13 Nisan 2023 Perşembe

UKKTH-Tarihten Notlar ve Polemik-2

 

                                                  PartizanAğustos-Eylül-2008-SAYI_66

                        E- SAVAŞ-SİYASET İLİŞKİSİ VE ST’NİN SİYASET DIŞI DURUŞU

 

Partizan’ın ulusal hareketlerle ilgili devrimci, reformcu kriteri ulusal savaşlar sorununda da belirleyicidir, tamamlayıcıdır. Bu bölümde ulusal hareketin niteliğine rengini veren unsurun ulusal savaşlara da rengini verdiğini açıklayacak ve ST’nin siyaseti ihmal ederek ulusal savaşları nasıl içeriksiz bıraktığını göstereceğiz. Partizan milli baskıyı kökünden söktüğü, ulusal ezilmişlik konumuna son verip egemen ulusun, egemen sınıflarının çıkarları için yaşamsal olan devlet sınırlarına yöneldiği için UKKTH’yi ve onu siyasetinin temeli yapan ulusal hareketi devrimci değerlendirmektedir.

 

UKKTH’nin şekillendirdiği bir ulusal savaş ulusal bağımsızlık-kurtuluş savaşıdır; böyle bir savaş ulusal devrimci bir savaştır. MLM’nin savaş teorisi, savaşı siyasetle ilişkisi içerisinde ele alır ve onu siyaset üzerinden tanımlar ve savaşın niteliğini savaşa yol açan siyasetle açıklar. İşte Lenin’in bu konuya dair aydınlatıcı sözleri: “Peki, bir savaşın özünü nasıl tanımlayabilir, nasıl ortaya koyabiliriz? Savaş, siyasetin devamıdır. Öyleyse savaş öncesinde güdülen siyaseti, savaşa yol açan, savaşı ortaya çıkaran siyaseti incelememiz gerekir...

 

Eğer güdülen siyaset ulusal kurtuluş siyasetiyse, yani ulusa zulmedilmesine karşı olan yığın hareketinin ifadesiyse, o zaman bu siyasetten doğan savaş, ulusal kurtuluş savaşıdır.” (U.S.U.K.S, Sf 232-233) Lenin yoldaşın açıklamalarındaki gibidir Partizan’ın ele alışı. Ulusal kurtuluş siyaseti UKKTH ile şekillenir, UKKTH olmaksızın bir ulusal kurtuluş siyaseti ve elbette ulusal kurtuluş olmaz. Ulusal kurtuluş savaşı doğrudan bir siyaseti, UKKTH’yi gerçekleştirme siyasetini anlatır. İşler cinfikirli ST yazarının dediği “Çeşitli sebeplerle bu ilkenin geri çekilmesi, ya da somut olarak ileri sürülmemesi...” gibi olmaz.

 

Cinfikirli ST yazarı UKKTH’nin gizlenebilir olacağına, bir ulusal hareketin bunu gizleyeceğine öylesine inandırmış ki kendini “Biz devrimci gerçekçileriz, saklı olana da ilgi duyar, gizli olanı da değerlendirmeye alırız”. ST yazarının gizli-saklı olanı açığa çıkartma maharetine ileride değinecek, hakikaten bu işte ne kadar acar olduğunu göstereceğiz. Fakat “biraz ciddiyet” deme hakkımız var. Bir politik programın temel dayanaklarından bahsediliyor, örgütsel sırlardan değil, “gizli” “saklı” mı olur, bu da nereden çıktı?

 

