. Buna Türkler de katılıyor.” (Ancak Çölde
Yaşayabilirler, s.151-152) Diyarbakır’da ismi bugün bile hala “Çarşiya Şewıti”
(Yanık Çarşı) olan Ermenilere ait yüzlerce işyeri, yarı sivil çetelerce bir
günde yakılıyor. 3-5 gün içinde 1200’e yakın Ermeni öldürülüyor, 500’den fazla
kız çocuğu ve genç kadın Kürtler tarafından kaçırılarak zorla İslam’a
geçiriliyor… Konuşmamızın başlarında başarılı olan her provokatif eylem
biçiminin OsPartizan/163 manlı’nın savaş ve siyaset arşivine girdiğini ve yeri
ve zamanı geldiğine evrimleşmiş yeni şekilleriyle çağa uygun olarak tekrar
kullanıldığını söylemiştik. Kutuplaştırarak Ermeni’yi Kürt’e, Rum’u Laz’a
kırdırma taktikleri daha sonradan Yahudi’yi Türk’e, Alevi’yi Sünni’ye kırdırma,
muhafazakârların karşısına laikleri sürme şeklinde gerçekleşmiştir. 1890’da
Hamidiye Alayları, 1920’lerde Laz Alayları, 1985’te koruculuk sistemi, bunların
tümü halkı halka kırdırma metotlarıdır. Tarihte başarılı olduğu görüldüğü için
iktidar sahibi hâkim sınıflar tarafından isim vs. değiştirilerek sürekli
kullanılırlar.
Ermeni meselesi çok ciddiydi.
Bulgaristan ya da Sırbistan meselesine benzemiyordu.
Çünkü
imparatorluğun şurasında burasında değil tam
göbeğinde, Anadolu’da patlak vermişti. “Abdülhamit döneminde yapılan kıyımların
büyük bölümünü hükümet birlikleri ve onların öldürme izni verdikleri
kalabalıklar gerçekleştirmişti. Katliamlar sona erdiğinde tahminlere göre 100
bin ile 300 bin arası Ermeni hayatını kaybetmişti.” (Ancak Çölde
Yaşayabilirler, s.160) Abdülhamit Osmanlı padişahları içinde bireysel maddi
birikimi en fazla olan padişahtır. Aynı bir tüccar ya da sanayici gibi birçok
ticari alanda şahsi sermaye bulundurmaktaydı. Bütün bu mali işlerini bir
Ermeni’ye yaptırmasına rağmen onda içten içe bir Ermeni düşmanlığı da vardı.
Bunu nereden çıkarıyoruz? Kişisel sohbetlerinde eski Hariciye Nazırı ve
sadrazam Said Paşa’ya şöyle diyor: “Ermeni sorunu reformla değil ancak kanla
çözülebilir.” Yine kendi hatıratında Ermeniler için şu aşağılayıcı cümleleri
kullanıyor: “Ermeniler hissetmedikleri bir acıdan dolayı ağlıyormuş gibi
görünmektedir. Büyük güçlerin arkasına saklanan ufacık birsebepten ötürü
yaygara koparan bir millettirler, bir kadın kadar korkak ve nazenindirler…”
Tarihçi Selim Deringil, Abdülhamit’in Ermenileri yok etmeyi değil sindirmeyi,
yıldırmayı ve aşağılamayı amaçladığını söyler. Aşağılamak niçin amaç edinilir?
Başkaldıran bir topluluk sindirilir, yok edinmek istenir de niçin aşağılanır?
Müsaadenizle biraz güncele dönmek istiyoruz.
Katledilen Kürt gerillaların
bedenleri kadın olsun erkek olsun çırılçıplak teşhir edilir, kulak veya
burunları kesilir ya da Dargeçit’te olduğu gibi erkekler köy meydanına
toparlanarak kadın ve çocuklarının gözü önünde dışkı yemeye zorlanır. Öldürülen
bir gerillanın karnı deşilir, bağırsakları iç organları çıkarılarak teşhir
edilir. İşkencehanelerde sorgulanan devrimciler birbirlerine işkence yapmak ya
da birbirlerinin yüzüne tükürmek için zorlanır. Örnekleri yüzlerce
çoğaltabiliriz. Bu yol savaşı kriterlePartizan/164 rine göre yapmayan
gericiliğin, faşizmin başvurduğu bir yoldur. Bunda amaç, kişinin veya
topluluğun moral değerlerini tahrip etmektir. Kişinin veya topluluğun kendine
olan güveninisarsmaktır ve kişi ve çevrede bir korku ve panik fobisi
başlatmaktır. Bu bir terör yöntemidir ve her yerde olduğu gibi burada da faşizm
bir terör iktidarıdır. Korku ve panik kalıcı hale getirilerek örgütlenme
potansiyeline sahip kişi ve topluluklarda bu potansiyeli ötelemek ya da
sıfırlamak amaçlanır. Aradan onlarca yıl geçmesine karşın gerici iktidarların
bazı savaş yöntemlerinden hiç vazgeçmediğini görüyoruz. Niçin? Kilometre
taşlarına bakalım. 1915 Ermeni Soykırımı ve bu sürece kadar coğrafyada
olagelmiş irili ufaklı Ermeni ve Kürt başkaldırılarının bastırılması başarıyla
sonuçlanmıştır. 1914-24 arası Rum katliamı ve tehciri ya da mübadelesi
başarıyla sonuçlanmıştır.
1920 Koçgiri Kürt isyanının
bastırılması, 1925 Şeyh Sait İsyanı, 1930 Ağrı ve Zilan olayları, 1938 Dersim
karşı koyuşu hep başarıyla bastırılmıştır. Faşizm ve gericilik başarı elde
ettiği hiçbir yöntemi unutmaz! Onu saklar, arşivler, yeniçağa uygun hale
getirir ve yeniden kullanır… Bir örnekle geçelim. Yaklaşık 150 yıl önce
uygulanan bir metot olan Hamidiye Alayları 30-40 yıl sonra karşımıza Laz
Alayları olarak çıkıyor. Ve yüzyıl sonra ise Koruculuk Sistemi olarak sahne
alıyor… Hamidiye Alayları’nı kim eğitip silahlandırıyordu? Koruculuğu kimler
tesis ediyor? Abdülhamit’e dönelim. Sohbetimizin başındaAbdülhamit’in
Panislamist olduğunu ve Hindistan’dan Hicaz’a kadar olan bu topraklar üzerinde
Osmanlı Saltanatı altında bir İslami birlik yaratmak istediğini söylemiştik.
Yine tarihçi Murat Özyüksel Abdülhamit’in Panislamist olmadığını söylüyor ve
pratiğini şöyle özetliyor: “…milliyetçilik virüsünün Türk olmayan Müslüman
halkları yani Araplar, Kürtler ve Arnavutları etkilemesinin önüne geçmekti.”
Ancak Özyüksel’in bu belirlemesinden bile bizAbdülhamit’in panislamist olduğunu
çıkarabiliyoruz. Tabii biz bu söyleşi babında çok iddialı savlar ileri
sürmüyoruz. Akademik olarak böyle bir kimliğe sahip değiliz. Tarihçi olduğumuz
iddiasında asla değiliz. Bir dünya görüşümüz var ve okuyup araştırdığımız
konuları kendi dünya görüşü süzgecimizden geçirip öyle yorumluyoruz.
İTC tarih sahnesine çıkıyor!
II.Abdülhamit gericiliğine karşı örgütlenen Türk aydınlarının örgütü İTC’nin
1890’lı yıllarda Selanik’te kurulduğu söylenir. Örgütün önderliği dönemin
akademisyenleri ve Osmanlı ordusu içindeki Partizan/165 genç askerlerden oluşmaktadır.
Düşünsel altyapısı 1860’larda gelişen Genç Osmanlılar grubuna dayanmaktadır.
Örgüt bütün Osmanlı tebaasının temsilcisi olduğu iddiasıyla yola çıkmış;
Ermeni, Rum, Türk, Kürt, Çerkes vd. bütün milliyetlere bir devlet çatısı
altında özgür bir hayat vaat etmektedir. İllegal bir örgütlenme anlayışına
sahip olan İTC’nin Paris’te Meşveret, Londra’da Hürriyet, Cenevre’de ise Mizan
adlı üç yayın organı vardır.Alman Kayzeri II. Vilhelm’le ciddi temasları olduğu
iddia edilen bu örgüt, son halini ise Paris’te örgütlenen Dr. Nazım ve Dr.
Bahattin Şakir’in grubuyla birleşerek almıştır. Daha sonra Anadolu’da İzmir
merkezli olarak örgütlenmelerine hız vermişlerdir. İTC’nin askeri-istihbari
örgütlenmesi günümüzde MİT olarak şekillenen Teşkilat-ı Mahsusa’dır. Soykırım
teorisi örgütün beyni olan Dr. Bahattin Şakir ve Dr. Nazım tarafından
şekillendirilmiştir. Ordu içinde Fedai-i Zabitan adı altında örgütlenen İTC’nin
ayrıca birçok legal ve illegal grubu da mevcuttur.
Bunlar Türk Gücü Cemiyeti, Türk
Ocağı, Osmanlı Genç Dernekleri, Köylü Birliği Cemiyeti, Bakü Müslümanları
Cemiyeti, Milli Talim ve Terbiye Cemiyeti, Halka Doğru Cemiyeti, Osmanlı Maarif
Cemiyeti, Osmanlı Sanatkaran Cemiyeti, Donanma Cemiyeti, Müdafaa-i Milliye
Cemiyeti, Kolaycı Esnafı Cemiyeti ve Hilali Ahmer (bugünkü adıyla Kızılay)…
1870 Anayasası ile birlikte Osmanlı’da Türkleşme eğilimle güçlenmekteydi.
Türkler diğer İslam halklarının etrafında kaynaşacağı “temel unsur” olarak
görülmeye başlanmıştı. İTC Türkçü tahayyüle bağlı yerel komiteler şeklinde örgütleniyordu.
Bu arada milliyetçilik akımı gelişiyor, Tatar entelektüel Yusuf Akçura
“Osmanlıcılık” ya da “Panislamizm” yerine Türklerin ırka dayalı bir Türk
milliyetçiliği izlemesi gerektiğini öneriyordu. Jön Türklerin okumuş kesimleri,
örneğin Ziya Gökalp, Türk ırkının “yeni bir hayat” kuracağı ve “yeni insanlar”
yetiştireceği savıyla ortaya çıkıyordu. Enver Paşa ve Mustafa Kemal’i de
bünyesine katan İTC bütün Türkçü, Turancı ve ırkçı yaklaşımlara rağmen
ideolojik anlamda henüz monolitik bir yapıya sahip değildi. Ne tam anlamıyla
Türkçü-Turancı, ne Osmanlıcı-Fetihçi, ne de yalnız milliyetçiydi. Ama şunu
görüyoruz ki, otuz küsur yıl süren II. Abdülhamit gericiliğine karşı aslında
bunların hepsini birden savunuyordu. Yeri geldiğinde Türkçü-Turancı yeri geldiğinde
ise özgürlükçü ve reformcuydu. İdeolojik ilkeler doğrultusunda bir programı
yoktu, aksine eklektik ve tamamen pragmatist-faydacı bir örgütlenme anlayışına
sahipti. Rumeli ve Balkanlar’da çok iyi örgütlenen İTC, 1908’e gelindiğinde
illegaliteden vazgeçerek açıktan parti kimliğiyle muhalefete başlamıştı. 1908
Haziran’da İngiltere ve Partizan/166 Rusya, Balkanlar ve Makedonya için
görüşmelere başladığında (buna tarihte Reval Görüşmeleri denir)Alman
yayılmacılığına karşı bir ittifak arayışında olan Osmanlı saltanatı da bu
görüşmelere katılmaya karar vermiştir. İTC’nin büyük muhalefeti bu anda
başlamıştır. Bu görüşmeler “Sultan memleketi satıyor” propagandasına
dönüştürülüp derhal yeniden 1876Anayasası’nın kabulü ya da Meşrutiyet’in
yeniden ilanı dayatmasıyla protesto edilmiştir. Açıktan bildiriler dağıtılıyor,
saraya telgraflar çekiliyor, sokak hareketleri düzenleniyordu.
