ATEŞ
OLMADAN KÖZ OLMAZ - 1. BÖLÜM
Millî Demokratik
Devrim, Türkiye'de 1970'li yıllarda askerî bir müdahale ile Marksist-Leninist
tipte bir sosyalist devrimin olması gerektiğini savunan düşüncedir. Doğan
Avcıoğlu'nun başı çektiği Yön ve Devrim dergileri, Millî Demokratik Devrim'in
savunucusuydu ve 12 Mart Sürecinde önemli bir yere sahipti.
Millî Demokratik Devrim, Türkiye İşçi Partisi (TİP) içinde
tartışılmış ve bölünmeye neden olmuştur. Özellikle Mehmet Ali Aybar'ın
liderliğindeki TİP çevresi, "Millî Demokratik Devrim" ile
"Sosyalist Devrim"i birbirinden ayrılamaz olduğunu savunup doğrudan
bir sosyalist devrimi tercih ederken Mihri Belli'nin kavramlaştırdığı Millî
Demokratik Devrim ise Türkiye'ye daha uygun bir devrim olarak ikinci bir grup
tarafından tercih edilmiştir. Bu gruptakilere göre devrim, iki aşamalı
olmalıdır.
Önce Millî Demokratik Devrim, "askerî darbe"
şeklinde "genç subayların" önderliğinde olacak; sonra da
"proleter devrim" şiddete dayanmadan kesintisiz bir şekilde işçi
sınıfının hâkimiyetini kuracaktır. Çünkü MDD ile sosyalist devrim farklı türde
çelişkilerin çözümünü içermekte, dolayısıyla farklı hedef ve ittifaklara
dayansalar da birbirlerini tamamlamaktadırlar.
Belli ve ekibi kendilerine yakıştırılan MDD'ciler ismini
reddetmiş ve kendilerini "proleter devrimciler" olarak tanımlamayı
tercih etmişlerdir.MDD’cilerin sosyalist devrimin birinci aşamasında bir askeri
darbeye bel bağlamaları kuşkusuz onların kemalizme ve Kemalist orduya
biçtikleri ilerici misyondan kaynaklanıyor ve bu nedenle de Marksist devlet teziyle çelişiyordu.İşte tam
da burada İbrahim Kaypakkaya sosyalist devrimin asgari programına karşılık
gelen Demokratik Halk Devrimi (DHD)’nin dayanması gereken sınıf ittifakları ve
mücadele stratejisiyle her türden oportünist- revizyonist çizgilerle arasına
kalın bir çizgi çizmiştir. Benzer bir yaklaşım Kemalizm konusundaki
tereddütlereine rağmen Mahir Çayan’da da mevcuttur.
İbrahim
Kaypakkaya’nın kendi sürecinde diğer devrimcilerden esas farkı, gerek devrim
aşaması olarak DHD’nin dayanması gereken işçi-köylü ittifakı ve gerekse ulusal
sorun bağlamında Kürt ulusal sorununun devrimci karakterine yaklaşımıyla,
MDD’cilerin asker-sivil aydın zümreden başka devrimci bir dinamik göremedikleri
coğrafyamızın devriminin asli dinamiklerine yaptığı vurgu ve stratejik
hattındadır.
Demokratik devrim
belirlemesi, ilk olarak Marks tarafından Almanya'da burjuva demokratik devrimin
tamamlanmamış görevlerine dair olarak yapılmıştır. Daha sonra, kapitalizmin
emperyalizm aşamasında, Lenin tarafından, sömürge ve yarı sömürgelerin devrim
programı olarak demokratik devrim, İşçi köylü temel ittifakı ile sosyalist
devrimin asgari programı olarak belirlenmiştir
Maoizm ise Çin
devrimi pratiğinde demokratik devrimi yine Sovyet devrimi gibi sosyalist
devrimin asgari programı olarak geliştirmesine rağmen, bu kez devrim
coğrafyasının bir yarı sömürge olmasıyla sınıf ittifakları daha geniş
yelpazede, milli burjuvaziyi de kapsayacak bir biçimde gerçekleşmişti. Maoizm
Demokratik Halk Devrimi olarak tanımlanan devrim programının karakterini milli
olarak tanımlarken bu tanımlama devrim Demokratik cephesinde milli burjuvazinin
bulunmasından dolayı değil, hem komprador kapitalizme hem de açık emperyalist
işgale karşı gelişen devrimci sürecin niteliğinden dolayıdır.
Ben, bu yazı
dizisinde, Kim daha iyi ya da daha kötü Kaypakkayacı tartışmalarına doğmatik
bir perspektiften değil ama 73’ten günümüze değin olan gelişmeler bağlamında
İbrahim Kaypakkaya’nın görüşlerini gerçekçi bir yaklaşımla değerlendirerek,
onun her türden revizyonizm ve oportünizmle arasına koyduğu kalın çizgileri
belirsizleştirmeyen yeni bir DHD perspektifi ortaya koymaya çalışacağım. Çünkü,
İbrahim Kaypakkaya’dan günümüze değin olan gelişmeleri dikkate almayan doğmatik
bir savunu kadar, söz konusu değişimlerin ana yönlerini yanlış belirleyen ve
değişmeden kalan sosyo ekonomik ve siyasal olguları dikkate almayan herhangi
bir İbrahim Kaypakkaya revizyonunun da Anadolu ve Kürdistan devrimine tutarlı
bir perspektif getiremeyeceğini düşünüyorum.Kuşkusuz, Kaypakkayacı gelenek
Kemalizmin sınıfsal niteliğine ilişkin tutumu ile resmi ideolojiden köklü bir
kopuşa karşılık gelmesiyle coğrafyanın devrim tarihinde farklı ve özgün bir
konuma sahiptir. Fakat, bu, komünistlerin birliği sorununun Kaypakkayacıların
birliği sorununa indirgeme yaklaşımlarına zemin oluşturabilecek bir olgu da
değildir.
İbrahim
Kaypakkaya’nın fark yaratan görüşlerinin derinliğinde Kemalizmin faşist
sınıfsal karakterinin teşhirinin yanı sıra, dönemin MDD’cilerinin burjuva
feodal devlet aygıtını ele geçirip onu devrim menfaatine kullanma
fantezilerinin ürünü olan anti Marksist, darbeci tezlerine karşı DHD
perspektifli devrim anlayışını, devrimin dayanması gereken temel sınıf ve
ittifaklar bağlamında net bir biçimde ortaya koyarken, yine, kendi döneminin
teorik yazınında hiç dikkate alınmayan ve o dönem için açık bir mücadele biçimi
almamış olan Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı kapsamındaki olası bir
mücadelesinin Anadıolu ve
Kürdistan devrimi için tayin
edici öneminin fark ederek Kürt ulusal sorununa ayrı bir önem vermesi ve 12
Mart sonrası silahlı mücadeleyi de Kürt coğrafyasından başlatmasıdır.
İyi bir
Kaypakkayacı olmak her şeyden önce iyi bir Marksist-Leninist-Maoist olmayı
gerektirir.Bugün,iyi bir Kaypakkayacı olmanın ölçütü onu şuradan ya da buradan
savunmak değil onun görüşlerini değişen
ve değişmeyen koşullar bağlamında coğrafyanın devrim pratiğine tutarlı bir
biçimde uyarlamaktır. Yoksa, Kapakkaya’yı doğmatik bir biçimde savunanlar kadar
onun Kemalizm tesbitlerinen ulusal soruna kadar görüşlerini muhafaza ederek
çeşitli biçimlerde revizyona tabi tutanlar da şu ya da bu biçimde
Kaypakkayacıdır, en azından ondan etkilenmiştir.Bu anlamda, kaypakkaya
çizgisinin coğrafyanın gerçekleriyle örtüşmeyen tutarsız reviyonları kadar onun
görüşlerini değişen koşulları dikkate almadan doğmatik bir biçimde savunmaya
çalışanlar da hatalıdır.Ve eğer ortada bir hatalar silsilesi varsa bir komünist
olarak bize bu hatalar silsilesinin kaynaklarını göstererek Kaypakkkayacıları
tutarlı bir çizgide bir araya getirebilecek yeni bir perspektif arayışına
olanaklar ölçüsünde çaba göstermek düşer. Böylesine güç ve her an her cepheden
çeşitli biçimlerdeki tepkileri üzerine çekebilecek bir tartışmanın içine
bireysel bir yaklaşımla girmek ne kadar riski bir iş olsa da inandığım davaya
inancım bana böyle bir cüreti göstermem gerektiğini söylüyor.
İbrahim Kaypak
kaya, 68 :sürecinin temel bölünmelerinden olan MDD -sosyalist devrim ayrımında
MDD geleneğinden gelmesine rağmen DHD surecini bir MDD olarak
tanımlamaz.Anadolu devrimin karakterinin DHD niteliğinde olduğunu, Çünkü,
burjuva demokratik devrimin tamamlanmadığını, feodal ve yarı feodal üretim
iliksilerinin komprador kapitalizmle kompleks bir yapı oluşturduğunu
belirterek, işçi köylü temel ittifakı ve uzun sureli halk savaşı stratejisiyle
belirli bir DHD tanımlaması yapmıştır. İsçi köylü temel ittifakına şehir küçük
burjuvazisi ile birlikte orta burjuvazinin devrimci kesimlerinizde
katılabileceğini belirtirken, başta Çin devrimi olmak üzere geçmiş devrim
deneyimlerinin birikimleri üstünden belirlemeler yapmıştır.
İbrahim Kaypakkaya,
yine, genel olarak demokratik devrimle ilişkisi bağlamında ulusal sorun ve özel
olarak Kürt ulusal sorununun niteliğine dair de çözümlemeler yaparken,
proletaryanın öncüsünün, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesi
kapsamında, milli hareketler içindeki halk sınıflarının demokratik devrimde
kendiliğinden proletaryanın müttefiki potansiyeli taşıdığını da belirler.
Bizzat bu belirlemenin kendisi doğrudan sosyalist devrim programlarında ulusal
hareketlere ve bu karakterdeki devrimci hareketlere hiç yer vermeyen yâ da
kendi kaderini tayin hakkinin demokratik muhtevasını genel olarak demokratik
devrim programı ile ilişkilendirmeyen anlayışlardan farklı olarak, Anadolu
devriminin niteliğinin, hem yarı feodal sosyoekonomik yapı ve dolayısıyla
demokratik devrimin tamamlanmamış olmasından dolayı ve hem de burjuva
demokratik bir hak kapsamında olan ulusal sorunun halen çözülmemiş olmasından
dolayı DHD karakterinde olduğunu belirlerken, DHD surecini ise içinden geldiği
siyasal gelenekten farklı olarak MDD olarak tanımlamamaktadır. Kuşkusuz bu
olguda oldukça yeterli bir ideolojik birikimle birlikte ulusal sorunun gelişme
eğilimlerine karşı güçlü bir siyasal ön sezi söz konusudur.
İbrahim
Kaypakkaya’da, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının burjuva demokratik
bir hak olarak halen çözüme bağlanmamış olmasından dolayı coğrafyanın devrim
sürecinin diğer nedenlerle birlikte DHD
süreci olduğuna dair açık bir ifade bulunmamasına rağmen, Kürt sorununun
ayrıntılı bir biçimde gelecekte alabileceği biçimler bağlamında da irdelenmiş
olması, onun, sorunu DHD sürecinin ayrılmaz ve en önemli parçalarından biri
olarak gördüğünü ortaya koyar.Çünkü,
bilindiği gibi DHD’nin birincil görevi burjuva demokratik devrimin çözüme
bağlamadığı ya da bağlayamadığı sorunları çözüme bağlamaktır.
Anadolu ve
Kürdistan devrimi ,esas olarak, yukarıda belirtilen temel problemlerinden
dolayı bir DHD sureci tanımlasa da bu süreç bir MDD süreci olarak tanımlanamaz.
Her şeyden önce ,temel olarak iki farklı ulustan halk sınıflarının katılımı ile
gelişme eğilimi gösteren bir DHD süreci, ister farklı siyasal yapılar
biçiminde, isterse ortak bir siyasal program etrafında gelişsin her iki durumda
da MDD olarak tanımlanamaz
Her iki durumda da
DHD surecini MDD olarak tanımlamak eğer egemen ulusun milli nitelikteki
devrimini tanımlıyorsa en kaba biçimiyle bir şovenizme karşılık geldiği gibi
kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin demokratik muhtevasının da hem açık bir
ihlali ve hem de genel olarak ulusal sorunun DHD ile ilişkili diyalektiğine
karşı bir kayıtsızlığın göstergesidir.
Tarihte, ulusal
hareketlerin, bir coğrafyada sosyalizm mücadelesinden daha güçlü siyasal
dinamikler geliştirmesi, özellikle, 68 sonrası süreçlere dair nadir bir
olgudur. Sosyalizm deneyimlerinin yenilgileri ile birlikte sosyalizmin dünya
genelinde yaşadığı saygınlık kaybı ve sonrasında 3.emperyalist paylaşım
Savaşlarının dünya genelinde bölgesel çatışmalar biçiminde gelişmesi ulusal
kurtuluş mücadelelerinin gelişme trendini güçlendiren uluslararası koşulları
yaratmıştır.