ST bu tür kurgular, “ihtimaller” bulmak yerine, ulusal savaşın siyasetine yoğunlaşmalıdır. Ulusal savaşa dönüşen siyaset nedir, ulusun güttüğü siyaset neydi, egemen ulusun egemen sınıflarına durup dururken mi savaş açtı, egemen ulusun egemen sınıflarına karşı savaşırken hangi hedefi gerçekleştiriyor vb. vb. sorular var cevaplandırılması gereken. ST’nin ulusal hareketlerle ilgili koyduğu ölçütlerle hareket edelim; Proleter dünya devrimine hizmet edip etmediği ve komünistlerin örgütlenme ve propagandası karşısındaki tavrını baz alarak bu hareketleri devrimci, reformist diye ayrıştırıyor. Bu kıstaslar, üzerinde düşünülmüş olguyu bir bütünlük içerisinde değerlendirerek oluşturulmuş kıstaslar değildir. Siyasal amaç ve hedefler esas alınarak tanımlanması gereken bir hareket, ST’nin ele alışında bunlardan soyundurularak tanımlanmıştır. Hiçbir ulusal burjuva hareketin proleter dünya devrimine hizmet etmek gibi bir amacı yoktur. Böyle bir amaç ve hedef hiçbir ulusal devrimci hareketin doğuş nedeni değildir; o halde kendisinin var oluşuyla uzakyakın hiçbir ilgisi, ilişkisi olmayan nedenlerle, kıstaslarla o ulusal hareketin niteliğini nasıl tanımlayabiliriz?

 

Tanımlamaya kalkıştığınızda şu kıstaslara uygunsunuz siz devrimci, bu kıstaslara uymadığınız için de siz reformistsiniz dediğinizde o iki ulusal hareket de birden size demez mi ‘Tamam da bizim öyle bir amacımız, hedefimiz yok ki, bizi neden var oluş nedenlerimiz, o nedenlere göre şekillenmiş siyaset ve savaşımız üzerinden, o nedenlerin gereğine uygun davranıp davranmadığımız üzerinden tanımlamıyorsunuz?

 

 ST bize “bir ulusal hareket proleter dünya devrimine hizmet ettiğine ve komünistlerle dostluk ilişkisi kurduğuna göre bu hareket ulusal devrimci kurtuluş hareketidir ve güttüğü siyaset de ulusal kurtuluş siyasetidir” diyebilir. Bilimsel kriterlerden yoksun, tümüyle yorumlara dayanan böyle bir cevabı bir an kabul edelim. Peki ulusal kurtuluş siyaseti UKKTH değil midir, UKKTH ilkesi değil midir ulusal kurtuluş siyasetini şekillendiren! Siz ulusal kültür, özerklik siyasetiyle ulusal kurtuluşun sağlanacağını mı düşünüyorsunuz? Ulusal hareketleri en temel ilkeden UKKTH’den mahrum bırakması ST’ninhandikapıdır.

 

Ulusal hareketleri silahsızlandıran, siyasetten kopuk, boşlukta bırakan bu handikaptır. Somut bir örnek verelim. Kürt ulusal hareketinin benimsemiş olduğu siyaset nedir, veya bir siyaseti var mıdır? Kürt ulusal hareketinin siyasetini belirleyen hangi amaç ve hedeflerdir? Bu ve benzer soruların cevabı ST’de, aynı yayın grubu içinde olan “Devrimci Demokrasi Gazetesi”nde yoktur. Bahsettikleri en fazla ulusal hareketin taleplerini daralttığı, hızla reformizme gittiği vb.dir. Fakat taleplerin daraltıldığını nasıl tespit ediyorsunuz? Tam, bütün talep neydi? Neyin karşısında talepler daraltılmıştır veya neye bakarak, neyi kıstas alarak hızla reformizme gidiyor diyorsunuz? Belirsiz, muğlak kalmış şeylerdir. ST bunlara net cevaplar veremiyor. Bütün açmazlarının gelip dayandığı yer ST’nin ulusal hareketleri siyaset dışı bir 72 yaklaşımla değerlendirmesidir.

 

 Özellikle Partizan’a yanıt diye kaleme alınmış ST’nin 14. sayısı bu açmazı derinleştirmiş, karman çorman yapmıştır. Siyaseti, savaşı bir oyun niyetine belliyor, kahUKKTH’yi gizliyor kah UKKTH de olur, özerklik de olur, bir besin zinciri gibi sonucun sonuçlarını üreterek “mantıki” sonuçlar halkası oluşturuyor vs. Ama sonuçta UKKTH temel ilkesi yoktur ya da bu ilke temel yapılmıyor ve bozuk bir temel üzerinde yapıyı yükseltiyor. Tabi yükseldikçe çarpıklık daha da güçleniyor. Ulusal kurtuluş siyasetine yön veren, onu biçimlendiren UKKTH’dir. Devrimci ulusal kurtuluş siyaseti ve bu siyasete bağlı olarak gelişen ulusal devrimci savaş, bütün varlığını UKKTH’ye borçludur. UKKTH hedefinin reddedilmesi halinde kaçınılmaz olarak yeni bir siyaset oluşturulur.

