25 Nisan 2023 Salı

POLİTİK-GÜNDEM | “Yepyeni Bir Hayat Gelir Bizde ve Her Yerde”, 1 MAYIS’TA ALANLARA!

 

POLİTİK-GÜNDEM | “Yepyeni Bir Hayat Gelir Bizde ve Her Yerde”, 1 MAYIS’TA ALANLARA!


Nitekim faşist TC faşizmi tarafından katledilişinin 50. yıldönümü içinde olduğumuz komünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın bu tarihi tecrübeden hareketle şu çok önemli ve günümüz hakim sınıf klikleri mücadelesine de ışık tutan değerlendirmesini bir kez daha ifade etmekte yarar vardır:

 

“Bir komünist hareket için elbette iki gerici klikten birini tercih etmek söz konusu olamaz. 

Komünist hareket, ikisini de düşman olarak görür; ikisini de devirmek için mücadele eder; ama bunlar arasındaki mücadeleye de gözlerini yummaz; bu boğuşmadan kendi hesabına azami derecede fayda sağlamak için, bunların birbirine göre durumunu iyi tespit eder, en gerici olanı tecrit eder, ilk ve en şiddetli saldırılarını ona yöneltir, bu arada diğer gerici kliğin mahiyetini teşhir etmekten, onunla kendi arasındaki düşmanlık çizgisini sıkı sıkıya muhafaza etmekten de geri kalmaz. 

Bilir ki, hakim sınıflar arasındaki bu boğuşma her an halka karşı bir birleşmeye dönüşebileceği gibi, bugün en gerici olan kliğin yerini, yarın diğeri de alabilir. Bu, gericiler arasında durmadan değişen güç dengesine, iktidara hangi kliğin hakim olduğuna, iktisadi ve siyasi buhranın mevcut olup olmamasına ve benzeri şartlara bağlıdır.”

https://ozgurgelecek46.net/politik-gundem-yepyeni-bir-hayat-gelir-bizde-ve-her-yerde-1-mayista-alanlara/


19 Nisan 2023 Çarşamba

BURJUVA SEÇİMLERİ ve PROLETER TAKTİK-1

 „Bilim, ….. , isteklere ve görüşlere uygun tarzda, tek bir grubun, ya da tek bir partinin savaşım hazırlıklarına ve bilinç derecesine göre siyaseti belirleme yerine, ülkedeki bütün grupların, partilerin, sınıfların ve yığınların hesaba katılmasını emreder.“

 Burjuva Parlementosundan Yararlanılır Mı?

  Her ne kadar burjuva parlementosundan yararlanmayı, kendine „ML“ diyen örgütlerden hemen hemen hiç biri „ilke“ olarak reddetmese de, ama varoldukları günden beri, „boykot“ adı altında seçimlere katılmayı reddenlerin sayısı eskiye oranla çok az olsa da yine de var.

 Anarşistleri ise saymıyoruz. 

Türkiye ve Kuzey Kürdistan açısından şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; Seçimlere katılmayı reddetme anlayışı önemli ölçüde yıkılmıştır. Ama tersi bir anlayış; burjuva parlamenter sistemine bel bağlama anlayışı öne çıkmıştır. 

Yani burjuva parlamenterizm eğilimi ağır basmaktadır. Proleter anlayışların egemen olmadığı yerde, küçük burjuva oportünizmi ya sağ oportünizme ya sol oportünizme kayar.

http://yusuf-kose.blogspot.com

1Halil Gündoğan yoldaşın; “2023 CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİNE İLİŞKİN BOYKOT TAVRI NEDEN DOĞRU DEĞİLDİR” makalesindeki görüşlere katılıyorunm ve okunması gerken bir yazı.

 

 

15 Nisan 2023 Cumartesi

Dogmatizmin kökenleri ve günümüzde tezahürleri -1

Dogmatizmin kökenleri ve günümüzde tezahürleri -1

“Kim övmez Klopstock’u?

Ama herkes onu okur mu? – Hayır.

Biz daha az övülmek

Ama daha çok okunmak isterdik!”

 Marks’ın önünde yerlere kadar eğilip onu göklere çıkartan ama öğretilerinin temel içeriğini gözden kaçıranlara bir makalesinde Lenin yukarıdaki sözlerle seslenmiştir. Gerçekten de Marksizm’in dogma haline getirilmesiyle Engels’ten Lenin’e, Mao’ya tüm ustalar sürekli uğraşmak zorunda kalmışlardır.

Engels’in “öğretimiz bir dogma değil, bir eylem kılavuzudur” sözü Marksizm’in gerçeklerden soyutlanmış, değişmeyen/gelişmeyen bir inanç kümesi olarak ele alınmasına itiraz edenlerin şiarı olmuştur. Marksizm, hep mücadele içinde gelişmiştir.

 

Mücadelenin ana konularından biri olan dogmatizmin, aynı zamanda Ortaçağ’ın skolastik felsefesinin temel özelliklerinden biri olduğu bilinir. Biz de bundan hareketle Ortaçağ’da dogmatizmi, Avrupa’da bunun aşılmasının örneklerini, ustaların ele alışlarını ve son olarak devrimci hareketteki somut örneklerini incelemeye çalışacağız. Fakat önce dogma ve dogmatizmi tanımlamak doğru olacaktır.

 

Dogma “belli bir kişi veya topluluk tarafından benimsenen, tartışmadan ve sorgulamadan kabul edilmesi beklenen inanç ya da inanç kümesi” olarak tanımlanmaktadır. Dogmada temel olan inançtır! İnanmak, bilgiden önce gelir!

 

Dogmatik ise “bir fikir veya inancı hiç sorgulamadan ve üzerinde ciddi bir irdeleme yürütmeden kabul eden insanlar” için kullanılan bir kavramdır.

 

Dogmatik insanlar, kendi inanç ve düşünceleri karşısında öne sürülen fikirleri hiç araştırma yapmadan reddederler. Yani dogmatikler belli bir fikri kabul ettikten sonra onun doğruluğuna ilişkin şüphe duymazlar. Değişen zamanı, koşulları, inançları bir dönem doğru olsa bile geçmişte kalmış olabileceğini dikkate almazlar. Mao’nun “araştırma yapmayanın söz hakkı yoktur” sözünü düşündüğümüzde, dogmatizmi çok yönlü olarak çözümleme ve somut durumda ortaya çıkan hallerinin teşhiri çok daha fazla önem kazanır.

 “İnanmak, bilmekten önce gelir”

 Ortaçağ’da felsefeden siyasete, hukuka, doğa bilimlerine kadar bütün bilimler, teolojinin (tanrı biliminin) bir alt bölümü haline gelmiştir. Avrupa’da kilisenin hakimiyeti tartışılmaz durumdaydı. Bu dönemde skolastik felsefecilerin yazdığı ve bütün bilgilerin toplandığı Summa isimli kitapların dışına çıkılması yasaktı. Yazılacak, konuşulacak herşey, bütün akıl yürütmeler kilisenin onayladığı Summa’daki fikirleri desteklemek ve haklı çıkarmak için yapılırdı. Bir ön kabulle, buradaki bilgiler doğru sayılır ve tüm mantık çıkarımları bu doğruluğu kanıtlamak için kullanılırdı. Ortaçağ’a hakim olan hem patristik hem de skolastik felsefe bilgi kuramında şu iki ilkeyi temele koymaktadır:

 

1- “Akıl almadığı için inanıyorum.” Yani saçma da, akıl dışı da olsa, hakikate giden tek yol inanmaktır. İnanınca, bir anlamı olduğu ortaya çıkacaktır.

 

2- “İnanmak, bilmekten önce gelmektedir.” Birşeye inanmadığında onu bilebilmen mümkün değildir.

 

Ortaçağ’da bilgi, Tanrı’nın varlığını bilmek için kullanılan, bunu ispat etmeyi tek gerekçe sayan bir duruma bürünmüştür. Bu süreçte tek amaç, yeni bilgi elde etmek değil, var olan din bilgisini hiç şüphe duymadan akılla açıklamak ve temellendirmektir.

 

Teolojinin dünya üzerinde binlerce yıl süren egemenliğinin Avrupa’da sarsılmaya başladığı rönesans-reform dönemlerini incelemek bize yeni bilgilerin, teorinin kapısının açılmasının çok büyük bedeller ödenmesi gerektiğini göstermektedir. Bilimsel çalışmaları kendi egemenliği altına alan ve onun dışına çıkılamayan, bir ön kabul olarak her varsayımın başında tutulmak zorunda olunan din/Tanrı olgusunu aşmak imkansız gibi birşeydi.

Kutsallar, hiçbir şekilde sorgulanamazdı. Sorgulayanlar, enginizasyon mahkemelerince çok çeşitli işkenceler sonucu öldürülüyorlardı. Fakat egemenlerin bu yasaklamalarına, baskılarına karşın çalışmalarını bir ön kabul olmadan veya o zamana kadar mevcut olan ön kabulleri reddederek çalışma yapanlar oluyordu. Bizler burada sadece Kopernik ve Descartes’e kısaca bakacağız.

 

Kopernik’e (1473-1543) kadar astronomide hakim olan fikir dünyanın evrenin merkezi olduğu ve güneş de dahil tüm gök cisimlerinin dünyanın etrafında döndüğüydü. Kilise, bu fikri savunuyordu. Bu savunu gerçeğe uymadığı için tüm çalışmalarda sorun çıkartmaktaysa da farklı bir araştırma sürecine girmek imkansız gibiydi.

Kopernik, kilisenin onayını alan dünya merkezli sistemi reddeden, güneşin gezegen sisteminin merkezinde yer aldığı bir sistem geliştirmişti. Güneş ve dünyanın sistemdeki bu yer değiştirmesi, tarihe Kopernik devrimi olarak geçmiştir. Bu durum aynı zamanda bize, zamanı gelen düşüncenin önünde hiçbir gücün duramayacağını da göstermiştir. Güneş merkezli sistem yüzyıllar önce Aristarkos tarafından önerilmişse de yaygınlaşamamış ve unutulup gitmişti. Kopernik, kiliseye ve egemen olan Aristo’nun geleneğine kafa tutmuştu.

Hem kendisi hem de teorisi, yoğun baskı altında kaldıysa da yeni sistem zamanın entellektüel ortamında büyük bir etki yarattı. Bu gelişmenin felsefede önemli etkileri oldu. Dünyanın ve insanın merkeze konulduğu incelemeler artık büyük bir dönüşüm geçirmek zorundaydı. Tanrı artık yeryüzünden gökyüzüne çekiliyordu. Teolojinin daha genel dogmasına göre alt ve ikincil düzeyde sayılan bilimsel bilgi/araştırma bu devrimle öne geçmeye başlamıştır. Elbette ki bu, o dönemin sınıf mücadelesinin bir yansımasıydı aynı zamanda.

Gittikçe güçlenen burjuvazinin, hakim sınıflar olan feodallere ve din adamlarına karşı savaşımda bilimsel gelişmeleri desteklemeleri büyük önem taşıyordu. Fakat bilimsel gerçeklerin kabul ettirilmesi yine de kolay olmamıştır, Kopernik devriminden 100 yıl sonra bile Galileo “dünya dönüyor” dediği için engizisyonda yargılanmıştır.

 Bilim insanı olan Bruno, 1600’de sapkın olduğu iddiasıyla odunlar üzerinde yakılmıştır. Doğanın şifalı otlarını kullanan kadınlar, cadı olarak öldürülmüştür. Ama artık skolastik felsefeyi ortaya çıkaran koşullar büyük ölçüde değişmiş, teolojik düşünce önemli bir darbe yemiştir. Bilgi, kanıtlar sunmak, gerçekle uyum salt inancın önüne geçmeye başlamıştır. Bilginin modernist kavranışı her halükarda önemli bir ilerleme olmuştur.

 

Kopernik devrimi sonrasında Descartes’in attığı adımlar da önemlidir. Dogmatizmin panzehiri olan “şüphe duyma”yı meşrulaştırmıştır. Descartes, çoğunluğun-otoritenin inandığı fikirlerin askıya alınıp en kutsal kitapların dahi sonlanabileceğini ortaya koymuştur. Descartes, “dogmatizmden, otoritenin etkisinden, yanlı bakış açılarından, eski alışkanlıklardan, irdelenmeden benimsenen fikirlerden etkilenmeyen bir sorgulama hedefi” yaşamıştır. (Epistomoloji, Doç. Dr. Murat Baç, s. 31)

 

Descartes’i araştırmaya sürükleyen şey “inandığı” önermeler arasında pek çok yanlışın oldugunu görmesiydi. Bunun üzerine Ortaçağ’ın tüm düşüncelerinin temelinde olan Tanrı’nın varlığına dair hiçbir bilgisi yokmuş gibi hareket etmeyi temel almış, böylece doğanın çelişkilerine yoğunlaşabilmişti.

