1 Nisan 2023 Cumartesi

Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin boykot tavrı neden doğru değildir

2023 Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin boykot tavrı neden doğru değildir

Çünkü öncelikle içinden geçilmekte olunan tarihi momentin realitesi; “Burjuva faşist düzen partileri ve ittifaklarının adaylarını boykot et, devrimci demokrat adayları destekle!” (MKP-SB. Bk. Halkın Günlüğü gazetesi) şiarında dile getirilen bu yaklaşımla örtüşür değildir. Neden değildir? Çünkü öncelikle içinden geçilmekte olunan süreç, ‘normal-olağan’ rutin bir süreç olmayıp; yönetimsel olarak sistemde niteliksel değişimin yaşanacağı bir süreçtir. Görülemeyen ve tam olarak somut karşılığının ne olduğu/olacağı yeterince kavranamayan ve dolayısıyla da isabetsiz tutumların geliştirilmesine kaynaklık eden temel faktör de tam olarak budur. Öte yandan cumhurbaşkanlığı seçiminde “devrimci demokrat” aday çıkarılacak olsa bile, kazanma şansı olamayacağından, bunun desteklenmesi, sürecin ihtiyacını duyduğu sonucu sağlayamayacak ve dolayısıyla da buraya verilecek oylar Erdoğan’ın seçilmesi sonucunu doğuracaktır.

 

Ne diyordu büyük komünist Georgi Dimitrov yoldaş? “Faşizmin yönetimi ele geçirmesi (siz bunu “koyu faşist tek adam sultası”nın şeriatçı faşizme evrilmesi olarak okuyun. Bn.) sadece bir burjuva hükümetinin bir diğerini izlemesi değildir. Burjuvazinin- burjuva demokrasinin- belli bir sınıfsal egemenliğini içeren devlet biçiminin, bir diğeriyle; açık terörist diktatörlükle değiştirilmesidir.” (FKBC)

 

Açıkça görüleceği gibi bu türden değişiklikler basit sıradan olağan değişiklikler olmayıp, niteliksel değişikliklere tekabül eden değişimlerdir. Haliyle sonuçları da farklı olacaktır. Tıpkı, 14 Mayıs’ta yapılacağı karar altına alınan cumhurbaşkanlığı seçiminde önü kesilemez ise; şeriata dayalı daha koyu bir faşizm ile devam edecek olan Erdoğan iktidarının toplumun üzerine bir karabasan gibi çökecek olmasında ki gibi.

 

Örneğin denilmektedir ki: “…bu seçim oyunu, başkanlık sisteminden parlamenter sisteme geçiş kurgusu temelinde koyu faşist tek adam sultasından ırkçı-faşist tekçi paradigmalara dönüş içeriğiyle belli bir anlam yüklenmektedir. Ancak bu anlam, demokratik muhteva taşıyan bir geçiş ya da değişim süreci değil, bilakis burjuva devlet sistemi ve yönetim biçimlerinde birinden ötekine geçiş kadar anlamlıdır…” (bk. 7.03.2023 tarihli H.G. gazetesi)

 

Görüleceği gibi burada çok sığ, bir o kadar da biçimsel ve sorunun sınıf mücadelesine etkilerinin nasıl olacağının analizden yoksun, düz-mekanik bir mantık örgüsü söz konusudur. Böyle olduğu için de kaçınılmaz olarak sorun götürülüp; “demokratik muhteva taşıyan bir geçiş ya da değişim süreci” olup olmadığına endekslenerek ele alınıyor. Buradan da yürünerek, sözüm ona ‘haklı’ çıkarsamalar ortaya konmaya çalışılıyor: “Her ikisi de faşist olduğuna göre, burada bizi ilgilendiren bir yön bulunmuyor!”