 

 Bu siyaset hiç şüphesiz bir savaşa da dönüşebilir veya şimdi Kürt ulusal hareketinde olduğu gibi savaş durumunun korunmasını da getirebilir. UKKTH’nin terk edilmesiyle birlikte yeni oluşturulan siyasetin niteliği devlet sınırlarını değiştirmeyi hedefleyen olmaktan çıkar, verili koşullar içerisinde milli baskıyı hafifletmeye dönük bir nitelik kazanır. Savaşın sürdürülmesi, savaş durumunun korunması milli baskıyı hafifletmek, özcesi reformlara zorlamak amaçlı olur. Tahminler, senaryolar yazmıyoruz, savaş-siyaset ilişkisinin, siyasetin çözüm olgusuyla ilişkisinin getirdiği sonuçlardır bunlar. Ulusal hareketler tarihi bu örneklere çokça tanıklık etmiştir. ST’nin bilimsel olmayan tahlili olguları ve olayları keyfi bir temelde değerlendirmekle yüz yüze bırakıyor ST’yi.

 

 

 F- ULUSAL DEVRİMCİ, ULUSAL REFORMİST SORUNU VE ST’NİN “OYUNUN KURALLARI”NI DEĞİŞTİRMESİ

 

Partizan, 66. sayısında ulusal hareketlerin kavranışıyla ilgili bir yaklaşım sunmuş ve ST’yi eleştirmişti. Partizan’ın eleştirisi dostça ve devrimciydi. ST, eleştirinin sunduğu imkanı da değerlendirerek konuyla ilgili anlayışını gözden geçirebilirdi. Her ne kadar ST’nin 12. sayısı böyle bir görevi yerine getirdiklerinin materyali ise de üzülerek belirtelim ki ST, konyla ilgili olarak dünkü durduğu yerden yalnızca çok da uzaklaşmış değil, akla ve bilime de savaş açmıştır. Böyle olduğunu, buraya kadar yazdıklarımızla dilimizin döndüğünce anlattık, şimdi konuyu biraz daha daraltıp derinleşelim. Lenin yoldaşın, Kautsky’yi ağır biçimde eleştirdiği sorunlardan biri de devlet ve devrim sorunuydu.

 

Lenin eskiden Marksist olmak için sınıflar mücadelesini kabul etmek yeterliydi diyor ve “bugün bu yetmez, proletarya diktatörlüğünü savunmak gerekir” diye tamamlıyordu. Sınıflar mücadelesinin kabulü oldukça geniş bir ortak paydadır ama devrimler ve devrimleri koruma sorunu güncelleştiğinde bu ortak paydada kopmalar oldu. Sınıflar mücadelesi reformistlerce de kabul görür, fakat proletaryanın iktidar sorununda yanımızda görmek bir yana eylemimize engel çıkartır, köstek olurlar. Toplumsal kurtuluş mücadelesinde devlet ve devrim sorunu ayrıştırıcı öğe olarak durur. Toplumsal kurtuluş mücadeleleri için durum buyken ulusal hareketler için değerlendirmeler söz konusu olduğunda bir ölçüsüzlük, bir keyfiyettir gidiyor.

 

Örneğin düşmanla bir masaya oturmak veya ateşkes ilanı reformist değerlendirilmesi için yeterli sayılıyor. Ya da silahlı mücadele veriliyorsa devrimcidir deniliyor. Emperyalizme, işbirlikçilerine karşı olması devrimci görülmeye, örneğin yasal parti kurmak reformist olmaya yetiyor. Bunların her biri değerlendirmede veri olarak alınabilir, buna itiraz edilemez. Sorun belirleyici kabul edilmeleridir. Bu, temel ilkelerin, onun şekillendirdiği siyasal çizginin bir tarafa bırakılması, gözardı edilmesidir. Böyle bir apolitiklik kabul edilemez, geçiştirilemez. Partizan, ST vesilesiyle aslında bu görüntüyü de eleştirmiştir. Emperyalizme karşı olmak devrimciliği belirlemez, çok geniş kesimler, çok farklı politik yapılar böyle bir zemin üzerinde bulunabilir/bulunur. Keza emperyalizme ve işbirlikçilerine darbe vurması veya dünya devrimine hizmet etmesi, dünya devrim cephesi içerisinde yer alması da aynı şekilde çok geniş bir ortak paydadır.

