15 Nisan 2023 Cumartesi

Dogmatizmin kökenleri ve günümüzde tezahürleri -1

Dogmatizmin kökenleri ve günümüzde tezahürleri -1

“Kim övmez Klopstock’u?

Ama herkes onu okur mu? – Hayır.

Biz daha az övülmek

Ama daha çok okunmak isterdik!”

 Marks’ın önünde yerlere kadar eğilip onu göklere çıkartan ama öğretilerinin temel içeriğini gözden kaçıranlara bir makalesinde Lenin yukarıdaki sözlerle seslenmiştir. Gerçekten de Marksizm’in dogma haline getirilmesiyle Engels’ten Lenin’e, Mao’ya tüm ustalar sürekli uğraşmak zorunda kalmışlardır.

Engels’in “öğretimiz bir dogma değil, bir eylem kılavuzudur” sözü Marksizm’in gerçeklerden soyutlanmış, değişmeyen/gelişmeyen bir inanç kümesi olarak ele alınmasına itiraz edenlerin şiarı olmuştur. Marksizm, hep mücadele içinde gelişmiştir.

 

Mücadelenin ana konularından biri olan dogmatizmin, aynı zamanda Ortaçağ’ın skolastik felsefesinin temel özelliklerinden biri olduğu bilinir. Biz de bundan hareketle Ortaçağ’da dogmatizmi, Avrupa’da bunun aşılmasının örneklerini, ustaların ele alışlarını ve son olarak devrimci hareketteki somut örneklerini incelemeye çalışacağız. Fakat önce dogma ve dogmatizmi tanımlamak doğru olacaktır.

 

Dogma “belli bir kişi veya topluluk tarafından benimsenen, tartışmadan ve sorgulamadan kabul edilmesi beklenen inanç ya da inanç kümesi” olarak tanımlanmaktadır. Dogmada temel olan inançtır! İnanmak, bilgiden önce gelir!

 

Dogmatik ise “bir fikir veya inancı hiç sorgulamadan ve üzerinde ciddi bir irdeleme yürütmeden kabul eden insanlar” için kullanılan bir kavramdır.

 

Dogmatik insanlar, kendi inanç ve düşünceleri karşısında öne sürülen fikirleri hiç araştırma yapmadan reddederler. Yani dogmatikler belli bir fikri kabul ettikten sonra onun doğruluğuna ilişkin şüphe duymazlar. Değişen zamanı, koşulları, inançları bir dönem doğru olsa bile geçmişte kalmış olabileceğini dikkate almazlar. Mao’nun “araştırma yapmayanın söz hakkı yoktur” sözünü düşündüğümüzde, dogmatizmi çok yönlü olarak çözümleme ve somut durumda ortaya çıkan hallerinin teşhiri çok daha fazla önem kazanır.

 “İnanmak, bilmekten önce gelir”

 Ortaçağ’da felsefeden siyasete, hukuka, doğa bilimlerine kadar bütün bilimler, teolojinin (tanrı biliminin) bir alt bölümü haline gelmiştir. Avrupa’da kilisenin hakimiyeti tartışılmaz durumdaydı. Bu dönemde skolastik felsefecilerin yazdığı ve bütün bilgilerin toplandığı Summa isimli kitapların dışına çıkılması yasaktı. Yazılacak, konuşulacak herşey, bütün akıl yürütmeler kilisenin onayladığı Summa’daki fikirleri desteklemek ve haklı çıkarmak için yapılırdı. Bir ön kabulle, buradaki bilgiler doğru sayılır ve tüm mantık çıkarımları bu doğruluğu kanıtlamak için kullanılırdı. Ortaçağ’a hakim olan hem patristik hem de skolastik felsefe bilgi kuramında şu iki ilkeyi temele koymaktadır:

 

1- “Akıl almadığı için inanıyorum.” Yani saçma da, akıl dışı da olsa, hakikate giden tek yol inanmaktır. İnanınca, bir anlamı olduğu ortaya çıkacaktır.

 

2- “İnanmak, bilmekten önce gelmektedir.” Birşeye inanmadığında onu bilebilmen mümkün değildir.