 

Özü dogmatiklik olan skolastik felsefeye karşı yaklaşık 500 yıl önce o dönemin feodal sınıflarına karşı çıkan burjuva aydınları köklü teoriler öne sürmüştür. Fakat çeşitli toplum teorilerinde sosyalistler dahil sürekli uğraşılmak zorunda kalınmıştır.

 

Dogmalar en az bilgiye sahip olunan dönemlerde toplumsal sorgulamaların önünü kesmek, iktidarlarını korkuya dayanan inançlarla güvencelemek gibi sayılabilecek birçok nedenden dolayı egemenler tarafından hep savunulmuş, hukuksal ve askeri önlemler de dahil olmak üzere yürürlükte kalması sağlanmaya çalışılmıştır. Şüphe duyanlar, sorgulayanlar yerine “inananlar” olması istemiştir.

 

Bilgiye ulaşmak her daim zor olmuştur. Bilgi peşinde olanlar gözlerini görünenin ötesine dikmek zorundadırlar. Bunun için zahmetli araştırmalara ve toplumsal pratik içerisine girmeleri ve de teorik uğraşın bir parçası olarak soyutlama yapıp, kavramlaştırmayı bilmeleri gereklidir. Elde edilen bilgilerin sınanabileceği tek yer pratiktir.

Devam edecek

 

 

                                Dogmatizmin kökenleri ve günümüzde tezahürleri -2-

             https://ozgurgelecek46.net/dogmatizmin-koekenleri-ve-guenuemuezde-tezahuerleri-2/

 


Marksizm’i cansızlaştırmak

İnsan bilgisinin doğruluğu pratikle sınandığında kanıtlanmış olur. Pratik-teori-pratik… şeklinde devam eden zincir bilgi teorisini anlatır.

 

“Aslında insan bilgisinin doğruluğu, ancak, önceden beklenilen sonuçlara toplumsal pratik süreci (maddi üretim, sınıf mücadelesi ya da bilimsel deney) içinde varıldığı zaman kanıtlanmış olur. Bir kimse çalışmasında başarılı olmak, yani öncesinde kafasında tasarladığı sonuçları elde etmek istiyorsa, kafasındaki fikirleri nesnel dış dünyanın yasalarına uygun kılmalıdır. 

Eğer kafasındaki fikirler nesnel dış dünyanın yasalarına uygun düşmezse, pratikte başarısızlığa uğrar.” (Mao Zedung, Seçme Eserler, c. 1, s. 398)

 

Bir bilginin katılaşıp dogma haline gelmemesinin yolu, onu pratikte sınamak ve çıkan sonuçları dikkate almaktır. Devrimcilerin varoluş sebebi, kitlelere iktidarı yıkmaları yönünde öncülük yapmaksa zaten esas itibariyle işlerinin “pratik” olduğunu söyleyebiliriz. Yani ürettikleri fikirlerin, planların, programların sınanmasını her an, her dönem gerçekleştirebilme imkanına sahiptirler. 

Dolayısıyla da akan zamana ve değişen sosyal ve toplumsal koşullara hızlıca uyum sağlamaları beklenir. Fakat bunun tersi pek çok olay vardır. Oluşturulan fikirler, inançlar pratiğin sınavından geçemezse bile savunulmaya devam edebilmektedir. 

Bu durumda çoğu zaman yanlış bir biçimde “ideolojik sağlamlık” olarak savunulabilmektedir. Sahip olunan inanç, fikirler kümesi yaşama dayatılmaya devam edilebilmektedir. Başarısız sonuçlar ise koşullara, uygulayıcıların kavrayışlarına bağlanabilmekte, sorgulama bir türlü değişen koşullara uygun teori, fikir vs üretilebilmesine gelmemektedir!

 

“Toplumu değiştirmenin pratiğinde, insanların ilk baştaki fikirleri, teorileri, planları ya da programlarının hiç değişmeden gerçekleştiği pek enderdir. Böyle bir durumda fikirler, teoriler ya da programlar genellikle kısmen, bazen de tamamen değişirler. Çünkü pratiğin akışı içinde önceden düşünülmemiş koşullarla karşılaşılır.

 Eğer devrimcilerin bilgisi de değişen duruma uygun bir hızla değişmezse, o devrimciler devrimi zafere götüremezler.” (age, s. 409-410)

 

Somut koşulların somut tahlilini yapamama, “fikirleri, teorileri ya da programları” değişen duruma göre yenileyememe, devrimin zaferini bile etkileyebilecek bir etken olmasına rağmen üzerinde durmama, görüldüğü yer ve zamanlarda itiraz geliştirmeme, buna çeşitli nedenlerle sessiz kalma devrimciler için kabul edilemez olmalıdır.

 

Lenin, Marksizm’in canlı yanına defalarca kez dikkat çekmiştir. Yazının başında alıntıladığımız şiirde olduğu gibi, daha çok övgü yerine daha çok okuma, daha çok araştırma ve pratikte sınama istemiştir. Marksizm’i eylem kılavuzu olarak ele almayıp dogmatikleştirirsek, Lenin’e göre “onu tek yanlılaştırır, tahrif eder, cansızlaştırır, yaşayan ruhunu ondan ayırır, onun en önemli teorik temellerini -diyalektiği, çok yönlü ve çelişkilerle dolu tarihsel gelişim teorisini- baltalar, tarihin her yeni dönemecinde Pratik görevleriyle bağı sarsarız.” (Lenin, Seçme Eserler, c. 11, s. 68)

 

Lenin, Marksizm’i eylem kılavuzu olarak ele almasaydı, emperyalizm teorisini geliştiremezdi. Marks, serbest rekabetçi dönemde yaşamış, Kapital’i bu dönemde yazmış, çeşitli politika örneklerini bu dönemde vermişti. Lenin, Marks dönemindeki eski “gelişen kapitalizm”e artık “can çekişen kapitalizm” demiş, emperyalizmin devrimi nasıl kaçınılmaz hale getirdiğini açıklamıştır. Bunu göremeseydi, “gelişen kapitalizm”in tahlillerini sürdürseydi “Leninizm, emperyalist dönemin Marksizm’i” olamazdı.

 

Lenin aynı makalesinde “sınıflar arasındaki temel ilişki değişmedikçe tarihin dönemeçlerinde değişmeyecek olan genel ve temel görevlerden” bahseder ve Rusya’nın ekonomik evrim doğrultusunun son 6 yılda değişmediğini vurgular. Fakat bu temel üzerindeki “somut sosyal ve politik durumun değişmesi gibi, acil ve dolaysız eylemin görevleri bu süre içinde çok çarpıcı değişmiştir.”

 

İşte bu değişim karşısında politika uygulayıp, dolaysız görevleri yerine getirebilmek, Marksizm’in eylem kılavuzu olarak ele alınmasıyla mümkün olacaktır. İşte tüm bunları göremeyen dogmatiklere karşı Lenin, Engels’in “öğretimiz bir dogma değil, eylem kılavuzudur” sözünü tekrar hatırlatır. 

Çünkü kendisi Marksizm’i çarpıtmakla, anlamamakla ve hatta dönem dönem anarşizmle, hizipçilikle suçlanmıştır.

 

Aynı sorunları Mao da yaşamış ve Rus devriminin tüm özgünlükleri sanki Çin’de varmış gibi ele alan dogmalarla sürekli uğraşmak zorunda kalmıştır. Ülkenin sosyo-ekonomik yapısının farklılığı, iktidarın parçalanmışlılığı, sınıfların pratikteki durumu göz ardı ediliyordu.

 Bu nedenle Mao sürekli olarak “önemli ya da belirleyici olan, genel ya da soyut düşüncelere göre değil, somut koşullara göre belirlenmelidir” sözünü çeşitli biçimlerde tekrarlıyordu. (age, s. 264) 

Mao’nun savaş boyunca izlediği taktiklerin ve savaş ağaları ile komprador burjuvaziyle dahi yapılan ittifakların değişkenliği bunun pratikte yansıması olmuştur. Teorinin, değişen koşullara uymaması durumunda bunu değiştirebilme gücü ve iradesinin olmasının komünistlik olduğunu, sınıf mücadelesini büyütme anlamına geldiğini biliyordu. 

“Değişik dağlarda değişik türküler söyle”, “hava değişince giysileri değiştirmek gerekir” gibi pratiği önceleyen çok sayıda uyarı Mao’da mevcuttur.

 

Dogmatizmde temel mesele her zaman için öznel ile nesnel olan arasındaki kopukluktur. Yani partinin, kişinin vs. bir fikri, programı vardır. Ama bunun yaşamın, mücadelenin ihtiyaçlarını karşılayıp karşılamaması önemli değildir. Bazen eleştiriler yoğunlaşınca, itirazlar yükselince, birçok sorun ayyuka çıkınca günü kurtarmak için kuramda, düşüncede belli değişiklikler yapılıyormuş gibi görülür, küçük yamalar yapılır. Ama aslında bir şey değiştirilmemiş olur. İlk fırsatta da her şey eski haline döner.

 

Dogmatizmin somut tezahürleri

 Dogmatizme dair çok sayıda uyarı, örnek vs olmasına rağmen Türkiye devrimci hareketinde de çok ciddi etkileri olmaya devam etmektedir. Dogmatizme dair gazetemiz Özgür Gelecek’in 110 ve 111. sayılarında yazı çıkması ve buna tekrar değinme gereği duymamız tamamen bu ihtiyaçla ilgilidir. 

Dogmatizmin tezahür ettiği sayısız konu ve örnek vardır. Bunlardan en belirgini Kürt ulusal sorununa dair olandır. Kürt ulusal sorununda son 40 yılda çok sayıda gelişme yaşanmış, sosyal ve politik durumlarda değişimler görülmüştür. 

Bu değişimler dikkate alınmadan, “acil ve dolaysız eylemin görevleri”ni doğru belirleyebilmek imkansızdır. Bu somut değişimlerin karşılığını ustalardan veya devrimci önderlerde aramak boşuna bir çabadır. Bu çaba ortaçağ skolastiğini anımsatır sadece, olan bir fikrin her zaman ve her koşula uygun olduğunu savunmak…

 

Ortak düşmana karşı ezilenlerin yanında yer almak, birlikte savaşmak becerisini gösterebilmek burada temel mesele olmaktadır. Savaşın biçimi ittifaklar bugünün gerçeğinde aranır. Geçmişin sözlerinde değil. Bu Marksizm’in yaşayan canlı ruhudur. Bunun dışındaki her ele alış Marksizm’i kurutmakta, öldürmekte v çaresizliğe mahkum etmektedir.

 

Dogmatizme diğer bir örnek de seçim, referandum gibi somut politik durumlara yaklaşımdır. Sistemin araçlarının kullanımının reddi, devrimci araç ve yöntemlerle olduğu ve ezilenlerle buluşmayı sağladığı müddetçe hiçbir komünist önder tarafından reddedilmemiştir. Bu koşullara, güç dengelerine bağlanmıştır.

Lenin, saldırıların en azgın olduğu gericilik yıllarında çok sayıda koşulu değerlendirerek Duma’ya katılım kararı almıştır. Bütün bu durumların soyut fikirlerle çözülmesi ve sınıf mücadelesine yanıt olunması mümkün değildir. İşte bu nedenle dogmatiklikten kurtulmanın uğraş gerektirdiğini ve bedelini ağır olacağını bilerek bu anlayışa karşı mücadele vereceğiz. Çünkü biliyoruz, ki, tarih yenilenmeyenleri affetmeyecektir. Sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarını karşılamak için olan tüm prangaları atmanın zamanıdır.

Bitti

 

 

13 Nisan 2023 Perşembe

UKKTH-Tarihten Notlar ve Polemik-3



 

              HERŞEY DEĞİŞİR! ULUSAL HAREKETLER, DEĞİŞİMDEN MUAF DEĞİLDİR! 

 

 Hiçbir şey olduğu gibi durmaz, değişiyor, değiştiriyor. Ulusal ve sosyal kurtuluş hareketlerinin süreci ilerlemelerin, gerilemelerin tarihidir. Hiçbir hareket bulunduğu noktaya nedensiz gelmiyor. Onu kuşatan maddi koşullar, kendi iç dinamikleri çözümlenerek bulunduğu yer tanımlanabilir. Ulusal hareketler özgülünde şunu pekala söyleyebiliriz.