Osmanlı’ya karşı çete savaşı
verenler de dâhil olmak üzere herkesle, Yunanlılarla, Makedonlarla ittifaklar
yapılıyordu. Kürt-Ermeni bütün aydınlarla ortak hareket noktaları belirleniyor,
protestolar aynı zamanda bir kutlama eylemine dönüştürülüyordu. Saltanat ise
tehdit edici bu muhalefeti bastırmak için bazı yaptırımlar içine girmişti. Buna
göre Balkan birliklerinde görevli Resneli Niyazi Bey ile Enver Bey zapt edilip
getirilmeli ve İzmir’de konuşlanmış tümenler derhal Selanik’e doğru harekete
geçirilmeliydi. Ancak tutuklama yapmak için Abdülhamit tarafından gönderilen üç
komutan ya da paşadan ikisine İTC tarafından suikastlar yapılmış ve biri de
dağa kaldırılarak bertaraf edilmiştir. Ve İzmir’den gemilere bindirilerek
Selanik’e doğru yola çıkan tümenler, İTC beyinlerinden biri olan Dr. Nazım
tarafından ikna edilerek saf değiştirmeleri sağlanmıştır. Bağımsızlıkçılık
idealini bir yana bırakarak özgürlük şiarına sarılan Taşnaksutyun da özellikle
İstanbul başta olmak üzere birçok kentte yüzlerce militanı ile bu
eylemliliklerin içine katılmıştır. Temmuz 1908, II. Meşrutiyet’in ilanı ve
Sultan M. Reşat’ın sembolik padişahlığı altında İTC iktidarının başlangıcı
olmuştur. “1908 devrimini izleyen ilk beş yıl içinde sürekli hükümet krizleri
ve şiddetli değişimler yaşandı. Jön Türklerin Osmanlı Devleti’ni yönettiği 10
yıl içinde on iki farklı kabine kuruldu ve bozuldu. (…) İTC liberal Türk
muhalefetini büyük bir düşman olarak görüyor, Prens Sabahattin’in itibarını
karalamak için hummalı bir faaliyet yürütüyordu.” “Muhaliflerine karşı
sertlerdi, hatta gazetecileri öldürüyorlardı.
Dr. Şakir ve Dr. Nazım gibi eylemciler kapalı
kapılar ardında kilit roller oynuyor, Türk milliyetçisi çizgiyi
güçlendiriyorlardı.” (Ancak Çölde Yaşayabilirler, s.193) Dâhiliye Nazırı olan
Talat ise derinlerde gizlediği kimliğini artık açıktan açığa savunuyordu.
“Anayasaya göre Müslümanlar ile kâfirler arasında tam bir eşitlik sağlanacaktır.
Bunun kesinlikle imkânsız olduğunu siz de biliyor, hissediyorsunuz. Hem şeriat
hem tarihimiz bu tür bir eşitliğin önünde engeldir.” Aslında özgürlükçü değil
de bir dikta yanlısı olduğu şu sözlerinden daha iyi Partizan/167
anlaşılmaktadır: “İktidarı paylaşmak isteyen bütün vasat kafaları ezmek lazım.
İç barış için hükümet Neron’dan daha sert olmalıdır.” Talat’ın yol arkadaşı
olan Dr. Nazım’a kulak kabartalım. “Çeşitli milliyetlerin hak iddiaları bizim
için çok büyük bir rahatsızlık kaynağıdır. Dilsel, tarihsel ve etnik hevesleri
tiksintiyle karşılıyoruz. Şu veya bu grubun kaybolması gerekiyor. Toprağımızda
tek bir ulus olacak ve tek bir dil konuşulacaktır, Osmanlı ulusu ve Türkçe…”
(Ancak Çölde Yaşayabilirler, s. 221) Birkaç yıl içinde aslında İTC’nin ne
olduğu, onlarla ittifak eden güçlerce anlaşılmıştı. 1912-14 arası “Bitlis
yakınlarında büyük (Kürt) isyanlar patlak vermiş, Van Gölü’nün kuzeyinde, Kuzey
Irak’ta, daha sonraları Cizre, Midyat, Hasankeyf kasabalarında ve çevresinde
başka isyanlar çıkmıştı. Büyük ordular seferber edildi, Mayıs 1914’te 12 Kürt
lideri Bitlis’te idam edildi.” (Ancak Çölde Yaşayabilirler, s. 161) Osmanlı
Devleti’ne sadık olduklarını ilan eden Hıristiyanlar bu kez Kürtlerle
çarpışmaları için silahlandırılıyordu. “Aynı tarihlerde hükümetin düzenli
birlikleri 500 Taşnak savaşçısıyla birleşerek Van ile Başkale arasında
(yaşayan) Kürt Gravi aşiretini bastırmaya koyulmuştu.” (Ancak Çölde
Yaşayabilirler, s. 227) Bu arada Almanlar İTC hükümetini alkışlıyor ve
basın-yayın organlarında “Rus Ayısı Ermeni Balını İstiyor” gibi başlıklarla
Osmanlı-Ermeni ve OsmanlıRus çelişkisini körüklüyordu. Rusların Doğu Anadolu’ya
girmesi Bağdat Demiryolu için büyük bir güvenlik tehdidi oluşturuyordu. Talat’a
suikast yapacakları gerekçesiyle başta Hınçaklar olmak üzere muhalifler
tutuklanıyor, gözaltına alınıyordu.
Taşnaklar, İTC’nin iç yüzünü görmüş ve 1912’de
ittifaklarının son bulduğunu utangaçça da olsa açıklamışlardı. Utangaçça
diyoruz çünkü 1914’e kadar İTC’den umudu kesmemiş, onlarla yeniden temas
yolları aramaya sürdürmüş, toplantı ve kongrelerine temsilci göndermeye devam
etmişlerdi. Cumhuriyetin ilanından sonra M. Kemal tarafından devam ettirilen
Rum sürgünü, ilk olarak İTC tarafından 1914 Mayıs ve Haziran aylarında hayata
geçirilmiş, 140-150 bin Rum zorla topraklarından sökülerek Yunanistan’a
gönderilmiştir. Cılız Rum başkaldırılarının başarısızlığı belki de İTC’nin
Ermeni soykırımı tasarısını güçlendiriyor, bu anlamda onlar için tecrübe
kaynağı oluyordu. 1912- 24 arasındaki 12 yıl içindeAnadolu’nun gayrimüslim
nüfusunu kabaca % 20’den % 2’ye düşüren soykırım ve katliam pratiğinin geçmişi,
Abdülhamit’in bıraktığı mirasla birleşen ve isyan ve başkaldırı bastırma
operasyonlarının bileşimiyle oluşturulmuş tecrübeler bütünüdür. Partizan/168
Değerli Arkadaşlar; Kitaplara, ciltlere sığmayacak konu ve tarihsel dönem
değerlendirmelerini birkaç saatlik bir sohbet toplantısına sığdırmak
zorunluluğumuz olduğu için bazı noktaları üstün körü geçmemizi hoş görmeniz
dileğiyle devam ediyoruz. 29 Ekim 1914’te Alman amiraller komutasındaki Osmanlı
donanmasına bağlı bir savaş gemisinin Sivastopol Limanı’nı bombalamasıyla
Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı’na dâhil oluyordu. Aynı zamanda Bakü
petrollerinin peşinde olan Alman emperyalizmi, Aralık 1914’te Enver Paşa komutasındaki
Osmanlı ordusunu Sarıkamış üzerinden Rusya’ya karşı harekâta geçirmişti.
Harekât başlamadan önce pragmatist yaklaşımlarından hiç vazgeçmemiş olan İTC,
hala Kafkas Ermenilerinden umudu kesmemiş, Taşnakların Rus ordusuna destek
vermemesi ve hatta onları arkadan vurması için ikna çalışmalarına devam
etmekteydi. Dr. Bahattin Şakir, Kafkas Ermenilerinin Rusya’da isyan çıkarması
önerisiyle Erzurum’a geçiyordu. Ancak bu öneri Taşnaklar tarafından
reddedilmişti. Hatta Osmanlı Bankası Baskınının lideri, aynı zamanda mebus olan
Taşnak militan Armen Garo kurduğu düzensiz birliklerle Rus saflarına geçmiş ve
Osmanlı’ya karşı vur-kaç savaşlarına başlamıştı. Soykırımı işaret eden şifreli
telgraflardan biri de bu tarihte çekiliyordu. Talat’tan Dr. Şakir’e giden
şifreli telgraf şöyle: “Hiç kuşkusuz Ermeniler bizimle işbirliğine meyyal
değil.
Dikkat et, niyetimizi
öğrenmesinler.” (Ancak Çölde Yaşayabilirler, s. 257) Görüldüğü gibi ifşa
edilmeyen, açıklanmayan, ısrar ve ehemmiyetle gizli tutulması vurgulanan bir niyet
var. Dr. Bahattin Şakir soykırım planının arkasındaki en büyük harekete
geçirici güç hatta bu meselenin yaratıcısıdır. Altı ayını Erzurum’da geçiren
Dr. Şakir İstanbul’a döndüğünde parti kurmaylarına “iç düşmanın en az dış
düşman kadar tehlikeli olduğunu” bildiriyordu. Osmanlı birlikleri sert bir kış
geçirmeye hazır değildi. İklim şartları ve dondurucu kışla birlikte gelen
salgın hastalıklar on binlerce askerin telef olmasına yol açacaktı. Ve 1915
başlarında Ermeni gönüllü birliklerinin desteğiyle Ruslar Osmanlı ordusunu geri
püskürtmüştü. Ermeni soykırımı hakkındaki değerlendirmelerini beğendiğimiz iki
tarihçi de (Gregor Suny ve Recep Maraşlı) bu bozgunun Ermeni soykırımı için bir
“girizgâh” olduğu konusunda hemfikirdirler. Enver Paşa ileriye yönelik gayelerine
uygun olarak Sarıkamış harekâtına başlamadan önceAmele Taburları adı altında
binlerce gayrimüslimi askere aldırmıştır. 17’den 70’e kadar neredeyse bütün
gayrimüslim erkek Ermeni, Süryani, Rum angarya taburlarında zorunlu olarak
görevlendirilmişti. Partizan/169 Sadece cephe gerisinde yol-demiryolu vb.
yapımında angarya emek olarak kullanılan bu insanlar yetersiz sağlık ve
beslenme koşulları altında hastalık ve açlıktan dolayı bertaraf oluyordu. Daha
uzun vadeli bir planın parçası olarak oluşturulan Amele Taburları’ndan
kaçanlardan başka kimse kurtulamıyordu. Tarihçiler bu dönemde neredeyse düzenli
ordularla savaşabilecek önemli bir insan kaynağının dağlarda asker kaçağı
olarak yaşadığını ve hayatlarını soygun ve talanla idame ettirdiğini belirtmektedirler.
Gregor Suny aynen şöyle diyor:
“Enver’in feci bir yenilgiye uğraması Ermeni sorununun nihai çözümünün
girizgâhı olmuştu. İtilaf Devletleri Batı’da Gelibolu’ya saldırmaya
hazırlanırken Ruslar Osmanlılar için gerçek bir tehlike oluşturuyordu. Korku kaygıya,
belli bir nesnesi olmayan genel bir korkuya, belirsiz bir gelecekten duyulan
korkuya dönüştü. Kendilerine ihanet edildiği hissi karşısında duyulan öfke
doğaları itibariyle sapkın ve hain olanlara duyulan nefrete dönüştü. (…)
Enver(…) 1878’den beri Rustoprağı olan Ardahan’dan 30 Ermeni’yi İstanbul Kapısı
önünde astırıp… İstanbul’a dönmüştür.” (Ancak Çölde Yaşayabilirler, s. 278)
Enver İstanbul’a, sanki bozguna uğramış ordunun komutanı kendi değilmiş, sanki
100 bine yakın askerin telefinden sorumlu değilmiş gibi büyük bir muzaffer
edasıyla girer. Dezenformasyonun bini bir para… “Yenilgi yok, kesinlikle
başarıyla dönülmüştür.” “Yaşanan kısmi yenilgiler ise başkaldırmış ve isyan
içinde olan Ermeniler yüzündendir.” Dağlarda kaçak gezen binlerce Anadolu köylüsünün
girdiği çatışma, talan vb. olayların müsebbibi Ermeniler olarak gösterilir.
Aslında bunların Ermenilerle pek ilgisinin olmadığı Taner Akçam’ın titiz
çalışmaları sonucu ortaya çıkmıştır. Osmanlı arşivlerindeki askeri belgeleri
izleyen Akçam, askere alınmamak için dağlara kaçan Anadolu köylüsünün
başvurduğu çapul hareketlerinin Ermenilere mal edildiğini netlikle ortaya
çıkarmıştır. (bkz. Ermeni Meselesi Hallolunmuştur, Taner Akçam) Yeterli bir
çalışma yapılmadan, altyapısı örgütlenmeden çıkan sürgün kararının aslında
tehcir amacı gütmediği bellidir. Sonradan yapılanları öğrendiğimizde planlama
veya örgütlenmeye neden ihtiyaç duyulmadığını anlıyoruz. Ortada bir tehcir
eylemi var ama böyle bir niyet yok! Amaç topyekûn imhadır! Çolukçocuk,
genç-yaşlı demeden 1 milyon 200 bin insanın aç biilaç yollara sürülmesi,
paramiliter çetelerin yaptığı her şeye göz yumulması niyetin ne olduğunu gayet
net sergiliyor. Talat’ın şifreli telgraflarını görmezden gelen ya da ağırdan
alan yerel mülki amirlerin başına gelenler bize neyin amaçlandığını çok iyi
anlatıyor. 24 Nisan 1914 sembol bir gündür. Oysa kolluk kuvvetlerine,
mutasarrıflara tehcir emirlerinin gönderildiği telgraflarda 23 hatta 22 Nisan tarihlerinin
yer aldığını iddia ve ispat eden araştırmacılar da vardır.