 

 Proletaryadan milli burjuvaziye kadar tüm sınıf ve katmanlar bunların politik eylem ve örgütleri hatta kimi istisnalarda gerici, karşı-devrimci sınıfların siyasi temsilcileri ve eylemleri de bu ortak payda üzerinde buluşabilir. Bunun geçmişte de günümüzde de sayısız örnekleri var. Nepal’den Hindistan’a, Filipinler’den Latin Amerika’ya kadar birçok yerde bu söylediklerimizi doğrular örnekler söz konusudur. Bu durumun açıklamasını, çelişkilerin özgünlüğünde, her çelişkinin çözümünün farklı saflaş73 malar yarattığı gerçeğinde aramalıyız. Aynı yerde hem reformist hem devrimci yapı buluşur, buluşabilir. O halde çizilecek kavramsal çerçeve bunu yansıtmalı. Emperyalizme karşı olmak bir demokratı tanımlar (şüphesiz devrimciyi de, ama devrimci bir yapı için bu yeterli değildir) çünkü emperyalizm aynı zamanda siyasal gericilik demektir. Lenin en tutarlı demokratlar, komünistlerdir derken çok haklıdır.

 

Çünkü komünistler sadece cepheden karşı olmakla kendilerini sınırlamazlar, bir başka dünyanın temellerini de atarlar, bu bakımdan emperyalizmi mezara gömmeye yönelirler. Mesele burada, demokratlar bu kapsamda bir emperyalizm karşıtlığı tartışması değil, bu komünistlerle kıyas sorunudur. Ancak bu onların emperyalizme karşı olduğu gerçeğini değiştirmez.

 

 Türkiye gibi sömürge, yarı-sömürge, yarı-feodal ülkeler siyasal demokrasinin hemen hiçbir koşulunu gerçekleştirmiş, hakim kılmış değildir. Feodalizmin komprador kapitalizm ve emperyalizm ittifakı ekonomik ve sosyal gelişmenin ayak bağı, frenleyicisi olmuş, siyasal ve ideolojik üst yapı ise bu en gerici sınıfların ve ekonomik yapının yeniden üretilmesine uygun bir biçim almıştır. Bu durum nesnel olarak çok geniş bir yelpazede siyasal sistem karşıtı bir gücün birikmesini sağlar. Burjuva demokrasisinin çözüme kavuşturduğu sorunlar (ezilen ulus ve milliyetler, farklı inanç gruplarının sorunu, örgütlenme sorunu, idari yapı ve kamu yönetiminin kısmi demokratikleşmesi, askeri hizmet vs. vs. sorunlar) bu ülkelerde yakıcı biçimde varlığını korur.

 

 Farklı sorunlar üzerinden gelişen, farklı çözüm ve hedeflere sahip olan çok değişik dinamikler siyasal sistem karşısında birer mücadele gücü, toplumsal gelişmenin unsurları olarak dururlar. Çizmeye çalıştığımız bu tablo siyasal nitelikleri, siyasal ufukları, farklılaşan ama emperyalizme de, işbirlikçilerine de (derecesi, şiddeti değişik de olsa) karşı olan çok farklı sınıf ve katmanların, sosyal grupların, ulusal ve inanç temelli toplulukların varlığını ve pratiklerini gösterir.