 

Ortaçağ’da bilgi, Tanrı’nın varlığını bilmek için kullanılan, bunu ispat etmeyi tek gerekçe sayan bir duruma bürünmüştür. Bu süreçte tek amaç, yeni bilgi elde etmek değil, var olan din bilgisini hiç şüphe duymadan akılla açıklamak ve temellendirmektir.

 

Teolojinin dünya üzerinde binlerce yıl süren egemenliğinin Avrupa’da sarsılmaya başladığı rönesans-reform dönemlerini incelemek bize yeni bilgilerin, teorinin kapısının açılmasının çok büyük bedeller ödenmesi gerektiğini göstermektedir. Bilimsel çalışmaları kendi egemenliği altına alan ve onun dışına çıkılamayan, bir ön kabul olarak her varsayımın başında tutulmak zorunda olunan din/Tanrı olgusunu aşmak imkansız gibi birşeydi.

Kutsallar, hiçbir şekilde sorgulanamazdı. Sorgulayanlar, enginizasyon mahkemelerince çok çeşitli işkenceler sonucu öldürülüyorlardı. Fakat egemenlerin bu yasaklamalarına, baskılarına karşın çalışmalarını bir ön kabul olmadan veya o zamana kadar mevcut olan ön kabulleri reddederek çalışma yapanlar oluyordu. Bizler burada sadece Kopernik ve Descartes’e kısaca bakacağız.

 

Kopernik’e (1473-1543) kadar astronomide hakim olan fikir dünyanın evrenin merkezi olduğu ve güneş de dahil tüm gök cisimlerinin dünyanın etrafında döndüğüydü. Kilise, bu fikri savunuyordu. Bu savunu gerçeğe uymadığı için tüm çalışmalarda sorun çıkartmaktaysa da farklı bir araştırma sürecine girmek imkansız gibiydi.

Kopernik, kilisenin onayını alan dünya merkezli sistemi reddeden, güneşin gezegen sisteminin merkezinde yer aldığı bir sistem geliştirmişti. Güneş ve dünyanın sistemdeki bu yer değiştirmesi, tarihe Kopernik devrimi olarak geçmiştir. Bu durum aynı zamanda bize, zamanı gelen düşüncenin önünde hiçbir gücün duramayacağını da göstermiştir. Güneş merkezli sistem yüzyıllar önce Aristarkos tarafından önerilmişse de yaygınlaşamamış ve unutulup gitmişti. Kopernik, kiliseye ve egemen olan Aristo’nun geleneğine kafa tutmuştu.

Hem kendisi hem de teorisi, yoğun baskı altında kaldıysa da yeni sistem zamanın entellektüel ortamında büyük bir etki yarattı. Bu gelişmenin felsefede önemli etkileri oldu. Dünyanın ve insanın merkeze konulduğu incelemeler artık büyük bir dönüşüm geçirmek zorundaydı. Tanrı artık yeryüzünden gökyüzüne çekiliyordu. Teolojinin daha genel dogmasına göre alt ve ikincil düzeyde sayılan bilimsel bilgi/araştırma bu devrimle öne geçmeye başlamıştır. Elbette ki bu, o dönemin sınıf mücadelesinin bir yansımasıydı aynı zamanda.

Gittikçe güçlenen burjuvazinin, hakim sınıflar olan feodallere ve din adamlarına karşı savaşımda bilimsel gelişmeleri desteklemeleri büyük önem taşıyordu. Fakat bilimsel gerçeklerin kabul ettirilmesi yine de kolay olmamıştır, Kopernik devriminden 100 yıl sonra bile Galileo “dünya dönüyor” dediği için engizisyonda yargılanmıştır.

 Bilim insanı olan Bruno, 1600’de sapkın olduğu iddiasıyla odunlar üzerinde yakılmıştır. Doğanın şifalı otlarını kullanan kadınlar, cadı olarak öldürülmüştür. Ama artık skolastik felsefeyi ortaya çıkaran koşullar büyük ölçüde değişmiş, teolojik düşünce önemli bir darbe yemiştir. Bilgi, kanıtlar sunmak, gerçekle uyum salt inancın önüne geçmeye başlamıştır. Bilginin modernist kavranışı her halükarda önemli bir ilerleme olmuştur.