 

Oysa ki, bırakalım teorik-akademik bir analizi, somut sosyal yaşam pratik ve deneyimleri üzerinden ele alınıp sorgulandığında; “koyu faşist” ile “parlamenter maskeli faşist” veya 12 Eylül sürecinde olduğu gibi, askeri faşist diktatörlükle parlamenter maskeli Turgut Özal yönetimi veya Şah Rıza Pehlevi dönemi faşist diktatörlüğü ile şeriatçı molla faşizmi veya Mussolini ve Hitler dönemi Almanya ve İtalya’sı ile bunlar öncesi ve sonrası dönemin burjuva diktatörlüğü veya Endonezya’da 1965-66 yıllarında yarım milyonun üzerinde komünist ve solcunun hunharca katledildiği Suharto darbesi süreciyle öncesi süreci vs. vs. mukayese edildiğinde, sorun hiç de  “burjuva devlet sistemi ve yönetim biçimlerinde birinden ötekine geçiş” ile ifade edildiğindeki gibi hafifsenerek, ciddiye almaya değmeyecek kadar basit olmadığı/olamayacağı kolaylıkla idrak edilebilir.

 

Yani burada sorun, sürecin daha demokratik bir yönelime evrilme olasılığı boyutundan daha çok, daha beter olana evrilme potansiyeli boyutuyla sorgulanmayı öncelikli kılar/kılmalıdır da. Çünkü toplumun tümden zapturapt altına alınması, hiçbir legal-demokratik alan faaliyetinin keza işçilerin-emekçilerin ve özelde de kadınların kazanılmış hiçbir hak ve mevzilerinin kalmayacak olması, keza tüm ‘aykırı’ düşünce ve inançların susturulacak olması anlamına gelen ve şeriat ile daha farklı bir boyut kazanacak “koyu faşist tek adam sultası” ile, sayılan  tüm bu konularda kısmi serbestliklerin yaşanacağı ve bir çok temel hak ve hukukun korunabileceği, daha da önemlisi, mücadeleyle geliştirme imkanının daha fazla olacağı şu “ırkçı-faşist tekçi” paradigmalı “parlamenter sistem” olarak tanımlanan arasında bir tercih yapma zorunluluğu ile karşı karşıya kalmış olma sorunudur.

 

Keza sorun, bu ayrım ve tercihin, yaşadığımız süreçteki “tarihi öneminin” görülemiyor oluşudur. Çünkü sorun, şayet var olan ve gelmekte olan daha da beterini güçlü halk muhalefetiyle veya devrimle savuşturabilecek güç ve kabiliyetten yoksunsan; daha beterini savuşturmak senin o süreçteki tarihi görev ve sorumluluğun olarak öne çıkar. Bunu, ehvenişere razı olma pahasına da olsa başarmaktır güne ilişkin siyasal mücadelenin isabetli siyasi taktiği.

 

Kimileri bunu, keskin sol söylemlerle, burjuva muhalefetin kuyruğuna takılmak veya onun saflarında sıraya girerek, sistemle uzlaşmak/barışmak olarak niteleyerek; burjuvaziyle uzlaşmayacaklarını, savaşacaklarını söylüyor. Örneğin MLKP, günün öncelikli görevini daha koyu ve şeriatçı açık faşist diktatörlük tehdidini savuşturmak için; “baş düşmana karşı birleşilebilecek tüm güçlerle birleşme” siyasetini böyle karşılıyor. Ve bunun, faşizme karşı yürütülen mücadelenin devrimci bir taktiği olamayacağını ileri sürüyor. Bu, olsa olsa sisteme yedeklenmek isteyen reformistlerin taktiği olabilirmiş vs. vs.

 

Demek ki Çara karşı liberal burjuvaziyle ittifak siyasetini uygulayan Lenin ve Bolşevikler, Hitler faşizminin iktidara gelmesinin yolunu kesmek için SPD ile seçim ittifakı yapmayı başaramadığı için özeleştiri veren Almanya KP’si, Hitler faşizmine karşı diğer bir takım rakip emperyalist devletlerle cephe oluşturan Stalin ve SBKP, keza Hitler faşizmine karşı işbirlikçi kesim dışındaki tüm güçlerle Halk Cephesi siyaseti uygulayan FKP, Japonya işgali karşısında iç savaşa mola vererek Çin Devletiyle birleşik cephe siyaseti izleyen Mao ve ÇKP, faşizme karşı birleşik cephe siyaseti güdülmesi gerektiğini ısrarla yineleyen Dimitrov ve Komintern vb. vb. tüm bu yaklaşım ve pratikler burjuvaziyle, faşizm ve emperyalizmle uzlaşmacı, sınıf işbirlikçiliği olsa gerek.