 

 Doğal olarak bu mücadele dinamikleri harmonisinde sosyal devrimciyi, sosyal reformistten, ulusal devrimciyi ya da reformisti diğerlerinden ayırmak emperyalizme karşı mı, dünya poleter devrimine hizmet ediyor mu sorularıyla mümkün değil. Partizan ulusal hareketler bağlamında ayrıştırmayı sorunun (ulusal sorunun) çözümü ve bu çözümü gerçekleştirmenin siyasetini esas alarak yapmıştır. Ulusal çelişkinin çözümü UKKTH’nin gerçekleşmesiyle olur, bu ise (ulusal hareketler açısından) ulusal kurtuluş siyaseti ve pratiğiyle olur. UKKTH ve ulusal kurtuluş siyasetiyle kendini tanımlayan ulusal hareketler ulusal devrimci hareketlerdir. Emperyalizme (işbirlikçilerine) karşı olmak, dünya devrimine hizmet etmek gibi bütün sonuçlar, bütün her şey ancak ve ancak çözüm yolu ve siyaseti sentezinin dolaysız etkileri, yansımalarıdır. Bunu böyle kavramalıyız.

 

Partizan’ın anlayışı budur. Partizan, savunduğu bu görüşle MLM’ye yeni bir katkı yapmıyor. O hazinede mevcut olan anlayışı ifade ediyor. Siyasal ilkelerle hareket etmek, olayları, olguyu bu ilkelerle ilişkisi içerisinde değerlendirmek... İşte Partizan bunu yapıyor. “Reform olarak özerklik ile devrimci bir önlem olarak ayrılma özgürlüğü arasında ilke farkı vardır...” Dikkat ederseniz Lenin yoldaşın karşılaştırdığı her iki kavram da bir siyasal hedefi, bir siyaseti ifade ediyor. Bu siyasal ilkeler dururken ulusal bir hareketi tavşanın suyunun suyuyla değerlendirmek olacak gibi değil. Ayrılma özgürlüğü zoraki birliği ve bunun sonucu oluşan çelişmeyi ortadan kaldırır, devlet sınırlarını gündemleştirir. “Reform” diye tanımlanan özerklik ise ezilen ulusa ulusal haklar bakımından “tavizler” sağlasa da hepsi bundan ibarettir. Dolayısıyla özerklik zoraki birliğin yeni bir biçim altında üretilmesi, devamıdır.

                                          PartizanAğustos-Eylül-2008-SAYI_66


 G- ULUSAL REFORMİST HAREKETLER DÜNYA DEVRİMİNİN NERESİNDE YER ALIR?

 

Şimdi Lenin yoldaşa ait fakat biraz uzun tutmak zorunda kalacağımız bir pasajı aktaralım: “Polonyalı sosyal-demokratlar, bizim programımızı ‘ulusal reformist’ buluyorlar.

 

Şu iki pratik öneriyi kıyaslayınız.

 

1) Özerklik için ve

2) ayrılma özgürlüğü için.

 

Programlarımız özellikle ve yalnızca bu noktada birbirinden ayrılmaktadır. Bunlardan birincisinin reformist olduğu ve onu ikincisinden ayırdeden şeyin, bu reformizm olduğu açık değil mi? Reformist bir değişiklik egemen sınıfın temellerini sarsmayan, bu sınıfın bir ödünü olan ve onun tahakkümünü sürdüren bir değişikliktir.

 

Devrimci bir değişiklik ise, bu iktidarı temellerine kadar sarsar, ulusal programda reformizm, ulusal baskının tüm biçimlerini yok etmez. ‘Özerk’ bir ulus, ‘egemen’ bir ulusla, haklar bakımından eşit durumda değildir. Polonyalı yoldaşlar (eski ‘ekonomistler’ gibi) siyasal kavramların ve kategorilerin tahlilini yapmaktan inatla kaçınmasalardı bunun farkına varmamazlık edemezlerdi.” (UKKTH, Sf 176) Polonyalı yoldaşlar mazur görülmeseler bile anlamaya çalışılır, hataları/sapmaları tebessümle karşılanabilir.

 

Fakat tam 100 yıl sonra siyasal kavramların ve kategorilerin bırakalım tahlilini, varlığından habersiz olan ve bu nedenle “Lenin’in o sözleri komünistler, KP’ler için geçerli” diyen ST’ye ne demeli?! Lenin Polonyalı devrimcilerle polemik yapıyor, iki KP’nin ulusal programını karşılaştırıyor vs. Bu doğru. Fakat bu sadece bir kaçış için mazeret olabilir, MLM kavramlarla düşünmeyen ya da MLM bir içerikle doldurulmayan, karşılanmayan böyle bir itiraz geliştirebilir bunu. ST gibi bir devrimci yayının yapması şaşırtıcı oluyor.