Kırsaldan yaya olarak gece gündüz
yürüterek… Belli başlı kent merkezlerine, sonra kasabalara… Eskişehir,
İstanbul, Yozgat, Sivas, Elazığ, Diyarbakır Ermeniler grup grup… Önce Konya’ya
sonra Halep’e… Kürt çeteler… Çerkes amirler… Suriye çöllerinde Der Zor’a,
Resulayn’a, Halep’e… Giden Ermenilerin boşalttığı evlere hiç vakit kaybetmeden
Balkan göçmenleri yerleştiriliyor. Görevlerini iyi yapmayan valiler derhal
başka yerlere atanıyor, yerlerine Talat’ın has adamları, Çerkesler,
kayınbiraderler, enişteler gönderiliyor. Bir yıl önce askeri gerekçelerle Der
Zor’a sürülen Ermeniler bir yıl sonra yine askeri gerekçiler bahane
gösterilerek başka bir yere sürülüyordu. Der Zor bir çöl… Daha önce Osmanlı’ya
“insan yaşayamaz” diye rapor edilen bir yer. Yabancı konsoloslukta görevli bir
doktora göre günde 150-200 kişinin kendiliğinden öldüğü bir yer. Başlı başına
yaşayabilmenin zor olduğu bir çölde “askeri gerekçelerden dolayı” yeniden
sürgün yolları gösteriliyor Ermenilere. Amerikan konsolosu Jackson’a göre Der
Zor’a gönderilen Ermenilerin mevcudu Eylül 1916’da 300 binden 12 bine inmiş ve
kalan 12 bin kişide sonradan katledilmişti. Çok sinsice bir plan uygulanıyordu.
BütünAnadolu’yu bin bir mucizeyle kat ederek, Kürt Çerkes çeteciye yem olmadan
kendini Suriye çöllerine atabilmiş bu mazlum halk çölde bile rahat
bırakılmıyordu. Vicdan sahibi olan Der Zor mutasarrıfı Talat tarafından
gönderiliyor, yerine Salih Zeki adlı bir yeni mutasarrıf atanıyordu. Çöl olsa
bile Ermeni nüfusun hiçbir yerde yoğunlaşmasına izin vermiyorlardı. Der Zor’dan
Lübnan Dağı’na,Azez’e, Şeddade’ye…Amerikan konsolosunun verdiği bilanço tam da
Salih Zeki’nin buraya atandığı zamana denk geliyor.
Anadolu’ya dönerken yanında
sandıklar dolusu altınla döndüğü söylenen Salih Zeki soyadı kanunu çıktığında
Zor soyadını almıştır. Anlaşıldığı kadarıyla anılarından “gurur” duyan biri…
Tasvir-i Efkar muhabiri Agah Bey’in “Senin için 10 bin Ermeni’yi imha etti
diyorlar” sorusuna karşılık “Benim namusum var, 10 bine tenezzül etmem, daha
çık bakalım” diye cevap verebilecek kadar gözü dönmüş bir kan içiciden
bahsediyoruz. Der Zor’dan sürgüne gönderilen Ermenileri Çerkes çetelerine
katlettirirken arabasının üzerinden “Bravo, bravo!” diye bağırabilen bir
caniden söz ediyoruz. TKP Yöneticisi Bir Ermeni Celladı Salih Zeki! Arkadaşlar;
şimdi sıkı durun! Eylül 1920 Bakü’de Doğu Halkları Kurultayı yapılıyor. İTC
isim değiştirerek Enver Paşa önderliğinde bu kurultaya katılıyor. Enver
Paşa’nın bildirisi okunurken TKP sıralarından protesto alkışları
yükseliPartizan/171 yor. Bu kurultayda Mustafa Suphi yok ancak kurucusu olduğu
TKP var. Ve TKP adına sözcülük yapan kim biliyor musunuz? Salih Zeki!!!
Bildiğimiz şu cellat. Doğu Halkları Kurultayı’nda TKP’nin temsilcisidir.
1918-21 arası Bakü İttihatçı kaynamaktadır. Ve İttihatçılar Türkiye Komünist
Fırkası adıyla bir parti kurmuşlardır. Ancak 1920’de Mustafa Suphi bu grubu
lağvetmiş ve Türkiye Komünist Teşkilatı’nı kurmuştur.
TKT yani bugünkü tabirle TKP’nin kurucu üyeleri
arasında ve merkez komitesinde Salih Zeki de bulunmaktadır.
1913’te Manisa-Alaşehir kaymakamı
iken Rum tehcirinde aktif rol oynadığı bilinen Salih Zeki, 1915’te
Kayseri-Everek (Develi) kaymakamıdır. Ve yöre Ermenilerin tehcirinden sorumlu
birinci kişidir. Yüzbaşı Torosyan’ın ailesini de tehcire yollayan bizzat
kendisidir. Bu uygulamadan Torosyan’ın sadece bir kardeşi (Bayzar) hayatta
kalabilmiştir. 1920’de TKP adına Bolşeviklerin teklifini sunmak için Anadolu’ya
gönderilen Salih Zeki, Erzurum’da Kazım Karabekir’le görüşmüş ve kendisine
teklifi Ankara’ya, M. Kemal’e iletmesi salık verilmişti. Ankara’ya gitmek için
Erzurum’dan çıktıktan sonra Trabzon’a gelen Salih Zeki nedense buradan geriye
dönerek yeniden Bakü’ye geçmiştir. Birkaç ay sonra aynı yoldan 15’ler geçerek
Ankara’ya gitmek isterken M. Kemal şürekâsından Yahya Kâhya’nın komplosuyla
Karadeniz’de yok edilmişlerdir. Araştırılması ve hassasiyetle incelenmesi
gereken bir konudur bu. Zira M. Suphi ile birlikte dört merkez komite üyesi de
bu grubun içindedir ancak Salih Zeki de merkez komite üyesi olmasına rağmen bu
grupta bulunmamaktadır. Kemalistler M. Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de
boğulması olayını İttihatçılara yamamaya çalışırlar. Son dönemlerde bulunduğu
tespit edilen bir Enver Paşa mektubunun bunu doğruladığı yönünde belirtiler
vardır.
Ancak M. Kemal’in süreç boyunca eski
İttihatçılarla temas halinde olduğu bilinmektedir. Salih Zeki’nin birkaç ay
önceki manevraları 15’ler olayının daha çok M. Kemal’le eski İttihatçılar
arasında ortaklaşa bir komplo planı olduğu yönünde işaretler vermektedir.
“Fincancının katırlarını ürkütmek” pahasına birkaç noktaya daha değinelim.
Sohbetimiz sırasında Teşkilat-ı Mahsusa kurucularından ve “soykırım” fikrinin
ağa babalarından biri olarak söz ettiğimiz Dr. Nazım vardır. İstanbul
hükümetince kurulan soykırım mahkemelerinden kaçarak Almanya’ya sığınan bu
şahsın buradaki Ermeni fedailerinin suikast girişimlerinden kaçıp kurtulmak
için Türkiye’deki TKP’lilerden yardım ve ülkeye rahatça dönebilmesi için
kampanyalar düzenlemelerini istediği bilinmektedir. Bunun üzerine M. Kemal
tarafınPartizan/172 dan Türkiye’ye dönmesi kabul ediliyor. Dr. Nazım hatıratı
bir yayın evi tarafından kitap haline getirilerek basılıyor. Ve bu kitabın
basım masrafları şair Nazım Hikmet tarafından karşılanıyor. Yine 1920’de
kurulan Ermenistan Komünist Partisi arşivi hakeza Taşnak ve Hınçak arşivleriyle
beraber Doğu Halkları Kurultayı yazışma, tutanak ve belgelerinin tamamının
Türkçeleştirilip araştırmacıların hizmetine sokulması gerekmektedir. Öyle
inanıyoruz ki bu belge ve arşivlerin detaylı incelemesi sonucunda kafamızda
oluşan birçok soru işaretinin cevabını bulacağız.
Mesela 1911’e kadar İttihatçı olduğu
ve 1911’deki kongrelerinde muhalif bir kimlik olarak onlardan ayrıldığı ve
sonradan Türkçü ve Turancı bir parti olan Milli Fırka içinde çalıştığı söylenen
Mustafa Suphi, bazı kaynaklara göre okumak için gittiği Fransa’da, bazı
kaynaklara göre ise sonradan sürgün olarak gittiği Rusya’da sosyalist olmuştur.
Rusya’da bir sosyalist olarak çok ciddi örgütlenme faaliyetleri içinde
bulunmuştur ve birçok uluslararası konferans veya kongrede önemli görevler
almıştır. Sovyet Rusya’daki esir Türk askerleri sosyalizme kazanma politikası
sonucu bir Türk Kızıl Ordusu oluşturulduğu bilinmektedir. Bir halk hükümeti
kurulması şartıyla M. Suphi önderliğindeki bu birliklerin Anadolu’ya girerek
emperyalizme karşı savaşa katılmak istediği bilgimiz dâhilindedir. Hatta 1200
kişilik bir ordunun Anadolu’ya girip Batı Cephesi’ne kaydırıldığı iddia
edilmektedir. Şimdi, birkaç yüz İttihatçı kurmayı ile Bakü’ye kaçan Enver
Paşa’nın kendini Bolşeviklere bir “komünist” olarak yutturamamasısonucu
Bolşeviklere cepheden savaş yolunu seçtiği ve yine bir Ermeni Bolşevik komutan
tarafından ordusuyla beraber yok edildiğini biliyoruz. Enver Paşa’nın
Bolşeviklerle girdiği savaşta komutanı olduğu ordu hangi ordudur? Bu ordunun
Anadolu’dan oraya geçmediği kesindir.
Anadolu’daki bütün askeri birlikler K. Karabekir ile M. Kemal
denetiminde kalmıştır. Enver Paşa hangi orduya komuta ediyordu? Yoksa bu ordu
M. Suphi ile birlikte Anadolu’ya gönderilmesi düşünülen ordu muydu? Ya da
Sultan Galiyev tarafında kurulmuş bir “İslam ordusu” muydu? Muamma! Bütün
bunlardan dolayı az önce sözünü ettiğimiz belge ve kaynakların Türkçe
karşılıklarına acilen ihtiyaç söz konusudur.
Çünkü çok ciddi kaygı ve soru işaretleri
mevcuttur. Belki bir tarihi miras tümüyle reddedilecek, belki de aksi
iddialarda olan kaynaklar literatür olarak reddedilecektir. Elimizdeki imkân ve
olanaklarla kesin bir yargıya varmak mümkün değildir. Tekrar konumuza dönelim.
Partizan/173 “Doğu vilayetlerimizdeki Ermeni meselesi hallolunmuştur!”
Gittikleri her yerde (Anadolu dâhil) meskûn Müslüman nüfusun yüzde 10’undan
fazla olmasına müsaade edilmeyen Ermeniler yeniden tehcir talimatlarıyla
sürülüyorlardı. Vicdanlı olan Der Zor mutasarrıfı Suat Bey Halep’e alınıyor ve
yerine Çerkes Salih Zeki atanıyordu. Dadrian’a göre Çerkes Salih Zeki ile
birlikte Der Zor’da “yeni birsoykırım” başlamıştır.
Anadolu’da yaşayan 2 milyon Ermeni’den yaklaşık
500 bini Ermenistan, Suriye, Lübnan’a kaçarak hayatta kalabilmiştir. Ancak
geriye kalan 1 buçuk milyon Ermeni yüzyılın en büyük trajedisi olan ve o güne
kadar dünya çapında yaşanmış en büyük soykırımla yok edilmiştir.
Dünyanın kulakları sağır! Alman
hükümeti kendi basınına Ermeni sorunu hakkında sessiz kalmanın en iyi yol
olduğu konusunda kılavuzlar dağıtmaktadır. “Alman gazeteleri ‘Not kennt kein
Gebot und kein Verbot’(Aciliyet hukuk ve engel tanımaz) diye başlıklar
atıyordu.” (Ancak Çölde Yaşayabilirler, s. 242) İşte bir Alman generali olan
Bronsart’ın Ermenilere ilişkin sözleri: “…Ermeni tıpkı Yahudi gibidir, ana
vatanı sınırları dışında asalaktır, kendine kucak açan ülke halkının geleceğini
sömürür. Her yıl tefecilik yapmak için kendi anavatanlarını terk ederler, tıpkı
Almanya’ya göç eden Polonya Yahudileri gibi. Bu yüzden nefret uyandıran bir
halk olarak katli vacip görüldüklerinden onlara karşı duyulan nefret Orta
Çağ’daki biçimiyle dizginlerinden boşanmıştır.”