 

Ulusal devrimci bir hareket ulusal reformist bir harekete dönüşebilir. Tersi de mümkün; ulusal reformist bir hareket ulusal devrimci bir harekete dönüşebilir.

 

PKK önderliğindeki Kürt ulusal hareketi bu sorun özgülünde de zengin deneyimler içermektedir. En genel hatlarıyla bu sürece, bu dönüşümün nasıl gerçekleştiğine bakalım: T. Kürdistanı’nda Kürt ulusal hareketi ’90’lı yıllardan itibaren hareketi belirleyen, tayin eden siyasal ilkelerle çatışmasını daha da tırmandırdı. Hareketin önderliği ulusal kurtuluş mücadelesinin sonuç alıcı özelliğini yitirdiğini, on yıllar geçse de varılan noktanın bugünkü yer olduğunu defalarca beyan etti.

 

Ulusal bağımsızlık sorunu, Kürt Ulusal Hareketi önderliğinde en yüksek sesle bu şekilde tartışılır oldu. Ulusal kurtuluşçu siyasal çizgiyle yaşanan bir hesaplaşma vardı. Bu yıllar Kürt ulusal hareketinin siyasal açıdan krizli yıllarıdır. Hareket ulusal  kurtuluş siyasetini ya terk edecek ya da sürdürecek, daha gelişmiş biçimde yeniden üretecekti.

 

Çok değişik kişi ve çevrelerle yaptığı görüşmelerde, röportajlarda Abdullah Öcalan bir ayrılmadan yana olmadığını, ulusal demokratik hakların tanınmasını (özgürce ayrılma hakkı dışında) istedi.

 

Dönemle ilgili olarak Kürt cephesinden bugün yapılan açıklamalar UKKTH ilkesinin o yıllarda terk edildiğine dairdir. Öcalan’ın düşman tarafından tutsak edilmesi sonrası Öcalan ve PKK, Kürt ulusal hareketinin temellerini yeniden inşa etmeye başladılar.

 

Mesele UKKTH’yi reddetmekle bitmiyordu. Ya da basitçe bir söylem farkı değildi. Neredeyse önderliğini PKK’nin yaptığı Kürt ulusal hareketinin tüm kurucu öğeleri üzerinde bir değişime gidiliyordu.

 

Öcalan’ın İmralı’da sürdürdüğü düşünsel faaliyet ve ortaya çıkan külliyat bu dönüşümün kapsamı hakkında bir fikir veriyor.

 

“Yeni bir paradigma”dan anlaşılması gereken

 

Kürt Ulusal Hareketi’nin ideolojik siyasal dönüşümüdür. 1990’larda inşa edilen bu dönüşümün hayati unsuru UKKTH olmuştur. Paradigmasal dönüşüm öz olarak yola UKKTH’siz devam edecek olan Kürt ulusal hareketinin yeni bir genel siyasi çizgiyi oluşturmasından ibarettir.

 

Gözlerimizin önünde yaşanan olaylar, çekilen sancılar bu ilkesel dönüşüm nedeniyledir. Kürt Ulusal Hareketi önderliği ‘90’lardan itibaren devletle temas halinde olduğunu söylüyor. T. Özal’la, Erbakan hükümetiyle, Ecevit’in koalisyonuyla hep bir görüşme var. Bunu yadırgamıyoruz. Savaş yürütülüyor, düşmanla görüşmeler savaşın bir parçasıdır.

 

Bu görüşmeler hakkında geçmişte de bugün de ortaya dökülen bilgilerde şu temel meseleye; ezilen Kürt ulusunun siyasal örgütlenmesinin biçimine cevap aranıyor. Kesin olan şu: UKKTH kesinlikle dıştalanarak temas kurulmuş/sürdürülmüştür.

 

Örneğin devlet kaynaklı bir açıklamada A. Öcalan’a gönderildiği söylenen Ağustos 1998 tarihli bir mektupta “Devletin bütünlüğü ve hükümranlık hakları dışında her şey tartışılabilir” deniyor. Bu, devlet adına yazıldığı iddia edilen bir mektuptur. Kürt ulusal haraketi de aynı yıllarda ayrılık gibi bir düşüncelerinin kesinlikle olmadığını söylemiştir. Temel mesele budur, ayrılma özgürlüğü, kaderini tayin hakkıdır. Devlet aklı aynıdır, hatırlayalım Kautsky’yi eleştirirken Lenin ne diyordu. Kautsky, temel sorundan, emperyalist burjuvazinin tartışılmasına izin vermeyeceği temel sorundan yani, ulusların ezilmesi üzerine temellendirilmiş devlet sınırları sorunundan kaçıyor...

 

TC de mektubunda devlet sınırları sorununu dışta tutun, gelin diyor. Kürt ulusal hareketi ‘90’lı yıllar boyunca kendisini ikna etmeye, devlet sınırlarını kendisi için sorun olmaktan çıkarmaya çalıştı. Öcalan, İmralı’da “Bilimsel sosyalizmin dogmatik yorumu...”, “Leninizm’in etkisi...” vb. diyordu UKKTH için. Kurtulunması gereken kötü bir mirastı artık UKKTH, ama milyonlara nüfuz etmiş, milyonların talebini siyasetiyle buluşturmuş ve onların elinde yenilmez bir güce dönüştürmüş bir hareket o genel çizgisini ayaküstü bir yenisiyle değiştiremezdi.

 

 “Demokrasi”, “özgürlük” ve “toplum” ulusal hareketin (Abdullah Öcalan’ın) inşa ettiği yeni ideolojik ve siyasal söylemin temeli, onun kurucu kavramlarıydı. Devlet, bedava verilse bile alınmamalıydı çünkü iktidar topluma yabancılaşmaydı, otoriteydi! En demokratik olan sosyalist devlet dahi, yozlaşmadan, çürümeden kurtulamamıştı!

 

Modern bir doğal toplum kurulmalıydı, insanın her iki cinsi ve doğa özgürleşmeliydi, demokratik bir toplum yaratılırsa bu sağlanabilirdi! Mevcut devlet mi? O da bu demokratik toplum sürecinde dönüşüp demokratikleşecekti! Kürtler hiçbir şey istemiyor, hem kendi toplumlarını, hem TC devletini ve sınırlar dahilini ve hem de Ortadoğu’yu böylece dönüştürecek, özgürleştireceklerdi! Mevcut mülkiyet biçimine, sınıf ilişkilerine, siyasal sisteme bir müdahalede bulunmadan yapılacaktı bütün bunlar!!!

 

UKKTH’nin reddedilmesi, TC devlet sınırlarının sorun yapılmaması, Kürt ulusal hareketi için yukarıda kimi başlıklarını aldığımız, yeni bir ideolojik ve siyasal çerçevenin oluşturulmasını zorladı, getirdi. Fakat asıl mesele “UKKTH değilse ne?” ya da UKKTH yerine ikame edilecek siyasal ilke sorunuydu. Demokratik özerklik alternatifinin süreci böyle oluştu. Kürt ulusal sorununda “çözüm yolu” siyasetinin adıdır demokratik özerklik. M. Karayılan’ın açıklamasında stratejik bir yer tuttuğu vurgulandı.

 

 Demokratik özerklik projesi siyasal, idari ve yönetsel, kültürel ayaklar üzerine oturtulmuştur. Merkezi devletin idari bölümlenmesine birkaç ilin yan yana getirilerek bölge biçiminde yeni bir halkanın eklenmesini ifade ediyor özerklik. Köy, belde, ilçe, il örgütlenmesinin bir üst biçimi bölgeler ve onun üstü olarak merkezi devlet.

 

 Bölgelerin yönetim organı olarak bölge parlamentoları bölgeye dair idari ve yönetsel sorumlulukları üstlenmiş olacak. İl genel meclislerinin bölgesel bazda kurgulanmış biçimi de denilebilir. Bu bölge örgütlenmesine göre Türkiye’de yirmiden fazla bölge öngörülüyor. Bölgeler etnik temelde değil iktisadi, sosyal, kültürel olarak coğrafi özellikler biçiminde ele alınıyor.

 

 Demokratik özerklik projesi olarak ortaya konulan bölge örgütlenmesi başta kimi kapitalist, emperyalist ülkeler olmak üzere Latin Amerika da dahil birçok ülkede eyalet yapılanması olarak mevcut. Kürt ulusal hareketi anadilde eğitim sorununu, Kürt ulusal kültürünün geliştirilmesini ve yetkinleştirilmesini, katılımcı yerel özyönetim sistemiyle Kürtlerin örgütlenme ve demokratik dönüşümünün sağlanmasını, bölgelerin iktisadi gelişimini ve bölüşümün daha adil düzenlenmesini, hatta adli ve güvenlik sorununa çözüm getirilmesini ve daha başka şeyleri demokratik özerklik projesiyle halledeceğini düşünüyor.

 

Demokratik özerklik sorunu daha kapsamlı tartışılabilir. Bu yazımızda değil ama zaten Partizan ve İşçi-köylü için konu hep günceldir. Konumuz açısından şunları belirtmemiz gerekir; Bölgesel özerklik ulusal sorunun çözüme kavuşturulmuş biçimlerinden biridir. Fakat bu, ancak birliğin zoraki sağlanmadığı, devlet sınırları dokunulmazlığının olmadığı, bütün ulus ve azınlıkların özgür, eşit ve demokratik birlik koşullarının bulunduğu durumlarda mümkündür.

 

 

Bakalım, demokratik özerklik talebi hangi koşullarda gerçekleşiyor, en başta devlet sınırlarının korunması koşullarında yani zoraki birlik koşullarında talep ediliyor. Her ne kadar merkezi devletin kimi meselelerde yetki devri öngörülüyorsa da yani görünürde bölge yönetimlerinin daha özerk kılındığı bir merkez devlet olacaksa da bu, egemen ulusa ait bir ayrıcalık olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir.

 

Toplumsal yapının gerçekliği yani sosyo-ekonomik ve siyasal yapının gerçekliği esasen korunacağı için ezilen ulus ve azınlıkların ulusal temeldeki demokratik talepleri minimum düzeyde gerçekleşmiş kalacak, reformlar güdük ve biçimsel olacaktır. Açıkçası demokratik özerklik milli baskıyı oradan kaldırmayacak, en fazla şiddetini azaltacaktır. Kürt ulusu için asgari kazanımlar şüphesiz olacaktır.

 

 Milli zulmün hafifletilmesi bu anlama geliyor zaten. Fakat tam da bu kazanımlar ezen-ezilen ulus çelişmesini ezen ulus lehine tahkim edecek, ezen ulusun egemen konumunu inceltilmiş olarak meşrulaştıracaktır. Kürt Ulusal Hareketi ‘90’lı yıllardan başlayarak kendi içinde UKKTH ve bu devrimci ilkenin tayin ettiği ulusal siyasetle çatışmaya başlamıştır. Bu çatışma ulusal reformist çizgiyle ulusal devrimci çizgi arasında bir çatışmadır.

 

 UKKTH’yi terk etmesi, siyasal amaç ve hedefler bakımından bir yönelime girmesi, güçlendirilmiş yerel yönetimler de içinde olmak üzere AB kriterlerine uzanması Kürt Ulusal Hareketi içindeki çatışmanın ifadeleridir.

 

 Kürt Ulusal Hareketi içerisindeki çatışma çoktandır reformizmin zaferiyle sonuçlanmıştır.

 

Bugün demokratik özerklik biçimi altında sürdürülen siyaset reformcu siyasettir. Süren Kürt ulusal savaşı reformlar için savaştır. Elbette değişmez değildir. İç ve dış politik koşullar, Kürt ulusal hareketinin dinamikleri üzerinde olumlu bir etkide bulunarak devrimci bir dönüşüme yol açabilir. Reformist hareketlerin ilerici, devrimci dinamiklerinin -özellikle ezilen ulusun hareketiyse- tükettiğini kim iddia edebilir?

 

ST bize şunu soruyor.

 

 Bugün Kürt Ulusal Hareketini reformist değerlendiriyorsunuz, peki ileride ne diyeceksiniz? Yani devletin tasfiye politikası sonuç verir, ulusal hareket silahlı güçlerini tasfiye ederse, devletle anlaşmaya oturursa vb. koşullarda nasıl tanımlayacaksınız diyor.