Anadolu
coğrafyasında da Kürt ulusal sorunu etrafında gelişen ulusal kurtuluş
mücadelesi kendi kaderini tayin hakkı ilkesi bağlamında demokratik bir
muhtevaya sahiptir. Kuşkusuz, iki farklı milliyetten halk sınıflarının faşizme
karşı mücadelesi, ister farklı siyasal yapılanmalar biçiminde gelişsin isterse
ortak bir siyasal program etrafında gelişsin bir MDD tanımlamaz. Çin devrim
deneyimi ve sonrasında tek uluslu ya da ezilen ulus konumunda olan siyasal hareketlerin
devrim süreci MDD olarak tanımlansa da Anadolu devriminde ,Kürt ulusal
sorununun, aynı zamanda, tarım ve köylü sorunuyla iç içe geçmiş bir niteliğe
sahip olması ,Kürt ulusal sorunun nihai çözümünü DHD sureci ve sosyalist
devrimle hem asgari program ve hem de azami program bağlamında esastan
ilgilendiren bir nitelik göstermektedir. Dolayısıyla ulusal kültür, dil sorunu
gibi ulusal sorunun argümanlarını oluşturan meselelerin DHD ile ilişkisi
bağlamında bir MDD programının kapsamı ile sınırlandırılamaz niteliği ve yine,
Anadolu ve Kürdistan coğrafyası için
ulusal sorundan başka farklı kimlik ve aidiyet sorunlarının varlığı ,DHD’nin
asgari programının alanını genişletmekte ve DHD surecini bir MDD olarak
tanımlamaya olanak tanımamaktadır. DHD’nin asgari programının genişleyen
kapsamı devrimin niteliğine dair MDD belirlemelerini pratikte uygulanması
olanaksız ütopik belirlemeler haline getirmektedir .
Komprador
kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasının hâkimiyetinde yarattığı bölgesel
dengesizlikler ve özellikle Kürt coğrafyasının iklimsel ve tarımsal farklılığı
ile birlikte kapitalist gelişmenin verimli tarım alanları etrafında ve ulaşım
yolları üstünde gelişme eğilimi, Kürt coğrafyasında kapitalist gelişme
bakımından büyük uçurumlar yaratmaktadır. Kürt köylülüğü kendi coğrafyasının
dışında proleterleşmekte bu olgu da Kürt ulusal sorunu sınıf mücadelesi ile
ortaklaştıran bir nitelik göstermektedir.
Kürdistan ve
Anadolu devrimi bir birinden farklı iki ayrı MDD süreci olarak belirlense dahi
ne Kürt coğrafyasının ne de Anadolu coğrafyasının yalnızca kendi dinamikleri
MDD surecini sonuca vardıracak yeterliliklerden yoksun görünmektedir. Kürt
coğrafyası için tanımlanabilecek bir MDD süreci, köylülüğün, esas eğilim
olarak, kendi coğrafyası dışında proleterleşme eğilimi sebebiyle sınıfsal
dinamiklerden yoksun olduğu gibi, Kürt milli burjuvazisinin, yine, esas olarak
ticaret sermayesi niteliğinde olması ,Kürdistan devriminin tutarlı bir MDD süreci olarak gelişmesini
olanaksız hale getirmektedir.
Yine, Kürt milli burjuvazisinin
esas olarak tarım kökenli sermaye yapısı ve milli burjuvazinin de tarımın yarı
feodal yapısına bağlı olarak sermaye birikiminin üretim süreci dışında, değişim
süreçlerinde oluşması eğilimiyle tefeci tüccar sermayesi niteliğinde olması ,bu
sınıfın komprador kapitalizmle çelişkilerinin esas olarak pazar çelişkileri
alanında kalmasının koşullarını yaratırken, yine ,Kürt milli burjuvazisini
anakent şehirlere bağımlı hale getirmekle milli devrimin tutarlı bir MDD süreci
olarak gelişmesine olanak tanımamaktadır
Kapitalizmin
emperyalizm aşamasında ,yarı sömürge ve sömürgelerde geliştirilen komprador
kapitalizmlerin bütün dinamikleri tarımın yarı feodal niteliğine bağımlı olarak
inşa edilir. Dolayısıyla, yalnız emperyalizm ve işbirlikçi burjuvazinin değil
milli burjuvazinin de tarımda yarı feodal biçimleri tasfiye edecek ve tarımı
kapitalistleştirecek bir niteliği yoktur. Çünkü, bu sınıfların tamamı bizzat
tarımın yarı feodal niteliğinin yarattığı ekonomi politik dinamiklerle
kendilerini yeniden üretmektedirler.
Bu olgu, egemen
sınıflar cephesinden bir gerçeklik olduğu gibi halk sınıfları cephesinden de
böyledir.Örneğin, Anadolu coğrafyasında halk sınıflarının kaynağı köylülüktür.
Proletarya gibi küçük burjuvazi ve orta sınıflar da köylülüğün farklılaşması
sonucu gelişmektedir. Köylülüğün farklılaşması süreçler,i kapitalizmin
emperyalizm öncesi serbest rekabetçi kapitalizm döneminden farklı nitelikler
gösterir. Komprador kapitalizm, bir taraftan ,ucuz iş gücü ve hammaddeyi
tarımın yarı feodal niteliğine bağlı olarak yeniden üretirken, diğer taraftan
,bu yarı feodal yapı toplumun diğer bütün sınıfsal farklılaşmalarının
niteliğini de belirlemektedir.
Örneğin, ekilebilir
arazilerin sabit kalmasıyla kırlarda oluşan artı nüfus şehirlerde birikirken, bu
artı nüfusun bir bölümü tamamen köyle iliksisinden koparak proleterleşirken,
bir bölümü de Köyle ilişkisini yarıcı ve kiracı ekonomisi ile sürdürerek
köydeki toprağının büyüklüğüne göre şehirlerde yarı proletarya, küçük burjuvazi
ve orta sınıfları meydana getirmektedir. şehirlerde biriken bu artı nüfusun,
yarı proletaryayı oluşturan kısmı, köyden bir miktar gelirinin olmasıyla emeğin
kendisini yeniden üretmek için ihtiyaç duyduğu miktara karşılık gelen gerekli
emek zamanını düşürerek ortalama ücretleri düşürmektedir. Bu olgu, komprador
kapitalizme ucuz iş gücü yaratan dinamiklerin esasını oluşturmaktadır. Yine,
şehirlerde biriken artı nüfustan işsiz kitleler de arz ve talep dengeleri ile
ortalama ücretleri düşürmektedir.
Diğer taraftan,
küçük ölçekli aile tarımı niteliğindeki yarı feodal tarımda üretim surecine
giren feodal angaryanın farklı biçimleri ve esas olarak satın alınmış ücretli
emek kullanımının tali kalması, tarımsal ürünlerin ve dolayısıyla sınaî
hammaddelerin ilk elden fiyatını düşürmekle komprador kapitalizm ve
emperyalizme ucuz hammadde kaynağı yaratmaktadır. Sermaye birikiminin, tarımda
esas eğilim olarak üretim süreçleri dışında, değişim surecinde gelişme eğilimi
tefeci tüccar sermayesi biçimini alırken, bu tefeci tüccar sermayesi ,iş birlikçi
holding sermayesinin olduğu gibi bizzat devletin ekonomik faaliyetinin de
niteliğini belirlemektedir. Yine, orta sınıflar ve milli burjuvazi de tarımla
iliksisi bağlamında tefeci tüccar sermayesi niteliği göstermektedir.
Küçük ve orta ölçekli tarım ve buna bağlı olarak
halk sınıflarının bileşiminde çekirdek proletaryanın zayıf konumu ve toprak
talebinin zayıflığı, asgari programın ekonomik talepler ve sınıf dinamikleri
olarak handikaplı niteliğini oluşturur Anadolu coğrafyasında, halk sınıflarının
birleşiminde ,küçük burjuvazi ve yarı proletaryanın belirgin hakimiyeti ile
birlikte, küçük ve orta ölçekli tarıma bağlı olarak toprakta küçük mülkiyetin
belirleyici niteliği ile toprak talebinin zayıflığı DHD asgari programının
handikaplarını oluştururken, tarihsel olarak köklü bir ulusal sorunla birlikte,
yine tarihsel kökleri olan bir kimlik sorunu olarak alevi kimliğinin demokratik
talepleri asgari programın siyasal muhtevasını genişleterek DHD’nin içeriğini
sınıfsal dinamiklerle birlikte derinleştirmektedir.
Köylü ve tarım
sorunuyla iç içe geçmiş olan Kürt ulusal sorunu ve alevi kimliğinin demokratik
talepleriyle birlikte diğer ezilen toplumsal kimliklerin talepleri asgari
programın siyasal muhtevasını ve kitle tabanını sınıfsal dinamiklerin ötesine
taşımaktadır. Bu niteliği ile Anadolu ve Kürdistan coğrafyasının DHD süreci,
Kürt ve Türk coğrafyasında iki ayrı MDD biçiminde değerlendirilse dahi her iki
coğrafyanın gerek sınıfsal, gerekse kimliksel dinamikleri DHD surecinin bir MDD
biçiminde gelişmesine yeterli siyasal koşulları üretememektedir.
Dolayısıyla, bütün
ekonomik ve siyasal göstergeler Kürdistan demokratik devrimi ile Anadolu
demokratik devrimini ortaklaşa ve iç içe süreçler haline getirmesine rağmen,
gerek Kürt milli burjuvazisi ve bir kısım toprak ağalarının, dört ayrı devlet
coğrafyasına bölünmüş olan Kürt realitesinin bölgesel faşizmlerle çatışmasında,
halen meşru bir niteliğe sahip olan demokratik taleplerin temsilcisi konumunda
olması ve bu olgudan dolayı Kürt proletaryası ve köylülüğünü halen siyaseten
yedekleme avantajları yla ve gerekse ,Anadolu devrimci dinamiklerinin siyaseten
ve örgütsel yetersizlikleri, Kürt ve Anadolu demokratik devriminin ortaklaşma
koşullarını olumsuz etkilemektedir.
Görünen odur ki
Anadolu devrimi ile Kürdistan devriminin ortaklaşma koşulları ,Kürdistan
demokratik devrimi için asıl mücadele eden kitleleri oluşturan Kürt
proletaryası ve köylülüğünün, yalnızca kimliksel ve demokratik taleplerinin
değil ama sınıfsal taleplerinin de Kürt milli burjuvazisi ve toprak ağalarından
farklılaşacağı bir siyasal konjonktüre kadar Anadolu devrimi ve Kürdistan
devriminin siyasal öncü düzeyinde ortaklaşma koşulları handikaplıdır. DHD’nin
bütün bu handikaplarına rağmen, Kürdistan ve Anadolu coğrafyasının iki farklı
MDD sureci olarak gelişme olanaklarının yetersizliği ,Kürdistan ve Anadolu
devrimini giderek daha güçlü siyasal dinamiklerle iç içe süreçler haline
getirmektedir.
Burada, özellikle,
şu olgunun vurgulanması da gerekir ki Anadolu ve Kürdistan DHD süreci için
işçi- köylü temel ittifakının müttefik sınıfı genel olarak orta burjuvaziye karşılık gelen milli
burjuvazi değil ama yalnızca Kürt milli burjuvazisidir.
Çünkü, Türk milli burjuvazisi, özellikle, Kürt sorununun
varlığı bağlamında komprador burjuvazi saflarında şoven bir siyasal pozisyonu
işgal etmektedir.Diğer nedenler bir tarafa bırakılsa dahi Kürt milli
burjuvazisinin DHD sürecinde işçi –köylü temel ittifakının müttefiki olmasını
koşullayan Kürt ulusal sorunu bile tek başına varlığı dahi coğrafyanın devrim sürecinin
DHD süreci olduğuna dair yeterli bir sebep teşkil eder.DHD’den sosyalist
devrime doğru olacak olan gelişme, DHD sürecinde kazanılacak mevzilerin
belirleyeceği,konjonktürdeki değişmelere göre
çeşitli mücadele biçim ve yöntemlerinin birbiriyle yer değiştireceği uzun soluklu bir mücadele
sürecini güncellemektedir.
Gerek Anadolu
coğrafyasında, hem halk sınıfları cephesinden hem de kimlik ve aidiyet
sorunları cephesinden DHD’nin asgari
programı için engel oluşturan olgular aynı zamanda her iki coğrafyanın
devriminin siyasal öncülüğünün gelişme dinamiklerini de yine çelişkinin bu
özgün niteliği koşullarında belirlemeye adaydır. Halk sınıfları cephesinden,
proletaryanın zayıf konumu ve köylülüğün esas olarak küçük ve orta köylülükten oluşması sebebiyle toprak
talebinin zayıflığı koşullarında, halk sınıflarının bileşiminin de küçük
burjuvazi ve yarı proletaryanın çoğunluğu teşkil etmesiyle, devrimci
dinamiklerin, esas olarak küçük burjuvazi ve yarı proletaryanın devrimci
unsurları zemininde gelişmesi ,güçlü bir proletarya partisinin mevcut siyasal
konjonktürde yaratılma koşullarına handikap oluşturmakta ve devrim cephesinde
çok parçalı siyasal bir görünüm oluşmasına sebep olmaktadır.
DHD’nin esas dinamiklerinde güçlü bir hareket yaratma
yeterliliğinde bir proleter öncülüğün yaratıma koşulları, kendi coğrafyası
dışında proleterleşen Kürt halk sınıflarının, siyaseten kendi mülk sahibi
sınıflarından farlılaşacağı bir siyasal konjonktürün gelişme koşulları
tarafından belirlenecektir. Kürt köylülüğü ve proletaryasının, kendi ulusal
kimlik sorunlarının ötesinde ,sınıfsal dinamiklerle katılmadığı bir DHD Anadolu
coğrafyası için pratikte gerçekleşmesi olanaksız bir ütopyadan ibarettir.