 

Kopernik devrimi sonrasında Descartes’in attığı adımlar da önemlidir. Dogmatizmin panzehiri olan “şüphe duyma”yı meşrulaştırmıştır. Descartes, çoğunluğun-otoritenin inandığı fikirlerin askıya alınıp en kutsal kitapların dahi sonlanabileceğini ortaya koymuştur. Descartes, “dogmatizmden, otoritenin etkisinden, yanlı bakış açılarından, eski alışkanlıklardan, irdelenmeden benimsenen fikirlerden etkilenmeyen bir sorgulama hedefi” yaşamıştır. (Epistomoloji, Doç. Dr. Murat Baç, s. 31)

 

Descartes’i araştırmaya sürükleyen şey “inandığı” önermeler arasında pek çok yanlışın oldugunu görmesiydi. Bunun üzerine Ortaçağ’ın tüm düşüncelerinin temelinde olan Tanrı’nın varlığına dair hiçbir bilgisi yokmuş gibi hareket etmeyi temel almış, böylece doğanın çelişkilerine yoğunlaşabilmişti.

 

Özü dogmatiklik olan skolastik felsefeye karşı yaklaşık 500 yıl önce o dönemin feodal sınıflarına karşı çıkan burjuva aydınları köklü teoriler öne sürmüştür. Fakat çeşitli toplum teorilerinde sosyalistler dahil sürekli uğraşılmak zorunda kalınmıştır.

 

Dogmalar en az bilgiye sahip olunan dönemlerde toplumsal sorgulamaların önünü kesmek, iktidarlarını korkuya dayanan inançlarla güvencelemek gibi sayılabilecek birçok nedenden dolayı egemenler tarafından hep savunulmuş, hukuksal ve askeri önlemler de dahil olmak üzere yürürlükte kalması sağlanmaya çalışılmıştır. Şüphe duyanlar, sorgulayanlar yerine “inananlar” olması istemiştir.

 

Bilgiye ulaşmak her daim zor olmuştur. Bilgi peşinde olanlar gözlerini görünenin ötesine dikmek zorundadırlar. Bunun için zahmetli araştırmalara ve toplumsal pratik içerisine girmeleri ve de teorik uğraşın bir parçası olarak soyutlama yapıp, kavramlaştırmayı bilmeleri gereklidir. Elde edilen bilgilerin sınanabileceği tek yer pratiktir.

Devam edecek

 

 

                                Dogmatizmin kökenleri ve günümüzde tezahürleri -2-

             https://ozgurgelecek46.net/dogmatizmin-koekenleri-ve-guenuemuezde-tezahuerleri-2/

 


Marksizm’i cansızlaştırmak

İnsan bilgisinin doğruluğu pratikle sınandığında kanıtlanmış olur. Pratik-teori-pratik… şeklinde devam eden zincir bilgi teorisini anlatır.

 

“Aslında insan bilgisinin doğruluğu, ancak, önceden beklenilen sonuçlara toplumsal pratik süreci (maddi üretim, sınıf mücadelesi ya da bilimsel deney) içinde varıldığı zaman kanıtlanmış olur. Bir kimse çalışmasında başarılı olmak, yani öncesinde kafasında tasarladığı sonuçları elde etmek istiyorsa, kafasındaki fikirleri nesnel dış dünyanın yasalarına uygun kılmalıdır. 

Eğer kafasındaki fikirler nesnel dış dünyanın yasalarına uygun düşmezse, pratikte başarısızlığa uğrar.” (Mao Zedung, Seçme Eserler, c. 1, s. 398)

 

Bir bilginin katılaşıp dogma haline gelmemesinin yolu, onu pratikte sınamak ve çıkan sonuçları dikkate almaktır. Devrimcilerin varoluş sebebi, kitlelere iktidarı yıkmaları yönünde öncülük yapmaksa zaten esas itibariyle işlerinin “pratik” olduğunu söyleyebiliriz. Yani ürettikleri fikirlerin, planların, programların sınanmasını her an, her dönem gerçekleştirebilme imkanına sahiptirler. 

Dolayısıyla da akan zamana ve değişen sosyal ve toplumsal koşullara hızlıca uyum sağlamaları beklenir. Fakat bunun tersi pek çok olay vardır. Oluşturulan fikirler, inançlar pratiğin sınavından geçemezse bile savunulmaya devam edebilmektedir. 