(Partizan 86. Sayı, s. 100)
“Bir başka Alman generali Sauchon
ise Ağustos 1915’te günlüğüne şu notu düşer: ‘Son Ermeni’yi ortadan kaldırdığı
gün Türkiye’nin kurtuluşu olacaktır; ancak o zaman o yıkıcı sülüklerden
kurtulacaktır.” (age, s.100) Almanya sırf adet yerini bulsun diye diplomasi
gereği soykırımla ilgili olarak İTC hükümetini birkaç telgrafla uyarmıştır.
Gözlemlediğimiz kadarıyla Almanya nedense bu uyarıları hep Katolik Ermeniler
için yapmıştır. Ancak (kesin rakamlara ulaşamama kaydıyla) 1915’te Anadolu’daki
Ermeni nüfusun ezici bir çoğunluğunun Gregoryan olduğunu biliyoruz. Yine Taner
Akçam’dan biliyoruz ki Almanya’dan yapılan bu göstermelik uyarılar Talat Paşa
tarafından ciddiye alınıyormuş gibi gösterilerek ilgili aileler için yeniden
telgraflar çekilip tehcir durduruluyor ve kısa bir zaman dilimi sonra (20-30
gün) gönderilen telgrafların geçerliliğini yitirdiği, tehcirin tekrar
uygulanması gerektiği belirtiliyordu. (bkz. Taner Akçam, 1915 Yazıları)
Tehcirin ilk dönemlerinde Müslümanlığı seçerek ölümden kurtuluş yolu arayan
binlerce Ermeni, 1916 yılında başlayan yeni bir uygulamayla fişleniyordu. Adı soyadı
Müslümanlaşmış ve “dini” hanesinde “İslam” yazanların gerçekte Partizan/174
Müslüman olmadığını, aksine Ermeni olduğunu anlayabilmek için nüfus
kütüklerinde “2 nolu kod” uygulanmıştır. Aynı fişleme Yahudiler için “3 nolu
kod” olarak belirlenmiştir. Müslümanlığı seçmesine rağmen bir kısım halkın bu
mezalimden yine de kurtulamadığı bilinmektedir. Hatta evinde-ahırında Ermeni
saklayan, barındıran Müslüman halkın bile evi barkının yıkılacağı ve hatta idam
cezasına tabi tutulacağı şeklinde kararlar alınmıştır. ABD Büyükelçisi
Morgenthau bilgilenmek amacıyla gittiği Dâhiliye Nezareti’nde Talat Paşa’nın
şunları söylediğini yazıyor anılarında: “Ermeni meselesiyle ilgili görüşümüzü
açıklayabileyim diye (…) bugün gelmenizi rica ettim. Ermenilere itirazımız üç farklı
gerekçeye dayanıyor.
Birincisi Türklerin zararına olacak
şekilde zenginleşmişlerdir. İkincisi bize baskı yapmaya ve bağımsız bir devlet
kurmaya kararlıdırlar. Üçüncüsü düşmanlarımızı açıkça teşvik etmişlerdir.
Kafkasya’da Ruslara yardım etmişlerdir.” (Ancak Çölde Yaşayabilirler, s.
304-305) Tam da burada ırkçı ve kafatasçı kimliğini açığa vuruyor Talat Paşa.
Kafkasya’da Ruslara yardım eden Ermenilerden öç almak için Anadolu Ermenilerine
bunu uyguladığını itiraf ediyor. Tehcirin “askeri gerekçelerle” uygulandığını
yazılı olarak kabul eden İTC hükümeti sözlü savunmasında onların Türklerin
aleyhine zenginleştiğini birinci neden olarak gösteriyor. Sevgili Dostlar;
İbrahim Kaypakkaya da katledilmeden kısa bir süre önce kaleme aldığı
yazılarında soykırıma Ermeni burjuvazisinin elinde birikmiş olan sermayenin el
değiştirmesi gerekçesiyle başvurulduğunu belirtiyor. Talat Paşa Morgenthau ile
söyleşisini şu sözlerle noktalıyor: “Onlara yaptıklarımızdan sonra (…) hiçbir
Ermen dostumuz olamaz (…) Evet, hata yapıyor olabiliriz ama asla pişman
olmayız.” Bugünkü inkârcıların savlarını boşa çıkaracak şekilde açık ve net
konuşuyor Talat Paşa. 1900’lerin başında 20. yy.ın ilk soykırımını Afrika’da
(Namibya olması gerekiyor) gerçekleştiren Almanya, buradan edindiği “diplomatik
tecrübe” ile Osmanlı’yı yönlendiriyordu. Alman sömürgeciliğine itaat etmeyen
200 bin yerli Almanlar tarafından Afrika çöllerinde katledilmiş, soykırıma
uğratılmışlardı. Morgenthau’nun anıları resmi belge sayılmadığı için inkârcılar
tarafından kabul edilmemektedir. Ancak çekilen şifreli telgrafların satır
aralarında soykırım suçu işlediklerini bilmeden de olsa itiraf etmektedirler.
Bir önceki gece İstanbul’da bir lokalde beraber iskambil oynadığı Mebus Krikor
Zohrab’ı sabaha doğru aldırıp öldürten Talat, bundan üç gün sonra Ankara’daki
yetkililere şu telgrafı çekiyor: “Doğu vilayetlerimizdeki Ermeni mePartizan/175
selesi hallolunmuştur. Fuzuli mezalimle ulusun ve hükümetin şerefine leke
sürmeye gerek yoktur.” (bkz. Taner Akçam, Ermeni Meselesi Hallolunmuştur)
Mezalim var, bunu kabul ediyor. Bugünkü uluslararası tanımına göre bu
soykırımdır. Telgrafında bunu açıkça ifade ediyor.
Ancak onun için diplomatik kaygılardan dolayı
“fuzuli” olanına başvurulmamalıdır. Yani şunu diyor yoldaşlar. Mezalim
uygulanmıştır ancak gerekli olan mezalim uygulanmıştır. İş bitmiştir artık… Şu
andan itibaren mezalimi bitirin. Belirttiğimiz gibi bu sadece diplomatik
kaygılardan dolayı söylenmiştir. Sivil halka yönelik zulmün gerekliliğini
savunuyor. Bunu “şerefe mugayir” bir şey olarak görmüyor, bu olması gerekendir
diyor. Fuzuli olan ise bu zulmün kalan 5-10 bin kişiye uygulanmasıdır.
Günümüzde yaşanan ve tartışılan bir konuya değinmeden geçemeyeceğim. Yerleşmiş
devlet geleneği kendini militarist ve zorba yanından başka, özellikle bürokrasi
ve hukuk alanında da devam ettirir. Aynı ahlaksız hukuk anlayışının günümüze
tezahür eden bir yönü, olduğu gibi devam ettirilmek istenmektedir. Yüzlerce
yıllık edep dışı erkek egemen kültür hukuken direnmeye devam etmektedir.
Örnekse tecavüze uğrayan mağdurun “kısa etek” giydiği bahanesiyle tecavüzcünün
mazur görülmesi ve kanunlar ölçüsünde savunulmasıdır.
Yani şunu demek istiyorlar (Talat
Paşa’nın sözlerini hatırlayın): “Tecavüzün bir gerekli olanı vardır, bir de
fuzuli olanı; mağdur kısa etekliyse gereklidir, değilse fuzulidir.” Anadolu’da
nüfus 16-17 milyon iken 2 milyonu Ermeni’dir. Bu toplam nüfusa oranla yüzde
11-12’ye tekabül eder. Resmi rakamlara göre 1900’lerde gayrimüslimler İstanbul
nüfusunun “yüzde 56’sını”, İzmir nüfusunun “yüzde 61.5’ini”, Trabzon nüfusunun
“yüzde 42.8’ini”, Diyarbakır-Erzurum-SivasAnkara gibi kazaların “üçte birini”
oluşturuyordu. Toplam nüfusa oranı yüzde 11-12 olan bu mazlum halkın nüfusu
eğer halk yaşıyor olsaydı bugün 9-10 milyon kadar olacaktı. Bugün ülkemizde yaşayan
Ermeni nüfusu kaçtır, biliyor musunuz? 30 bin! 3 bin yıllık kadim tarihiyle
tarım ve hayvancılığın dışında bakırcılıktan, demircilikten kuyumculuğa,
palancılıktan, kumaşçılıktan terziliğe birçok kentsel meslekte kendini var
etmiş, öncü ve usta olmuş olan bu mazlum halk; kültürel olarak da Anadolu’nun
diğer bütün halklarına oranla en üst yaşam çizgisine ulaşmış bir halktı. Sanat
ve edebiyattan mimariye ve basın yayına birçok esere imza atmış, ustalar
yetiştirmiş olan Ermeniler eğitimde de fersah fersah ilerideydiler. 1915’e
gelene kadar İstanbul’daki Partizan/176 ünlü Robert Koleji, Merzifon’da Anadolu
Koleji, Antep’te Orta Türkiye Koleji, Van’da Van Koleji, Harput’ta Fırat Koleji
gibi yüksek eğitim kurumları kurmuş ve bunları yaşatmıştır. Ne yazık ki bu
eğitim kurumlarının öğrencilerinden tutun öğretim görevlilerine kadar tümü 1915
Nisan ve sonrasında katledilmek üzere “tehcirin” ölüm yollarına sürülmüştür.
O güzelim eğitim kurumlarının ve
ibadethanelerin birçoğu hala askeri kışla ya da hayvan ahırı olarak
kullanılmaktadır. Birçoğu ise bir çivi bile çakılmadan mezbele olarak
bekletilmektedir. 24 Nisan tarihi gün itibariyle Anadolu’nun Ermeniler dışında
diğer gayrimüslim halkları olan Rum, Süryani, Yahudi ve Ezidi halklarının gerek
Ermenilerle beraber ve gerekse ayrı ayrı yaşadıkları zulüm ve yok oluşa fazla
değinemiyoruz. Biliyoruz ki sadece Ermenilerin değil diğer gayrimüslim
halkların da yaşam hakları ellerinden alınmış, kültürel değerleri birer birer
yok edilmiştir. “M. Kemal, İttihat ve Terakki hükümetinin devamıdır” Sevgili
Arkadaşlar; 110-120 yıl önce mevcut olan eğitim kurumlarından bahsettik.
1970’lere gelindiğinde bile doğru dürüst kolejleri olmayan bu ülkenin (eğer
bunlar olmasaydı) bugün akademik anlamda hangi seviyede olabileceğini sanırım
tahmin edebilirsiniz. 1970’lere kadar müzik ve sinema da dâhil bütün edebiyat
dallarında hiçbir uluslararası başarısı olmayan bu ülkenin Gomidasları,
Zabelyesayanları ürün verebilmiş olsalardı sanırım yine hangi düzeye
ulaşabileceğimizi tahmin edebilirsiniz. Burjuvazisi palazlanmış gayrimüslimleri
yok ederek, sürgünlere göndererek hem ekonomik hem de sosyal ve kültürel olarak
imha ederek yalnız onları değil bütün Anadolu’nun geleceğini karartmışlardır.
İTC iktidarı yüzyıl önceki bu
politikasıyla bu ülkeyi kelimenin tam anlamıyla dinamitlemiş ve en az 80-100
yıl geriye götürmüştür. 1918’e gelindiğinde Mondros Mütarekesi’ni takiben
Enver, Talat ve Cemal Paşa İstanbul’da kurulan Ahmet İzzet Paşa hükümeti
yardımıyla bir Alman gemisine bindirilerek kaçırılmıştır. Diğer İTC
kadrolarının önemli bir kısmı (sonradan Enver Paşa da) BaküTiflis’e kaçarken
geriye kalanlar kaçmaya bile gerek duymadan ülkede kalmışlardır. Akabinde
İngilizlerin kurdurduğu Harbi İdare-i Örfi Mahkemeleri sonucunda kaçanlar
hakkında gıyaben kararlar alınmış, kaçmayanlardan birkaç tanesi asılmış, cüzi
bir kısmı da Malta’ya sürgün hapsine yollanmıştır. Evvelden beri Enver Paşa ile
arasında çelişkiler bulunan M. Kemal, iktidar boşluğundan faydalanarak üyesi
olduğu ve uluslararası düzeyde teşhir olup içeride de gözden düşen İTC’yi ismen
reddederek “Hâkimiyet-i Milliye”yi kurmuştur. Sonraki on yıllar boyunca kendini
İTC politikalarından soyutlamayan M. Kemal, hem pratiğiyle hem de sözlü olarak
onların bir devamı olduğunu savunagelmiştir. Tarihsel bir süreç
değerlendirilirken “nesnel bakış” ya da “objektif gözlem” gibi kelimelerle sık
sık karşılaşırız. Bunların sözlük anlamlarını vs. veya manalarını uzun uzadıya
açıklamalar yaparak anlatmak yerine naçizane şunu demek istiyoruz: Olgulara
bakacağız. İcraatlara, faaliyete; özcesi pratiğe bakacağız. Eğer bunları doğru
tahlil edip doğru isimler koyarsak işte ancak o kadar “nesnel ve objektif”
olabiliriz. Asıl olan eylemlerdir. Söz ve yazı, eylemleri doğruladığı sürece
yardımcı kanıt sayılırlar. Fiiliyatı göz ardı ederek eylemleri yok sayan hiçbir
söz ya da yazı vb. belge “nesnel ve objektif” değil, aksine “öznel ve
subjektif”tir.