Yine, özellikle
orta sınıfların ve milli burjuvazinin ekonomik dinamiklerinin tarıma bağımlı
niteliği ile örneğin, KOBI tarzı isletmelerin ve mikro isletmelerin faaliyet
dışı gelirlerinin tarım kaynaklı olması, komprador kapitalizmin ekonomik
buhranlarına bir esneklik vermekte ve bu olgu halk sınıflarının birleşiminde çekirdek proletaryanın zayıf konumu ile
birleşerek emperyalizmin ve komprador kapitalizmin ekonomik buhranlarının
siyasal buhranlara dönüşmesindeki yetersizliklere sebep teşkil etmektedir.
Anadolu coğrafyası
için DHD surecini Bir MDD süreci olarak algılayan siyasal anlayışlar,
kitlelerde beklenen politizasyonun istenen düzeyde gelişmediği koşullarda ve
özellikle halk savaşı için köylülüğün toprak talebinin zayıflığından dolayı
kitlesel gelişmenin yetersizliği koşullarında, DHD’nin bu şabloncu dogmatik
anlayışından cayarak, bu kez modern değişimci bir konuma savrularak doğrudan
sosyalist devrim tezlerine sarılmaktadır. Oysa, diyalektik olarak
düşünüldüğünde, sınıfsal dinamiklerin bir DHD sureci için dahi engel
oluşturduğu ve yetersizlik gösterdiği koşullarda sosyalist devrimin hangi
sınıfsal dinamikler üstünde gelişeceği kocaman bir soru işareti olarak
durmaktadır.
Bütün siyasal ve
ekonomik göstergeler Anadolu ve Kürdistan demokratik devrimlerini gerek kimlik
sorunları etrafında ve gerekse sınıfsal dinamikler etrafında ortaklaşmaya doğru
sürüklemektedir. Sosyalist devrim ve DHD’nin
azami programı ile asgari programının birleşme dinamikleri tam da
Anadolu ve Kürdistan devrimlerinin zorunlu ortaklaşma dinamiklerinden gelişmeye
aday konumdadır. Örneğin ,ulusal sorunun köylü sorunu ile iç içe niteliği ile
birlikte, Kürt köylülüğünün kendi coğrafyası dışında proleterleşme koşulları bu
sınıfsal dinamiklerden başlıcalarını oluştururken, yine, bir toprak reformunun
yarı feodal tarla tarımının niteliğinde bir değişim yaratmayacağı ve küçük
tarımı ortadan kaldırmayacağından dolayı ,tarım ve köylü sorunun nihai
çözümünün tarımın kolektifleştirilmesine zorunlu bağımlılığı, asgari programın
azami programa koordine olduğu siyasal içeriği oluştururken, DHD den sosyalist
inşaya geçiş süreçlerini de iç içe olgular haline getirmektedir.
Anadolu DHD’ni MDD
formatında kavrayan siyasal anlayışlar serf niteliğinde topraksız köylülükten
çok küçük ve orta köylülük yapısındaki kırlardan beklenen reaksiyonu
gerçekleştiremediklerinde bu kez DHD’nin l temel tezlerini Külliyen yadsımakla
doğrudan sosyalist devrim paradigmaları geliştiriyorlar. Oysa, DHD surecinin
toprak ve köylü sorunu, ulusal sorun, kimlik ve aidiyet sorunları etrafındaki
asgari programı atlanarak doğrudan azami programı esas almakla bir sosyalist
devrim paradigması yaratmak olanaksızdır.
Çünkü, asgari
programa niteliğini veren ve böylece devrim sürecinin de niteliğini belirleyen
sorunlar silsilesi etrafında gelişen pilitizasyon, örneğin, içeriği kendi
kaderini tayin hakkı gibi burjuva demokratik bir hak olan, bizzat Kürt
sorununun varlığı, doğrudan azami programı siyasallaştırmaya olanak tanımadığı
gibi yukarıda belirtildiği gibi halk sınıfları içinde çekirdek proletaryanın konumunun belirleyici nitelikte
olmaması da doğrudan sosyalist devrim paradigmalarını pratikte uygulanması
olanaksız kağıt üstünde tezler haline getirmektedir. Herhangi bir coğrafyada
devrim sürecinin niteliği o coğrafyanın ekonomi politiğinden, devrimci ve karşı
devrimci sınıflar arasındaki çelişkilerin niteliğinden ve varsa ulusal sorun ve
kimlik sorunları gibi siyasal sorunlar etrafında gelişen taleplerin
niteliğinden bağımsız olarak belirlenemez. doğrudan sosyalist devrim
paradigmaları ,asgari programı azami programın kuyruğuna yedeklemekle devrimin
siyasal içeriğini belirlediklerini sanmakla yanılmaktadırlar. Çünkü, doğrudan
sosyalist devrim paradigması esas olarak proletaryayı öncü ve temel güç olarak
belirlemeyi gerektirir ve baş çelişki emek sermaye çelişkisi olarak belirlenir.
Oysa, baş
çelişkinin niteliğindeki bu farklılık yalnızca yukarıda belirtilen sebeplerden
dolayı emek kitlesinde antikapitalist bir pilitizasyon yaratmaya yetmeyeceği
gibi asgari programın görevlerini de tali hale getirerek savsaklayacaktır.
Çünkü, Anadolu coğrafyasında, zaten, DHD perspektifi için asil sorun köylülüğün
proleterleşme surecinin kendine dair niteliğinden kaynaklanmaktadır. Köylülüğün
proleterleşme süreci tarımın yarı feodal yapısı ve küçü ve ortak ölçekli tarım
karakterine bağlı olarak komprador kapitalizm koşullarında yavaş ve sıkıntılı
bir nitelik göstermektedir. Yine, bu süreç, kırsal artı nüfustan yalnız proleter
kitleleri değil ama ondan daha belirgin olarak yarı proleter ve küçük burjuva
kitleleri de türetmektedir. Yari proletarya ve küçük burjuvazinin halk
sınıflarının birleşiminde belirgin bir çoğunluk teşkil ettiği bir siyasal
coğrafyada bir de bu olguya ulusal sorun ve diğer aidiyet ve kimlik sorunları
eklenmişse doğrudan sosyalist devrim paradigması bir ütopyadan öte bir anlam
ifade etmeyecektir.
Fikret Karavaz
ATEŞ
OLMADAN KÖZ OLMAZ _ 2. Bölüm:
Dünden
Bugüne kaypakkaya Geleneği Üzerine
İbrahim Kaypakkaya,
Anadolu devriminin niteliğini proletaryanın ideolojik öncülüğünde bir DHD
sureci olarak belirlerken, devrim surecini içinden geldiği geleneğe rağmen bir
MDD olarak tanımlamaktan kaçınmakta ve kendi döneminin devrimci akımlarından
farklı olarak Kürt ulusal sorununa ayrı bir önem vermektedir. Öyle ki bütün
siyasal hamlelerini öncelikle Kürt ulusal sorununu DHD etrafında yedekleme
stratejisinin ihtiyaçlarına göre belirlemesine rağmen, gerek komünist hareketin
aldığı yenilgi gerekse sonraki süreçlerde ulusal ve uluslar arası
konjonktürdeki değişkenler Kürt ulusal sorununun bir komünist önderlik
etrafında DHD surecine direk yedeklenmesini engellemiştir.
Bugün, Anadolu
coğrafyasında süreç halen DHD surecidir. Baş çelişki, tarımın yarı feodal
niteliğine bağlı olarak halk sınıflarıyla yarı feodalizm arasındaki çelişkidir.
Çünkü, komprador kapitalizmin ekonomik ve siyasal niteliklerini belirleyen
bütün diğer çelişki ve olgular bu baş çelişki tarafından belirlenmektedir.
Ancak, gerek köylü sorununun Anadolu coğrafyasına dair aldığı biçim, gerekse
siyasal konjonktürün ve asgari programın diğer birleşenlerini oluşturan ulusal
sorun ve aidiyet sorunlarının politikleşme biçimlerinin niteliği,bugün,
komünist hareketin 68 den farklı olarak başka siyasal hamleler ve refleksler
geliştirmesi gereğini öne çıkarmaktadır.
İbrahim
Kaypakkaya’nın yaşadığı süreçten farklı olarak komprador kapitalizmdeki
gelişmeler ve tarımda makine kullanımının yaygınlaşması, maraba tarımını
ortadan kaldırırken, coğrafyanın tarımında, emeğin kendisinin metalaşmadığı
küçük ve orta ölçekli aile tarımının kalıcı niteliği, baş çelişkiyi
Kapakkaya’nın belirlediği gibi köylülükle feodalizm arasındaki çelişki olmaktan
çıkararak, bugün, asgari ücretten sanayi ham maddelerinin fiyatına kadar
komprador kapitalizmin bütün dinamiklerini kendisine bağlı olarak
biçimlendiren, tarımın yarı feodal karakteriyle halk sınıfları arasındaki
çelişkiyi baş çelişki haline getirmiştir. Öyle ki Kaypak kaya’nın köylülükle
sınırlı tuttuğu baş çelişki, bugün, bütün halk sınıflarının baş çelişkisi
konumundadır.
Burada, şunu da
özellikle belirtmek gerekir ki Kuzey Kürdistan Ve Anadolu coğrafyası gibi
bugünkü sınırları içinde aynı sosyo ekonomik yapıya sahip ve tarihsel
gelişmenin ayrılmaz bağlarla birleştirdiği bir coğrafyada iki farklı baş
çelişki belirlemek, gerek teorik olarak
ve gerekse sonuçları itibarıyla pratik olarak büyük bir hatadır. Her şeyden
önce, Kürt köylülüğünün kendi coğrafyası dışında metropol şehirlerde
farklılaşması ve proleterleşmesi bu iki coğrafyayı köylü sorunu üzerinden
birleştirmekte olduğu gibi onun köylü ve tarım sorunu çözülmeden tam olarak
çözülemeyeceğini de açıkça ortaya koymaktadır.Baş çelişki, belirli bir sosyo ekonomik yapıya karakterini veren
ve çözümüyle diğer çelişkilerin çözümünün önünü açacak olan çelişkidir.
Dolayısıyla, politik konjonktüre etkisi, tarihsel kökeni ne olursa olsun
herhangi bir ulusal sorun belirli bir sosyo ekonomik yapıda baş çelişki
oluşturmaz ya da ikinci bir baş çelişki olarak ikame edilemez. Bir ve aynı
sosyo ekonomik yapıda baş çelişki de tektir ve aynı çelişkidir. Kürt ulusal
sorunundan ikinci bir baş çelişki türetmek, her şeyden önce, her iki
coğrafyanın DHD sürecinin temel
ittifaklarını bölerek güdükleştirmek, böylelikle de gerek DHD sürecini
ve gerekse DHD sürecinde kazanılacak mevzilerle gerçeklik kazanabilecek olan
sosyalist devrim aşamasının gelişim dinamiklerini baltalamak ve pratikte
imkansız hale getirmek anlamına gelir.
İkinci olarak ise
Kürt sorunundan baş çelişki türetmek, Kürt sorunu pratikte köylü ve tarım
sorunu üzerinden sınıfsal dinamiklerle doğrudan ilişkili olduğu halde, sorunu
yalnızca ulusal sorun boyutuyla ele alıp Kürt milli burjuvazisi ve Kürt
feodalleri gibi mülk sahibi sınıflara havale ederek sorundan sıyrılmak, Kürt köylülüğü ve
proletaryasının siyasal öncülüğünü Kürt mülk sahibi sınıflara terk etmek,
böylelikle de sorunun Kürt köylülüğü ve proletaryasının menfaatleri bağlamında
çözümünü imkansız hale getirmek anlamına gelir ki böyle bir şey bir komünist
önderlik için DHD ve sosyalist devrim
mücadelesinin temel meselelerinde kendi elini kolunu bağlamaktan başka bir
anlam ifade etmez.
1917 Sovyet devrimi
,ulusal sorunun proletarya devrimleri ve bir sosyalizm projesi ile ilişkisini
güncelleştiren niteliği ile önemlidir. Sovyet devrimi, birinci dünya savaşının
yıkıntıları üstünde gelişmiş bir devrim olması itibarı ile halklarda kitlesel
bir beklenti haline gelmiş olan öncelikli değişim beklentilerini temsil etmekte
olan bir devrim hareketi niteliğindeydi. Bu anlamda, ulusal soruna dair kendi
kaderini tayin hakkı ilkesinin, yalnızca, siyasal formulasyonu Sovyet
devriminde sanayi proletaryasının çeşitli milliyetlerden köylü kitleleri
devrime yedeklemesine yetebilmiştir. Çünkü, Sovyet devriminin en önemli ve
siyaseten üretken örgütlülüğü sanayi proletaryasını temsil eden içi
Sovyetleriyle birlikte uzayan ve geniş çaplı yıkımlara neden olan emperyalist savaşın
mağdur ettiği asker ve köylü Sovyetleridir.
Anadolu DHD süreci
ise başlangıcından itibaren köklü bir ulusal sorun ve bundan ayrı olarak farklı
kimlik ve inanç çelişkilerini üstünde taşımaktadır. Yine, Anadolu devrimi için
temel güç teşkil eden köylülüğün farklılaşma süreçlerinde ki özgünlüklere bağlı
olarak, halk sınıflarından ara sınıfların geniş bir yelpaze oluşturması,
topraksız köylülük ve çekirdek proletaryanın halk sınıfları safında nispeten
zayıf konumu, buna karşılık yarı proletarya ve küçük burjuvazinin farklı
tabakalarının belirgin bir çoğunluğu temsil etmesi ve yine burjuva feodal
devlet aygıtının kırlarda ve kentlerde orta sınıflara kadar uzanan ekonomik ve
ideolojik formasyonu Anadolu devriminin handikaplı sorunlarını oluşturmaktadır.
