26 Ocak 2025 Pazar

Erdoğan iktidarının Suriye hayali: Siyasal İslamcı ‘Yavru Vatan’__Halil Gündoğan_25.01.2025

Erdoğan’ın suni-selefi İslam kuşağı rüyası

Uzunca bir zamandan beridir Orta ve Yakın Doğu’da ve keza Orta Asya ve Kafkasya’da ve keza Balkanlar da ve Afrika’da Suni-selefi “Siyasal İslam Projesinin” liderliğine göz koymuş bulunan, şeriat özlemcisi bir İslamo-faşist Erdoğan ile karşı karşıyayız. 22 yıllık iktidarı dönemi boyunca her fırsatı, bu “Suni-selefi İslam kuşağının” başarı ve zafere ulaşması için değerlendirmeye çalıştı. Ve hâlâ da büyük bir aşk ile bu “gizli” sevdasının bir yerlerde ve bir şekilde başarıya ulaşması için canla-başla didinmeye devam ediyor.

Erdoğan koyu-fanatik bir mezhepçidir

Erdoğan kesinlikle, yobazlık derecesinde, koyu-fanatik bir mezhepçidir. Böyle olduğu için de örneğin o, İslam içinde olmasına rağmen, yine de koyu bir Şii karşıtıdır. Kızılbaş, Anadolu ve Türkmen Alevisi ve keza Arap Alevisi karşıtıdır. Siyasal İslam’ın Şii versiyonu olan İran’da ki Molla ve keza Arap Alevisi olan Esad rejimiyle yaşadığı “gizli” düşmanlığının başta gelen nedenlerinden biri de bu değil midir?

Mısır’da ki Siyasal İslamcı kardeşlerine darbe yapan Sisi de sırf bundan ötürü “katil Sisi” yapılmamış mıydı? Suni İslamcı HAMAS lideri öldürüldüğünde üç günlük “milli yas” ilan edip, Filistin davası için ölümüne savaşan Hizbullah liderinin katledilişini sessizlikle geçiştirmesi de bundan değil miydi? Vs., vb. dünya kadar örneği buraya aktarmak mümkün. Ama buna gerek yok; bu kadarı da Erdoğan ve iktidarının gerek Türkiye ve K. Kürdistan somutunda ve gerekse “dış dünyada” yaşanan ve gelişen olaylara bakış öncelikleri arasında bu mezhepçi tutumunun yer aldığını göstermeye fazlasıyla yeterli gelir.

Erdoğan’ın Esad ile özel davası, Müslüman Kardeşler davasıdır da

Bilindiği gibi Suriye’de ortam henüz “sükûn” iken; Esad ve Erdoğan birbirlerine “aile dostu” yakınlığındaydılar. Çünkü o dönem farklı “komşuluk ilişkileri” bunu gerektiriyordu. Ancak ne zaman ki “iç karışıklık” baş gösterdi, “kardeşlik” anında bitti ve yerini “ölümüne düşmanlık” aldı. Çünkü ayaklananların önemlice bir kesimini daha önceki tarihlerde defalarca kez (baba Esad döneminde de) şeriat istemiyle ayaklanmış ve ama bastırılmış o eski Müslüman Kardeşlerin devamcısı olan çeşitli suni-selefi şeriat istemcileri oluşturuyordu. Bunlar zaten oldum olası Türkiye ve K. Kürdistan’daki Siyasi İslamcılarla organize bir ilişki içinde olageldiler. Dolayısıyla da Erdoğan hemen tavrını bunlardan yana koyarak, Esad’ı karşısına aldı. Nitekim kısa bir süre önce yaptığı bir toplantıda bunu şu sözleriyle doğrudan itiraf etti de:

Erdoğan’ın derdi gerçekten de barışçıl protestoların kanlı bastırılması mıydı?

“Ülkemizin tüm iyi niyetli tavsiyelerine rağmen barışçıl protestoları son derece kanlı bir şekilde bastırmayı tercih etti. Kanı durdurma, çatışmaları sonlandırma imkânı varken, Esed kendi halkına zulmetmeye, zulümden de kibirlenmeye devam etti.” (Erdoğan burada büyük bir iki yüzlülük yapıyor. Çünkü 22 yıllık iktidarı döneminde kendisinin de daha beterini yaptığının binlerce örneği orta yerde duruyor. Burada ki “barışçıl protestonun” ayırt edici özelliği, protestocuların şeriat istemcisi olmasıdır. Nitekim Türkiye ve K. Kürdistan’da da sadece bunlar “barışçıl protestocu” sayılıyor. Diğer tüm hak arayıcıları ise, imha edilmesi gereken “teröristler”, “bölücüler”, “sürtükler” ve “çapulcular” idi. Hatırlanacağı üzere şu, bizzat Erdoğan’ın talimatıydı: “Yaşlı, kadın, çocuk demeden acımasızca yok edin” Keza “hendek olayları” olarak anılan süreçte de çatışma ortamından korunmak için evlerin bodrum katlarına sığınan yüzlerce sivil vatandaşın kimyasal gaz ve bombalarla katledilmeleri emri de Erdoğan’ındı. Aynı zalimliği “Gezi Olayları” sürecindeki tutumuyla da ortaya koymuştu vs. vs.)