Yani laf-ı güzaftır. Yani halkımızın deyimiyle
“palavra”dır. M. Kemal, İttihat ve Terakki hükümetinin devamıdır derken yalnız
TBMM hükümetlerinin pratiklerine değinmeyeceğiz. Çünkü M. Kemal sözlü ve yazılı
olarak da bunları reddetmiyor, aksine savunuyordu. Bir iki örnek verelim. 21
Şubat 1921, Public-Ledger Philadelphia muhabirinin sorularına verdiği yazılı
cevapta aynen şöyle diyor M. Kemal: “İngiltere’nin barış zamanında ve savaş
sahasından uzak olarak reva gördüğü muameleye hemen hemen kayıtsız kalan bir
dünya kamuoyu, Ermeni tehciri konusunda almaya mecbur kaldığımız karar için
bize karşı haklı bir ithamda bulunamaz.” (Ayşe Hür, Gayrimüslimlerin Öteki
Tarihi, s. 315) Şu yukarıdaki açıklama, herhangi bir söyleşi sırasında M.
Kemal’in ağzından hasbel kader dökülmüş sözler değildir. Uluslararası ciddiyeti
olan bir basın kuruluşuna yazılı olarak verilmiş bir yanıttır. Yani sözler
titizlikle seçilerek yazılmış ve sahiplenilmiştir. Ne diyor? “Almaya mecbur
kaldığımız karar” diyor. Sahipleniyor, kendini farklı bir yere koymuyor. “Bana
ne” ya da “bize ne”, “o İttihatçıların kararıydı, bizi ilgilendirmez” demiyor.
Soykırımı olduğu gibi üstleniyor. Bizzat kendi kararıymış gibi savunuyor. Nasıl
savunuyor kendini? “İngilizler İrlandalılara yaparken hoş da bize gelince mi tu
kaka?” diyor. Fiilin doğruluğunu savunmuyor, aksine üstü kapalı olarak
İngilizleri eleştiriyor. Ama “ben yaptığım için de beni eleştirip suçlamayın”
diyor. “Beni mazur göreceksiniz” diyor. Niye? “Çünkü bizimki savaş zamanıydı”
diyor, “sizinki ise barış ortamında oldu.” Soykırımı reddetme yok, aksine
savunma var. Tecavüzü reddetme yok, aksine “kısa giyinmişti” diye kendini
savunma ve mazur gösterme var.
“Eyy İngiltereee!... Eyy Fransaaa!... Eyy
Almanyaaa!...” Komik değil mi arkadaşlar?
Aradan 100 yıl geçmiş hala aynı
şeyleri bağırıyorlar. “Eyy Fransaaa!... Cezayir’de yaptıklarının hesabını
vermeden gelip benim Kürt vatandaşlarımın hakkını mı savunuyorsun?”
Faşizmin kitlelere yaptığı demagojik
açıklamaların niteliği yüzlerce yıl da geçse değişmiyor. M. Kemal
İttihatçılıktan gelen ırkçı ve faşist karakterini 16 Mart 1923’te Adana
esnafıyla yaptığı bir konuşmada şöyle ortaya koyuyordu: “Adana’mızı idaresi
altına alan diğer unsurlar, şunlar bunlar Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal
etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir vaziyet almışlardır. Şüphesiz
haksızlığın ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu feyizli ülkede
hiçbir hakkı yoktur. Memleketinizsizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte
Türk’tü, o halde Türk’tür, ebediyen Türk olarak yaşayacaktır. Memleket en
nihayet yine sahibi aslilerinin elinde kaldı. Ermeniler vesairenin burada
hiçbir hakkı yoktur. Bu hareketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir.” (Ayşe
Hür, Gayrimüslimlerin Öteki Tarih, s.317) “Tek Bayrak, Tek Vatan, Tek Millet”
İşte faşizm! Hangi Kemalist şu yukarıdaki söylevi demokratlık, reformculuk ya
da solculuk adına savunabilir. Böyle bir kafa yapısı nasıl solculukla,
çağdaşlıkla bağdaştırılabilir? “Dağdan gelmiş bağdakini kovar” deyiminden daha
öte “asli sahibiyim” diyor. “Kilikya diye bir devlet kurulmamış” diyor. “Onlar
3 bin yıldır burada, bense bin yıl önce geldim ama yine de asli sahip benim”
diyor.
Üstelik onlar “küstah”, kendisi
“haklı” oluyor. Bir ırkçı bundan öte ne konuşabilir ki?... Sanki 14 yıl önce
orada 25-30 bin Ermeni öldürülmemiş, sanki Ermenilere ait ev ve işyerlerinin
yüzde 90’ı yakılıp yıkılmamış gibi kalan 3-5 Ermeni duysun diye kim bu kadar
pervasız konuşabilir ki?... İktidar olmuş faşizmin savunamayacağı mantık dışı
hiçbir şey yoktur arkadaşlar. İradenizin dışında mensubu olduğunuz milliyeti
bile “Hayır, sen Ermeni değil Türk’sün” ya da “Sen Kürt değil Türk’sün ve
ebediyen öyle kalacaksın” diyebilecek kadar cüretkâr olabiliyorlar. “Emval-i
Metruke”, sahibi bilinmeyen mal demektir. Buna mülkiyetin TürkPartizan/179
leştirilmesi kanunu da diyebiliriz. Özetle 3 madde olarak sıralanabilir.
1-Yağmalanan mal, 2- Sahibinin tasarruf yetkisi olmayan, el konulan mal,
3-Tapuların delinmesi… 30 Mayıs 1915 Meclis-i Vükela kararı… 10 Haziran 1915
tarihli talimatname… 26 Eylül 1915 Tasfiye Kanunu… Bu kanun ve talimatnamelerde
aynı zamanda Ermenilerin tehciri de karara bağlanmıştır. Oysaki tehcir bir
buçuk ay öncesinden başlamıştı. Tehcirle beraber sürülenlerin mallarını tasfiye
de aynı kanunlar çerçevesinde karar altına alınmıştır. 1914-15-23 Rum ve Ermeni
malları… Aslında sahibi bilinen mallar…
Ama sahibi bilinmeyen mal anlamında
Emval-i Metruke kanunuyla tasfiyeye başlanmıştır. Sözüm ona sürülenlerin tekrar
dönerek mallarına sahip çıkabilme imkânı sunulmuştur. Ancak öylesine imkansız
prosedür ve reçeteler istenmektedir ki kaçarak canını zor kurtarmış bir
Ermeni’nin gerisin geriye bunları halletmesi imkansızdır. Konu hakkında detaylı
bilgi edinmek isteyen arkadaşlarınAyşe Hür, Gayrimüslimlerin Öteki Tarihi ile
Nevzat Onaran-Emval-i Metruke Olayı adlı eserlerine başvurmalarını tavsiye
ederiz. 8 Ocak 1920 Osmanlı hükümeti “Tasfiye kararına maruz kalan bütün
insanlar (herhangi bir milliyet ismi belirtilmeden) 1915’teki Tasfiye
Kanunu’ndan doğan zararları telafi edilecektir” kararı alıyor. 14 Eylül 1922’de
TBMM’de bu kanun yürürlükten kaldırılır. Uluslararası konsensüse uymadığı (yani
biz buna uluslararası zorlama diyelim) gerekçesiyle 15 Nisan 1923’te tekrar
görüşülür ve 8 Kasım 1988’e kadar yürürlükte kalır. 13 Mart 1926 tarihli kanuna
göre “Bu mallar 1915’teki kayıtlı fiyatına göre satılacaktır.” Nevzat Onaran’a
göre Osmanlı ile başlayan ve cumhuriyet ile devam eden bu kanunlar gayrimüslim
mallarının tamamına el koyulması ve varlıklarının imhası anlamına gelmektedir.
Önce Hâkimiyet-i Milliye olan İttihat ve Terakki Cemiyeti, 7 Eylül 1919’da
Cumhuriyet Halk Fırkası (bugünkü CHP) olarak tarih sahnesinde yerini alıyor ve
İttihatçı faşizmin yeniden tesisçisi, faşizmin yeniden inşa partisi olarak
sonraki 90 yıla damgasını vuruyor. M. Kemal, TBMM başkanı olarak özel
girişimleriyle 25 Aralık 1921’de çıkardığı kanunla daha önce Divan-i Harbi Örfi
Mahkemeleri’nde soykırım suçlusu olarak yargılanıp idam edilen Urfa Mutasarrıfı
Nusret Bey ile Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’i “milli şehit” ilan ediyor. Ve
inanamayacaksınız, çocuk yaşta mağdurların tecavüzcüsü olan bu insanların
ailelerine Emval-i Metruke gelirlerinden maaş bağlanıyor! Katliamcılar “milli
şehit” ilan ediliyor ve nispet yaparcasına katledilen halkın mallarından elde
edilen gelirle bunların ailelerine maaş bağlanıyor. İran gerici rejiminin
kurşuna dizdiği Kürtlerin ailelerinden mermi parası istemesi gibi bir şey…
“Çocuğunuzu öldürdük, harcadığımız merminin parasını verin!” ya da “Çocuğunuza
tecavüz ettik, malınızı mülkünüzü aldık, yollara sürerek sinsice katlettik;
şimdi bıraktığınız malların gelirleriyle katillerinizin ailelerine maaş
bağladık.” İttihat ve Terakki’deki yoldaşlarına M. Kemal’in ahdî vefasıdır bu.
Bitmiyor.
Tarih 29 Mayıs 1926… Beyin kadro;
Talat Paşa, Cemal Paşa,Azmi Paşa, Bahattin Şakir, Yaver Süreyya Bey, Yaver
Nusrat Bey, Sait Halim Paşa, Kürt Mustafa, Muş Mutasarrıfı Servet Bey, intihar
eden Diyarbakır Valisi Çerkes Reşit Bey, Erzincanlı Hafız Abdullah Efendi…
Birçoğu Ermeni fedailer tarafından sonradan öldürülerek cezalandırılan bu
soykırım suçlularının hepsi M. Kemal tarafından “milli şehit” ilan ediliyor.
Sadece “milli şehit” ilan edilerek olmayan itibarları iade edilmiyor, yine
nispet yaparcasına bütün bunların ailelerine Ermeni mallarından kalan
arazilerden 20 bin liraya değer kıymette arazi bağışlanıyor. 40 yılda ancak
yemiş bitirmiş olacaklar ki, Cemal Paşa’nın kızı Kamran Celal’e İsmet İnönü
tarafından 5 Ocak 1961’de ömür boyu olmak üzere aylık 500 lira maaş bağlanıyor
yeniden. İstanbul mahkemelerinde yargılanarak sürgün ve hapis cezası alan ve
Malta’da tutuklu bulunan onlarca İttihatçı kadro tam bir danışıklı dövüş gibi
beş İngiliz askeri yalandan esir alınarak serbest bıraktırılıyor. İşin başında
kimin olduğunu söylemiyorum dostlar. Danışıklı dövüşçüyü sizler tahmin
etmişsinizdir.
“Bin bir meşakkatle” Malta’da
hapisten kaçırılan eli kanlı katillerin akıbetlerine bir göz atalım. Abdülhalik
Renda: Talat Paşa’nın kayınçosu, soykırım döneminin Bitlis ve Halep valisi;
Malta dönüşü CHP Çankırı milletvekili, İzmir valiliği, 1924-30 arası Maliye ve
Milli Savunma Bakanı, Bahriye Bakanlığı’na vekâlet… 1935’ten 1946’ya kadar TBMM
başkanlığı…Ardından Hasan Saka hükümetinde Devlet Bakanlığı… Şükrü Kaya:
Soykırım döneminde Muhacirin veAşairin müdürüdür.Adana ve Halep’teki
katliamlardan sorumlu tutulmuştur. Lozan Görüşmelerine giden heyetin üyesidir.
Sonra İzmir Belediye Başkanlığı, 1923’te CHP Muğla milletvekilliği, 1924’ten
38’e kadar sırasıyla Tarım, Dışişleri ve İçişleri Bakanı… Refet Bele: 1916-17
kışında Samsun ve havalisinin Rum katliamından sorumlu tutulan askeri valisi.