 

Bu ve benzer sorunların “mantıki” bir yanı var elbette, yine “mantıki” cevapları da var. Fakat olasılık üzerinden değerlendirme yapmak anlamlı değil. Silahlı güçlerin tasfiyesi, devletle masaya oturması ne adına, hangi siyaset adına yapılıyor, hangi siyasal amaç gerçekleşiyor, biz buna bakarız.

 

Silahlı güçlerin tasfiyesi az şey değil tabi.

 

Yalnız bugünkü siyasal çizgi açısından niteliksel bir dönüşüm de değil. Bugün Kürt Ulusal Hareketi reformist, demokratik bir harekettir, silahlı mücadele reformist çizginin kumandasındadır.

 

Benimsenen özerklik siyaseti bugün açısından savaş da içinde olmak üzere farklı araçlarla gerçekleşiyor. İleride aynı özerklik siyaseti eğer savaşa ihtiyaç duymadan sürdürülecekse bu bir şeydir elbette ama reformist siyaset dışı bir şey değil. Altını çizmeliyiz, MLM’ler süren savaşta siyasete bakarlar, savaşa neden olan siyaset nedir, belirleyici olan budur.

 

Siyaset yerine silahı, siyasetin belirleyiciliği yerine silahın belirleyici olduğunu  düşünmek öteden beri düşülen bir oportünizmdir.

 

Salt askeri bakış açısı siyaseti küçümser, “olaylara namlunun ucundan bakar”, tabii doğru göremediği için durumunu daha da vahimleştirir, konuyu daha da uzatmayalım.

 

ST 14. SAYIDA “OYUNUN KURALLARI” DEĞİŞİYOR

 

Şimdi ST’nin “oyunun kurallarını” nasıl değiştirdiğine bakacağız. Ama önce Lenin yoldaşın bir vesileyle söylemiş olduğu şu sözleri aktaralım istiyoruz: “Rusya’da ufak oportünist bir yanlışı geliştirip oportünist bir siyasal sistem haline dönüştürmeyi üstüne görev bilen kişiler her zamanki gibi bulundu.” (USUKS, Sf 109) ST’nin 14. sayısındaki ilgili yazı Partizan’a cevap diye ST’nin savunduğu anlayışı doğrulatmaya çalışırken daha da derinleştirmiştir, Lenin yoldaşın sözlerini bize hatırlatan bu tablodur.

 

ST’nin ve temsil ettiği anlayışın ulusal hareketlerin politik niteliği hakkındaki görüşlerini 66. sayımızda ve bu yazıda ele aldık. Fakat bir de ST, 14. Sayı sorunu var.

 

Söz konusu yazıda bir taraftan Partizan eleştirilirken diğer yandan ulusal hareketlerin niteliği hakkında görüş de beyan ediliyor. Her ne kadar bunların eski görüşlerinin aynısı olduğu vurgulanıyorsa da her okur gibi biz de böyle olmadığını biliyoruz.

 

Eğer ST, bir tartışma yürütmeye niyetliyse oyunun kurallarını bozup yeni kurallarla oyun açmamalıdır. Biz (Partizan) ST 14. sayıda belirlenen kurallara göre mi oyunu oynayacağız yoksa önceki sayılara göre mi? Dahası ST 14. sayısında da bir istikrar yok. Eğer ST, 14. sayıdaki görüşleri sahipleniyorsa önceki sayılarında kendince yanlış olmasa bile 14. sayıya göre epeyce “eksik” kaldıkları, dolayısıyla bir yetersizlik, eksik tanımlama olduğu için bir özeleştiri, bir hatırlatma yapması gerekiyordu.

 

Özür müessesesi, özeleştiri rafa kaldırılmış olamaz, olmamalı.

 

Bunu böylece belirtmemiz, hatırlatmamız gerekiyordu. Şimdi bazı örneklerle bir “ST 14. Sayı” problemi olduğunu göstermeye çalışacak, ve beraberinde çözümümüzü, ne yapacağımızı netleştireceğiz. 93 ve 94. sayfalarda ST yazarı, bir ulusal devrimci hareket tanımı yapıyor, önce “a” şıkkını yazıyor sonra bu şıkkın “mantıki sonucu” diyerek bir unsurunu, sonra da ikinci mantıki unsurunu sıralıyor: ardından da “b” şıkkını yazıyor ve ona da “mantıki sonuç” üretiyor. Böylece bu şekilde karşımıza 6 parçalı bir matruşka çıkartıyor.

 

Yazar başvurduğu yöntemdeki tuhaflığın farkında. O “mantıki” sonuçlar ST’nin önceki görüşlerine birer yama olarak ekleniyor ve bunlar önceki görüşlerle bir farklılık da arz ediyor. Buna rağmen açık davranma yerine bu acayipliği “bertaraf” etme yolu tutuluyor ve bakın ne diyor: “Bu söylediklerimizle birlikte, Partizan şunu söyleyebilir: ‘Eleştirilerimizi doğruladınız, çünkü bu söylediklerinizle eski tanımınızı reddediyorsunuz...

 

 Zira,Partizan’ın eleştirilerini doğrulamıyoruz. İkinci olarak da eski tanımımızı reddetmiyoruz...” Tamam. Peki, reddetmiyor da ne yapıyorsunuz buna bir cevabınızın olması gerekmiyor mu? Her neyse.

 

 Devam edelim.

 

ST genişletiyor, açımlandırıyor. Fakat toplumsal olaylar bir düzenlilik içerisinde bahsedildiği gibi mantıki sonuçlar üretmez, zincir bir yerde kopar. Çünkü her şeyin başında “koşullar” olgusu var. O “mantıki” dediğiniz sonuçlar ancak ve ancak belli koşullar altında kısmen veya belki tamamen gerçekleşebilir. Kaba indirgemeci tarz mekanik materyalizmden mirastır. Ama madem ki “mantıki” sonuçlarla ilgileniyorsunuz, en başa UKKTH’nin konulması gerekmiyor mu?

 

Ulusal bir program hiç UKKTH’siz olur mu? (Ama olur diyordunuz değil mi, gizleyebilir demiştiniz). Ana ilke UKKTH, sizin ürettiğiniz ve dahi üretmediğiniz şeyler UKKTH’ye bağlı siyasal amacın yansımalarıdır. ST, UKKTH’ye vebalı muamelesi yapıyor, kaçtıkça her şey ayağına dolanıyor. Biraz önce “mantıki sonuçlar”la süslediği devrimci ulusal hareket tanımını unutmuş ya da memnun kalmamış olacak ki 97. sayfadan itibaren yeni bir tanım inşa etmeye başlıyor ve şöyle diyor:

 

 “Bizce, derli toplu sağlam tanım şöyle olmalıdır.” Evet, aynen böyle deyip, bu kez de tam 7 madde sıralıyor, hem de geniş geniş tabii “mantıki sonuçlar” demeyi yazar ihmal etmiyor. ST, oturup düşünmüş, ulusal devrimci bir hareket nasıl olur sorusuna cevap aramış. Fakat bilimsel tarzla değil, bu nedenle bulduğu her şeyi sıralamış. İçlerinde isabetli olanlar da var, ama neye yarar, sorunun farkında olmadıktan sonra. Örneğin “F” maddesi şöyle: “İşgal, ilhak... her türden ulusal baskı, zulüm ve tahakküme karşı; ulusal demokratik hak, talep ve özgürlükler uğruna ulusal bağımsızlık ya da göreli diğer statüler (özerklik, otonomi gibi...) elde etme hedefiyle yola çıkap, hakim ulus hakim sınıflarının tahakkümünü ortadan kaldırmaya dönük gelişen bir hareket olması (bu, programına bağımsızlık hedefini somut olarak koyması anlamına gelmez, örneğin, somut programında özerklik talebiyle yola çıkan bir ulusal hareket de bütün bu özelliklere sahiptir, sahip olabilir.

 

Dolayısıyla pratik politik olarak devrimcidir, devrimci olabilir)” (Sf 98) (Bu sadece “F” maddesidir, altı tane daha var böyle) ST yazarı ne dediğinin ne yaptığının farkında değil, üzülerek belirtelim oyun oynuyor. Şu bir paragraflık yazıda devrilen çamlar bir yana özerkliğin hakim ulusun hakim sınıflarının tahakkümünü, milli baskıyı vb. kaldıracağını söylemek akıl kârı mı? Herkes yanlış (tabi “özerklik ulusal baskıyı hafifletir” diyen Lenin de!) ST yazarı doğru. Madem ki özerklik “bütün bu özelliklere sahiptir, sahip olabilir” ST ve temsil ettiği yapı özerkliği savunsun, değil mi?

 

(Bir başka yerde de özerkliğin gerici olduğunu komünistlerin programına almayacağını belitiyor, yukarıda sıraladığı işlevlere sahip özerklik mi gerici?!)

 

Bir de “e” maddesi var, orada da “ulusal ayrıcalıklar elde etme amacıyla beliren, dolayısıyla gerici sınıfın damgasını-önderliğini temsil eden bir hareket olmaması” diyor. Oysa ulusal ayrıcalıklar elde etme eğilimi ulusal hareketlerin doğasında olan, bu hareketlere içkin bir durumdur.

 

Çünkü her ulusal hareket kendi ulusal çıkarlarını önceller. O, ulusal egemenliğini diğer topluluklar üzerinde bir ayrıcalık olarak kullanır, ulusal hareket önüsonu ulusal bir burjuva harekettir, onun tavrı sadece kendi ulusal zenginliklerini, kendi ulusundan emekçileri sömürmekle yetinmek değil varsa başka ulus ve milliyetler, onları da kendine bağlamak, ulusal bağımsızlığını onlar üzerinde bir egemenliğe dönüştürmektir. MLM’nin “ulusal hareketlerde ilerici olan ne varsa onu destekler; gerici yanlarına, ulusal ayrıcalıklar peşinde koşmasına tavır alırız” perspektifi budur işte.

 

ST bu konuda R. Luksemburg’u taklit ediyor. Rosa da “Yahudileri ezsin, sömürsün diye mi Polonya ulusal hareketini destekleyeceğiz” diyordu. Lenin ise buna karşılık olarak küçük ulusun, ezilen ulusun burjuvazisini, Polonya burjuvazisini destekten kaçarken ezen ulusun burjuvazisini daha büyük burjuvazi olan Büyük Rusları desteklemiş oluyorsun diyordu.

 

Ulusal hareketlerin bir özelliği de (tabi mutlaklaştırmıyoruz) budur. Hareket içinde, hem ileri hem de geri yanlar barındırır. Ulusal ayrıcalıklar elde etme eğilimi onun geri özelliğidir. Komünistler ulusal hareketi bu gerçekliği içerisinde alır. ST’nin ayrımında olmadığı bu gerçeklik nedeniyle ulusal hareketleri bir çırpıda gerici sınıf hareketleri ilan etmek ST’nin başarısı olsun. ST’nin 14. sayısında ulusal devrimci hareketler için çizilen (iki değişik paket olarak) kapsamı tartışmayacağız zaten ona kapsam, kriter vb. demek de doğru değil. Ulusal hareketlerle ilgili olan her şeyin konulduğu bir torba. Elini attığında her soruya “açıklama” getirecek değerlendirmelerdir.

 

 ST’nin öncelikli olarak karar vermesi, okurun karşısına hangi görüşlerle çıkacağını netleştirmesi gerekir. Bu nedenle ST’nin 14. sayısında ulusal devrimci ve reformist hareketlerle ilgili “kıstaslarını” “Bizce derli toplu sağlam bir tanım” dediği ölçütleri ayrıca tartışmayacağız.

 

 

J- LENİN NE DEMİŞTİ?

 

III. Enternasyonal’in 2. Kongresi’ne sunulan “Uluslar ve Sömürgeler Komisyonu’nun raporu” Partizan’la ST arasındaki tartışmanın bir materyaliydi. ST, ulusal hareketlerin niteliğiyle ilgili kriterlerini Lenin yoldaşın sözünü ettiğimiz konuşmasını esas alarak oluşturmuştu. Partizan dedi ki “O bölüm Sınıf Teorisi’nin anladığı ve zannettiği gibi ulusal hareketlerin niteliği sorununa değil geri ve ezilen bağımlı ve sömürge ülkelerde komünistlerin ve Komünist Enternasyonal’in desteklemesi gereken ulusal hareketleri içeriyor”. (Pzn, Sayı 66, Sf 18) Lenin yoldaşın konuşmasındaki ilgili bölümü yazımızın sonuna ek olarak koyacağız. Böylece her okuyucunun ne söylendiğini, neden söylediğini netleştirmesine olanak sunulmuş olacak.