 

İlginç ve dramatiktir ki sınıf adına siyasi mücadele arenasında önderlik rolü üstlenmiş ve tavır ve yaklaşımlarını kamuoyuyla paylaşmış olan kimi sosyalist ve komünist partiler (örneğin MKP, MLKP ve TKP-ML gibi), kuvvetle olası bu gelişme ve değişimleri günün siyasal taktiği olarak hesaba katarak ona göre bir görev ve sorumluluk üstlenme gereği dahi duymuyor; tam aksine, örneğin MKP, bu ‘sol’ yaklaşım ürünü tutumlarının ‘haklı gururu’ içerisinde, şunu dahi söyleyebilmektedir:

 

“Daha somut ifadeyle açık faşizmden parlamento peçesiyle örtülmüş faşizme geçiş kadar manidar, bu kadar cılız ve anlamlıdır. İşte, ‘tarihsel süreç’, ‘demokrasinin kaderi’ gibi demagojilerle propaganda edilen bu seçimler, yüklenen yapay anlamların aksine, bu kadar kof, bu kadar kısır ve tüm özüyle burjuvadır.” (Bk. H.G)

 

Bir bakıma “ha Hasan, ha Kel Hasan ne fark eder; ikisi de sonuçta Hasan işte!” yaklaşımı sergileniyor buradaki siyasal sorun ve siyasal mücadele hususlarında. Yani son derece yüzeysel ve kaba yaklaşımlar. Yaklaşım böyle olunca, haliyle de kendilerine, devrim inancına kilitlenme dışında, faşizme karşı mücadelede günün görevi olarak, kayıtsız kalma dışında bir görevin düşmediğinin huzuru içinde olabiliyor. 

 

Ya da TKP-ML, seçimler sonrası Erdoğan rejiminin şeriata evrilebileceğini kuvvetli bir olasılık olarak ön görüyor olmasına karşın, mevcut koşullarda ve güç dengeleri denkleminde bu ciddi tehdidi devrimle veya kitlelerin aktif karşı koyuşuyla engellemenin mümkün olmadığı realite içinde bunu savmanın başka olanaklarını devreye sokmaya çalışmak yerine; kolaycı ve ama sorumsuzluk örneği de addedilebilecek seyirci kalma tutumunu “proleter devrimci duruş” böbürlenmesiyle günün siyasi taktiği olarak kamuoyuna deklare edebiliyor.

 

Ya da bir taraftan: “Elbette AKP’nin ya da faşist şef Erdoğan’ın gitmesi önemlidir. Fakat faşist şef Erdoğan ve şeflik rejiminin gitmesi yeterli olmaz. Yerine gelecek Millet İttifakı yönetimindeki parlamenter rejime demokratik reformları dayatacak işçiler ile ezilenlerin mücadelesini büyütmeye, bu yolla demokratik ve sosyal hakları söz konusu yönetime dayatarak hem haklar kazanmak ve hem de halk hareketinin özgüven   ve gücünü büyüterek, faşizmi yıkacak gücü oluşturmak asıl meseledir.” (Atılım gazetesi) diyebiliyorken; fakat öte yandan da şeriatçı ve daha koyu açık faşist diktatörlüğün önünün kesilmesini önceleyen bir mücadele ve ittifaklar siyasetini tu kaka olarak yaftalama gayretiyle, keskin solculuktan da geri durulmuyor.

 

 Oysa olguların ve nesnel yaşamın göstergeleriyle şu çok açık ki: Şayet engellenemez ise, gelecek olan zorbalık rejimi, 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğünden daha ağır bir şekilde çökecektir toplumun üzerine. İşte bundan ötürü de komünist, sosyalist, demokrat, feminist ve anti şeriatçı tüm toplum kesimlerinin öncelikli tarihi görevi, bu toplumsal yıkımın önüne geçmektir. Yani bir diğer ifadeyle toplumun, toplumu ileriye taşıyacak olan ilerici, demokrat, sol, sosyalist, feminist, seküler ve komünist dinamiklerini, ikinci bir 12 Eylül kıyımına (ya da İran’da yaşanan tarzda) uğratmamak için, faşizme karşı mücadeleyi, günün gerçeklerine sırtımızı dönmeden ve mücadele tarz ve taktiklerinin belirlenmesinde tayin edici başat unsur olan güçler dengesi realitesine uygun bir tarzla belirleyip uygulamak tarihi sorumluluğuyla karşı karşıyayız.