Bu durumda çoğu zaman yanlış bir biçimde “ideolojik sağlamlık” olarak savunulabilmektedir. Sahip olunan inanç, fikirler kümesi yaşama dayatılmaya devam edilebilmektedir. Başarısız sonuçlar ise koşullara, uygulayıcıların kavrayışlarına bağlanabilmekte, sorgulama bir türlü değişen koşullara uygun teori, fikir vs üretilebilmesine gelmemektedir!

 

“Toplumu değiştirmenin pratiğinde, insanların ilk baştaki fikirleri, teorileri, planları ya da programlarının hiç değişmeden gerçekleştiği pek enderdir. Böyle bir durumda fikirler, teoriler ya da programlar genellikle kısmen, bazen de tamamen değişirler. Çünkü pratiğin akışı içinde önceden düşünülmemiş koşullarla karşılaşılır.

 Eğer devrimcilerin bilgisi de değişen duruma uygun bir hızla değişmezse, o devrimciler devrimi zafere götüremezler.” (age, s. 409-410)

 

Somut koşulların somut tahlilini yapamama, “fikirleri, teorileri ya da programları” değişen duruma göre yenileyememe, devrimin zaferini bile etkileyebilecek bir etken olmasına rağmen üzerinde durmama, görüldüğü yer ve zamanlarda itiraz geliştirmeme, buna çeşitli nedenlerle sessiz kalma devrimciler için kabul edilemez olmalıdır.

 

Lenin, Marksizm’in canlı yanına defalarca kez dikkat çekmiştir. Yazının başında alıntıladığımız şiirde olduğu gibi, daha çok övgü yerine daha çok okuma, daha çok araştırma ve pratikte sınama istemiştir. Marksizm’i eylem kılavuzu olarak ele almayıp dogmatikleştirirsek, Lenin’e göre “onu tek yanlılaştırır, tahrif eder, cansızlaştırır, yaşayan ruhunu ondan ayırır, onun en önemli teorik temellerini -diyalektiği, çok yönlü ve çelişkilerle dolu tarihsel gelişim teorisini- baltalar, tarihin her yeni dönemecinde Pratik görevleriyle bağı sarsarız.” (Lenin, Seçme Eserler, c. 11, s. 68)

 

Lenin, Marksizm’i eylem kılavuzu olarak ele almasaydı, emperyalizm teorisini geliştiremezdi. Marks, serbest rekabetçi dönemde yaşamış, Kapital’i bu dönemde yazmış, çeşitli politika örneklerini bu dönemde vermişti. Lenin, Marks dönemindeki eski “gelişen kapitalizm”e artık “can çekişen kapitalizm” demiş, emperyalizmin devrimi nasıl kaçınılmaz hale getirdiğini açıklamıştır. Bunu göremeseydi, “gelişen kapitalizm”in tahlillerini sürdürseydi “Leninizm, emperyalist dönemin Marksizm’i” olamazdı.

 

Lenin aynı makalesinde “sınıflar arasındaki temel ilişki değişmedikçe tarihin dönemeçlerinde değişmeyecek olan genel ve temel görevlerden” bahseder ve Rusya’nın ekonomik evrim doğrultusunun son 6 yılda değişmediğini vurgular. Fakat bu temel üzerindeki “somut sosyal ve politik durumun değişmesi gibi, acil ve dolaysız eylemin görevleri bu süre içinde çok çarpıcı değişmiştir.”

 

İşte bu değişim karşısında politika uygulayıp, dolaysız görevleri yerine getirebilmek, Marksizm’in eylem kılavuzu olarak ele alınmasıyla mümkün olacaktır. İşte tüm bunları göremeyen dogmatiklere karşı Lenin, Engels’in “öğretimiz bir dogma değil, eylem kılavuzudur” sözünü tekrar hatırlatır. 

Çünkü kendisi Marksizm’i çarpıtmakla, anlamamakla ve hatta dönem dönem anarşizmle, hizipçilikle suçlanmıştır.

 

Aynı sorunları Mao da yaşamış ve Rus devriminin tüm özgünlükleri sanki Çin’de varmış gibi ele alan dogmalarla sürekli uğraşmak zorunda kalmıştır. Ülkenin sosyo-ekonomik yapısının farklılığı, iktidarın parçalanmışlılığı, sınıfların pratikteki durumu göz ardı ediliyordu.