Proletaryanın
öncüsü konumunda olan siyasal yapılar, bütün bu ekonomi politik olgular
etrafında bir DHD programı belirlerken, yalnızca ulusal sorunun kendi kaderini
tayin hakkı ilkesi bağlamında formulasyonun basit bir tekrarı ile yetinemezler.
Ulusal sorunun, köylü ve tarım sorunu ile iç içe geçtiği koşullarda,
proletaryanın öncüsünün ,Kürt köylülüğü ve proletaryasını kendi mülk sahibi
sınıflarının iç pazara yönelik siyasetinden farklılaştıracak siyasal projeler
geliştirebilme yeterliliğini gösterebilmesi gerekir. Hemen hemen toplumu
oluşturan belli başlı bütün sınıfların köylülükten farklılaştığı bir siyasal
coğrafyada, devrimci ve karşı devrimci sınıfların köylü yığınların farklı
siyasal eğilimlerini temsil etmekten ve bu eğilimler tarafından etkilenip bu
eğilimleri etkilemekten azade olması düşünülemez.
Sanayi
proletaryası ile köylülük arasındaki temel siyasal farklılık, köylülüğün
nispeten küçük mülkiyet eğilimi ve siyasal dağınıklığından ileri gelir.
Dolayısıyla, proletaryanın öncüsü, kentlerde köylülüğün farklılaşmasından
oluşmuş yarı proleter ve küçük burjuva kitleleri proletaryanın siyasal
programına yedekleme becerisi gösteremediğinde ve tutarlı bir DHD programı
oluşturamadığında öncülük misyonunun yerine getirildiği iddiası gerçekçi olmayacaktır.
Köylülüğün dağınıklığından ileri gelen ve sonrasında köylülüğün farklılaşması
ile oluşmuş yarı proletarya ve kent küçük burjuvazisi gibi halk sınıflarının
kendiliğinden liberal siyasal alışkanlıklarının ve yine, Kürt ve alevi kimliği
gibi kimi aidiyetler etrafında izole olmuş siyasal niteliklerinin
dinamikleştirilebilmesi ancak kitle örgütleri aracılığıyla mümkündür.
Bu anlamda, bir
Demokratik Kitle Örgütü kültürü gelişmeden tutarlı bir DHD ve sosyalist
demokrasi mücadelesinden bahsetmek ve sosyalist demokrasiyi projelendirmek
olanaksızdır. İbrahim Kaypakkaya, Kürt ulusal sorununu, Anadolu DHD süreci için
taşıdığı önemi fark ederek, yalnızca sorunu formüle etmekle yetinmeyip aynı
zamanda, sorun etrafında siyaset üretebileceği pratik siyasal manevralara da
yönelmekle ne kadar güçlü siyasal ön sezilere sahip olduğunu göstermektedir. 73
Vartinik hamlesi, hem 12 Mart darbesine bir siyasal yanıt ve hem de Kürt ulusal
sorununun ilerde alacağı biçimlere dair sorunu DHD mücadelesi ile birleştirmeye
yönelik bir siyasal hamle niteliğindedir.
Vartinik hamlesi,
yakın tarihte bir isyan kültürü olan Dersim coğrafyasından başlatılmakla, DHD
sürecinin içeriğini sınıfasal dinamikler yanında Kürt ve alevi toplumsal
kimliklerinin demokratik devrimci talepleriyle derinleştirip güçlendirmeye
yönelik, özellikle tercih edilmiş komünist bir hamledir. Vartinik hamlesinin
bir benzeri olan Kızıldere hamlesi de Anadolu Aleviliğinin devrimci taleplerini
sınıf dinamiklerine yedeklemeye yönelik komünist iç güdülerin belirlediği
tercihli bir hamledir.
Proletarya ne
kadar örgütsüz olsa da politik refleksleri her zaman köylülük ve diğer halk
sınıflarından diridir. Proletaryanın öncüsü için önemli olan bu diri
refleksleri örgütlemektir. Yarı feodal tarla tarımının yarattığı birincil ve
ikincil etkilerin ürünü olarak gelişen sosyal olguları DHD perspektifinden
yönlendirmek gerekir. Bu olgulardan ,örneğin, şehirlerde biriken artı nüfusun
politik ihtiyaçlarına karşılık gelecek siyasal oluşumların yaratılması
gerekir.Demokratik Kitle Örgütleri(DKÖ)Anadolu coğrafyası için politik devrimin
olmazsa olmazı niteliğindedir. Hem şehirlerde biriken yarı proletarya ve küçük
burjuva kitlelerin örgütsel ihtiyaçlarının karşılanması, hem de Kürt ulusal
hareketi içinde asıl mücadele eden proletarya ve köylülüğün DHD perspektifine
yönlendirilmesi, DKÖ’lerin çeşitlenmesine ve yaygınlaşmasına bağlıdır. Kürt
ticaret burjuvazisi ve büyük toprak mülkiyeti, Kürt proletaryası ve köylülüğünü
yukarıdan merkezi bir siyasal örgütlülük içinde tutmak istemekte ,Kürt halk
sınıflarının proletaryanın ideolojik argümanları ile tanışmasını
istememektedir.
Kürt proletaryası
ve köylülüğü, komprador kapitalizm koşullarında bölgesel özerklik gibi
çözümlerin kendisi için ne anlam ifade ettiğini sorgulayabileceği ve üstünlük
geliştirebileceği kitle örgütlerinden yoksundur. Yukarıdan merkezi siyaset
anlayışı, Kürt ticaret burjuvazisi ve büyük toprak mülkiyetinin tercihi olarak
gelişirken kendileri için istedikleri bölgesel özerklik ve yerel yönetimlerin
geliştirilmesine yönelik talepler, iç pazarın kendi kontrollerine geçmesi
maksadının ötesinde bir içeriğe sahip olmaması ile birlikte, kendi örgütsel
anlayışlarının âdemi merkeziyetçi yapısı ile de çelişmektedir.Bu durum, KDP ve
KYP kadar Kürt Özgürlük Hareketinin (KÖH) de öncelikli eğilimlerinden biri olup
KÖH, ULUSAL BİRLİK GİBİ Kürt feodallerini de içine alan projeleri her zaman
sınıfsal perspektiflerin önüne koymakta ve kendi coğrafyası dışında
proleterleşen Kürt köylülüğünün sınıfsal içerikli taleplerini ötelemekle, aslında,
Kürt Özgürlük Hareketinin geleceğine zarar vermektedir.
Kürt ticaret
burjuvazisi ve büyük toprak mülkiyeti, kendi halk sınıflarına karşı ikiyüzlü
bir siyaset sürdürmektedir. Proletaryanın öncülüğü iddiası, Kürt halk
sınıflarının aktif katılımının olmadığı bir DHD sürecinin hayal ürünü bir
ütopyadan öte değerinin olmayacağından hareketle, kendi kaderini tayin
ilkesinin demokratik muhtevasını savunurken Kürt mülk sahibi sınıfların devrime
karşı ikiyüzlü tutumunu teşhir siyasetini sürdürmeyi gerektirir. Bu anlamda
,proleter öncü DKÖ’leri yaygınlaştırarak politik yaşamın giderek öznesi yapmaya
yönelik siyasal perspektifler geliştirmeli, özellikle Kürt halk sınıflarını
kitle örgütleri içine çekmelidir. DKÖ’ler sosyetik formatta geliştirilmeli ve
çevrelerinde örgütlenecek milis örgütlülükleri ile desteklenmelidir. Kirsalda
gerilla mücadelesi ile kitle örgütleri arasında koordineli bir birlik
oluşturulmalıdır. İbrahim Kaypakkaya'nin 73 Vartinik hamlesinin bugün değişen
ve farklılaşan siyasal konjonkturde aldığı biçim bu olguda belirginleşmektedir.
DHD perspektifinin,
Kürt ulusal sorununun genel olarak köylü ve tarım sorunuyla ortaklaşa bir
perspektiften yeniden formüle edilmesi, hiç kuşkusuz, DHD yi MDD perspektifinin
ötesine taşımak anlamına gelir. MDD perspektifinin dar, sınırlı ve yetersiz ve
tutarsız içeriği Kürt ulusal sorununun devrimci dinamiklerinin katkısı ile
güçlü bir DHD programı yaratılarak aşılabilir.
Ulusal sorunda sol
ve sağ siyasetlerin anlamak istemediği gerçeklik buradadır ki ulusal soruna
dair emperyalizm çağının Marksist siyaseti, kendi kaderini tayin hakkı
ilkesinin demokratik muhtevasının kayıtsız şartsız desteklenmesi Leninist
siyaseti yegâne bilimsel siyasal tarzdır. Çünkü, kendi kaderini tayin hakkinin
reddi, ulusal sorunda egemen ulus burjuvazisi ve büyük mülkiyetinin şoven
siyasetine hizmet ederken, kendi kaderini tayin hakkini, kendi kaderini bizzat
tayin, yani ,ayrı bir devlet kurma olarak mutlaklaştırmak ezilen ulus
burjuvazisi ve büyük toprak mülkiyetinin siyasetini benimsemek olacaktır.
Ulusal soruna dair egemen ulus solculuğunun yansıması olan sağ şovenizm
biçimindeki kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin reddi kolaylıkla görünen bir
fırsatçılık olmasına rağmen, ulusal soruna dair sol oprtunizmin bir yansıması
olan kendi kaderini tayin hakkı ilkesini, yani ,ayrı bir devlet kurma hakkı
ilkesini bir hak olmanın ötesinde mutlaklaştıran ve ezilen ulusun egemen sınıf
siyasetine yedeklenen anlayış sol
oportünizmindir. Oysa,ulusal soruna dair Leninist çözüm ,farklı milliyetlerden
emekçi kitleleri kapitalist gelişmeye bağlı olarak kendiliğinden toplandıkları
ve sanayi proletaryasını yarattıkları büyük sanayi merkezlerindeki kitle
örgütlerinde örgütlemek ve kapitalizme karşı birleştirmektir.Leninizmin bu
ilkesl perspektifinde kendi kaderini tayin hakkını sosyalizm mücadelesinin
çıkarlarına yedeklenmiştir.Sosyalizm mücadelesinin menfaatlerinden azade bir
ulusal sorun çözümü Leninist değil burjuva revizyonist siyasete karşılık gelir.
Büyük sanayi
metropolleri farklı milliyetten emekçi kitlelerin kaynaştığı alanlardır.
Leninizm, kendi kaderini tayin hakki ilkesini neden bir hak olarak formüle
etmiş ve mutlaklastirmamiştir. Çünkü, emperyalizm çağında bağımlı ulusların
burjuvazisinin emperyalizmden bağımsız siyasal dinamikleri kalmamıştır. Kürt
ulusal sorununda sol oportünizmin anlamak istemediği olgu, bütün diğer sınıflar
gibi proletaryanın da Anadolu coğrafyasında halen köylülüğün farklılaşmasıyla
kendini yeniden ürettiği gerçekliğidir. Oysa, emperyalist metropollerde
demokratik devrim tamamlanmış olduğundan köylü ve tarım sorunu çözülmüş, tarım
kapitalistleşmiş ve köylülüğün tarım ve sanayi proletaryasına dönüşmesi süreci
tamamlanmıştır. Buna karşılık, yarı sömürgelerde, halen halk sınıfları ve orta
sınıflar dâhil toplumsal sınıflar köylülüğün
farklılaşması ile kendini yeniden üretmektedir. Kürt köylülüğü,
kapitalizmin eşitsiz gelişme koşullarına tabi olarak kendi coğrafyası dışında
proleterleşmekteyken, Kürt burjuvazisi ve büyük toprak mülkiyeti Kürt
proletaryası ve köylülüğünü kendi ulusal siyaseti etrafında dikey siyasal
yapılarda yedeklemektedir. Çünkü, dikey siyasal örgütlenmeler ulusalcı siyaset
için daha işlevseldir.
Leninizm, bu
siyasal olgunun farkında olarak büyük sanayi proletaryasının kendini yeniden
üretme dinamiklerini esas alan ve farklı milliyetten emek kitlesinin kaynaştığı
sovyetik kitle örgütleri siyasetine karşılık, kendi kaderini tayin hakkini
yalnızca bir siyasal hak kapsamıyla benimserken, bu hakkı mutlaklaştırmaz ve
proletaryanın mücadele birliğine bağlı olarak ezilen ulusun kendi kaderini
tayin hakkinin demokratik muhtevasının desteklenmesiyle yetinir. Yani ,kendi
kadehini tayin hakkini, yani ,ayrı bir devlet kurma hakkını, kendi kaderini
bizzat tayin, yani ayrı bir devlet kurma ilkesi olarak mutlaklaştırmaz. Çünkü
,büyük kapitalist sanayi farklı milliyetlerden emek kitlesini birleştirir ve
farklı milliyetlerden proletaryanın sosyalist iktidarı için siyasal koşulları
yaratır. Bu olguda, farklı milliyetlerden emek kitlesinin birliğini kendi
kaderini tayin hakkı ilkesinin önünde siyasallaştırmak bir şovenizm değil
proletaryanın siyasal mücadelesinin ve sınıf siyasetinin bir zorunluluğudur. Bu
nedenle, kendi kaderini tayin hakkı ,yani ,ayrı bir devlet kurma hakkı
,Leninizmde bir siyasal hak olarak tanımlanırken, kendi kaderini her koşulda
bizzat tayin, yani ayrı bir devlet olarak örgütlenme biçiminde
mutlaklaştırılmamıştır.