Suriye’yi HTŞ ile Erdoğan’ın birlikte mi fethetti? 

“Baas rejimi yıkılmış ve Esed korkağı cibilliyetine yaraşır şekilde en yakınındakileri bile satarak Suriye’den kaçmıştır. Suriyeli devrimcilerin Şam’da kontrolü sağlamasıyla birlikte artık bu ülkenin önünde yeni bir sayfa açılmıştır. (…) Biz de Halep’te, Şam’da, Hama’da, Humus’ta, Dera’da, Münbiç’te özgür Suriye bayrağıyla ay yıldızlı bayrağımızı yan yana gördükçe şad oluyoruz. (…) 61 yıllık Baas karanlığının ardından Suriye üzerine doğan özgürlük güneşini gördükçe komşuları ve kardeşleri olarak gerçekten şad oluyoruz.” (https://www.bayburthaberajansi.com.tr/cumhurbaskani-erdogan-biz-de-halep-te-sam-da-hama-da-humus-ta-dera-da-munbic-te-ozgur-suriye-bayragiyla-ay-yildizli-bayragimizi-yan-yana-gordukce-sad-oluyoruz/4860/ )

Emperyalist emeller ve kurgular

Erdoğan, “Türkiye, Türkiye’den daha büyüktür. Millet olarak ufkumuzu 782 bin kilometrekareyle sınırlandıramayız. İnsan nasıl kaderinden kaçarak kurtulamazsa Türkiye ve Türk milleti de mukadderatından kaçamaz, saklanamaz.”(https://gazeteoksijen.com/turkiye/turkiye-turkiyeden-buyuktur-diyen-erdogan-ufkumuzu-782-bin-kilometrekareyle-sinirlandiramayiz-230877 ) şeklinde ki bu sözleriyle,  emperyalist “yeni Osmanlıcı” güdülerini doğrudan beyan etmiş oluyor. Doğan ve devam etmekte olan bu kaos ortamını fırsata çevirerek, eskiden ecdadının sahip olduğu Suriye’yi doğrudan, olmadı dolaylı, ama bir şekilde kendi hakimiyeti altına almanın hesaplarını yapıyor. Muhtemelen burayı, aynı zamanda eskiden berri peşinde olduğu “Suni İslamcı hattının kurtarılmış yeni hareket üssü” olarak kurguluyor olsa gerek. Öte yandan buranın yeniden imarı vs. ile açılan “yeni ekmek kapısını” kimselerle paylaşmak da istemiyor. “Tamamen benim” demeye getiriyor.

Erdoğan’ın, Suriye’nin asıl sahibi edaları

Nitekim Erdoğan, kabul ettiği Suriye’nin “yeni hükümet heyeti” ile yaptığı görüşmelerin ardından yaptığı açıklamalarla, Suriye’nin “asli sahibi” olduğunu da ilan ediverdi: “Herkes bölgeden elini çeksin. Biz Suriyeli kardeşlerimizle beraber DEAŞ’ın da YPG’nin de diğer terör örgütlerinin de kafasını kısa sürede ezeriz. (…) halihazırda Suriye’deki en ciddi sıkıntı ülke topraklarının neredeyse üçte birini halen işgal altında tutan YPG terör örgütüdür.” (https://www.voaturkce.com/a/erdogan-herkes-suriyeden-elini-ceksin-biz-suriyeli-kardeslerimizle-deasin-da-ypgnin-de-kafasini-ezeriz/7937478.html)

Sanırsınız ki İŞİD’in Kobne’de zaferini ilan etmesini; “Kobane düştü düşecek” diye el ovuşturarak bekleyen kendisi değilmiş gibi, bugün İŞİD’e karşı yürütülecek mücadeleyi “Evelallah” kendilerinin yürütebileceğinin sahte teminatını vermeye çalışıyor NATO’lu müttefiklerine.