Cumhuriyet döneminde İçişleri ve Milli Savunma Bakanlığı yapıyor. Partizan/181
Hasan Tahsin Uzer: Soykırımda Van ve Erzurum valisidir. Sonra sırasıyla İzmir,
Ardahan, Erzurum ve Konya milletvekilliği…
1935’ten 39’a kadar CHP’nin
Olağanüstü Hal Müfettişliği… Mithat Şükrü Bleda: İTC’nin Genel Sekreteri ve İTC
hükümetinin Maarif Nazırı… M. Kemal tarafından Sivas bağımsız milletvekilliğine
aday olması isteniyor. İsteksiz davranan, seçilememe kaygısıyla görevi kabul
etmek istemeyen Bleda’ya M. Kemal’in cevabı aynen şöyledir: “Seçilmezsen
Sivasseçimlerini iptal ettiririm.” Bleda 1950’ye kadar CHP milletvekilidir.
Halil Menteşe: İTC dönemi Meclis-i Mebussan reisi, Dâhiliye, Adliye ve Hariciye
Nazırı… 1931’den 1948’e kadar İzmir milletvekili… Ali Cenani… Devam edeyim mi
arkadaşlar? Say say bitmiyor. Ali Çetinkaya, Aka Gündüz, Sabit Sağıroğlu, Ahmet
Muharrem Cankardeş, Ali Münif Yeğena, Mustafa Reşat Mimaroğlu, Ali İhsan Sabiz,
Süleyman Necmi Selman, Zülfü Tigrel, Ali Fevzi Pirinççioğlu, Fazıl Berki
Tümtürk, Musa Hilmi Demokan, İlyas Sami Bey, Veli Necdet Sünkıtay… (Detaylı
bilgi için Sait Çetinoğlu, 1915 İnkâr ve Yüzleşme) *** Bir imha politikasının
sonlandırıcısı olarak M. Kemal’le devam edelim. “Kurtuluş Savaşı”nı İbrahim
Kaypakkaya gibi tırnak içinde kullanıyoruz. Sadece bir tarihsel süreç olarak
belirlemek için kullanıyoruz. Yoksa ortada emperyalizmden kurtulma değil,
aksine göbekten bağlanmadır söz konusu olan. Dünyanın diğer ülkelerinde bütün
ulusal kurtuluş günleri sembolik günler olarak seçilir ve bayram olarak
kutlanır. Kurtuluşu hiçbir zaman emperyalizmden kurtuluş olarak görmeyen M.
Kemal ise Rumlardan ve Ermenilerden “kurtulma”yı sembolik günlerle bayram ilan
etmiştir. Ancak uluslararası kamuoyunun hassasiyetine dikkate alan M. Kemal, 19
Mayıs 1919’u “Rumlardan Kurtuluş Bayramı” yerine Gençlik ve Spor Bayramı; 23
Nisan 1920’yi “Ermenilerden Kurtuluş Bayramı” yerine de Ulusal Egemenlik ve
Çocuk Bayramı olarak adlandırmak zorunda kalmıştır. Ona göre “kurtuluş”, Rum ve
Ermenilerden kurtuluştur. “Milli Mücadele” dediği şey Rumlara ve Ermenilere
karşı verilen mücadeledir. Bakalım Erzurum Kongresi kararlarına… Acaba tek bir
kelime dahi emperyalizme gönderme yapılıyor mu?... “Her türlü işgal ve müdahale
Rumluk ve Ermenilik teşkili gayesine matuf telakki edileceğinden müttehiden
müdafaa ve mukavemet esası kabul edilmiştir.” Var mı emperyalizme bir
gönderme?... Yok! Mesele sadece kendi kaderini tayin hakkında ısrarlı olan Rum
ve Ermenilere karşı “mukavemet”, yani karşı koymadır.
Partizan/182
Yine Osmanlı ordusundan istifa gerekçesini
açıklayan 8 Temmuz 1919 tarihli dilekçesini şöyle yazmıştır: “Mübarek vatanı ve
milleti parçalanmak tehlikesinden kurtarmak, Yunan ve Ermeni amaline kurban
etmemek için açılan Milli Mücadele uğrunda milletle beraber serbestsurette
çalışmaya resmi ve askerisıfatım artık mani olmaya başladı.” (Nazaret
Vartanoğlu, Ermeni Soykırımı ve Tarihin İnatçılığı, s.120-129) Eğer “Milli
Mücadele” bu ise bu süreci başlatan M. Kemal değil, İttihat ve Terakki’nin ta
kendisidir. 1914’te 140 bin Rum’u zorla süren ve 1915’te 1 buçuk milyon
Ermeni’yi “tehcir” maskesi altında soykırıma uğratan üyesi olduğu İTC’dir.
Kendisi 1923’te “mübadele” adı altında Rumların işini bitirmiş, 1921- 26
arasında çıkardığı kanunlarla “Emval-i Metruke”yi yeni burjuvazinin emrine
sunmuş ve ardıllarına Adana konuşmasında yaptığı gibi soykırımın son evresi
olan inkâr evresini bırakmıştır.
Nasıl bir “Kurtuluş Savaşı”dır
ki tek bir İngiliz’in ya da İtalyan’ın burnu bile kanamamış, “Kuvayı Milliye”
denen birlikler tek bir Fransız askeri öldürmemiştir. M. Kemal’in ya da Kuvay-ı
Milliye’nin emperyalizme yani İngilizlere, Fransızlara ya da İtalyanlara tek
bir kurşun attığını bilen, gören ya da duyan var mıdır?
Bu
nasıl bir “Kurtuluş Savaşı”dır ya da kimden kurtulunmuştur? Sadece Urfa, Antep
ve Maraş’ta Fransızların toprak vaadiyle kandırıp getirdiği 30-40 kadar Ermeni
asker yerel Kürt milisler tarafından öldürülmüştür. Bunun M. Kemal veya Kuvay-ı
Milliye ile hiçbir alakası yoktur. Kâğıt üzerinde, masa başında uydurulmuş
İnönü Savaşları’nın dışında cılız, dağılmış, kendi içinde yüzlerce askerin idam
edildiği bir Yunan ordusuna karşı mukavemet vardır. Savunmasız İzmir’in “gâvur
mahalleleri” yakılıp yıkılarak “Büyük Taarruz”, “Yunan’ı İzmir’den denize
döktük” gibi gerçek dışı tanımlarla uydurma birsavaş süsü verilmiş olaylar
zinciri vardır.
Meselenin tümü böyledir.
İngilizler tarafından satılmış Yunan
ordusu M. Kemal birlikleri İzmir’e girdiğinde karşı koyacak güçte bile
değildir. İngiliz gemileri, İzmir Limanı’nda demirlidir. İzmir’de bir karşı
koyuş yoktur. Bir İngiliz askerinin havaya bir tek el ateş etmesi bile M. Kemal
askerlerini durdurmaya muktedirdir. “Büyük Taarruz”la sadece İzmir’in
gayrimüslim mahalleleri yakılmıştır. Ve M. Kemal İzmir’de yanan Yahudi-Rum
mahallelerini bir konağın teras katından Latife Hanım ve diğer konuklarıyla
beraber rakı kalamar eşliğinde seyretmektedir. İzmir’in “gâvurları” yanıyor.
Çünkü bu ülkede “kurtuluş” sadece ve sadece
gayrimüslimlerden kurtuluştur. Resmi tarihte bahsedilmez. Hele hele Kemalistler
hiç söz etmez ancak sevgili Nazaret Vartanoğlu Sovyet belgelerine dayanarak net
bir şekilde ortaya koyPartizan/183 muştur ki M. Kemal ve K. Karabekir
ikilisinin işgalci karakteri Osmanlı sınırlarının dışına da taşmıştır.
1920’de Bolşeviklerin yolu Kafkaslar’da
İngilizler tarafından kesilmişken M. Kemal emriyle hareket eden K. Karabekir
önderliğindeki Şark Ordusu Ermenistan’a, başkenti Erivan’a kadar ilerlemiştir.
Zayıf Ermenistan ordusu ve gönüllü Ermeni birliklerini vurma adı altında
binlerce sivil katledilmiştir. Yine Sovyet kaynaklarına göre bu harekâtla tam
198 bin Ermeni öldürülmüştür. Yıllardır “Misak-ı Milli” borazanlığını yapan
Kemalistler acaba Ermenistan’ın işgalini neye yoruyorlar? Öyle ya; “milli
sınırlar”, “sathı vatan” teraneleriyle “antiemperyalist” çığırtkanlığıyla
Ermenistan işgalini acaba nasıl bağdaştırıyorlar?
Katı bir Rum ve Ermeni düşmanı olan M. Kemal hareketi
için bakınız Lenin ne diyor:
“Ve dahası her fırsatta kendilerinin de
antiemperyalist olduğunu defalarca belirten ikiyüzlü Kemalistlerin giderek
bizlerden uzaklaşacağını, yönünü Antant devletlerine doğru çevireceğini hiçbir
zaman akıllarınızdan çıkarmayın. (…) Kemalistlerin ikiyüzlü politikalarını,
emperyalistlere olan entrikalarını açığa çıkartarak mahkûm edin…” (N.
Vartanoğlu, Ermeni Soykırımı ve Tarihin İnatçılığı, s.154)
Bu satırların yazılı olduğu belge RKP(B) MK SB tarafından imzalandıktan
sonra bizzat Lenin’in eliyle Kafkas temsilcisi Orjonikidze’ye gönderilmiştir.
Bir başka yerde Kemalistler için yapılan
“milli burjuvazi” benzetmelerine Stalin hiddetle şöyle cevap vermektedir: “Kemalistlerin
partisi ve (…) sol Guomindang’ın partisi aynı kefeye konamaz. (…) Kemalistlerin
partisi (…) hiçbir zaman sol Guomindang’la boy ölçüşemez.” “Kemalist hükümet
işçi ve köylülere karşı mücadele hükümetidir; içinde komünistlerin yer almadığı
ve almasının da mümkün olmadığı bir hükümettir.” (N. Vartanoğlu, Ermeni
Soykırımı ve Tarihin İnatçılığı, s.163-164) İbrahim Kaypakkaya’nın Görüşlerine
Dair Birkaç Not! 60’lı yaşlara merdiven dayamış bir kuşağın mensubu olarak
İbrahim Kaypakkaya’nın o gün yaptığı tahlillere hala şaşarak ve hayretle
baktığımızı önemle belirtmekte fayda vardır. Bütün maddi imkânsızlık ve
akademik olanaksızlıklar içinde İbrahim’in yaptığı çalışmalardaki ince zekaya
hayran kaldığımızı bir kez daha belirtmek istiyoruz.
Nasıl bir genelleme ve çözümleme
yeteneğine sahipmiş ki hala dönüp dönüp okuyarak hayretten kendimizi
alamıyoruz. İ. Kaypakkaya “Kurtuluş Savaşı”nın karakterini “güdük” de olsa
“anti-emperyalist” bir muhtevaya sahip olduğunu söyler.
Gençlik yıllarımızda yaptığımız eğitim seminerlerinde
bunu şöyle yorumlardık.
İngilizlerin garantörlüğü ve Partizan/184
korumacılığında Anadolu’ya girmiş olan bir Yunan ordusuna karşı verilmiş savaş,
nasıl ki “uşağa vurulan darbe efendiye de vurulmuş” sayılıyorsa işte bunun için
antiemperyalistti. Fakat akabinde hemen İngilizlerle işbirliği yapıldığı için
“güdük” sayılmıştır. Gelinen süreçte görüyoruz ki Anadolu’ya girerken
İngilizlerin garantörlüğünde olan ve sürekli Çerkes Ethem çeteleri tarafından
yıpratılmakta olan Yunan ordusu geriye çekilirken ya da M. Kemal tarafından
“kovulurken” İngilizler tarafından “satılmış”, koruma ve destek garantisi
kaldırılmış başıboş bir ordudan başka bir şey değildir. Bu anlamıyla zaten
önceden İngilizlerle el altından anlaşmış olan M. Kemal’in birkaç haftalık “taarruzuna”
anti-emperyalist bir muhteva ekleyemiyoruz. Kısmi bölgeleri işgal altında tutan
İngiliz-Fransız ve İtalyan işgalcilerine karşı da bir fiili mukavemet
olmadığına göre, “Kurtuluş Savaşı”na “güdük” de olsa antiemperyalist bir
muhteva eklemleyemiyoruz.
İ. Kaypakkaya katledilmeden birkaç
ay önce kaleme aldığı yazıları konusunda hala aynı mı düşünüyordu? Yoksa
Kürdistan’a geçtikten sonra kafasında yeni şekillenmeler olmuş muydu? Bir
bakalım… Şimdi söyleyeceklerimiz bir “belge” niteliğinde değildir. Yani
Kaypakkaya tarafından kaleme alınmış bir yazı ya da altında imzasının olduğu
bir ifade tutanağı değildir. Aktaracağımız şey sadece bir tanıklıktır. Tarih
araştırmacıları, bir süreci beraber yaşamış unsurların tanıklıklarını eğer
genel eğilim olarak prosesi doğruluyorsa “yan delil” olarak kullanırlar.
