2023 Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin boykot tavrı neden
doğru değildir

Ne diyordu büyük komünist Georgi Dimitrov yoldaş? “Faşizmin
yönetimi ele geçirmesi (siz bunu “koyu faşist tek adam sultası”nın şeriatçı
faşizme evrilmesi olarak okuyun. Bn.) sadece bir burjuva hükümetinin bir
diğerini izlemesi değildir. Burjuvazinin- burjuva demokrasinin- belli bir
sınıfsal egemenliğini içeren devlet biçiminin, bir diğeriyle; açık terörist diktatörlükle
değiştirilmesidir.” (FKBC)
Açıkça görüleceği gibi bu türden değişiklikler basit sıradan
olağan değişiklikler olmayıp, niteliksel değişikliklere tekabül eden
değişimlerdir. Haliyle sonuçları da farklı olacaktır. Tıpkı, 14 Mayıs’ta
yapılacağı karar altına alınan cumhurbaşkanlığı seçiminde önü kesilemez ise;
şeriata dayalı daha koyu bir faşizm ile devam edecek olan Erdoğan iktidarının
toplumun üzerine bir karabasan gibi çökecek olmasında ki gibi.
Örneğin denilmektedir ki: “…bu seçim oyunu, başkanlık
sisteminden parlamenter sisteme geçiş kurgusu temelinde koyu faşist tek adam
sultasından ırkçı-faşist tekçi paradigmalara dönüş içeriğiyle belli bir anlam
yüklenmektedir. Ancak bu anlam, demokratik muhteva taşıyan bir geçiş ya da
değişim süreci değil, bilakis burjuva devlet sistemi ve yönetim biçimlerinde
birinden ötekine geçiş kadar anlamlıdır…” (bk. 7.03.2023 tarihli H.G. gazetesi)
Görüleceği gibi burada çok sığ, bir o kadar da biçimsel ve
sorunun sınıf mücadelesine etkilerinin nasıl olacağının analizden yoksun,
düz-mekanik bir mantık örgüsü söz konusudur. Böyle olduğu için de kaçınılmaz
olarak sorun götürülüp; “demokratik muhteva taşıyan bir geçiş ya da değişim
süreci” olup olmadığına endekslenerek ele alınıyor. Buradan da yürünerek, sözüm
ona ‘haklı’ çıkarsamalar ortaya konmaya çalışılıyor: “Her ikisi de faşist
olduğuna göre, burada bizi ilgilendiren bir yön bulunmuyor!”
Oysa ki, bırakalım teorik-akademik bir analizi, somut sosyal
yaşam pratik ve deneyimleri üzerinden ele alınıp sorgulandığında; “koyu faşist”
ile “parlamenter maskeli faşist” veya 12 Eylül sürecinde olduğu gibi, askeri
faşist diktatörlükle parlamenter maskeli Turgut Özal yönetimi veya Şah Rıza
Pehlevi dönemi faşist diktatörlüğü ile şeriatçı molla faşizmi veya Mussolini ve
Hitler dönemi Almanya ve İtalya’sı ile bunlar öncesi ve sonrası dönemin burjuva
diktatörlüğü veya Endonezya’da 1965-66 yıllarında yarım milyonun üzerinde
komünist ve solcunun hunharca katledildiği Suharto darbesi süreciyle öncesi
süreci vs. vs. mukayese edildiğinde, sorun hiç de “burjuva devlet sistemi ve yönetim
biçimlerinde birinden ötekine geçiş” ile ifade edildiğindeki gibi hafifsenerek,
ciddiye almaya değmeyecek kadar basit olmadığı/olamayacağı kolaylıkla idrak
edilebilir.
Yani burada sorun, sürecin daha demokratik bir yönelime
evrilme olasılığı boyutundan daha çok, daha beter olana evrilme potansiyeli
boyutuyla sorgulanmayı öncelikli kılar/kılmalıdır da. Çünkü toplumun tümden
zapturapt altına alınması, hiçbir legal-demokratik alan faaliyetinin keza
işçilerin-emekçilerin ve özelde de kadınların kazanılmış hiçbir hak ve
mevzilerinin kalmayacak olması, keza tüm ‘aykırı’ düşünce ve inançların
susturulacak olması anlamına gelen ve şeriat ile daha farklı bir boyut
kazanacak “koyu faşist tek adam sultası” ile, sayılan tüm bu konularda kısmi serbestliklerin
yaşanacağı ve bir çok temel hak ve hukukun korunabileceği, daha da önemlisi,
mücadeleyle geliştirme imkanının daha fazla olacağı şu “ırkçı-faşist tekçi”
paradigmalı “parlamenter sistem” olarak tanımlanan arasında bir tercih yapma
zorunluluğu ile karşı karşıya kalmış olma sorunudur.