 

 Önemli olan da meselenin bu yönüdür. Fakat ST’nin yaklaşımıyla ilgili hiçbir şey söylememek de olmazdı! Eğri bir zemin üzerinde düz yürüyemezsiniz. ST, eğriyi doğru göstermeye çalışıyor. İsabetsiz alıntılar, hiç olmayacak yorumlar, birbiriyle ilgisiz olgular arasında bağlantı kurmalar hep bundan dolayıdır. Partizan’ı çürütmeye, kendini doğrulatmaya odaklı bir ispatlama psikolojisi... Bunun kime, ne faydası var?

 

Şimdi önce, Lenin yoldaşın konuşmasındaki o can alıcı cümleyi alalım: “Komünistler olarak biz, sömürgelerdeki burjuva kurtuluş hareketlerini, bu 80 hareketler gerçekten devrimci olduğu ve bizim sömürülen yığınlarla köylüleri devrimci bir ruhla örgütleyip eğitme çalışmalarımızı engellemediği ölçüde desteklemeliyiz ve destekleyeceğiz.” (USUKS, Sf 347, aynı konuşma UKKTH, Sf 210’da da mevcuttur.)

 

Evet... Bir yoruma, uzun boylu bir tahlile gerek var mı acaba? Eğer gerçekten devrimciyse bu hareketler, emekçiler arasında örgütlenmemize, propagandamıza engel çıkartmazlarsa desteklemeliyiz, destekleyeceğiz diyor. ST ise bunu, ulusal devrimci hareket için ölçüt olarak kabul ediyor, ulusal devrimci, ulusal reformist ayrımının kriteri olarak görüyor. Sorun şu değil ki; emekçiler içerisinde çalışmamıza kim engel çıkartmaz, ulusal devrimci hareket mi, reformist hareket mi?

 

 Sorun bu değil. Devrimci, komünistlere karşı her iki hareketin tutumunun farklı olacağı açıktır. Fakat bu ulusal hareketin niteliğini belirleyen bir özellik midir? Ulusal hareketler böylesi özelliklerle mi tanımlanmalıdır? Temel ilkelere, onunla şekillenen genel siyasete itibar etmeyecek, değerlendirmede bunlar konu dışı mı bırakılacak? Peki ama bunlar olmadan bir hareket nasıl olur vs. vs. Sorun bu. ST, bunları es geçtiği için bambaşka yerlere takılıyor. Şöyle diyor: “Görüldüğü gibi Lenin ‘eğer bu koşulların’ diyerek bunların koşul olduğunu açıkça söylüyor”. Doğru, koşul var ama “koşul”un geçtiği durum nedir, üstelik Lenin’in kullandığı gibi koşul ölçüt, parametre anlamında değil “ortam” anlamındadır. Bütün bunlar ayrıntı.

 

Bizim subjektif tutumumuzla ilgilidir. Bir ulusal hareket devrimci niteliğini senin karşındaki konumuyla almaz. Peki komünistler yoksa, belirleyen kim olacak? ST şöyle söylüyor: “... Bu hareketler, ancak devrimci olduklarında ve örgütlenmemiz önünde engel olmadıkları takdirde desteklenebilirler ve bu koşulları yerine getirdiklerinde-taşıdıklarında devrimci olup reformist değerlendirilmezler.

 

Burada yanlış olan nedir?” Yanlış olan, olguların ele alınışındaki felsefi yaklaşım ve yöntemdir. ST, totoloji yaptığının farkında değil, ama aslında anlayışın kendisi totoloji. Şöyle yapalım: -

 

 Soru: Ulusal hareket neden devrimcidir? –

Cevap: Devrimci olduğu için devrimcidir. –

 Soru: Peki neden devrimcidir? –

 Cevap: Devrimci olduğu için devrimcidir.

 

Arkadaşların yaklaşımı bu.

 

Lenin yoldaş zaten gerçekten devrimcilerse diyor, ST ise bunu devrimci olmanın koşulu sayıyor, ne diyelim! Lenin yoldaşın bu konuşmasından tam yedi yıl sonra 1927 yılında SBKP(B) Merkez Komitesi ve Merkez Denetim Komisyonu’nun ortak toplantısında Çin devrimi hakkında muhalefetle şiddetli tartışmalar yaşanıyor.

 

Stalin yoldaşın eleştiri okları Troçki ve Radek’in başını çektiği çizgiyeydi. Troçki ve Radek’i eleştirirken, Stalin şunları söylüyordu: “... muhalefet... ulusal burjuvazi ile geçici anlaşmalar ve blokların, koşullar ne olursa olsun, Çin’de hiçbir zaman kabul edilebilir olmadıklarını ileri sürüyor...” (MUSSS, Sf 270) Tartışma devrim ve strateji sorunları üzerindeydi. Çin devriminin özgünlüklerini inkar ediyor, Rusya’daki devrimle karşılaştırıyor, proletaryaya ittifaklar yolunu kapatıyorlardı.

 

Bu burjuva muhaletefete karşı Stalin yoldaş Lenin’i referans gösteriyor ve diyordu ki: “Sömürge ülkelerde burjuva kurtuluş hareketleriyle geçici anlaşmalar ve bloklaşmaların kabul edilebilirliği konusunda Lenin şöyle der”:

 

Ve Stalin yoldaş Lenin’den iki alıntı verir. İkinci alıntı şudur arkadaşlar:

 

“Biz, sömürge ülkelerin burjuva kurtuluş hareketlerini, ancak bu hareketler gerçekten devrimci oldukları takdirde, bu hareketlerin temsilcilerinin o ülkelerdeki köylülüğü ve sömürülen geniş yığınları devrimci bir ruhla örgütlendirmemize engel olmadıkları takdirde desteklemeliyiz ve destekleyeceğiz.” (“Desteklemeliyiz ve destekleyeceğiz” kelimelerini Stalin italik biçimde yazmış ve italikler Stalin’in diye not düşmüştür.)

 

Görüldüğü gibi proletaryanın ittifaklar anlayışını reddeden, kapalı kapıcı olan Troçkist muhalefete karşı Stalin yoldaş, üzerinde tartıştığımız yazıyı, Lenin yoldaşın alıntısını refere ediyor. Partizan’ın Lenin’i yanlış okuduğunu söyleyebilirsiniz, peki Stalin de mi yanlış okuyor, aklın yolu komünistlerde birdir derler, Partizan’ın kavrayışı Stalin’inki gibidir. Lenin’in alıntısından sonra muhalefete şöyle sesleniyordu Stalin: “Nasıl olabilir de Rusya’da burjuvazi ile anlaşmaya yıldırımlarını indiren Lenin, Çin’de bu tür anlaşmalar ve blokların kabul edilebilirliğini benimseyebilir?

 

Acaba Lenin yanılmış mıdır?

 

Acaba devrimci taktikten oportünist taktiğe mi dönmüştür?...

 

” (MUSSS, Sf 271) Neymiş arkadaşlar, hala Lenin o konuşmasında ve ilgili bölümde ulusal devrimci bir hareket için ya da ulusal hareketlerin politik niteliğinin belirlenmesi için kriterler mi koydu diyorsunuz? 81 ST’ninUKKTH’nin Devrimci Özüyle Girdiği Savaşta Bir Silah Olarak İşlevsel Kıldığı Karşı Devrimci Önderlikler Sorunu Başlığa aldığımız konuya yazımızın içerisinde değinmiş ve belli açıklıklar getirmiştik. Yazıyı buraya kadar okuyan her okur meseleye yaklaşımımız hakkında belli bir fikir edinmiş olmalı.

 

 Fakat ST, bu sorunu öylesine ağzına sakız yapmış çiğniyor ki, üstelik Partizan’ın ilerici ulusal hareketlerden dünya devrim cephesini güçlendiren, emperyalizme, işbirlikçilerine karşı olan ulusal hareketlerden bahsettiğini, bunu açıkça yazmış olduğunu bilmesine rağmen çiğniyor ki bir başlık açarak kısaca değinmeyi gerekli gördük.

 

Önce ST’den bir alıntı: “Diyelim ki, ulusal hareketin önderliğini büyük toprak ağaları ve en gerici sınıflar çekmektedir. Tesadüfe bakın ki, ... bağımsızlık-ayrılma (UKKTH) ilkesini programına koydu, bu doğrultuda yola çıktı!...ayrılma özgürlüğünden hareket etse de emperyalizm ve diğer hakim sınıflara eylemiyle dolaylı-dolaysız pratik darbe vurmuyor-vurmaktan esasta sakınıyor vb. Bu ulusal harekete devrimci diyebilir miyiz?

 

Salt UKKTH ilkesini programına koydu diye bu en gerici sınıfların önderliğini yaptıkları ulusal harekete devrimci demek mümkün mü? Sorumuzun ilk muhatabı Partizan dergisidir.” (Agd, Sf 89) Pekala, kurguya göre en gerici sınıflar önderliğinde UKKTH için gelişen ama ne emperyalizme ne de diğer hakim sınıflara darbe vuran bir ulusal hareket varmış, şimdi...

 

Önce böyle bir ulusal savaş olur mu, eğer emperyalizm ve diğer hakim sınıflara karşı gelişmiyorsa bu ulusal savaş kime karşı veriliyor? İlerici güçlere mi, mesela demokratik bir ülkede demokratik bir yönetime (olur ya!) karşı mı savaşıyor? Hedefte kim var? Hiç mi bir sınıf, zümre, ülke vs. yok? Hayalden yana yaratıcı dünyanızı zorlayıp bir kurgu oluşturabilirsiniz, ama az buçuk gerçeklerle de teması olsun! ST’nin ulusal hareketi yeldeğirmenlerine karşı savaşıyor olmalı ki somut bir hedefi yok.

 

Madem ki ST “sorumuzun ilk muhatabı Partizan...” demiş, soruyu ete kemiğe büründürmek ve cevaplamak bize düşmüştür.

 

Ulusal kurtuluş hareketlerinin tarihinde tıpkı ST’nin dediği gibi gerici sınıfların önderlik ettiği ulusal hareketler mevcut. Tabi bunlar ulusal bağımsızlık hareketleridir, kendi kaderlerini tayin için savaşıyorlar, yazımızın içerisinde bunlardan biri olan Afganistan bağımsızlık savaşı ve Emanullah Han örneğini verdik.

 

İngiliz emperyalizmine karşı savaşılıyor, bu gerici sınıf önderlikli ulusal bağımsızlık savaşını Stalin yoldaş devrimci bir savaş olarak değerlendiriyor.

 

 Keza yine aynı dönemlerde Mısır ticaret burjuvazisinin İngilizlere karşı savaşı da devrimci bir savaş olarak görülüyor.

 

 Gerici sınıfların kendi uluslarının kaderini tayin için emperyalizme karşı önderlik ettiği bu ulusal savaşlar “objektif olarak devrimcidir” biçiminde tarihe not edilmiştir.

 

 ST, emperyalizmi hedeflemiş olması nedeniyle bu savaşları kurgusuna uygun bulmayacaktır. Tamam, bizim ulusal hareketler tarihi içerisinde seyahatimizde devam edip ST’nin sorusuna örneklerle cevap arayacağız. Fakat ST, bize bir kolaylık yapıyor.

 

Her ne kadar söyledikleri net olarak anlaşılmasa da “Bu tartışma ya da durum, ABD’nin Irak’a saldırısı karşısında Saddam’ın desteklenmesi tavrına uzatıyor bizi...” (Aynı paragrafta) diyor.

 

 

Yazarın anlatmak istediği nedir, belirsiz. Fakat paragrafın bütünü içerisinde aldığımızda Saddam direnişinin ulusal bir savaş olduğu, emperyalizme darbe vurmadığı, ama UKKTH için bir direniş olması nedeniyle Partizan’ın görüşünce Saddam’ı desteklemek gerektiği vs.yi anlatmak istiyor olabilir.

 

Bir kere Saddam’ın önderlik ettiği direniş ulusal bir savaşa/direnişe evrilmedi. Eğer Saddam’ın önderlik ettiği bir savaş olsaydı somut olarak tartışılabilirdi. Emperyalist koalisyon Irak’ı işgal ettiğinde Saddam bu işgale karşı bir direnişi örgütleseydi, önderlik etseydi elbette desteklenirdi.