Leninizm, hem ezen
ulus hem de ezilen ulus egemen sınıflarının ulusalcı ve proletaryanın ortak
mücadelesini bölen dikey siyasal oluşumlarına karşı farklı milliyetlerden
sanayi proletaryasının birleştiği birer yatay siyasal örgütlenme olan sovyetik
kitle örgütlerini esas alan bir stratejiye bağlı olarak, kendi kaderini tayin
hakki ilkesinin egemen ulus şovenizmine karşıt olarak gelişen demokratik
niteliğini savunmakla yetinir. Ayrılma ve ayrı bir devlet kurma hakkını
mutlaklaştırmadan proletaryanın sınıf mücadelesi ile ilişkisi bağlamında her
coğrafyanın kendi siyasal koşulları ve sınıf mücadelesin öncelikli
ihtiyaçlarına göre formüle eder. Ayrı bir devlet olarak ezilen ulusun ayrılması
sınıf mücadelesinin nihai amaçları ve demokratik devrimin genel menfaatleri
bağlamında desteklenir yâ da desteklenmez.
Kürt ulusal
sorununda, Vartinik hamlesi, hem 12 Mart askeri darbesine karşı erken bir
refleks hem de Kürt sorunun ilerde alabileceği biçimlere karşı proletaryanın
öncüsünün elini güçlendiren siyasal bir hamledir. Bugün, Kürt ulusal
mücadelesinin proletaryanın Birleşik mücadelesinden ayrı burjuva feodal bir
önderlik siyasetinde siyasallaşmış olması ve bu sınıfsal niteliği ile Kürt
proletaryası ve köylülüğünü kendi ekonomi politik gerçekliğinden farklı olarak,
Birleşik sanayi proletaryasından yalıtan dikey örgütlenmelere tabi kılan
niteliğine karşıt olarak, bütün milliyetlerden proletaryanın öncüsünün siyaseti
,yalnızca Vartinik hamlesinde ısrar ve devam ettirmekle yetinmek yerine,
demokratik devrim surecinde olan yarı sömürgelerin niteliği gereği kitlelerin
yatay demokratik örgütlenme alanlarının genişletilmesi ve Kürt proletaryası ve
köylülüğünün gerek demokratik devrimin, gerekse Kürt sorununun bütün yönleri
ile sorgulayabileceği yatay kitle örgütlerinde farklı milliyetlerden emek
kitlesi ile kaynaşabileceği demokratik siyasal özgüm biçimlerini geliştirmek ve
yaygınlaştırmaktır.
Halk sınıflarının
birleşik mücadele araçları olan bu yatay örgütlenmeler, ayni zamanda ezen ve
ezilen ulustan egemen sınıfların kendi sınıf siyasetlerine hizmet eden ve
burjuva feodal devlet aygıtının hiyararsisini kopya eden dikey örgüt
biçimlerine karşıt olarak halk sınıflarının birer öz yönetim araçları
niteliğindedir. Dikey siyasal yapılanmalarla burjuva feodal hiyerarşinin
ideolojik ve yönetsel hegomanyasinin boyunduruğunu aşabilecek bir siyasal
perspektif, ancak farklı milliyetlerden emek kitlesinin kaynaştığı ve mücadele
birliği yaratarak kendi egemen sınıflarından siyaseten özgürleştiği yatay
demokratik kitle örgütleri mücadelesi kültürünün gelişmesi ve yaygınlaşması ile
yaratılabilir.
Kitle örgütlerinden yoksun bir DHD ve sosyalizm
mücadelesinin kanatlarından yoksun bir kuştan farkı yoktur. Kürt köylülüğü ve
proletaryası farklı milliyetlerden sanayi proletaryası ile kaynaşarak Birleşik
mücadele örgütlerinde mücadele birlikleri yaratmadan, hangi biçimi alırsa aslin
bir DHD programının Anadolu coğrafyası için uygulanabilirliğinden bahsetmek
olanaksızdır.
Anadolu ve Orta
Doğu coğrafyasında, Kürt köylülüğü, kendi coğrafyasının dışında
proleterleşmektedir. Yine ,Kürt ticaret
burjuvazisi ,yâri feodal tarımdan türeme ticaret burjuvazisi kimliğinde olup
tefeci tüccar sermayesi ile iç içe niteliği ile bir taraftan kendi büyük toprak
mülkiyetine, diğer taraftan İstanbul gibi metropollere bağımlıdır. Kürt
coğrafyasında sanayi proletaryasının gelişimi yetersiz ve sanayi burjuvazisi
yok denecek kadar azdır. Bütün bu olgular, Kürdistan devrimini kendi
dinamikleri ile bir MDD olarak geliştirmeye yetmemektedir. Kürt burjuvazisi ve
büyük toprak mülkiyetinin bütün devrimciliği pazar çelişkileri tarafından
belirlenmekte ve sınıfsal nitelikleri Kürt köylülüğü ve proletaryasına bir Kürt
cumhuriyeti koşullarında dahi bugünkünden farklı bir perspektif sunmamaktadır.
Kürt burjuvazisi,
küçük burjuvazisi ve büyük toprak mülkiyeti ideolojik formatta ve siyasal
örgütlenme tarzında Kemalizmin kötü bir kopyasını yansıtmakta, kitleleri dikey
siyasal yapılarda kitle inisiyatifinin gelişmediği ve yatay kitle örgütlerinden
yoksun bir siyasal formatta kendi pazar çelişkileri etrafında yedekleme
siyaseti gütmektedir. Anadolu sosyalist hareketlerinde MDD'ci sol ise Çin
devrimi pratiğinde olduğu gibi hızla ve çabuk politize olan topraksız
köylülüğün bulunmadığı bir coğrafyada, köylülüğün yarı feodal tarımın komprador
kapitalizmle iç içe geçtiği özgün bir sosyoekonomik formasyonda, proletaryadan
çok yarı proletarya ve küçük burjuvaziye farklılaştığı bir coğrafyada ,klasik
halk savaşına uygun bir zemin bulamadığında, İbrahim Kaypakkaya’yı anlamak ve
derinleştirmek yerine, MDD formatında algıladığı DHD stratejisinden, sosyalist
devrim tezlerine çark ederek çelişkilerden sıyrılmaya çalışmaktadır.
Oysa, Anadolu ve
Kürdistan devrimi ,baslıca iki ulusun da kendi sınıfsal dinamiklerinin bir MDD
süreci için yetersiz kaldığı ve her iki milliyetten ve diğer azınlık
milliyetlerden halk sınıfların Birleşik mücadelesinin tayin edeceği yeni tipte
bir DHD süreci olarak gelişme potansiyelleri taşımaktadır.
İbrahim
Kaypakkaya’nın doğmatik kavranışı ise Her iki milliyetten halk sınıflarının,
gerek sınıfsal ve gerekse kimliksel taleplerini birleşik bir mücadelede
ortaklaştırmak yerine, kötü bir MDD talitçiliğini DHD süreci olarak
benimsemekle, ne Maoizmi ne de İbrahim Kaypakkaya’yı içselleştiremediğini
ortaya koymaktadır. Oysa, Kürt Ulusal Hareketi’nin kazandığı her mevzi Anadolu
ve Kürdistan devrimi için yeni olanaklar yaratmakta ve DHD sürecini bir üst
aşamaya taşıma potansiyeli göstermektedir. Öyle ki Kürt Ulusal Hareketi’nin
Suriye ve Irak’taki üsleri, birleşik bir DHD süreci için Türkiye sınırları
içinde bugün için olanaksız olan Kızıl Siyasi İktidar’ların bir prototipini
temsil etmekte ve KSİ perspektifine ölü ve doğmatik değil ama canlı ve güncel
bir içerik kazandırmaktadır.İbrahim Kaypakkaya’yı doğmatik bir perspektiften,
henüz ortada bugünkü Kürt Hareketinin olmadığı siyasal süreçleri bugüne taşıyan
bir perspektiften savunmak, Kürt Hareketiyle birleşik bir DHD süreci yerine,
mevcut olmayan, ya da yetersiz olan topraksız köylülük savaşını, bu coğrafyaya
Çin pratiğinde olduğu gibi aynen ikame etmeye çalışmak, aslında, İbocu bir
devrimciliğe değil kötü bir MDD taklitçiliğine karşılık gelmektedir.
Mevcut örgütsel
perspektiflerin yetersizliği koşullarında ,zaten sınıfsal dinamiklerdeki
yetersizliklere neden olan özgün sosyoekonomik yapı, MDD formatında bir DHD
sürecini her iki ulusun ayrı ayrı demokratik devrim mücadelesi için yetersiz
hale getirirken, bir de ulusal sorunda sol fırsatçı, kendi kaderini tayin
hakkını ayrılma yönünde kullanma tezleriyle desteklenmiş sosyalist devrim
tezleri, Marksizmin kötü bir karikatüründen öte bir nitelik göstermemektedir.
Anadolu ve Kürdistan devrimi ,her iki ulus için ayrı ayrı yetersizlikler
gösteren ve buna karşılık, gerek yarı feodal tarımın yarattığı ucuz iş gücü
gibi birincil ekonomik sonuçlar, gerekse tarihsel kökleri olan kimlik ve
aidiyet ve demokrasi sorunları gibi ikincil sorunların asgari programın
içeriğini genişletip derinleştirdiği,
her iki ulusun devrim süreçlerini zorunlu olarak Birleşik mücadeleye
zorladığı, yeni tipte bir DHD süreci olarak gelişme potansiyellerinde kendisini
göstermektedir.
Fikret Karavaz
ATEŞ
OLMADAN KÖZ OLMAZ_ 3.Bölüm :
Dünden
Bugüne Kaypakkaya Geleneği Üzerine
Ulusal sorunda ve
dolayısı ile Anadoluve Kürdistan DHD sürecinde egemen ulus şovenizminden
muzdarip inkârcı sağ oportunizm, proletaryanın zayıf bir konumda olduğu siyasal
coğrafyalarda her zaman görülebilir. Ancak, inkârcı sağ oportunizmden daha ince
ve kıvrak olan ayrımcı sol oprtunizmi de fark etmek gerekir. Kürt milli
sermayesi, esas olarak tarımın yarı feodal niteliğinden türeme tefeci tüccar
sermayesi ve ticaret sermayesi niteliği ile kendi pazarı etrafında büyük toprak
mulkiyetine yaslanmadan siyaset üretemez.
Büyük toprak mulkiyeti ise Irak
üstünden ya doğrudan emperyalizme ya da dolaylı olarak petrodolari temsil eden
Arap gericiliğine yaslanmadan kendisini var edemez. Böylesi ulusal ve uluslar
arası dinamiklere sahip bir milli mesele bir de tarımın yarı feodal niteliği
ile köylü sorunuyla iç içe geçmişken, bir taraftan kendi kaderini tayin hakkı
ilkesini ayrı bir devlet kurma siyaseti olarak mutlaklaştıran, diğer taraftan
DHD’ni Kurt köylülüğü ve proletaryasını Kürt ticaret burjuvazisi ve onun
yaltakçısı Kürt küçük burjuva entelektüelizmi aracılığıyla büyük toprak
mülkiyetine ve feodalizme yedekleyen siyasal anlayışlar, her şeyden önce
,sosyalizm iddasinda samimi olmadıklarını göstermektedirler. Kürt köylülüğü ve
proletaryasının kendi ulusal egemenlerine yedeklendiği ve topraksız köylülükle
proletaryanın, yarı proletarya ve küçük burjuvazi karşısında azınlık konumunda,
üstelik de örgütsüz bırakıldığı bir siyasal toplumsal durum da kim hangi
sınıfsal dinamiklerden bir sosyalist devrim projesi üretebilir.
Köylülüğün,
proletaryadan ziyade yarı proletarya ve kent küçük burjuvazisine farklılaşma
eğilimi gösterdiği bir siyasal coğrafyada, şehirler ,topraksız köylülüğün
nüfusun yüzde doksanını teşkil ettiği Çin devriminde olduğu gibi pasif güç
biriktirme alanları değil, kırdaki gerilla mücadelesi ile koordineli aktif
mücadele alanlarıdır. Bu olguda, esas- tali ayrımı bir koordinasyon sorunu
biçimini almaktadır ve zamana ve konjonktüre bağlı olarak yer değiştirme
eğilimi gösterir.
Üstelik, tarihsel kimlik ve aidiyet sorunlarının da katıldığı
ve köklü bir ulusal sorunun varlığında, bir taraftan demokratik devriminin asgari
programının üstünden atlayarak sosyalist devrim tezleri üretirken, diğer
taraftan ulusal sorunu soldan revize ederek ezilen ulus burjuvazisi ve büyük
toprak mülkiyetine kapı aralama
anlayışları ,tıpkı doğmatik İbrahim Kaypakkaya savunuculuğu gibi Anadolu ve Kürdistan sosyalist hareketinin aşması
gereken zafiyetlerden biridir.