Keza sorun, bu ayrım ve tercihin, yaşadığımız süreçteki
“tarihi öneminin” görülemiyor oluşudur. Çünkü sorun, şayet var olan ve gelmekte
olan daha da beterini güçlü halk muhalefetiyle veya devrimle savuşturabilecek
güç ve kabiliyetten yoksunsan; daha beterini savuşturmak senin o süreçteki
tarihi görev ve sorumluluğun olarak öne çıkar. Bunu, ehvenişere razı olma
pahasına da olsa başarmaktır güne ilişkin siyasal mücadelenin isabetli siyasi
taktiği.
Kimileri bunu, keskin sol söylemlerle, burjuva muhalefetin
kuyruğuna takılmak veya onun saflarında sıraya girerek, sistemle
uzlaşmak/barışmak olarak niteleyerek; burjuvaziyle uzlaşmayacaklarını,
savaşacaklarını söylüyor. Örneğin MLKP, günün öncelikli görevini daha koyu ve
şeriatçı açık faşist diktatörlük tehdidini savuşturmak için; “baş düşmana karşı
birleşilebilecek tüm güçlerle birleşme” siyasetini böyle karşılıyor. Ve bunun,
faşizme karşı yürütülen mücadelenin devrimci bir taktiği olamayacağını ileri
sürüyor. Bu, olsa olsa sisteme yedeklenmek isteyen reformistlerin taktiği
olabilirmiş vs. vs.
Demek ki Çara karşı liberal burjuvaziyle ittifak siyasetini
uygulayan Lenin ve Bolşevikler, Hitler faşizminin iktidara gelmesinin yolunu
kesmek için SPD ile seçim ittifakı yapmayı başaramadığı için özeleştiri veren
Almanya KP’si, Hitler faşizmine karşı diğer bir takım rakip emperyalist
devletlerle cephe oluşturan Stalin ve SBKP, keza Hitler faşizmine karşı
işbirlikçi kesim dışındaki tüm güçlerle Halk Cephesi siyaseti uygulayan FKP,
Japonya işgali karşısında iç savaşa mola vererek Çin Devletiyle birleşik cephe
siyaseti izleyen Mao ve ÇKP, faşizme karşı birleşik cephe siyaseti güdülmesi
gerektiğini ısrarla yineleyen Dimitrov ve Komintern vb. vb. tüm bu yaklaşım ve
pratikler burjuvaziyle, faşizm ve emperyalizmle uzlaşmacı, sınıf işbirlikçiliği
olsa gerek.
İlginç ve dramatiktir ki sınıf adına siyasi mücadele
arenasında önderlik rolü üstlenmiş ve tavır ve yaklaşımlarını kamuoyuyla
paylaşmış olan kimi sosyalist ve komünist partiler (örneğin MKP, MLKP ve TKP-ML
gibi), kuvvetle olası bu gelişme ve değişimleri günün siyasal taktiği olarak
hesaba katarak ona göre bir görev ve sorumluluk üstlenme gereği dahi duymuyor;
tam aksine, örneğin MKP, bu ‘sol’ yaklaşım ürünü tutumlarının ‘haklı gururu’
içerisinde, şunu dahi söyleyebilmektedir:
“Daha somut ifadeyle açık faşizmden parlamento peçesiyle
örtülmüş faşizme geçiş kadar manidar, bu kadar cılız ve anlamlıdır. İşte,
‘tarihsel süreç’, ‘demokrasinin kaderi’ gibi demagojilerle propaganda edilen bu
seçimler, yüklenen yapay anlamların aksine, bu kadar kof, bu kadar kısır ve tüm
özüyle burjuvadır.” (Bk. H.G)
Bir bakıma “ha Hasan, ha Kel Hasan ne fark eder; ikisi de
sonuçta Hasan işte!” yaklaşımı sergileniyor buradaki siyasal sorun ve siyasal
mücadele hususlarında. Yani son derece yüzeysel ve kaba yaklaşımlar. Yaklaşım
böyle olunca, haliyle de kendilerine, devrim inancına kilitlenme dışında,
faşizme karşı mücadelede günün görevi olarak, kayıtsız kalma dışında bir
görevin düşmediğinin huzuru içinde olabiliyor.