 

 Eğer iddianız emperyalist işgale karşı süren direniş, Saddam yakalanıncaya değin Saddam’ın önderliğinde yürüyordu yönünde ise açık söyleyelim, biz bu direnişi destekleriz. Böyle bir direnişin işgale yöneliyor ve emperyalizme darbe vuruyor.

 

 (Ama Saddam böyle bir direnişin başında değildi, o kişisel güvenliğinin derdindeydi. Daha çok otonom yapılar biçiminde değişik sınıf ve tabakaların ve onların siyasal örgütlenmelerinin önderliğinde bir direniş sürdü. Ayrıntılı bir konudur, girmiyoruz.)

 

Daha somut konuşalım. Afganistan’da süren direnişi alalım. Bu ulusal kurtuluş savaşı “yedi düvele karşı” sürüyor. Gerici bir önderlik olduğuna hiç kuşku yok. Peki, emperyalizmin birleşik savaş örgütü NATO’ya karşı direnişine ne demeli, komünistlerin tavrı ne olur, emperyalist karargahlara  karşı bu direniş görmezden mi gelinir, desteklenmez de ne yapılır?

 

ST’nin attığı taşı kuyudan çıkarmaya devam edelim:

 

Marks yoldaşın desteklemediği Çeklerin ve Güney Slavlarının ulusal savaşı acaba ST’nin kurgusuna (UKKTH ile yola çıkan ama, emperyalizme ve diğer egemenlere darbe vurmayan, gerici-en gerici sınıfların önderlik ettiği ulusal savaş...

 

İşte buna benzer bir kurgu) uyabilir mi? Benzemiyor da değil ama bu iki ulusal savaş da ilerici halklara karşı veriliyor. O dönem Avrupa’nın ilerici halkları ve demokratik ülkeleri için en büyük tehlike Çarlık monarşisidir. Çekler ve G. Slavları Çarlık Rusya’sının, bu feodal monarşinin bir aleti olarak, ilerici uluslara (feodalizmi tasfiye etmiş, siyasal demokrasi açısından uygun bir zemin üzerinde mesafe almış, ilerici özelliklerini yitirmemiş burjuvazinin damgasını vurduğu uluslar) karşı koçbaşı olarak kullanılıyor. Çarlığın “ileri karakolları” rolünü oynuyorlardı.

 

Kısacası G. Slavları ve Çeklerin hareketi ilerici, demokrat uluslara karşı gerici bir hareket olduğu için bu örnek de ST’nin kurgusuna uymuyor. ST yazarı işi Kautsky ve ekibinin anayurt savunmasına taşır mı bilemeyiz, bu revizyonist sosyal-şovenler (Kautsky ve şurekası) UKKTH’yi emperyalist anayurt savunması için bir argüman olarak kullanıyorlardı.

 

ST’nin hilkat garibesi ulusal hareket modeline en yakın örnek Kosova olabilir.

 

Yazımızın içerisinde Kosova sorununa değinmiştik, burada şunu söyleyip geçeceğiz: Kosova ulusal hareketi, Sırp egemenliğine karşı gelişirken ilerici özellikler taşıyordu.

 

Fakat savaş sırasında AB ve ABD emperyalizmiyle bağlarını güçlendirdi, onların Balkan politikasının bir enstrümanı oldu. H. Taçiönderlikli Kosova ulusal hareketine yön veren siyaset ulusal kurtuluş değil, emperyalizme bağımlılık siyasetidir.

 

Kosova’da UKKTH’nin devrimci özü ve onun tayin ettiği devrimci siyaset değil, emperyalizm işbirlikçisi, karşı-devrimci bir siyaset yaşam bulmuştur.

 

 Özetle: ST içeriksiz, şekilsiz ucube bir ulusal hareket kurgulamıştır. Kime karşı, kiminle birlikte olduğu tanımsızdır. Tabi nerede, ne zaman gibi sorulara dair de cevap için en küçük bir emare yoktur.

ST çabasını, olanca yeteneğini UKKTH’yi boşa düşürmek için harcıyor. O biçimsel kavrayışı dönüp dolaşıp UKKTH ile onun devrimci özüyle bir savaşa dönüşüyor.

 

 Sınıf Tahlili ve Strateji Sorunlarında MLM Yaklaşım Pragmatizm Değildir Partizan, Kürt Ulusal Hareketini devrimin dostu olarak görüyor. Kürt Ulusal Hareketi’nin ya da başka bir ulusal hareketin politik olarak reformist olması onu düşman değerlendirmemizi getirmez, Yeni Demokratik Halk Devrimi’nin hedefleri arasına yerleştirmez.

 

 Proletarya Partisi’nin strateji sorunlarını çözüme kavuşturması bir hayli eskidir.

MLM sınıf ve siyaset anlayışı, devrimimizin biçimi ve ittifaklar sorununda bizlere net bir bakış açısı kazandırmıştır. Reformist hareketlerle değişik platformlarda birlikte olmayı sınıf uzlaşmacılığı olarak görmeyiz, aksi anlayışları sol sekter, kapalı kapıcılık olarak değerlendiririz.

 

Bu konuda da ST yazarı ile aynı düzlem üzerinde değiliz. ST yazarı reformizmi, reformist hareketleri devrimin düşmanı olarak görüyor olmalı ki Kürt Ulusal Hareketi için reformist değerlendirmesi yapmamıza rağmen Kürt Ulusal Hareketi’yle ortak etkinlikler ve eylemler içerisinde olmamızı çelişkili bir tutum, tavır olarak değerlendiriyor. Şöyle diyor:

 

“Nitekim günümüzdeki pratikte PKK ile ilişki ve destekleme-dayanışmaları (örneğin seçimlerdeki pratik vb.) bu değerlendirmelerinin tam tersi olarak gelişti-devam ediyor. Yoksa pragmatizm mi var?” (Agd, Sf. 95) ST yazarı açık açık tartışmaktan, görüşlerini orta yere dobraca koymaktan korkuyor, ideolojik zayıflık, teoriye güvensizliktir bu.

 

 Tam da bundandır ki geçerken, gider ayak dokundurmalar yapıyor, “yoksa pragmatizm mi var?” diyor. Varsa vardır. O vakit sana düşen Partizan’ın hangi siyasetinin, hangi siyasal pratiğinin pragmatizm olduğunu göstermektir.

 

Ama bunu yapamazsınız, çünkü bu pragmatizm değil, strateji meselelerinde MLM anlayışın gereğidir. Sınıf olarak küçük burjuvazi ve milli burjuvazi devrimimizin dostudur. Her ne kadar milli burjuvazinin sağ kanadı emperyalizmle bütünleşmeyi zorluyorsa da onu devrimimizde doğrudan hedeflemez, kazanmayı önümüze koyarız.

 

Bu sınıf ve katmanlar iktisadi ve sosyal gerçekliklerine uygun olarak devrimci-reformist parti ve örgütler biçiminde siyasal temsiliyetlerini oluştururlar ve komünistler ilke ve anlayışlarına uygun olarak ya da ilke ve anlayışlarından ödün vermeden bu yapılarla ittifaklar, birlikler geliştirirler.

 

 Küçük ve orta burjuvaziye ait sosyal ve ulusal reformist partiler olur. Bu katmanların taşıdığı özellikler, devrimimiz karşısındaki duruşları siyasal örgütlenmelerine yansır. Şu an ayrıntısına girmemekle beraber bunların da ittifak güçlerimizin arasında olduğunu belirtelim. İttifakları belirleyen nedir, hangi zemin üzerinde birliğe gidilir? Bunun cevabı “devrimci olmaları” değildir. ST, reformist dediğimiz Kürt Ulusal Hareketi’yle birlikte iş yapmamızı çelişkili buluyor, neden? Çünkü ST’ye göre reformistlerle bu tür bir ilişki kurulamaz, dayanışma, destek, eylem birlikleri, ittifaklar devrimcilerle olur, aksi durumda pragmatizmdir!

 

Bu bakış açısının Marksist sınıf anlayışıyla, ittifaklar sorunuyla, düşman-dost ayrıştırmasıyla uzak yakın ilgisi yoktur. Partizan’ın anlayışı emperyalizme, komprador kapitalizme ve feodalizme karşı olan tüm sınıf ve tabakalarla birliktir.

 

 

Hangi katmana ait olursa olsun reformistler, reformist hareketler anti-emperyalist anti-feodal olmaları nedeniyle ilerici özellik taşırlar, demokratik güçler arasındadırlar.

 

 

Diğer türlüsü birlik, ittifaklar meselesinde Troçkist bakış açısı ya da etkisidir.

 

Stalin yoldaş tam da bu birlik, destekleme, dost-düşman meselelerinde (önceki sayfalarda bahsini etmiş olduğumuz Troçkist muhalefete karşı) şöyle diyordu: “Bizde, Rusya’da, 1905 yılında, devrim, burjuva demokratik bir nitelik taşımasına rağmen, burjuvaziye karşı, liberal burjuvaziye karşı yürüyordu.

 

Neden?

 

 çünkü emperyalist bir ülkenin liberal burjuvazisi, karşı-devrimci olmaktan geri kalamaz.

 

” Troçkist muhalefet bu farkı gözardı ediyor, Rusya koşullarını evrenselleştiriyor ve burjuvaziyle ittifaklar meselesine ezel-ebed kapıları kapatıyordu.

 

Stalin sözlerinin devamını şöyle getiriyordu:

 

 “Ama muhalefet unutuyor ki, ancak ezilen ülkelerdeki devrim ile ezen ülkelerdeki devrim arasındaki farkı anlamayan ve kabul etmeyen kimseler böyle konuşabilir...” (MUSSS, Sf 270)

 

Türkiye ve benzer koşullara sahip sömürge, yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde proletaryanın diğer sınıf ve katmanlarla ilişkisi böyledir.

 

Peki ST ulusal hareketi “hızla gidiyor” dediği o reformist konakta görürse ne olacak? [Bu ST’de tümüyle belirsizdir ‘hızla gidiyor’ diyor ama bu hız ayarı nedir; mesela ulusal hareket komünistlerin örgütlenme ve propagandasına engel mi çıkarmaya başladı?

 

‘Artık proleter devrim cephesine hizmet etmeyeceğim mi’ dedi? vs. Bunların ST’de karşılığı yok. Bunun biricik nedeni neyin terk edildiğini, neden hızla uzaklaşıyor olduklarını belirlememesidir. Daha doğrusu açık açık telaffuz etmemeleridir.

 

 Yoksa son dönemde (bakınız Devrimci Demokrasi, 1-16 Ekim, Sayı 184) uzaklaşılan şeyin ulusal kurtuluş, ulusal bağımsızlık olduğu daha sık vurgulanıyor. Bunun diğer bir adı UKKTH’nin terk edilmiş olmasıdır, ama ST açık değil, dolaylı anlatımı seçiyor...]

 

Evet, ST ulusal harekete reformist derse ittifaklar anlayışında ne tür değişiklik olacak, dayanışma, birlik vb. ortak eylemsel pratikleri söz konusu olacak mı, buna bugünden cevap aramalıdır. ST’nin Baskın Çıkma Gayreti Partizan ulusal hareketlerin değerlendirilmesinde komünistlerle ilişkinin, komünistlerin örgütlenme ve propaganda faaliyetlerine karşı aldığı tavrın belirleyici, tayin edici olarak görülmesini naif bulmuş, ST’ye ulusal hareketin belli dönemlere damgasını vuran pratiğini hatırlatmıştır.

 

 Partizan’ın amacı oradan bir tartışma yürütmek değildi. Sadece ST’nin belirleyici unsur aldığı kıstasın durumu açıklamaktan uzak olduğunu göstermekti. Partizan, ulusal hareketin 1978-1980 yılları arasında sosyal ve ulusal kurtuluşçu hareketlerden kimilerine sistemli bir şiddetle yöneldiğini, keza 1990’ların başlarında önceki gibi olmasa bile küçümsenmeyecek boyutta bir şiddet yaşattığını söyledi.

 

1978-1980 sürecindeki şiddetin teorik, siyasal temelini Kürdistan’da küçük burjuvazinin devrim karşısındaki konumu ve yine Kürdistan’da sosyal-şovenizme karşı tavır meselesindeki anlayış oluşturuyordu.

 

Ulusal hareket her iki olguyu da Kürdistan devriminin engeli görüyor ve şiddetle ortadan kaldırılmasını savunuyordu.

 

1990’larda ise ulusal hareket dışında diğer devrimci yapıların Kürdistan’da misafir olduğu argümanı şiddetin politik gerekçesi olmuştur. Bunlar olgudur, sistemli midir, değil midir, ulusal hareket buradan ne tür dersler çıkartmıştır vb. şeyler ayrı bir meseledir.