Buna karşılık,
İbrahim Kaypakkaya’nın doğmatik savunuculuğunu yapan siyasal yapı ise sosyo
ekonomik yapıda 1930’ların Çin’inde olduğu gibi topraksız köylülüğün
belirleyici bir konumda olmadığını, bu nedenle köylülüğün halk savaşına
kitlesel olarak değil tedricen politize olduğunu, yine aynı nedenle,
kendilerinin sürdürdüğü mücadelenin köylülüğün kitlesel katılımıyla gerçekleşen
bir halk savaşı değil pratikte öncü savaşının bir biçimine karşılık geldiğini,
mücadelenin halk savaşı biçimini alabilmesi için Kürt köylülüğü ve
proletaryasının kendi kaderini tayin hakkı kapsamında kitlesel olarak politize
olduğu Kürt ulusal mücadelesiyle birleşik bir karaktere bürünmesinin, coğrafyanın
devrimci dinamiklerinin dayattığı bir zorunluluğa karşılık geldiğini
görememektedir.
Anadolu ve
Kürdistan devriminin DHD sürecinde,
uzunca bir süre, kırsalda gerilla mücadelesinin stratejinin esasını
oluşturması, halen, köylü sorununun varlığı ve komprador kapitalizmin bütün
dinamiklerini belirlemesinden dolayı olduğu gibi kırlarda devlet denetiminin
şehirlere göre zorluğundan dolayıdır. Yoksa, Tamamen kendine özgü tarihsel ve
ekonomi politik süreçlerde gelişen Çin devriminin Anadolu ve Kürdistan DHD surecine olduğu gibi ikame
etme anlayışlarının ne MLM ne de İbrahim Kaypakkaya’ nın siyasal mirası ile
tutarlı bir ilişkisi olmayıp, tamamen siyasal yetersizlik ürünü olan ve
Kaypakkaya sonrası coğrafyanın gerçeklerini görmekte başarısızlık ürünü,siyaseten
iflas etmiş kaba bir dogmatizmden başka bir şey değildir. Böylesi bir dogmatizm
iflasını ilan ederken, bir zamanlar kökten karşı olduğu öncü savaşı pratiğini halk savaşına ikame
etmekte, Maoist Halk savaşını bir öncü savaşına indirgeyerek pratikleştirmekte
de bir sakınca görmemektedir.
Gramsci,
1919-1920'lerde Italya'da komünist hareketin yenilgisinden ve faşizmin kitle
tabanında yaygınlaşmasından sonra Marksist Leninist devlet kavramının içeriğini
muhafaza ederek,doğudaki feodal ve burjuva feodal devlet aygıtlarından farklı
olarak, batıda burjuva ideolojisinin emek kitlesi içinde çok daha derinlere kök
salmasından hareketle, devletin yalnızca egemen sınıfların baskı aracı olmadığı
ama aynı zamanda egemen sınıfların bir ideolojik ve kültürel hegemonya aracı
olduğu tespitini yaparak, batı Avrupa için daha uygun bir anti faşist mücadele
araçları üzerine tezler geliştirmeye yöneldi. Gramsci ,kapitalist toplumun üst
yapısının, yani burjuva devletin, alt yapıdan, yani üretim ilişkilerinden
nispeten özerk bir ideolojik ve kültürel hegemonya yarattığını, bu olguyla,
burjuvazinin kendi sınıf iktidarını toplumun ezilen sınıfları arasında
derinleştirdiği tespitini yapıyordu.
Her ne kadar
burjuvazinin bir üst yapı argümanı olan devlet aracılığı ile ezilen sınıflar
arasında yarattığı ideolojik ve kültürel hegemonya birebir üst yapının bir
fonksiyonu olarak değil, alt yapıda, yani üretim iliklilerinde kapitalist
toplumun temel çelişkisinin yarattığı sınıfsal bölünme ve buna bağlı olarak
gelişen toplumsal iş bölümünün üst yapıdaki görüntüsü olarak gelişen ve buradan
ezilen sınıflara yine kapitalist toplumun temel sınıf bölünmesi olan emek
sermaye bölünmesi aracılığı ile empoze edilen, ideolojik ve kültürel
hegomonyanin kaynağı konusunda, Gramsci ,olguyu tepetaklak ederek çözümlemek
istemişse de vargı olarak tespit ettiği ve burjuvazinin sınıf iktidarını
toplumun ezilen sınıf ve katmanları arasında meşrulaştıran ideolojik ve
kültürel hegemonya, kapitalizmin emperyalizm aşamasında, finans oligarşinin
ekonomi politik eğilimlerinin ezilen sınıflar arasında faşist ideoloji olarak
yaygınlaşması bağlamında, burjuva devlet kavramına dair irdelenmesi gereken
yeni bir olgu idi.Çünkü, batı Avrupa’nın emperyal devlet aygıtları, sömürge ve
yarı sömürgelerden aktardıkları kaynaklarla bir işçi aristograsisi yaratmış ve
burjuva ideolojik kültürel argümanları emekçi sınıflar içinde
derinleştirmişlerdi.
Gramsci, batıda
,Sovyet devriminde olduğu gibi sosyalizm bağlamında hızla politize olan bir
işçi sınıfının olmadığı ve burjuva devletin ideolojik ve kültürel hegemonya ile
ezilen sınıf ve tabakalara kadar nüfuz ettiği tespitini yaparken haklı olmasına
rağmen, batıda burjuva devrimlerin tamamlandığı ve köylülüğün farklılaşma
sürecinin sona erdiği ,buna karşılık, Sovyet devriminin ise halen köylülüğün
farklılaşma surecinin devam ettiği bir coğrafyada gerçekleştiği gerçeğini fark
edemiyor. Köylülüğün farklılaşması surecinin sürdüğü bir coğrafyada ,bir de
emperyalist savaşın yarattığı ekonomik ve moral tahribatın üstünde, köylülük gibi
mevcut koşullarda farklılaşması süren ve toplumun en hareketli tabakasını
oluşturan bir sınıfın, giderek artan oranda devrim saflarına ve proletaryaya
katılma olgusu, Sovyet devriminde kitlesel politizasyonun esas dinamiğini
oluşturmaktaydı. Zaten, proleterleşme süreci savaş koşullarında daha da
hızlanmış ve büyük yıkımlar yasayan köylülüğün yarattığı devrimci enerji Sovyet
devriminde devrimin temel dinamiklerinden birini yaratmaktaydı.
Buna karşılık,
batıda köylülüğün farklılaşma süreci tamamlanmış ve işçi sınıfı da yine
emperyalizm marifeti ile sömürge ve yarı sömürgelerden aktarılan emek
sömürüsünden, nispeten, burjuvazi tarafından nemalandırılarak pasifize
edilmişken, mevcut sosyoekonomik formasyonda, batıda, burjuva devletlerin
ideolojik ve kültürel hegomanyasinin halk sınıfları arasında derinlik yaratması
ve faşizmin kitle tabanı bulabilmesi beklenmesi gereken bir olgu idi. Burjuvazi
ideolojik ve kültürel hegemonya aracılığı ile sınıf iktidarını ezilen sınıflar
arasında derinleştirip meşrulaştırırken lümpen proletarya ve sınıf bilincinden
yoksun halk tabakalarına tutunuyordu.
Gramsci, faşist
ideolojinin, batıda halk sınıfları arasında yaygınlaşmasına karsı, proleter
öncünün, cephe siyasetinden mevzi siyasetine geçmesi ve burjuvazinin ,burjuva
devletin hiyerarşik örgütlenmesini taklit eden dikey siyasal yapılarla faşist
ideolojinin kitleselleşmesine karşı ,yatay siyasal yapılanmalar ve kitle
örgütleri aracılığı ile burjuva devletin kuşatılacağı ve proletaryanın kendi
karşıt ideolojik hegomanyasinin yaratılacağı bir demokratik kitle örgütü
siyasetine bağlı mevzi mücadelesini benimsiyordu.
Maoizm, halkın
birleşik cephesinin, ancak halk savaşı stratejisine bağlı olarak bir ya da bir
kaç bölgede Kızıl Siyasi iktidarın kurulmasıyla gerçekleşebileceğini ,yoksa,
birleşik cephe siyasetinde proletaryanın önderliğinin yaratılamayacağını
söylerken haklıydı.Coğrafyamız koşullarında, yukarıda irdelenen sebeplerden
dolayı ,ne Kürt ne de Türk coğrafyasında DHD’nin bir MDD formatında gelişme
koşullarının mümkün olmadığı sosyopolitik şartlarda, Gramsci'nin cephe siyaseti
yerine önerdiği mevzi mücadelesi siyaseti güncelliğini korumaktadir.
Zaten, kendi
kaderini tayin hakkı kapsamında gelişen Kürt ulusal hareketinin ve yine
demokratik haklar bağlamında gelişme eğilimi gösteren kimlik , aidiyet ve inanç
özgürlükleri baglamindaki demokratik hareketlerle birlikte, sınıf mücadelesi,
her biri birbiriyle ilişkili, ancak ayni zamanda özerk bir nitelik gösteren
birer demokrasi sorunu olarak gelişme potansiyeli taşıyan ve bu nitelikleri ile
DHD’nin asgari programına niteliğini
veren siyasal argumanlarin gelişme seyri de eski tipte bir birlesik cephe
siyasetinden çok bir mevzi mücadelesi siyasetine ihtiyaç gösterirken, proleter
öncünün demokratik kitle örgütleri siyasetine ayrı bir önem vermesi ihtiyacı
kendisini göstermektedir.
Coğrafyamızda,
devrim ve demokrasi sorunları ile ilişkisi içinde proleter öncülük iddiasında
olan çoğu siyasal yapının bir MDD siyaseti için yetersizlikler gösteren
sosyopolitik koşullarda ,sınıfsal dinamiklerden çok kimlik ve aidiyet
dinamiklerine bağımlılık gösteren örgütsel yapıların gelişme koşulları
düşünüldüğünde, sınıf dinamiklerini aktive edecek ve özellikle, köylülüğü kendi
coğrafyasının dışında proleterleşme eğilimi göstermesine rağmen ,ulusal ve
kimlik siyasetine daha uyumlu dikey siyasal yapılanmalarla kendi burjuvazisi ve
büyük toprak mülkiyetine siyasetine yedeklenen Kürt köylülüğü ve
proletaryasının, DHD surecinin sınıf dinamiklerinin ihtiyaçlarını
sorgulayabileceği, sınıf siyaseti ile ilişkilenebileceği, Kürt sorununda farklı
sınıfsal perspektifleri irdeleyip bağımsız bir sınıf siyaseti geliştirebileceği
yegâne demokratik mevziler olarak Demokratik Kitle Örgütlerinin çeşitlendirilip
yaygınlaştırılması ayrı bir önem arz etmektedir.
Çünkü,DKÖ’ler kitlelerin mücadele okuludur ve Kürt
dinamiklerinden yoksun bir DHD sürecinin Anadolu coğrafyası için bir kısır döngüden
başka bir şey ifade edemeyeceğini bilince çıkarması gereken Komünist
önderliğin, her şeyden önce, Kürt sorununun tarım ve köylü sorunu üzerinden
sınıf dinamiklerini açığa çıkaran ve sorunun Kürt köylülüğü ve proletaryası
menfaatine çözümüyle birlikte, mevcut dinamikleri birleşik bir DHD sürecine
seferber edebilecek bir politik perspektife sahip olması, bu politik
perspektifi pratiğe geçirecek uygun araç ve yöntemleri azami bir özen ve
çabayla yaşama geçirebilmesi gerekir.
Coğrafyamızda,
gerek sık tekrarlanan açık veya post modern darbe siyasetlerinin ya da
sosyoekonomik yapının kendi özgürlüklerinin bir sonucu olarak, sosyalizm
deneyimlerinin yenilgilerinin de yarattığı psikososyal koşullarında, kimlik ve
aidiyet sarmalında sıkışarak, giderek sınıf dinamiklerinden soyutlamakta olan
siyasal yapıların, kimlik ve aidiyet dinamiklerinden beslenen kastlaşmış
siyasal öncülüklerinin, kendi içinde de devrim ve demokrasi mücadelesinin dikey
siyaset perspektifini,kitlelerin yaratıcı dinamikleri zemininde gelişme olanağı
bulabileceği yatay siyasal mecralar ve kitle örgütleri perspektifi de DHD
surecinin sınıf dinamiklerini aktive eden bir mevzi mücadelesi perspektifinin
gelişmesine karşı ,siyasal öncülük iddiasındaki yapıların kimlik siyaseti
içinde sıkışmışlıklarının aşılabilmesi,Gramsci’nin, demokratik kitle örgütleri
zemininde, proletaryanın, devletin ve her bir farklı kimlik ve aidiyetin
ideolojik kültürel hegemonya siyasetine karşı, faşizmi,kendi öz yönetim
örgütleri aracılığı ile kuşatabileceği ve kendi kültürel siyasi hegemanyasini
yaratabileceği mevzi mücadelesi siyasetini yeniden güncelleştirme ihtiyacı
kendini göstermektedir. Mevzi mücadelesi siyaseti, Batı toplumlarında ve
coğrafyamızda farklı nedenlerle de olsa güncelliğini korumaktadır. Mevzi mücadelesi
siyasetinden bileşik cephe siyasetine geçişin ise ancak Kürt köylülüğü ve
proletaryasının sınıf dinamiklerini benimseyeceği ve böylelikle gerçek bir
proleter öncünün teşekkül etme koşullarının olgunlaşacağı süreçlerde, halk
savaşı stratejisinin ileriki aşamalarında gelişme eğiliminde olabileceği
anlaşılmalıdır.