Aktaracağımız
şeyi bu bakımdan eğilim çizgisini doğruladığı için bahsetmeyi doğru buluyoruz.
1973 Nisan-Mayıs aylarında 12 hücrelik işkencehanenin üçüncü hücresinde İ.
Kaypakkaya’nın bulunduğunu, kendisinin de sekizinci hücrede olduğunu söyleyen
Hasan Zengin’in “Ortak Yaşam dergisi”nde yayımlanan anı yazısı Ahmet Cihan
arkadaşımız tarafından sosyal medyada yayımlandı. İ. Kaypakkaya ile Haymanalı
Orgeneral Şükrü Olcay arasında geçen konuşmaya tanıklık şöyle: “Sizlerin yedi
düvele karşı verdiğiniz ulusal Kurtuluş Savaşı Kürtlere, Çerkeslere,
Ermenilere, Pontuslulara ve kısmen de İngiliz emperyalistlerinin teşvikiyle
Batı Anadolu’ya çıkan Yunanlılara karşı verilen toplam 40 günlük bir
harekettir. İngilizlerle savaştınız mı?... Fransızlarla savaştınız mı, ya da
İtalyanlarla?...” “Ben size soruyorum, hadi cevap verin.” Eğer bu sözler
İbrahim’in ağzından çıkmış (ki eğilim çizgisi doğruluyor) ve şu betimlemelerle
birleşmişse “İzin verirseniz bir örnek vereyim. 30 Ekim 1918 yılında Osmanlı
Devlet ile İtilaf Devletleri arasında Mondros Mütarekesi imzaPartizan/185
lanır. Antep bu mütareke gereğince İngiliz emperyalizmi tarafında Aralık
1918’de işgal edilir.(…) 29 Ekim 1919’da Fransızlar Musul-Kerkük petrolleri
üzerindeki haklarından İngilizler lehine çekilince Antep’ten de İngilizler
Fransızlar lehine çekilir. Antep 29 Ekim 1919’da Fransa’nın işgaline terk
edilir. (…) 4 Eylül 1919’da Sivas Kongresi başlar. Bu kongreye hiçbir Kürt
temsilci alınmaz. (…) (Kürtler bn) Hacı Bedir Ağa ve Bedirhan Kardeşler, Mulla
Mehmet ve Mehmet Sait’le temas kurarak Antep’te (…) direnme kararı alırlar. (…)
Fransız askerlerinin Ermeni yurtseverleri olduklarını öğrenirler. (Savaş bn)
Ermeni yurtseverlerin çekilmesiyle son bulur. Tamamen Kemalistlerin dışında
gelişen bu hareket (…) hesaplarını bozar.
Çünkü M. Kemal Fransızlarla el
altından Ankara Anlaşması’nın altyapısını oluşturmaktadır” ciddi olarak
düşünmemiz gerekmektedir. Devamla M. Kemal’in Ali Cenani ile Ali Kılıç’ı
Antep’e yollayarak bağımsızlıkçı Kürt önderlerini öldürttüğünü söylüyor.
General “Bunlar yeni bilgiler, partinizin programında bu ayrıntı yok” babında
bir şeyler sorunca İbrahim bunları yeni öğrendiğini, bu bilgilere Kürdistan’a
geldikten sonra ulaştığını söyler. Tamamen genel eğilimi doğrulayan sözlerdir
bunlar. Fakat yapılan anlaşmaların tarihleri göz önüne alındığında
emperyalistlerin teşvikiyle Yunanlıların Batı Anadolu’ya girişinin tespitini
yapan İbrahim’in “Emperyalistler bu süreçte Yunan garantörlüğünden çekilmiştir”
çıkarsamasına ulaşması hiç de mümkün olmayan bir sonuç olarak görülmüyor.
Katledilmeden birkaç ay önce yaptığı tespitlerden hareketle M. Kemal ya da
“Kurtuluş Savaşı”nın “güdük” de olsa anti emperyalist değerlendirmesinden
vazgeçeceğini düşünmek hiç de mantıksız değildir. Kaynakların kıt,
materyallerin yetersiz, bir de illegal örgütlenme şartlarının getirdiği
zorlukları düşündükçe bu olağanüstü insanın bu sonuçlara ulaşması tabii ki
takdire şayandır.
Bizim gördüğümüzü zannettiğimiz
ayrıntılar onun programatik düşünsel yapısını reddetmiyor, aksine doğruluyor.
Yine kıyas yaparken aynısaiklerle “sömürge, yarı-sömürge, yarı-feodal” olan
Osmanlı sosyo ekonomik yapısının “Kurtuluş Savaşı” ile “yarı-sömürge,
yarıfeodal”e evirildiği yanılgısı vardır.
Değerli Arkadaşlar; aynı saiklerle vurgusunun
üstüne basa basa söylüyoruz. Yine gençlik dönemimizdeki seminer ve eğitim
çalışmalarında yaptığımız tartışma ve genellemelerle İbrahim’in bundan kastının
geçici İngiliz-Fransız ve İtalyan işgallerinin bir “sömürgecilik” olarak değerlendirilebileceğini
ve bu işgallerin kalkmasıyla Osmanlı’nın yarı-sömürge, yarı-feodale evrildiğini
düşünüyorduk. Zira Osmanlı’nın başka bir yerde başka bir ülkeye sömürge olduğu
konusunda herhangi bir bilgimiz mevcut değildir. Partizan/186 Sömürge tanımı,
ekonomik ve siyasal-sosyal yapısıyla birlikte oturmuş, yerleşmiş, pekişmiş bir
olguyu ifade eder. Dört yıl süren bir savaşta esas olarak askeri gelgitlerle
elde edilen, işgal edilen Anadolu topraklarının bu statüde yani sömürge
statüsünde ele alınmasının doğru olmayacağı kanaatindeyiz. Şöyle ki, askeri
harekât gelgitleri içinde Osmanlı’nın Kars’ı aşıp Batum’a yaklaşması veya
Kemalistlerin Ermenistan’a girmesi ya da bunun tam tersi olan Rusya’nın Artvin,
Bitlis ve Van’a kadar ilerlemesi Buraların “sömürge” olduğu sonucunu nasıl
doğurmuyorsa Antant devletlerinin de Antep ve Urfa’yı işgali de bu sonucu
doğurmaz diye düşünüyoruz.
Hakeza II. Dünya
Savaşı’ndaAlmanya’nın Çekoslovakya’yı ya da Fransa’yı işgali buraların artık
sömürgeleştirildiği anlamına gelmez. Kaldı ki İbrahim, Kemalist hareketin
emperyalizme direkt yönelen hiçbir eyleminden bahsetmemektedir. Mao’nun Çin
tahlilinden etkilenme ile bu varsayıma ulaştığı konusunda kafamızda oluşan soru
işaretleri vardır. Çünkü Mao, Dr. Sun Yat Sen öncesi ve sonrası Çin’deki
değişimisadece “sömürge, yarı-sömürge, yarı-feodal” yapıdan “yarı-sömürge,
yarı-feodal” yapıya dönüşüm olarak değerlendirir. “Çağdaş” İttihat ve Terakki;
CHP Sevgili Dostlar; Bir ömre sığmayacak kadar derin araştırma konularını
birkaç saatlik sohbete sığdırmadan doğacak eksiklik ve hatalarımızı mazur
görmeniz dileğiyle cumhuriyet sonrası uygulamalara şöyle bir değinip geçelim.
Yıl 1934, faşist yarı-legal paramiliter
örgütler Trakya’da Yahudi evlerinin kapılarını işaretliyor ve güpegündüz
bildiriler dağıtıyorlar. Yahudi dükkânlarından alışveriş yapanlar ikaz
ediliyor, Yahudilerin “maymun” olduğu şeklinde propagandalar yapılıyor ve
Yahudilerin Trakya’yı terk etmeleri isteniyordu. Çanakkale’de kendini
korumaları geçerek M. Kemal’in önüne atan bir esnaf bu durumdan yakınınca
karşısındakinin bir Yahudi olduğunu anlayan M. Kemal’den aynen şu cevabı
alıyor: “Halk isterse beni de kovar.” İkiyüzlü Kemalistler bu örnekle M.
Kemal’in ne kadar “halkçı” olduğunu savunurlar. Bir ülkenin cumhurbaşkanısınız,
bir vatandaşınız gelip kendini önünüze atarak mal ve de can güvenliği
kalmadığını ve buradan kovulmak istendiğini söylüyor ve siz ona (Yahudi
olduğunu anladığınız için) bu cevabı veriyorsunuz… M. Kemal son nefesine kadar
bir kültür yiyicisi ve halk düşmanı kimliğinden asla taviz vermeyen biridir.
Geride bıraktığı “çağdaş” İttihat ve Terakki
olan CHP önderinin izinden bir an olsun ayrılmadan yoluna devam etmiştir. 11
Kasım Partizan/187
1942’de 350 CHP milletvekilinin oy birliğiyle çıkarılan Varlık Vergisi Kanunu sermaye
gasp etmeye doymayan faşizmin karakteristiklerinden birisidir. Tabii bunun ön
hazırlığına basın aracılığıyla altı ay önceden başlanmıştır. Gazete
haberlerinden örnekler verelim. “Üç Yahudi, Limon Tuzu Yerine Sağlığa Zararlı
Maddeler Satıyor” “Karpit Stokuyla Bir Yahudi Tüccar 40 Bin Lira Para Kazandı”
“2 Yahudi Çocuk, Hava Kurumu İçin Rozet Dağıtılırken Kutuya Atılan Paraları
Çaldı” “İstifçi 2 Yahudi Yakalandı” “Eroin Satan 1 Yahudi” “Kiraların Artma
Sebebi Yahudiler” “Flit Yerine Renkli Su Satan Açıkgöz Yahudi” 1942 yazı
boyunca bunlar gibi yüzlerce haber yapılıyor. Kasım ayında yeni vergi listeleri
yayımlanıyor… Takdir edilen matrahın yüzde 50’si gayrimüslim yüzde 12.5’i
Müslümanlardan isteniyor. Nüfus oranlarındaki yüzdeye bakın, bir de matrahın yüzdesine
bakın!... Toplam verginin yüzde 70’i İstanbul’a ödettiriliyor ve İstanbul’da bu
vergiyi ödemek zorunda olan mükelleflerin yüzde 87’si gayrimüslim!...
Bütün mal varlığını satmasına rağmen
bu vergiyi ödeyemeyen gayrimüslimler de var… Ödeyemeyenler için aynı 1914-15’te
Enver Paşa’nın kurdurduğu silahsız “Amele Taburları”nda olduğu gibi “angarya”
zorunluluğu getiriliyordu. Erzurum-Aşkale’ye yol yapımında çalışmak için
gönderilen yüzlerce angaryacı gayrimüslimden 20-25’i o kışı atlatamıyordu. 6-7
Eylül 1955 Osmanlı’dan miras provokasyon geleneği Demokrat Parti iktidarıyla
devam ediyordu. Yine basın yoluyla ön hazırlıklar yapılmıştı. Aylar öncesinden
Rumlara yönelik manipülatif haberler manşetlere taşınıyordu. Günde 20-30 bin
satamayan İstanbul Ekspres adlı gazete kâğıt stokunu önceden halletmiş ve yüz
binlerce baskı yapmıştı. “Atamızın Evi Bombayla Hasara Uğradı” “Türk
Gençliğinin Büyük Heyecanı” Ardından nereden çıktığı belli olmayan güruhlar
ellerinde bayrak Celal Bayar ve Atatürk resimleriyle bağırıp çağırarak slogan
atıyorlardı. Ev ve iş yerlerinin birçoğu yine önceden işaretlenmişti. Bilanço
yine malum…
Birinci sırada yine gayrimüslimler…
11-15 arası ölüm…Yaralı sayısı 300’e yakın… Sadece Balıklı Hastanesi’nde 60
kadın tecavüzden dolayı tedavi görüyor… Tecavüze uğrayan Partizan/188 kadın
sayısının 200’ü aştığı söyleniyor… Resmi olarak 5300, gayri resmî olarak 7000
binanın hasara uğradığı belirtilmiştir. Bunun yüzde 59’u Rumlara, yüzde 17’si
Ermenilere, yüzde 12’si de Musevilere aittir. En büyük tahribat Beyoğlu,
takiben Eminönü, Fatih, Şişli, Beşiktaş, Sarıyer, Kadıköy, Adalar ve
Bakırköy’de yapılmıştır. Celal Bayar olay yerini gezerken yanındakilere dönerek
“Dozu fazla kaçırdık galiba” diyordu. Yine uydurmadan bir mahkeme ve yargılama
yapılıyordu.