 

Kimileri galiba hayatın acı gerçeklerinden önemli oranda kopuk olmalı ki; ayakları havada ‘savaş naraları’ atmaktan pek bir haz duyuyor gibiler. Elinizi tutan, makinalınızın namlusuna karanfil takan ve kızıl ordunuzun önüne bedenlerini yatırarak onların faşizmin üzerine ölüm kusmasını engelleyen mi var; buyurun, tek bir devrimci hamleyle, tüm kurum ve kuruluşlarıyla yıkın, yerle bir edin faşist diktatörlüğü. Böylece elleri titreyen, dizlerinin bağı çözülen ve de ölümüne ödleri kopan bizim gibi tüm tabansızların da laflarını ağızlarına tıkmış olursunuz ve paşa-paşa ardınızda saf tutmalarını da sağlamış olursunuz, fena mı olur yani.

 

Sahi niye bunu yapmıyorsunuz? Yapmıyorsunuz değil aslında, yapamıyorsunuz; çünkü bunu yapacak düzeyde bir örgütlülüğünüz, eğitimli donanımlı sübjektif güçleriniz, silah araç gereçleriniz yok öncelikle. İkinci olarak savaşın en temel yasalarının sadece lafzını yapıyorsunuz; onların ruhunu kavramakta pek dogmatik ve mekaniksiniz. Böyle olmamış olsa; nispeten zayıf bir gücün, konjoktürel olarak sizden kat be kat güçlü düşmanınızı tek hamlede ve toptan yıkma stratejisine kilitlemezdiniz kendinizi. Bilirdiniz bu savaşın (gerek Leninist toplu ayaklanma ve gerekse de Maoist uzun süreli halk savaşı stratejileri gereği) uzun soluklu, irili ufaklı ve ardışık bir yığın muharebelerden geçerek ilerleyeceğini. Ve bilirdiniz sınıfların antagonist çelişmeler üzerinden saf tutuğu bu türden zorlu ölüm kalım savaşın (ve hatta kimi tek tek muharebelerin dahi) düşman cephesi içindeki çekişmelerden yararlanmadan ve verili sürecin asgari müşterekleri üzerinde kimi uzlaşmalarla o muharebe özgülünde de olsa silahları sürecin baş düşmanına çevirmeden kazanılamayacağını. Ve bilirdiniz sınıf savaşının tek düzeyli ve tek aşamalı olmayacağını; her sürecin bir baş çelişmesinin ve baş düşmanın olacağını ve anın görev ve savaş taktiğinin, bunların çözümü üzerinden şekillenmesi gerektiğini. Ve o zaman anlardınız ve es geçme lakayıtlığına düşmezdiniz daha yıkıcı ve yok edici bir şekle bürünerek gelecek olan düşman saldırısını önlemenin ve kendi güçlerini korumanın da faşizme karşı bir savaş taktiği olduğunu. Anlamakta zorlanmazdınız aslında bu taktiğin kendisinin de doğrudan faşizme karşı mücadele stratejimizin değerli bir taktiği ve muharebesi olduğunu. Evet, burada görünüş olarak burjuvazinin bir bölüğüyle sahada bir güç birliği durumu vardır ve muharebe zaferinin aslan payını da burjuvazinin muhalif kanadı almış oluyorsa da ama stratejik düşünenler tablonun bu kısmına takılmaz, onlar, bu güç birliğiyle burjuvazinin o özgülde halkların en kanlı zorba kliğini yenilgiye uğratmış olmak ve kendi güçlerini korumuş ve sonraki hamle için tahkim etme ortamı yaratmış olmanın başarısı olarak bakar. Yani sınıf savaşının da doğasına aykırı değildir şu “kazan kazan” esprisi. Nerede durduğunuz, hangi pencereden baktığınız ve hangi perspektifle ele aldığınıza bağlı birazda.  

 http://halilgundogan.blogspot.com/2023/03/2023-cumhurbaskanligi-secimine-iliskin.html

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)