 

 Ve unutulmasın Partizan buna dayanarak ST’nin apolitik yaklaşımını mahkum etmeyi denememiştir. O konuda MLM’de yeterince bir zenginlik var.

 

 Partizan’ın sunduğu pratik örneğe karşılık ST’nin değerlendirmesi şöyle olmuştur:

 

“Ülkemiz devrimci örgütlerinin hemen hepsi ve Partizan geleneği de dahil ‘sol içi şiddet’ noktasında ciddi kusurlar işlemiştir... bizlerin bu eylem ve davranışlardan dolayı bahsini ettiğimiz devrimci örgütleri ve Partizan geleneğini de reformist değerlendirmediğimizi biliyor olmalıdır...

 

Partizan geleneği de devrimcilere şiddet uygulama suçuna bulaşmıştır...

 

” Birincisi komünistlerle ilişki biçimine bakarak bir ulusal hareketi değerlendiren başkası değil ST’dir. Sol içi şiddet uygulayanları reformist değerlendirip değerlendirmemek de başkalarının değil, ST’nin sorunudur.

 

İkincisi devrimci yapılar arasında şiddete meyleden, şiddete başvuranlar çıkmıştır. Bu ne kadar doğruysa Partizan geleneğinin “sol içi şiddet” noktasında ciddi kusurları işlediği, Partizan geleneğinin de devrimcilere şiddet uyguladığı o kadar yalandır.

 

Üçüncüsü sözünü ettiğimiz tarihler için geçerli ulusal hareket siyaset ve pratiğiyle “sol içi şiddet” diye kavramlaştırdığınız pratikler nitelik olarak birbirinden farklıdır. Kaba biçimci ST yazarı, iftira yerine zamanını olgulara nüfuz ederek, biçimsel benzerliklerine (şiddet mesela) bakarak değil, neden nasıl gerçekleştiğine (bir siyasal taktikle ilgili olup olmadığına) bakarak değerlendirmek için kullanmalıydı.

 

Tahrifat ve Demagoji Zayıflıktır.

 

ST’nin “... Partizan’ın Tavrı Üzerine” başlıklı yazısında en belirgin özelliklerden biri de yaptığı alıntılara karşı davranışı, yorumudur. Her alıntı insanda “eyvah şimdi nasıl bir yorum yapılacak!” türünden bir rahatsızlık, tedirginlik duygusu oluşturuyor. Kesinlikle kuruntu değil. Burada bir iki örnek vereceğiz. Ama açıkça şunu belirtelim, her birini alsak ve ST’nin tabi tuttuğu yorum, ilişkilendirme gibi olmadığını göstermeye çalışsak çok sayfa gider. Vereceğimiz örnekler keyfiyetin, “anlamak istediğim gibi anlarım”daki rahatlığın ve demagojinin boyutlarını göstermeye yeter.

 

ST, şu alıntıyı yapıyor Partizan’dan: “(İbrahim Kaypakkaya) Henüz ortada sözü edilir bir Kürt Ulusal Hareketi yokken ulusal hareketlerin genel karakteristiklerini ve ülkemiz tarihindeki gelişimini tahlil edip, ulusal hareketlerdeki demokratik öze dikkat çekip, bu hareketlerin hangi durum ve koşullarda desteklenmesi gerektiğini gözler önüne sermiştir.” Evet, Partizan böyle bir şey söylemiş. Şimdi ne kadar niyet okuyucu olacaksınız ki buradan şu sonuçları çıkarasınız:

 

1)      Bununla, Partizan, Kürt Ulusal Hareketi tarihine inkarcı yaklaşıyor, yaşanan

29 (bu rakam ST’ye aittir) Kürt isyanı yok sayılıyor, Kürt Ulusal Hareketi tarihi PKK ile başlatılıyor;

 

2)   Bununla Partizan İbrahim yoldaşı Kürt Ulusal Hareketini değerlendirmemiş olarak gösteriyor;

 

3) Bununla Partizan, İbrahim yoldaşın Kürt Ulusal Hareketi’nin demokratik özünü görmemiş olarak gösteriyor. ST Partizan’ın cümlelerinden bunları anlıyor ve anladığını bu biçimden hareketle

 

a) “Bu en hafifinden İbrahim yoldaşa haksızlıktır”

 b) “Onun Kürt Ulusal Hareketi karşısında sahiplendiği sorumluluğu”

c) Kürt Ulusal Hareketi karşısında “yerine getirdiği görevi”;

 

d) “Meseleye açıklık getirmesini vb. yok sayan yaklaşımdır.”

 

Ne diyebiliriz, ne desek nafile! ST okurlarına duyduğumuz saygı nedeniyle iki noktaya değinip geçeceğiz. Partizan “Henüz ortada sözü edilir bir Kürt Ulusal Hareketi yokken” dediğinde üzerinde hemen herkesin anlaştığı bir durumu ifade ediyor. Yani 1970’lerin başında etkili, kendisinden bahsettiren örgütlü bir Kürt hareketi olmadığını belirtiyor. “Sözü edilir...” kelimesi bir olgunun yokluğunu değil etki gücünü (ya da güçsüzlüğünü) anlatır. Eğer gerçekten etkili, maddi bir güç olmuş ulusal hareket olsaydı (hiç olmadığı anlamına gelmiyor) sizlerin yazılarında da sıkça kullandığınız “Kürtlerin varlığı yokluğu tartışılan, ulusal sorun, Kürt ulusal sorunu teorik ve pratik sahada kendini zaten konuştururdu.

 

 Kısacası Partizan “sözü edilir...” demekle Kürt ulusal hareketinin zayıf, etkisiz, güçsüz olduğunu anlatmak istiyor. Buna katılmak zorunda değilsiniz ama Partizan Kürt Ulusal Hareketini PKK ile başlatıyor, önceki isyanları inkar ediyor diyemezsiniz.

 

Gelelim ikinci hususa ST, Partizan’ın İbrahim yoldaşın Kürt Ulusal Hareketini değerlendirmediğini, demokratik ya da gerici yanını tahlil etmediğini, genel anlamda bir ulusal hareket değerlendirmesiyle kaldığını söylediğini iddia ediyor.

 

Partizan’dan aktardığı pasajda bu düşünce varmış. Peki bakalım, şu cümle ne anlama geliyor: “... Ulusal hareketlerin genel karakteristiklerini ve ülkemiz tarihindeki gelişimini tahlil edip...” Ulusal hareketlerin ülkemiz tarihindeki gelişimini tahlil eden bir İbrahim Kaypakkaya’dan bahsediyor, altını çizdiğimiz yer ve sonrakiler...

 

Her şey yeterince açık değil mi? ST’de benzer çarpıtmalara ve bu çarpıtmaya yaslanarak geliştirdiği demagojiye örneğin “Partizan Kendisiyle Çelişmektedir” başlığı altında yazılanlarda da rastlıyoruz.

 

Partizan’ın söylediğini görmemek, yok saymak; Partizan’a söylemediğini söyletmek ve her iki durumda da akıl almaz eleştirilerde bulunmak bahsini ettiğimiz yazıda ST’nin baskın yönüdür.

 

Bu, açıktır ki, ciddi bir zayıflık örneğidir. Evet, ST, görüşlerine güvenmiyor, tartıştığı anlayışın (Partizan’ın) görüşlerini çarpıtarak eleştirmeye kalkışıyor.

 

Bu, teorik siyasal bakımdan acizliktir. Bunları belirtmek durumundayız. Bakın, ST, Partizan’ıPartizan’la nasıl çeliştiriyor. Partizan’ın kullandığı “UKKTH talepli mücadele...”, “UKKTH talepli ulusal mücadele...” sözlerini alan ST, Partizan’ın bu sözlerini, “Ayrılmak, bağımsız devletini kurmak için mücadele”, “Ayrılmak için mücadele” vb. olarak yorumluyor. Böyle bir yorumla birlikte, tahmin edeceğiniz gibi şimşekler çakıyor, yıldırımlar gönderiyor Partizan’a! “... ayrılma talepli mücadele edilmesi” diyor “...ayrılma hakkını kullanmasını da her şart altında desteklemesi...” anlamına gelir.

 

Durmuyor, devam ediyor ST. Bu anlayış diyor “... ayrılma tavrının her koşulda desteklenmesi sonucuna varır”. Bununla yetinmiyor, Partizan’ı yerle yeksan etmeye kararlı ve “öldürücü” darbeyi gönderiyor: “... objektif olarak gerici hareketleri destekleme ve devrimci değerlendirme durumuna düşersin.”

 

Ve en sonu Partizan 67. sayıdan, komünistlerin her durumda ayrı devlet kurma fikrini savunmadıklarını, ulusun ayrı devlet kurma talebini her durumda desteklemediklerini, desteğin şarta bağlı olduğunu söyleyen sözlerini alıyor ve böylece Partizan 66. sayısı ile 67. sayısının “çeliştiğini söylüyoruz ve gözden geçirmek için dikkatinizi çekiyoruz” deyip finali tamamlıyor.

 

Her şey bu kadar kolay işte! Bu tarz iyi bir tarz değil, devrimci bir yayına, Sınıf Teorisi’ne gerçekten yakıştırmıyoruz. “UKKTH talepli mücadele” ile “UKKTH için mücadele” aynıdır.

 

“UKKTH’nin yanına iki kelime eklendi diye olan ezber mi bozuldu? ST niye hiç olmayacak yerden tutuyor? Anlaşılır olsun diye, Lenin yoldaşın benzetmesi ile açıklayalım. Boşanma hakkı başkadır boşanmak ise bambaşka. Boşanma hakkı talebi için mücadele ile boşanma için m ücadele aynı değildir. Partizan’ın ifadesini açalım:

 

 Partizan ne diyor; ST nasıl anlıyor karşılaştıralım.

 

Partizan: Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı talepli mücadele ST: Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin İçin Mücadele Partizan’ın söylediğiyle ST’nin anladığı aynı mı? ST “hakkı” kavramını yok edip Partizan’a o suçlamaları neden yapıyor?

 

Geçmişte daha sık düşülen bir hataydı, oportünistler UKKTH’yi UKKT olarak alır ve komünistleri buradan eleştirirlerdi. Tıpkı ST’nin sözlerinin benzeri duyulurdu ağızlarından. Objektif olarak gericileri emperyalizmin işbirlikçilerini destekliyorsunuz derlerdi. Bu doğrultuda gerçekleşmiş tartışmalar, tonla yazılmış yazılar var.

 

Partizan’ın ilgili yazısında tek bir çağrışım dahi bulunmazken UKKTH talepli mücadeleyi, ayrılıp ayrı devlet kurmak anlamına gelir, her koşulda ayrılmayı desteklemek anlamına gelir vs. demek demagojidir.

 

 ST okuyucuya ve Partizan’a şunu kanıtlamalıdır: “UKKTH talepli mücadele UKKT için mücadele demektir, aynıdır, Partizan her koşulda ayrılmayı savunuyor ve destekliyor.” Evet, ST bu görüşünü kanıtlamalıdır. *** Dedik ya, ST’de alıntılar gördükçe bir “eyvah” kopuyor içimizden. İşte bir örnek daha: Partizan’dan şu alıntıyı yapıyor: “Açıkçası, eğer şimdi görece güçlü bir ulusal hareket ayrılık yönelimini ortaya koysaydı, Partizan gene bu yönelimi desteklemeyecekti. Çünkü içinde bulunduğumuz koşullar ayrı bir devlet kurmanın Kürt halkının kurtuluşunu sağlamada ileri derecede bir gelişime neden olamayacağını göstermektedir.

 

(Pzn, Sayı 67, Sf 60)” Bir devrimci politik yayın alıntıladığı bu cümleleri eleştirmeye kalkışırsa ne olur? Önce komiklik yapıyor, mizah yapıyor sanılır.

 

 Ciddi olduğu görülünce o yayın adına hazin bir durum ortaya çıkar. Bakın ST bu alıntıdan hangi sonuçlar çıkarıyor: * Yazara göre Partizan Kürt ulusunun kaderini tayin yerine Kürt halkının kaderini tayini tartışıyor.