Birkaç kişiye “kıytırıktan” cezalar
kesiliyor ve her ne hikmetse 8-10 yıl sonra bu ceza alanlardan birinin MİT
Müsteşarlığı’na getirildiğini öğreniyorduk. Yıllar sonra emekli Tuğgeneral
Sabri Yirmibeşoğlu gazeteci Fatih Güllapoğlu’na şunları söylüyordu:
“Tabi 6-7 Eylül’de bir Özel Harp işiydi. Ve
muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı. Sorarım size; bu muhteşem bir
örgütlenme değil miydi?” (Tempo Dergisi, sayı 24) Tarihsel Haksızlıklara
İlişkin… Sevgili Arkadaşlar; Tarihsel haksızlıklara yaklaşımın düzeltilemeyeceğini,
düzeltmenin sınıf bilinçli proletaryanın görevleri içinde yer almadığını,
bunların sadece teşhir edilmesi ve kitlelerin bu yönde eğitilerek canlı ve
dikkatli tutulması gerektiğini yine İbrahim’den öğrenmiştik. Ve yine
öğrendiğimizle kaldık… Nedir bu tarihsel haksızlık?... Düzeltilebilir, telafi
edilebilir bir özelliği var mıdır, yok mudur?...
Canlı ve dinamik midir yoksa yaşamsal bir
özelliği kalmamış mıdır?... Aslında kafa yormamız gereken meselelerden biri de
budur. Sanırsak Marks-Engels yeni kıtanın keşfinden sonra Avrupalı göçmenlerin
Amerikan kıtasına geçerek üretim ilişkileri bakımından daha bir üst aşamaya
geçtiklerini ve ancak bu arada yerlileri, Kızılderilileri katlederek geri
dönüşümü mümkün olmayan bir tarihsel haksızlığa da sebep olduklarını
belirtmektedirler. Yine geleneğimizden değerli edebiyatçı ve yazar arkadaşımız
MetinAktaş’ın konuyla ilgili değerlendirme ve tespitlerini okumanızı tavsiye
ediyoruz. Sosyalist Mezopotamya adlı gazetede yayımlanan yazısında özetle
tarihsel haksızlıkların sadece sınıf savaşlarından doğan haksızlıklar olarak
ele alınmasının doğru olmadığını, insanla doğa arasındaki savaşından da
ekolojik tarihsel haksızlıklar doğduğunu belirtmektedir. Tarihsel haksızlıkları
sınıflarken bunların kimilerinin kapitalist düzen çerçevesinde sistemlerin
zorlanarak çözülebileceğini, kiminin ise çözümünün kapitalist dünyada mümkün
olmadığını vurgulayan yazar, Almanya bölünmesi ve Partizan/189 birleşmesini
örneklendirdikten sonra dört parçaya bölünmüş Kürdistan’ın da düzeltilebilecek
tarihsel haksızlık olduğuna değiniyor ve Ermeni sorunu için şöyle diyor: “…
Ermeni halkının uğradığı tarihi haksızlık da düzeltilmesi mümkün olmayan böyle
bir tarihi haksızlıktır. (…)
Bu tarihi haksızlığı anmak (…) ölmüş
insanların anılarına saygı duymak ayrı bir şey, bu topraklarda yaşayan
insanların yerine Ermenilerin yerleştirilmesini savunmak ayrı bir şeydir.”
Bizce böyle değil, ya da en azından
ben böyle düşünmüyorum. Kapitalizmin egemen olduğu süreç için soykırımdan ötürü
özür ve tazminata düzen zorlanmalı ve demokratik hak ve özgürlükler
çerçevesinde sonuna kadar mücadele edilmelidir. İnsanlık suçu olan soykırımı
“teşhir ve ilan etmek” ise sonsuz bir mücadele biçimi olarak önümüzde
durmaktadır. Lanetleme ve mahkûm etme mücadelesi okullara ders olarak konulana,
onu eğitimin bir parçası haline getirene kadar devam etmelidir. Milliyetçi
bakış açıları reddedilerek sosyalist perspektifle programatik düzeyde bütün
yönleriyle ele alınarak gündemde tutulmalıdır.
Topraklarına geri dönerken
yerleşikleri kovma, yani bir tarihsel haksızlığı gidermeye çalışırken başka
haksızlıklara neden olma sosyalistlerin bakış açısı olamaz. Bu yönüyle mesele
biraz İsrail-Filistin meselesine benzemektedir. Tarihsel olarak “Kenan
ili”nden, kendi öz topraklarından çıkar savaşları sonucu göç ettirilmiş
Yahudiler uluslararası kamuoyu ve emperyalistlerin de desteğini alarak yeniden
koloniler oluşturmuş ve 1948’te İsrail devletini kurmuşlardır. Milliyetçi ırkçı
yöntemlerle nihai çözümün asla mümkün olmayacak yaklaşımlarla başlayan Filistin-İsrail
çatışmaları günümüze kadar Ortadoğu’da bir çıban olarak halkların gündemine
yerleşmiştir. Çünkü kendinin maruz kaldığı tarihsel haksızlığı gidermeye
çalışırken sonradan o topraklarda yurtlanmış ve aynı topraklar üzerinde
uluslaşmış Filistin Arap ulusuna benzeri bir haksızlıkla mübadele etmiştir.
Olaylara sınıfsal bakış açısıyla, halkların
kardeşliği ve eşitliği ilkesi doğrultusundan bakıldığında meselenin çözümü
mümkündür. Sohbetimizin başlarında toprak sınırlarının iç içeliğinin bin
yılların ürünü olduğuna değinmiş, kesin ve net ulusal çizgileri belirlemenin
mümkün olmadığını söylemiştik. 1900’ler Osmanlı’sının demografik dağılımından
Ermeni halkının nüfus yoğunluğunun (dönem itibariyle tarihsel ve güncel
topraklar) olduğu bölgelere “Vilayat-ı Sitte” denildiğini belirtmiştik.
Vilayat-ı Sitte tarihsel olarak Batı Ermenistan toprakları olarak
değerlendirilmelidir. Ancak soykırım sonrası dönemde Kürtlerin uluslaşma süreci
aynı ve komşu topraklar üzerinde tamamlandığı için aynı zamanda Kürdistan’dır.
İşte tam olmasa da bu manada biraz Filistin-İsrail meselesine benzemektedir.
Çözümü mümkün müdür? Evet mümkündür.
Kapitalist dünyanın bunu çözmesi mümkün müdür? Hayır mümkün değildir.
Etnisiteyi esas alan her türlü Partizan/190 milliyetçi ve ırkçı yaklaşım bırakın yaraya ilaç
olmayı, karakterleri gereği habis üretmekten öteye geçememişlerdir ve geçmeleri
de mümkün değildir. Çözüm Demokratik Halk İktidarıdır. Demokratik Halk İktidarı
soykırımı dünya ölçeğinde mahkûm eder ve katledilen Ermeni, Asuri, Ezidi, Rum,
Yahudi vb. halklardan anıtsal düzeyde özür diler. Demokratik Halk İktidarı
imkânları ölçeğinde ve imkânlarını zorlayarak soykırım mağdurlarının maddi
zararlarını tazmin eder. Demokratik Halk İktidarı soykırım mağdurlarının
dünyanın çeşitli yörelerine dağılmış, akrabalık bağı ispatlansın ispatlanmasın
bütün unsurlarına gelip yerleşeceği toprakların kapılarını açar.
Demokratik Halk İktidarı yerleşik halkların
ekonomik, siyasal ve sosyal konumuna zarar vermeden ama pozitif bir ayrımcılık
da gözeterek asli topraklarına yerleşecek unsurların ulusal olarak serpilip
gelişmesine yardımcı olur, halkların kardeşçe ve eşit bir yaşam ilkesinden
hareketle sosyal ve siyasal bir ortam yaratır.
Çözüm budur!
Şan olsun kuruluş günü 24 Nisan olan Anadolu Güneşi’ne! Teşekkürler
………………………………
Kaypakkaya geleneğinin son yıllarda kaybettiği seçkin, aydın,
entelektüel, örgütleyici, bilge özellikleriyle tanıdığımız Serdar (Artin)
Can’ın şahadet haberi ile sarsılıyoruz. Bir kez daha yıkılıyoruz. Çetelere
karşı şehadet haberlerinin Ağustos sıcaklığında dalga dalga gelirken, ilkin
komutan Ulaş Bayraktaroğlu, ardından Nubar Ozanyan, Gökhan Taşyapan ve bu gün
Serdar Can’ı yıldızlara, Nubar Ozanyan’ın yanına uğurluyoruz.
Nubar Ozanyan ile Artin
Can’ın dostlukları bugüne değil geçmişe uzanmaktadır. Dostluk ve yoldaşlığın en
sıcak hareketli saatlerini, günlerini beraber geçiren ayrılmaz kardeşler, ölümü
de bir ve aynı zamana denk gelmesi tesadüfi değildir. Serdar’ın kalbi Nubar
Ozanyan’ın ölümüne daha fazla dayanamamıştır.
Kaypakkaya geleneğinin
kır gerilla savaşının Kürdistan topraklarında bugün Kürt Ulusal Hareketi daha
başlatmadan önce öncüleri, uygulayıcıları, teoriden pratiğe geçiren önder ve
örnek kişilerden ilkidir Serdar Can. Yakalanması ve İbrahim Kaypakkaya’dan ve Amed
Zindanlarında katledilmesinden sonra Kaypakkaya geleneğinin cezaevinde,
işkencehanelerde sürdürülmesi ve yaşatılması aynı zamanda öncüsü olmuştur.
Nubar Ozanyan ile
yollarının kesiştiği enternasyonal savaşlarda Filistin için siyonizme ve
emperyalizme karşı savaşta yine iki komutan savaşçı Deniz’lerden bize miras
kalan Filistin halkıyla dayanışma davasının sahiplenme omuz omuza beraber
mücadele, zamanı geldiğinde yine tarihi rollerini oynamış görevlerini yerine
getirmişlerdir.
Haydutlara, devletlere,
adeta meydan okuyarak kanunlarını tanımayarak Ortadoğu coğrafyasından
sınırları, mayınları tel örgüleri hiçe sayarak emperyalistlerin gelişmiş
teknolojilerini yerle bir ederek adeta dalga geçerek Hayastan’a gelmişlerdir.
Nubar Ozanyan’ın tavsiyesi ve önerisi olarak bugün Serdar Can yoldaşa “Artin”
diyerek, Ermeni Fedai Geleneğinin savaşçılarının ismini kullanmasını
istemiştir. Yaşadığı kısa bir dönem Hayastan’da ‘’Artin ‘’olarak tanınmış,
mütevazılığı, Ermeni ulusal tarihi, bilgi birikimi ile Ermeni halkı tarafından
sevilmiştir. Kaypakkaya’nın sadık öğrencisi olduğunu, sosyal şoven politikaları
izah ederek Ermeni entellektüelleri arasında takdirle karşılanmıştır.
Serdar Can bilge,
entelektüel bir duruş sergilemesi, burjuva aydınlarından entel-liboşlardan ayrı
özelliklere sahip olması onun ayrıcalığıdır. Ermeni sorunu bu gün tabular
aranırken, soykırım gerçekliğini ortaya çıkmasından önce, karanlıkta bir mum
ışığı olan Serdar Can’ın derinlikli kitap çalışmaları tarihi öneme sahiptir.
Duygu sömürücülerinin kendini tanıtma, öne çıkarmanın, reklamın tavan yaptığı
bu zamanda, Ermeni Soykırımı anıları ile topluma gerekli mesajı, üstelik özgür
koşullarda değil, Diyarbakır 5 No’lu Zindan gerçekliğinde yapması herkesin
harcı değildir, olamaz da.
Serdar Can’ın da bugün
ilk kitabı olan “Nenemin Masalları” kitabını daha iyi anlayacak, gündem
oluşturacaktır. Toplumsal sorun olan, Müslümanlaşmış Ermenilerin akıbeti,
geleceği sorunu üzerine yoğunlaşan Serdar Can’ın bu tarihi çalışması Hrant Dink
tarafından görüldükten sonra hemencecik görüşüp tanışmaları boşuna değildir.
Nubar Ozanyan’ın daha kırkı çıkmadan Serdar Can’ı kaybetmek Kaypakkaya
geleneğinin sıkıntılı, sorunlu, kuşatma altında olduğu süreçten ayrı ele
alınamaz. İlerlemiş yaşına rağmen kalp atışları sevgiden başka bir şey için
atmadı. Parti aşkı ve yoldaşlık için tüm hayat enerjisini büyük bir sevgi ve
bağlılık ile kullandı.
Yaşamını adadığı davası,
davamızdır!
Toprağa düşene dek
elinden bırakmadığı bayrağını daha da yükseklere taşımak onur borcumuzdur!
Nubar yoldaşımızın, tüm
devrim şehitlerinin yanına uğurluyoruz onu…
Işıklar içinde uyusun,
yıldızlar yoldaşı olsun…
(Bir yoldaşı)
http://www.ozgurgelecek3.net/manset-haberler/26270-serdar-cana-artin-can-yoldaa.html