Fakat, bu türden bir mevzi siyaseti, mevcut sendikalar ya da
meslek örgütleri aracılığıyla yaşama geçirilemez. Çünkü, coğrafyamızda,
köylülüğün farklılaşmasından ortaya çıkan proletarya ve yarı proletaryanın
büyük çoğunluğu sendikalı değil, küçük ve orta boy işletmelerde güvencesiz ve
sendikasız olarak çalışmaktadır. Zaten, bu nesnel durumun kendisi, batı Avrupa
coğrafyasından farklı olarak, coğrafyamızda ve benzer, diğer yarı sömürge
coğrafyalarda, devletin ideolojik ve kültürel hegamonyasının emekçi sınıflar
arasında da derinlik kazanmasının en önemli nedenini teşkil etmektedir.
Kürt ulusal
hareketinin bugünkü ideolojik argümanları, faşizmi askeri mevzilerde yıpratmış
olmasına rağmen, ideolojik ve kültürel hegemonya alanında, ulusal eksenli
karşılıklı tez antitez zemininde faşizmin ideolojik argümanlarını yenilemesine
olanak tanıyan ve faşizmin dikey hiyerarşik örgüt motiflerini taklit eden,
dikey siyasal formlar etrafında gelişmektedir. En son HDP projesi de bir dikey
siyasal oluşum olup, biçimsel olarak değilse de siyaseten kitlelerin aktif
katılımı ve siyasal denetiminden azade, yukarıdan aşağıya bir örgütlenme modeli
göstermektedir. Oysa, HDP benzeri bir siyasal oluşumu demokratik kitle örgütleri
zemininde yaratmak ve parti üyelik ölçütü olarak, örneğin ,en az iki kitle
örgütüne aktif üyelik şartı getirilerek, hem kitle örgütlerini güçlendirmek hem
de siyaseti dikey hiyerarşik formlardan azade ederek gerçek anlamda
demokratikleştirmek ve kitle inisiyatifini olanaklı hale getirmek mümkündür ki
örneğin, bugün, Küba'da sosyalist devlet yapısı içinde herhangi bir
yetkilendirme, bireyin, hangi kitle örgütlerinde ne kadar aktif insiyatif
aldığına dair fiili bir şarta bağlanmıştır. Böylelikle, sosyalist devlet
aygıtının bürokratik eğilimlerle işgal edilmesine ve bürokratizme karşı kitle
örgütleri zemininde, kitle dinamikleri fiilen aktif hale getirilerek devrimci
pratik esaslarında önlemler alınmaya çalışılmıştır. Bu örnek, gönüllük
temelindeki herhangi bir sözleşmeye bağlı olmayan komünist emek ile zorunlu
toplumsal iş bölümü arasındaki çelişkiyi bir sosyalist demokratizmin amaçlarına
uygun olarak çözmeye yönelik olumlu bir örnektir.
Castro ailesinin Küba sosyalizmindeki konumundan hareketle
onu küçük burjuva sosyalizmi olarak yaftalayanlar, Castro ailesinin Küba
sosyalizminin iç işlerinde neredeyse sembolik bir rol oynadığını ama buna
karşılık Küba'nın dış ilişkilerinde sosyalizmin garantörü olarak, toplumun
hemen hemen tamamı tarafından onaylanmış olan simgesel bir işlevi, adeta, ilkel
komünal toplumdaki bir kabile şefinin
herkesçe kabul gören bir saygınlığını temsil ettiğini fark
edememektedirler.
Engels'in, sınıflı
toplumun en ayrıcalıklı yetkelerle donatılmış bir devlet memurunun toplumsal
saygınlığıyla, bir kabile şefine karşı duyulan içten gelme saygıyı kıyaslarken
ifade etmeye çalıştığı gibi komünist toplumun bir prototipi olan ilkel
komündeki iş bölümünün tamamen toplumsal rıza temelinde şekillenmesine karşın,
sınıflı toplumda, devlet memurlarının bütün 'saygınlığı'nın, toplumsal bir rıza
temeli şöyle dursun, söz konusu toplumun ekonomi politiğinin hukuki ifadesinden
başka bir şey olmayan devlet zoruna dayandığı gerçekliğidir.
Kuşkusuz, biz şimdi,
Küba sosyalizminde Castro ailesinin konumuna ilişkin, onu bir kabile şefinin
ilkel komündeki toplumsal rızaya dayalı rolüyle benzeştirirken, bir sosyalist
paradigma için bu modelin mutlak ve zorunlu bir biçim oluşturduğunu değil ama
sosyalist demokratizmin olanak ve biçimlerini de geliştirecek olan kolektif
üretici güçlerdeki tarihsel gelişmeye bağlı olarak aşılacak olan ve aşılması
gereken, tarihsel zorunlulukların belirlediği somut bir olgu olarak
değerlendirilmesi gerektiğini ifade etmeye çalışıyoruz ki benzeri bir durum,
bugün, örgüt liderlerine, tıpkı ilkel komünde olduğu gibi bir kabile şefi gibi
''dayılık'' misyonu atfeden siyasal yapılar için de söz konusudur. Burada, bir
kabile şefinin içten gelme saygınlığını temsil eden ''dayılık'' misyonu, tıpkı,
Küba sosyalizminde Castro ailesinin temsil ettiği rol gibi özel olarak devrimci
örgütü, genel olarak bütün toplumu devrimci mücadelenin ve sosyalist inşanın
görevlerine seferber eden birleştirici bir rol oynamaktadır ki bu rol, onu
gereksizleştirecek ve bir lider kültünü aşacak toplumsal şartlar ortaya
çıkmadığı sürece, gerek bir devrimci örgütün ve gerekse bir sosyalist
paradigmanın demokratizminin, onun karşısındaki engeller tarafından koşullanan
zorunlu tarihsel biçiminden başka bir şey değildir.Burada, şunu da söylemek
gerekir ki Stalin önderliğindeki proletarya dikdatörlüğüne ilişkin küçük
burjuva entelektüelizminin dillendirdiği eleştirilerle, Küba sosyalizminde
Castro ailesinin konumuna ya da bizdeki ''dayılık'' misyonuna getirilen
eleştiriler, tarihsel materyalizm biliminin gerektirdiği somut şartların somut
tahlilinden değil, burjuva demokratizminden ya da küçük burjuva
ütopyacılığından köken alan temelsiz ve dayanaksız iddea ve yaklaşımlardan
başka bir şey ifade etmemektedir.
Gramsci'nin
tespitleri, sosyalizm deneyimlerinin yenilgi nedenlerine dair de önem teşkil
etmektedir. Küçük burjuva entelektüalizmi ve onun bürokratik eğilimleri, kafa
emeği ile kol emeği arasındaki çelişkide, yönetsel sorunlar bağlamında, teknik
bilgi ve birikimin yönetsel mekanizmaları kolektivizmin ruhuna aykırı olarak,
burjuva devlet aygıtında olduğu gibi kendi varlığı ve inisiyatifine bağımlı
tuttuğu dikey siyasal yapılanmalarda kendisini ifade etmektedir. Oysa ,emeği
toplumsallaştırmış sınıf olarak proletarya, tarihte sınıflı toplumlarda eşi
benzeri görülmemiş demokratik bicimler yaratmaya muktedir bir sınıftır ve
toplumsal emeğin üretim ve paylaşım dinamiklerini sonsuza kadar giderek daha
yetkin bir biçimde kolektifleştirme
dinamiklerinden yoksun değildir. Proletarya, burjuvazinin egemenlik aygıtı olan
devletle mücadelesinde burjuva yöntem ve aygıtları taklit etmemelidir. Yıktığı
formların bir benzerini değil emeğin toplumsal niteliği ile uyumlu ve
kolektivizmin ihtiyaçlarına karşılık üretebilecek, olabildiğince demokratik
,kitle inisiyatifinin yaratıcılığını aktive eden öz yönetim formlarını yaratma
mücadelesinde olmalıdır .
Fakat, burada, gerek
devrimci bir örgütün ve gerekse bir sosyalist paradigmanın demokratizmine
ilişkin olarak niyet edilen şeylerle, somut şartlarda var olan gerçekliğin
birbiri yerine ikame edilmemesi gerekir. Örneğin, Lenin'in Ne Yapmalı'da, henüz
mücadele aşamasındaki bir devrimci örgütün demokratizmine ilişkin yaklaşımıyla,
Devlet Ve İhtilal'de iktidarı ele geçirmiş olan bir komünist partisinin
demokratizmine yaklaşımı farklıdır. Lenin, henüz mücadele aşamasındaki illegal
bir devrimci örgütün demokratizminin biçimini belirliyen şeyin, tamamen
devrimci mücadelenin zorunlulukları olduğunu ve dolayısıyla, bu aşamada, bir
devrimci örgütün demokratizminin, her şeyin günlerce tartışıldığı ve eleştiri
özgürlüğünün hakim olduğu bir liberalizme indirgenemeyeceğini söylerken ne
kadar gerçekçi ve haklıysa, iktidardaki bir komünist partisinin, demokratizmi
olabildiğince geliştirmek, bunun biçimlerini aramakla yükümlü olduğunu, çünkü,
tek başına alındığında hiç bir demokratizmin bize sosyalizmi vermemesine
rağmen, demokratizmin, hiç bir zaman tek başına amaç olarak ele
alınamayacağını, onun olası biçim ve yöntemlerinin komünist partisinin
karşısındaki tarihsel sorunların niteliği tarafından belirlendiğini ve
dolayısıyla, iktidardaki bir komünist partisinin demokratizm arayışlarının da
ancak sosyalist ekonomi politikle ilişkisi içinde, birbirini karşılıklı olarak
geliştiren bir anlayış temelinde değerlendirilmesini söylerken de bir o kadar
haklıdır.
Demokratizm sorununu ve bunun biçimlerini, onu
çevreleyen tarihsel koşullar ve zorunluluklardan yalıtılmış bir biçimde tek
başına bir amaç olarak ütopik bir
biçimde değerlendiren anlayışların yaklaşımı, Stalin önderliğindeki proletarya
dikdatörlüğüne, bugünkü Küba sosyalizmine ya da devrimci örgütlerdeki
''dayılık'' misyonuna yaklaşımlarıyla aynı minvalde, somut şartların somut
tahlilinden uzak, ütopik küçük burjuva entelektüel gevezeliklerden başka bir
şey ifade etmemektedir.
Demokratizm
sorununu tek başına bir amaç olarak değerlendiren anlayışların, söz konusu
demokratizmin biçimini de belirleyen tarihsel zorunluluklar karşısında
üstlendikleri herhangi bir sorumluluk dahi yokken, biçim üzerinde sürdürdükleri
tartışmaların devrimci mücadelenin sorunlarına ilişkin olarak hiç bir değeri ve
anlamı olmadığı gibi herhangi bir sorumluluk taşımadıkları halde, kendilerini
her şeyi her biçimde eleştirmeye yetkili görenlerin, bu yetkiyi nereden
aldıklarını da sormak gerekir ki böylelerinin tarih karşısındaki pozisyonu,
ordusuz komutanların durumundan farklı değildir.
Sosyalizm
deneyimlerinin yenilgileri bağlamında bürokratizm sorununa dair
değerlendirmelerin merkezine konulması gereken şey ise bir lider kültü eleştirisinin ötesinde,
bürokratik eğilimleri yaratan, üretim ilişkilerine eski toplumdan tarihsel bir
zorunluluk olarak devretmiş olan burjuva ekonomi politiği ve hukukunun
kalıntılarına karşı geliştirilmesi
gereken mücadele yöntem ve biçimleridir ki bir sosyalist paradigmanın
demokratizminin biçim ve içeriğini belirleyen şey de bu sorunların niteliğinden
başka bir şey değildir.
Özellikle,
iktidardaki bir komünist parti için demokratizm sorununa yaklaşımın, partinin
de içinden çıktığı toplumsal yapıyı kuşatan tarihsel zorunluluklar bağlamında
çelişkili bir birlik olduğu gerçekliğinden hareketle, Maoist ''yüz çiçek açsın,
yüz çiçek yarışsın'' şiarının parti ve
üretim ilişkilerinin çelişkilerine uyarlanmasını esas alan bir içeriğe sahip
olması gerekir.Çünkü, iktidardaki bir komünist partisinin sosyalist inşanın
teorik-pratik ihtiyaçlarına ilişkin sorunsalı, mücadele aşamasındaki bir
devrimci örgütten çok daha kapsamlı ve çetrefillidir. Bu nedenle, mücadele
aşamasındaki bir devrimci örgüt için olumlu ve yeterli bir işleve karşılık
gelen ''dayılık'' ya da liderlik kültü, bir sosyalist paradigmanın inşasına
ilişkin sorunsallar karşısında yetersiz kalacaktır.
Genel olarak MLM
siyasetin, özel olarak Kaypakkayacı geleneğin aşması gereken olgulardan biri de
her çelişkiyi parti aygıtı aracılığıyla çözmeye çalışma yaklaşımıdır. Oysa,
Sovyet devriminde bile, Sovyetler, başlangıçta Menşevikler tarafından kurulan
yatay kitle örgütleri olmalarına ve kuruluş felsefesinde narodnik köy komünleri
olmasına rağmen Şubat devriminden sonra Leninistlerin insiyatifinde Ekim devriminde
tayin edici bir rol oynamışlardır. Kuşkusuz, politik özne olarak Komünist
Partisi, her türden toplumsal çelişkiye yaklaşımın odağında olmalıdır. Fakat,
politik özne, toplumsal çelişkilere yaklaşımında yön belirleyici misyonunu
yerine getirirken, kitle dinamiklerini etkin bir biçimde yaşama geçirme
yeteneğine daha yatkın olan yatay kitle örgütlerini toplumsal çelişkilere
yaklaşımının olmazsa olmaz bir argümanı olarak kullanabilmeyi ve kitlelerle
kitle örgütleri aracılığıyla tutarlı ve güçlü bağlar geliştirebilme kültürünü
de yaşanmış devrim deneyimlerinden hareketle daha fazla öne çıkarabilmeli ve
her toplumsal çelişkiye doğrudan parti aygıtı üzerinden çözüm arama
alışkanlıklarını da aşmalıdır.