Ya da TKP-ML, seçimler sonrası Erdoğan rejiminin şeriata
evrilebileceğini kuvvetli bir olasılık olarak ön görüyor olmasına karşın,
mevcut koşullarda ve güç dengeleri denkleminde bu ciddi tehdidi devrimle veya
kitlelerin aktif karşı koyuşuyla engellemenin mümkün olmadığı realite içinde
bunu savmanın başka olanaklarını devreye sokmaya çalışmak yerine; kolaycı ve
ama sorumsuzluk örneği de addedilebilecek seyirci kalma tutumunu “proleter
devrimci duruş” böbürlenmesiyle günün siyasi taktiği olarak kamuoyuna deklare
edebiliyor.
Ya da bir taraftan: “Elbette AKP’nin ya da faşist şef
Erdoğan’ın gitmesi önemlidir. Fakat faşist şef Erdoğan ve şeflik rejiminin
gitmesi yeterli olmaz. Yerine gelecek Millet İttifakı yönetimindeki parlamenter
rejime demokratik reformları dayatacak işçiler ile ezilenlerin mücadelesini
büyütmeye, bu yolla demokratik ve sosyal hakları söz konusu yönetime dayatarak
hem haklar kazanmak ve hem de halk hareketinin özgüven ve gücünü büyüterek, faşizmi yıkacak gücü
oluşturmak asıl meseledir.” (Atılım gazetesi) diyebiliyorken; fakat öte yandan
da şeriatçı ve daha koyu açık faşist diktatörlüğün önünün kesilmesini önceleyen
bir mücadele ve ittifaklar siyasetini tu kaka olarak yaftalama gayretiyle,
keskin solculuktan da geri durulmuyor.
Oysa olguların ve
nesnel yaşamın göstergeleriyle şu çok açık ki: Şayet engellenemez ise, gelecek
olan zorbalık rejimi, 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğünden daha ağır bir
şekilde çökecektir toplumun üzerine. İşte bundan ötürü de komünist, sosyalist,
demokrat, feminist ve anti şeriatçı tüm toplum kesimlerinin öncelikli tarihi
görevi, bu toplumsal yıkımın önüne geçmektir. Yani bir diğer ifadeyle toplumun,
toplumu ileriye taşıyacak olan ilerici, demokrat, sol, sosyalist, feminist,
seküler ve komünist dinamiklerini, ikinci bir 12 Eylül kıyımına (ya da İran’da
yaşanan tarzda) uğratmamak için, faşizme karşı mücadeleyi, günün gerçeklerine
sırtımızı dönmeden ve mücadele tarz ve taktiklerinin belirlenmesinde tayin
edici başat unsur olan güçler dengesi realitesine uygun bir tarzla belirleyip uygulamak
tarihi sorumluluğuyla karşı karşıyayız.
Kimileri galiba hayatın acı gerçeklerinden önemli oranda
kopuk olmalı ki; ayakları havada ‘savaş naraları’ atmaktan pek bir haz duyuyor
gibiler. Elinizi tutan, makinalınızın namlusuna karanfil takan ve kızıl ordunuzun
önüne bedenlerini yatırarak onların faşizmin üzerine ölüm kusmasını engelleyen
mi var; buyurun, tek bir devrimci hamleyle, tüm kurum ve kuruluşlarıyla yıkın,
yerle bir edin faşist diktatörlüğü. Böylece elleri titreyen, dizlerinin bağı
çözülen ve de ölümüne ödleri kopan bizim gibi tüm tabansızların da laflarını
ağızlarına tıkmış olursunuz ve paşa-paşa ardınızda saf tutmalarını da sağlamış
olursunuz, fena mı olur yani.
http://halilgundogan.blogspot.com/2023/03/2023-cumhurbaskanligi-secimine-iliskin.html