 

 * Yazara göre Partizan, halkın kurtuluşunu tartışma konusu yapmıştır ve böylece bir sapmaya düşmüştür. * Yazara göre Partizan ulusların kurtuluşuyla halkın kurtuluşunu karıştırıyor. * Yazara göre Partizan ulusal hareketle proleter hareketlerin ölçütlerini karıştırıyor vs. vs. vs. Belli ki ST yazarı gereğince sorumluluk duymuyor, bu kadar cüretkar olmanın altında böyle bir hafiflik (sorumluluk duymamak anlamında) yatıyor olsa gerek.

 

Hiçbir yanlış anlamaya, oraya-buraya çekiştirmeye fırsat vermeyecek netlikte ezilen ulusların ayrılıp ayrı bir devlet kurmasını proletaryanın 86 hangi koşullarda destekleyeceğini/desteklemeyeceğini belirtiyor Partizan. Kürt ulusunun bugün ayrı bir devlet kurma imkanı olsa desteklemeyiz diyor alıntı. Neden? Çünkü proletaryanın sınıf çıkarlarına hizmet etmiyor.

 

 Yani “Kürt halkının kurtuluşunu sağlamada ileri derecede bir gelişime neden olmayacağı...” için. İşte Partizan o alıntıda bunları söylüyor. Ezilen ulusun ayrı bir devlet kurması karşısında proletaryanın sınıf menfaatlerini öncellemesi, destekleyip desteklememesini bu koşula bağlaması yanlış mı?

 

Peki Partizan’ın söylediklerinden şu aktaracağımız sözlerin ne farkı var?

 

“Eğer komünist hareket Kürt ulusunun ayrılmasının proletaryanın sınıf menfaatleri açısından faydalı olacağına karar verirse mesela ayrılma halinde Kürt bölgesinde devrim imkanı artacaksa, o takdirde bizzat ayrılmayı savunurdu.”

 

 (İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Altınçağ Yay. Sf 186)

 

Daha bunun gibi nice örnekler, evlere şenlik yorumlar var ST’de. Şunu da merak etmiyor değiliz: Ezilen ulusun ayrılıp ayrı bir devlet kurması karşısında desteğinizi siz neye göre belirlersiniz?

 

ST, İz Peşinde! “Dört sene sonra Partizan’ı bileyen neydi?” diye soruyor ST. Neymiş peki bileyen? ST öncelikle zamanlamayı manidar bulmuş, yani PKK’de “uzlaşma sinyallerinin arttığı bir döneme denk gelmesi...”

 

ST için önemli bir veriymiş. İşte bu eleştirinin altında yatan Çapanoğlu’na götürmüş ST’yi! PKK uzlaşacakmış ya Partizan da “bakın süreç bizi doğruladı” diyecekmiş. Bir başka önemli neden daha varmış.

 

Bir gün ST bir şeyler söylemiş (ne zaman, hangi sayıda bu belirsiz, önemli de değil). İşte o “Partizan’ı öfkelendirmiş” yani “öfkelendirmiş olabileceğini” düşünüyormuş arkadaşlar. Yani “çıkarsamaları” öyleymiş ama “çıkarsamamızda yanılabiliriz” de diyorlar.

 

 Fakat Partizan’ın bazı sözleri daha varmış ki işte onlar kuvvetli veriler olarak “çıkarsamalarını” doğruluyormuş! Bravo ST’ye! Dört sene sonra Partizan’ı bileyenin neler olduğunu buldu. Gerçi iki senelik bir gecikmesi var, Partizan’ın o yazısının üzerinden 2 yıl geçmiş. Neyse hatırlatmayalım. Bir de “iki sene sonra ST’yi bileyen neydi?” sorusuyla uğraştırmayalım.

 

 ST’nin “Hafiyesi Mahmut”vari sorgulama sonucu oluşturduğu ilk ipucu üzerinde durmayacağız. Partizan’ı öfkelendiren diye belirtilen sözlere bir bakalım, sahiden neymiş bizi öfkelendiren öğrenelim... Şöyleymiş: “Birçok küçük burjuva hareketin ‘Kürdistan’ın sömürge olduğu’tezinden tutalım da seksiyon örgütlenmesine, oradan da Kürdistan devrimini PKK’ye havale etme... savunulan tezlerin hemen hepsinin PKK’nin silahlı mücadeleyi başlatması ve önemli bir güç haline gelmesi dönemine denk düşmesi rastlantısal bir gelişme değildir.”

 

Bu cümle Partizan’ı niye ve neden öfkelendirsin.

 

Bu alıntıda Partizan’a dönük, onu öfkelendirecek ne var? Böyle üstü kapalı, şifreli eleştiri mi olur? Açık açık ortaya koymaktan, sorunu net olarak tanımlamaktan sizi alıkoyan nedir?

 

Bu tarz polemik mi olur?

 

“Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi yok”.

 

Önceki sayfalarda bir ulusal hareketin UKKTH’yi savunduğunu gizleyebileceğini, açık açık savunmayabileceğini vs. söylemiştiniz. Şimdi de gizli gizli eleştiri yapılıyor. Meğer Partizan’ı yukarıdaki cümleler öfkelendirmişmiş! Konumuz değil ama belirtelim, üstelik yazdıklarınız durumu doğru da anlatmıyor.

 

TDH içerisinde Kürdistan’ın sömürge olduğunu, seksiyon örgütlenmeyi savunan görüşler 1980 öncesine dayanır. Ulusal hareketin yükselişe geçtiği tarihler sonrası, görüşlerini değiştirip, Kürdistan’ı sömürge gören, seksiyon örgütlenmeyi savunan kaç örgüt çıktı, kim çıktı?

 

Mevcut durumu dahi, doğru olarak ortaya koymamışken, birileri, ST’nin kendisini eleştirdiğini nasıl anlasın? Yani arkadaşlar, ST’yekarşı duyduğumuz bir öfke yoktur.

 

Biz Maoist’iz. Eleştiriler bizi öfkelendirmez.

 

Eleştiri sorumluluk gerektirir. Daha doğrusu onun ifadesidir. Bizim için sorumluluk duyanlara neden öfkelenelim?

 

ST, Partizan’dan bir alıntı daha yapmış, gözlerimizin önünde züccaciyedükkanı ve fil canlanıyor. Hareket ettikçe kırıp döken-dağıtan bir fil.

 

Züccaciyedükkanının dağılmasında filin hiçbir sorumluluğu yok. Çünkü bilinç unsuru yok. ST, malum el attığı her alıntıyı tanınmaz hale getiriyor.

 

Partizan’a ait alıntıdan hareketle şu iddialarda bulunuyor:

 

Partizan “ulusal hareket, ezen ve ezilen ulus gerçekliğinin doğurduğu çelişkilerin çözüm gücü olarak ortaya çıkar” diyor.

 

ST’ye göre bu ulusal sorunun çözümünü ulusal harekete, ulusal burjuvaziye havale etmektir, proletaryayı ulusal sorunun çözümünde safdışı bırakmaktır vs. Böyle bir eleştiriye hedef olmamız söylenenin yanlış olmasından değilmiş; gerçek çözüm proletaryanın çözümüdür. Bunu Partizan belirtmediği için ulusal sorunun çözümünü ulusal harekete havale etmiş. Ve işte o diğer uğursuz şeyleri savunmuş oluyor!

 

Bir de “ilhak” kavramını kullandığı için Partizan’a “sömürge de deyin, olsun bitsin” diyor.

 

Şu sözler de ST’nin “Görünen o ki, Partizan tam bir ilhak olarak değerlendirmektedir.” ST’nin Kürt ulusal sorunuyla ilgili yazılarında, keza Partizan’ın yazılarında ilhak kavramına sıklıkla rastlanır. Herkes bilir ki burada kastedilen ezilen ulusun siyasal örgütlenme hakkı yani UKKTH’si ilhak edilmiştir.

 

MLM’de de ilhak eğer yanında farklı bir vurgu yoksa bu yönlü kullanılır. Fakat ST yazarı anlamak istediği gibi anlamada ya da anlıyor gibi davranmada kararlı. Ama 88. sayfada kendisi de “Demek ki, komünistler ilhakın söz konusu olduğu koşullarda...” diyor ve kaderini tayine geliyor.

 

Böylesi haller için “bu ne yaman çelişki” deniliyor. ST vesilesiyle ulusal sorun ve ulusal hareketler meselesine bir kez daha girdik. ST’nin tartışma ile ilgili tarzını hiç doğru bulmuyoruz. Görüşlerimizi doğru olarak aktarmadığı gibi yokmuşçasına davranarak en uç eleştirilere kalkışmıştır. Yorumlarda ise şaşırtıcı derecede bir rastgelelik, keyfiyet söz konusudur.

 

 Yer yer karşılaştığımız septisizm özellikle “4 sene sonra Partizan’ı bileyen neydi?” başlığı altındaki yazılarda ortaya çıkmıştır. Böylesi bir kuşkuculuk, bilinebilirliğin karşıtıdır ve idealizme çıkar. Daha üretken, verimli tartışmalar hakkımızdır.

 

 EK I Ulusal ve Sömürgesel Sorunlar Komisyonu’nun, Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi’ne Sunduğu Rapor (26 Temmuz 1920) (...) Üçüncüsü, geri ülkelerdeki burjuva-demokratik hareket sorununu özellikle vurgulamak istiyorum. Bu sorun bazı görüş ayrılıklarına yol açmıştır.

 

Komünist Enternasyonalin ve komünist partilerin, geri ülkelerdeki burjuva-demokratik hareketi desteklemeleri gerektiğini ifade etmenin, ilke ve teori açısından doğru mu yanlış mı olduğunu tartıştık. Görüşmemizin sonunda, “burjuva-demokratik hareketten” çok ulusal devrimci hareketten söz etmeye oybirliğiyle karar verdik.

 

Geri ülkelerde nüfusun ezici çoğunluğu, burjuva-kapitalist ilişkileri temsil eden köylülerden oluştuğuna göre, herhangi bir ulusal hareketin, yalnızca burjuva demokratik bir hareket olacağına kuşku yoktur. Bu geri ülkelerde -eğer ortaya çıkabilirlerse- proleter partilerin, köylü hareketiyle belirli ilişkiler kurmaksızın, ve o hareketi desteklemeksizin komünist taktikler ve komünist bir siyaset izleyebileceklerine inanmak ütopik olur.

 

 Ancak, burjuva demokratik hareketten söz edersek, reformcu ve devrimci hareketler arasındaki bütün farklılıkları, ortadan kaldırmış olacağımız itirazı öne sürülmüştür. Oysa emperyalist burjuvazi, boyunduruk altındaki ülkelerde de reformcu bir hareket aşılamak için elinden gelen her şeyi yaptığı için, geri ve sömürge ülkelerde bu farklılık son zamanlarda çok açıkça gözler önüne serilmiştir. Sömüren ülkelerin burjuvazisiyle sömürge ülkeler burjuvazisi arasında belli bir rapprochement (birbirine yakınlaşma) görülmektedir.

 

Öyle ki ezilen ülkeler burjuvazisi, sık sık belki hemen her durumda bir yandan ulusal hareketi desteklerken, bir yandan da emperyalist burjuvaziyle tam bir uyuşum içindedir, yani bütün devrimci hareketlere ve devrimci sınıflara karşı emperyalist burjuvaziyle güçbirliği yapmaktadır. Bu durum, komisyonda reddedilmeyecek biçimde kanıtlandı ve biz, tek doğru davranışın, söz konusu farklılığı dikkate alarak, hemen her durumda, “burjuva-demokratik” terimi yerine “ulusal devrimci” terimini koymak olduğuna karar verdik.

 

Bu değişikliğin önemi şuradadır:

 

 Komünistler olarak biz, sömürgelerdeki burjuva-kurtuluş hareketlerini, bu hareketler ancak gerçekten devrimci olduğu ve bizim, sömürülen yığınlarla köylüleri devrimci bir ruhla örgütleyip eğitme çalışmalarımızı engellemediği ölçüde desteklemeliyiz ve destekleyeceğiz.

 

Eğer bu koşullar yoksa, bu ülkelerdeki komünistler, İkinci Enternasyonalin kahramanlarını da kapsayan reformcu burjuvaziyle savaşmalıdır. Sömürge ülkelerde reformcu burjuvazi esasen mevcuttur. Bazı durumlarda bu partilerin sözcüleri kendilerine sosyal-demokrat ve sosyalist adını veriyorlar. Sözünü ettiğim farklılık bütün tezlerde belirtilmiştir. Böylece, sanıyorum, görüşümüz daha kesinlikle belirtilmiş olmaktadır. (U.S.U.K.S, Sf 347)

https://partizanarsiv8.net/file/2018/03/partizan_sayi_73.pdf

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)