 Bu nedenle Mao sürekli olarak “önemli ya da belirleyici olan, genel ya da soyut düşüncelere göre değil, somut koşullara göre belirlenmelidir” sözünü çeşitli biçimlerde tekrarlıyordu. (age, s. 264) 

Mao’nun savaş boyunca izlediği taktiklerin ve savaş ağaları ile komprador burjuvaziyle dahi yapılan ittifakların değişkenliği bunun pratikte yansıması olmuştur. Teorinin, değişen koşullara uymaması durumunda bunu değiştirebilme gücü ve iradesinin olmasının komünistlik olduğunu, sınıf mücadelesini büyütme anlamına geldiğini biliyordu. 

“Değişik dağlarda değişik türküler söyle”, “hava değişince giysileri değiştirmek gerekir” gibi pratiği önceleyen çok sayıda uyarı Mao’da mevcuttur.

 

Dogmatizmde temel mesele her zaman için öznel ile nesnel olan arasındaki kopukluktur. Yani partinin, kişinin vs. bir fikri, programı vardır. Ama bunun yaşamın, mücadelenin ihtiyaçlarını karşılayıp karşılamaması önemli değildir. Bazen eleştiriler yoğunlaşınca, itirazlar yükselince, birçok sorun ayyuka çıkınca günü kurtarmak için kuramda, düşüncede belli değişiklikler yapılıyormuş gibi görülür, küçük yamalar yapılır. Ama aslında bir şey değiştirilmemiş olur. İlk fırsatta da her şey eski haline döner.

 

Dogmatizmin somut tezahürleri

 Dogmatizme dair çok sayıda uyarı, örnek vs olmasına rağmen Türkiye devrimci hareketinde de çok ciddi etkileri olmaya devam etmektedir. Dogmatizme dair gazetemiz Özgür Gelecek’in 110 ve 111. sayılarında yazı çıkması ve buna tekrar değinme gereği duymamız tamamen bu ihtiyaçla ilgilidir. 

Dogmatizmin tezahür ettiği sayısız konu ve örnek vardır. Bunlardan en belirgini Kürt ulusal sorununa dair olandır. Kürt ulusal sorununda son 40 yılda çok sayıda gelişme yaşanmış, sosyal ve politik durumlarda değişimler görülmüştür. 

Bu değişimler dikkate alınmadan, “acil ve dolaysız eylemin görevleri”ni doğru belirleyebilmek imkansızdır. Bu somut değişimlerin karşılığını ustalardan veya devrimci önderlerde aramak boşuna bir çabadır. Bu çaba ortaçağ skolastiğini anımsatır sadece, olan bir fikrin her zaman ve her koşula uygun olduğunu savunmak…

 

Ortak düşmana karşı ezilenlerin yanında yer almak, birlikte savaşmak becerisini gösterebilmek burada temel mesele olmaktadır. Savaşın biçimi ittifaklar bugünün gerçeğinde aranır. Geçmişin sözlerinde değil. Bu Marksizm’in yaşayan canlı ruhudur. Bunun dışındaki her ele alış Marksizm’i kurutmakta, öldürmekte v çaresizliğe mahkum etmektedir.

 

Dogmatizme diğer bir örnek de seçim, referandum gibi somut politik durumlara yaklaşımdır. Sistemin araçlarının kullanımının reddi, devrimci araç ve yöntemlerle olduğu ve ezilenlerle buluşmayı sağladığı müddetçe hiçbir komünist önder tarafından reddedilmemiştir. Bu koşullara, güç dengelerine bağlanmıştır.

Lenin, saldırıların en azgın olduğu gericilik yıllarında çok sayıda koşulu değerlendirerek Duma’ya katılım kararı almıştır. Bütün bu durumların soyut fikirlerle çözülmesi ve sınıf mücadelesine yanıt olunması mümkün değildir. İşte bu nedenle dogmatiklikten kurtulmanın uğraş gerektirdiğini ve bedelini ağır olacağını bilerek bu anlayışa karşı mücadele vereceğiz. Çünkü biliyoruz, ki, tarih yenilenmeyenleri affetmeyecektir. Sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarını karşılamak için olan tüm prangaları atmanın zamanıdır.

Bitti

 

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)