Sosyalizmin bir
toplumsal proje olarak yeniden güncelleşme sorunu, her sedyen önce sosyalizm
deneyimlerinin yenilgilerinden çıkarılacak dersler etrafında, her coğrafyanın
ekonomi politik siyasal özgünlüklerine göre geliştirilmelidir.Bu bağlamda,
DKÖ’ler, bizim gibi yarı sömürge coğrafyalarda sık sık tekrarlanan faşist
darbelere karşı dayanıksız olsa da şimdiye kadar yapılmış hiçbir faşist
darbenin, tamamen militarist yöntemlerle iktidarını sürdüremeyeceği, en azından
burjuva klikler arasındaki demokrasiye ihtiyaç duyduğundan kısmi demokratik
hakları uzun süre rafa kaldıran militarist yöntemlerle iktidar edemeyeceği de
bir gerçekliktir. Burjuvazi, emperyalizm, proleter devrimler ve karşı devrimler
çağında bir devlet biçimi olarak faşizme ne kadar ihtiyaç duyuyorsa, emek
sömürüsünü realize edebilmek ve kendi klikleri arasındaki ilişkilere demokratik
bir nitelik verebilmek için de kısmi demokratik haklara da o kadar ihtiyaç
duymaktadır.Evet, bu ,burjuva egemenliğinin bir paradoksudur ama bu paradoksun
temellerinde varlığını sürdürebilmek için emek gücü metasına yaşamsal bir
ihtiyaç duyan kapitalizmin ekonomi politiğinin çelişkileri vardır.
Son olarak,
coğrafyamızın devriminin sorunlarını çözebilme yeterliliğinde olan bir politik
öncünün yaratılabilmesi sorununun Kapakkaya geleneğinin birliğine indirgenmesi
yönündeki yaklaşımları da doğru ve gerçekçi bulmadığımı belirtmek
isterim.Bugün, eğer, sosyalist halk savaşı perspektifini savunan bir siyasal
yapıyla DHD perspektifini doğmatik bir hatta da olsa savunan başka bir
Kaypakkayacı geleneğin birleşebilmesi mümkün görünüyorsa, örneğin, işçi
örgütlenmesini esas alan siyasal
yapılarla ve hatta Çayancı öncü savaşı sürdüren siyasal yapılarla da söz konusu Kaypakkayacı geleneklerin bir
parti birliği oluşturabilmesi ve kendi alanlarında uzmanlaşmış ve derinleşmiş
parti birimleri haline gelen farklı siyasal yapıların bir tek siyasal öncü
içinde, ortak bir siyasal program etrafında birleşmesi de pekala mümkündür.İki
çizgi mücadelesi gibi yöntemsel bir silaha sahip olan Maoist geleneğin, özünde
komünist olan ve fakat farklı mücadele biçimlerini öne çıkaran siyasal
hareketlerle güçlü bir politik özne yaratabilmek amacıyla birlik oluşturabilme
yeteneği ve esnekliği de olmalıdır.
Unutmayalım ki Leninist politik öncü de bir zamanların narodniklerinin
farklılaşması ve bir tek politik öncü içinde birleşmesiyle
yaratılabilmişti.Kürt Özgürlük Hareketi ise Orta Doğu bataklığında boğulmamak
ve emperyalist hegemonyayı aşabilmek için Kürt feodalleri ve ticaret
burjuvazisinden, köylük ve proletaryaya kadar çıkarları birbirine karşıt olan sınıfları
bir araya getirmeye çalışan ulusal birlik siyasetinden ziyade, Anadolu
devriminin dinamiklerine, yarın, bugün olduğundan daha fazla muhtaç olduğunun
ne kadar bilincine varabilirse, kendi handikaplarını aşmada o kadar erken ve
çabuk mesafe kaydedebilecektir. Yine, Kürt Özgürlük Hareketi, Komünistler
dışında, gerek Kürt ulusu içindeki farklı sınıf ve tabakalarla, ( örneğin, KYB
gibi ) gerekse, farklı devlet ve hareketlerle siyasal konjonktürün ihtiyaçları
ve zorunlulukları esasında ittifaklar yapabilir. Fakat, bu ittifaklardan hiç
biri Kürt sorunun, özellikle, onun asıl mücadele eden kitlesini oluşturan Kürt
köylülüğü ve proletaryasının menfatine kalıcı bir çözüme ulaşabilmesi için
yeterli olmayacaktır. Başka bir ifadeyle, yukarıda ifade etmeye çalıştığımız
nesnel olgulardan dolayı, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının nihai bir
çözüme ulaşabilmesi, Türkiye ve Kürdistan demokratik devriminin birbirini
zorunlu olarak koşullayan ortak zaferinin gerçekleşmesine bağlıdır.
Kürt sorununa
ilişkin olarak İbrahim Kaypakkaya'nın sezgisel öngörüleri o kadar derinliklidir
ki daha ortada silahlanmış bir Kürt Ulusal Hareketi dahi yokken, Kürt sorunun
gelecekte alabileceği olası biçimlere dair yaptığı faraziyelerde, örneğin, Kürt
Ulusal Mücadelesinin, Türkiye'deki devrimci mücadeleden daha fazla geliştiği
bir siyasal konjonktürde Kürt Ulusunun kendi kaderini tayin hakkını, ayrılma,
ayrı bir devlet kurma yönünde kullanmasının Türkiye'deki DHD sürecinin
menfaatine olabileceğini söylerken, Komünist bir siyasal önderliğe sahip olan
ya da Türkiye devrimin komünist öndeliği ile birlikte hareket eden bir Kürt
Ulusal Hareketini esas almaktadır.
Tarım ve köylü
sorununun çözülmemiş olması, köylülüğün farklılaşma sürecinin tamamlanmamış
olması, tarımda emeğin kendisinin metalaşmadığı aile emeği üzerine kurulu yarı
feodal küçük ve orta ölçekli tarla
tarımının belirleyiciliğinde, sermaye birikiminin üretim süreci dışında,
dolaşım sürecinde, tefeci tüccar sermayesi biçiminde gerçekleşmesi, yarı feodal
üretim ilişkileri ile halk sınıfları arasındaki çelişkiyi baş çelişki haline
getirirken, Kürt ulusal sorununun, özünde, burjuva demokratik bir hak
mücadelesi olan kendi kaderini tayin hakkı kapsamında, Kürt köylülüğü ve
proletaryasının büyük bir kesimini yedeklemiş olması, coğrafyanın devrim
sürenci DHD süreci olarak belirlemektedir. ( sosyo ekonomik yapının ayrıntıları
için bknz: Vasfi Nadir Tekin-Zincirin Halkası ) Kürt ulusal sorunu, ister ikinci bir baş çelişki ya da isterse başlıca
çelişkilerden en önemlisi olarak belirlensin,DHD sürecinin üzerinden atlanarak
doğrudan bir sosyalist devrim mücadelesini programlaştırmak, bir taraftan, DHD’nin tarihsel olarak öne
çıkardığı görevleri savsaklamak, diğer taraftan, sosyalist devrimi mümkün hale
getirebilecek DHD sürecinde kazanılması gereken mevziler (Kürt ulusunun kendi
kaderini tayin hakkı kapsamındaki yasal ya da fiili kazanımları gibi)
bağlamındaki mücadelenin ihtiyaçlarını ve ittifaklarını ihmal ederek, sosyalist
devrim perspektifini de muğlaklaştırmak anlamına gelir.
Çünkü, olası bir
sosyalist devrim perspektifi, ancak, kendi kaderini tayin hakkı gibi burjuva
demokratik bir hak mücadelesi için politize olmuş Kürt köylülüğü ve
proletaryasının devrimci enerjisini, öncelikle, birleşik bir DHD mücadelesine
ve bununla ilişkili olarak, Kürt ulusal sorununun nihai çözümü için faşist
devlet aygıtını tasfiye edecek bir sosyalizm mücadelesine seferber edecek bir
DHD süreci yaşanmadan, gerek sınıf dinamikleri ve gerekse ittifaklar cephesi
bağlamında muğlak kalmaya mahkum, pratik bir işlevi olmayan ölü bir paradigma
olarak kalacaktır. Çünkü, ‘’tarım kapitalistleşti, artık köylü sorunu
yok,dolayısıyla, devrimin temel gücü köylülük değil işçi sınıfıdır; milli
burjuvazi kompradorlaştı, dolayısıyla devrimci bir niteliği kalmadı; Kürt
sorunun muhatabı da Kürt ulusal hareketidir’’ tesbitleri üzerinden, doğrudan
sosyalist devrim paradigmasına varırsanız, devrim için elinizde ücretlerin
iyileştirilmesi, sendikal haklar gibi ekonomik demokratik mücadele sınırlarını
aşamayan işçi dinamiklerinden başka bir şey kalmaz.
Oysa, proletarya,
yalnızca işçi sınıfından ibaret değil, yarı proleterler,işsizler ordusu ve
yoksul köylülüğünde dahil olduğu geniş
bir cephedir. Hele bir de tarihsel derinliği olan bir ulusal sorun ve inançsal
kimlik sorunlarının yaşandığı bir yarı sömürge coğrafya, yarı feodal üretim
ilişkilerinin yarattığı sorunlarla alev alev yanan bir yanardağa benzer. yukarıdaki gibi tesbitlerle doğrudan
sosyalist devrim paradigmaları üretmekle, kendi ellerinizle, hem DHD’nin ve hem
de sosyalist devrimin bütün sınıf ittifaklarını budayıp proletaryayı faşizme
karşı silahsız ve çırılçıplak bırakmış
olursunuz.Oysa devrim, sınıf çelişki ve dinamiklerinin ürünü olan bir toplumsal
olgudur. Devrim, politik öznenin giydiği ve kumaşında toplumun bağrındaki bütün çelişkilerin nakış nakış işlenmiş olduğu ateşten bir
gömlektir; ateş olmadan köz olmaz.
Sonuç olarak,
İbrahim Kaypakkaya’nın doğmatik savunusu da şu ana kadar programlaşmış
revizyonlarından herhangi biri de İyi Kaypakkayacılığın ölçütü değildir. İyi
Kaypakkayacılığın ölçütü, coğrafyanın devrimci dinamiklerini amaca uygun olarak
harekete geçirebilecek ve koordine edebilecek olan, kesintisiz bir biçimde
sosyalist devrimle birbirine bağlanan bir DHD programıdır. Böyle bir programın
ise komprador kapitalizmin bütün dinamiklerini şekillendiren yarı feodal üretim
ilişkileriyle halk sınıfları arasındaki çelişkiyi baş çelişki olarak
belirlerken, başlıca çelişkilerden en önemlisi olan Kürt ulusunun kendi
kaderini tayin hakkı kapsamındaki mücadelesi bağlamında, Kürt dinamiklerini,
Kürt milli burjuvazisinden Kürt köylülüğü ve proletaryasına kadar örgütlü bir
güç haline gelmiş Kürt hareketini
birleşik bir mücadele perspektifiyle DHD’ne yedekleyebilecek içeriğe
sahip olması ve bu içeriği pratikleştirmesi gerekir. Çünkü, İbrahim
Kaypakkaya’nın Kürt sorununa verdiği özel önem, bu sorunun DHD ile olan derin
ilişkisinden ve Kürt dinamikleri olmaksızın Anadolu coğrafyasının ne DHD
sürecinin ne de sosyalist devrim aşamasının tam olarak gerçekleşmesinin
olanaksızlığından dolayıdır. İbrahim Kaypakkaya’da sezgisel olan bu
gerçekliğin, bugünkü takipçileri tarafından bilince çıkarılması ve pratiğe
geçirilmesi, kuşkusuz, İyi Kaypakkayacılığın olmazsa olmaz ölçütü olacaktır. Bu
bağlamda, Bugünkü Kürt Ulusal Hareketi, Kürt köylülüğü ve proletaryasını büyük
oranda mücadeleye yedeklemiş ve mücadelesini sahip olduğu üs bölgeleriyle
stratejik denge aşamasına yakın bir aşamaya taşımışken, Türkiye ve Kürdistan
devriminin politik öznesi ideasındaki bir Komünist Partisinin faşizme ve
emperyalizme karşı mücadeleyi, kendi güç ve olanaklarına karşılık gelen
stratejik savunma aşamasında karşılamaya çalışmasının, gerek askeri ve gerekse
siyasal bir tutarlılığı yoktur. Kaypakkayacılığın bu doğmatik kavranışı,
coğrafyanın devriminin ihtiyaçlarıyla hiç bir biçimde örtüşmediği gibi Kürt
Ulusal Hareketiyle ittifak ve mücadele birliği
sorununun, taktik ihtiyaçların ötesinde, coğrafyanın devrim sürecini bir
üst aşamaya taşıyacak olan stratejik bir zorunluluk olduğunu kavrayamayan ve
kendi kaderini tayin hakkının desteklenmesini, devrim mücadelesinin
zorunluluklarından soyutlayarak kağıt üzerinde bırakan bir siyasal
kavrayışızlığın , teorik sığlığın ve
öngörüsüzlüğün ürünüdür.
Fikret Karavaz