Öte yandan ve asıl önemli olanı ise; Suriye’nin bilmem ne kadar kısmının ve doğal kaynaklarının bilmem ne kadarının kendi mezhebinden olan şeriatçı kardeşlerinin denetiminde olmayıp, Suriyeli seküler-laiklik Kürtlerin elinde bulunmasıymış…

Sormak gerekmez mi; sana ne bundan? Orası senin ülken mi? Esad, ülkeyi terk etmeden önce tapusunu sana mı devretti? İşine geldiğinde sarılıp sığındığın o ‘Uluslararası Hukuk’a ne oldu? Sen hangi hak ve hukukla bir başka ülkenin iç işlerine böyle mafya vari dayılanmalarla müdahil olmaya kalkıyorsun?

Bu konuda öylesine fütursuzca bir yaklaşım sergileniyor ki örneğin MİT kafalı Hakan Fidan da ülkenin yeni isminin ne olacağına karar verebiliyor: “(…) Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, devletin adının da mevcut ismi olan Suriye Arap Cumhuriyeti olacağını ifade etti.” (https://gazeteoksijen.com/turkiye/fidandan-suriye-aciklamasi-devletin-adi-suriye-arap-cumhuriyeti-olmaya-devam-edecek-232215 )

Ufku, 782 bin kilometrekare ile sınırlamama pervasızlığı 

Erdoğan iktidarı ve “Devlet aklının” bütün bunlarla meramı, ideolojik olarak aralarında “kan bağı” olan HTŞ üzerinde ki nüfusunu en “verimli” bir şekilde kullanarak; Suriye’de suni-selefi bir şeriat rejiminin inşasını temin etmek ve böylelikle de Suriye’yi, mümkün olursa bir bütün olarak (toprak bütünlüğüne yapılan baskın vurgu bunun bir ifadesidir), bu mümkün olmazsa; HTŞ’nin kontrolünde kalacak kısmını, Türkiye’yi Türkiye’den daha büyük kılmak için, “yavru vatan” yapmaktır.

 

 Keza “Türk-Kürt İttifakı” ile güdülen meramın da Türkiye’yi Türkiye’den daha büyük yapmak olduğu göz önüne alındığında, böylelikle Misak-ı Milli hülyalarının da bu şekilde önemli oranda gerçekleştirilebilir olabileceğini varsayıyor olmalılar.

Bir taşla iki kuş avlama hesapları

Bu her iki boyut üzerinden sağlanacak başarı ile de milliyetçi-muhafazakâr ve fanatik İslamcı kesimlerin yanı sıra DEM Parti seçmeni Kürtlerin de “Reisi” bir dönem daha tahta seçeceklerini hesap ediyorlar muhtemelen.

“Demokratikleşme” aldatmacasına prim vermemek gerekiyor

Öcalan, Demirtaş ve DEM Parti’nin bu süreci “Demokratikleşme süreci” olarak lanse etmeleri ise gerçekten de vahim bir yanılgı ve yanıltmadan öte bir şey değildir. Tabii “demokratikleşme” ile kast ettikleri sadece Kürtlere, üniter devlet şemsiyesi altında, alt düzeyli bir takım ulusal haklar verilmesinden ibaret değilse. Bu, elbette Kürtler açısından bir kazanım olarak değerlendirilebilir; ama bunun, verilen bunca mücadelenin ve ödenen onca bedelin karşılığı olmayacağı da acı bir gerçektir. En başta Kürtler olmak üzere, hiç kimsenin içine sinmeyeceği de rahatlıkla söylenebilir.

Öte yandan Mevcut faşist Siyasal İslamcı ve Türk milliyetçisi bu bloğun iktidarı altında, Kürtlerin bu alt düzeyli ulusal haklarına kavuşmasının aynı zamanda Türkiye ve K. Kürdistan’da genel hak ve özgürlükler anlamında bir demokratikleşme sağlayacağı anlamına da asla gelmeyecektir. Tam aksine Erdoğan giderek daha da otoriterleşmek zorundadır. Buna, hem dünya savaşına hazırlık anlamında iç faşistleşmeyi daha da pekiştirme zorunluluğundan ötürü mecburdur (nitekim dünyanın birçok yerin de ha bire faşist partiler iktidara geliyor ve böylece buralarda da iç faşistleşme süreci olanca hızıyla yaşanmaya devam ediyor). Ve hem de gerek ideolojik zihin yapısı olarak ve gerekse de giderek daha da derinleşecek olan iktisadi krizi başka yöntemlerle yönetebilme şansının olmamasından ötürü buna mecburdur.

Dolayısıyla da bütün bunları perdeleyerek böylesi ham hayal bir beklenti oluşturmak, herhalde ki halka yapılabilecek en büyük kötülüklerden bir başkası olacaktır.

 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)