 

Şimdi alıntıda geçen “ayrılma özgürlüğü” ulusal hareketlerde ayrılmama özgürlüğü, yarı ayrılma özgürlüğü veya başka bir karşılığa mı sahip? Lenin reformizmi (ulusal sorunda) açıklıyor, ulusal baskının tüm biçimlerini yok etmez diyor, şayet bu ulusal hareketlerce gerçekleşse bambaşka bir sonuç mu yaratıyor? Ulusal sorunun çözümü için hazırlanmış bir program özerklik talebine göre şekillenmişse bunun karşılığı ulusal devletten vazgeçmektir, ulusal eşitsizliğin korunması vs.dir. Özerkliği benimseyen eğer ulusal bir hareketse ortaya çıkan sonuç farklı olmayacaktır. Kavramların yüklendiği siyasal içerik aynıdır, hayatın simgelerle anlatımıdır. Pratik kullanımında aynı şey yapılır, aynı şey anlaşılır. Lenin’in verdiği şu örneği alalım: “Norveç yalnızca özerk iken, İsveç aristokrasisinin fazladan bir ayrıcalığı vardı ve bu ayrıcalık ayrılma sonucu ‘azaltılmakla’ kalmadı (reformizmin özü, kötülükleri azaltmaktır, onları yok etmek değil) tamamen yok edildi (devrimci nitelikte bir programın başlıca belirtisi budur)” (UKKTH, Sf 176) Lenin yoldaş örneğini nereden alıyor? Norveç pratiğinden, yani bir ulusal hareketin pratiğini, özerkliği savunan Polonyalı komünistlere örnek veriyor. Polonyalıların, ulusal sorun programının reformist olduğunu Norveç’le gösteriyor.

 

 Özerklik, karşılığı olmayan, sadece düşünce alemine ait bir kavram değildir. O, gerçekleşen maddi hayatta bir karşılığı olan bir durumu anlatır. Keza UKKTH de öyle. Bu kavramların hayat bulması birbirinden nitelik olarak farklı iki durum demektir. Bu nedenle, Polonyalılar içinde bir aklıevvelin Lenin’e, Norveç örneğini verdiği için, ‘o özerklik, o ayrılma özgürlüğü ulusal harekete aittir, bizimkinin karşılığı başkadır’ demiş olamaz. Hatırlarsanız Kautsky ile tartışmasında da sorun aynıydı.

 

KautskyUKKTH’nin, ayrılma özgürlüğünün yanından bile geçmiyordu, ‘yasallığın sınırları içinde kaldıkça, devlet sınırlarını sorun etmedikçe egemen sınıflar özerklik de verir, başka şey de’ diyordu. ST gerek ayrılma özgürlüğünün gerekse reformizm demek olan özerkliğin soyut tanımlar olmadığını, ulusal ya da proleter hareket olup olmadığına bakmaksızın anlam, içerik ve karşılığı olan pratiğin aynı olacağını artık kabul etmelidir.

 

Özerklik bir ulusal programa reformist bir nitelik kazandırıyorsa bu her şeyden önce özerklik hedefine göre siyasal mücadele ve araçlarının, düşmanla ilişki ve taleplerinin belirlenmesi ve pratikleştirilmesindendir. Özerklik hedef alınırsa egemen devlet sınırları meşru görülür, her istek, düzenleme egemen devletin yasaları içinde olur. Lenin’in “yasallığın sınırları içinde bakmak” dediği budur.

 

Bir proleter hareket verili durumda özerkliği benimserse ulusal programı bu nedenle reformist olur, bir ulusal hareket özerkliği hedefliyorsa yine aynı nedenlerden dolayı reformisttir. Konuyu bıktırırcasına uzatmak istemiyoruz. Ayrılma özgürlüğünün bir hareketi neden devrimci kıldığına ayrıca girmek istemiyoruz. Devlet sınırlarını kabullenmez, onun meşru olmadığını, zoraki çizilmiş ve milli zulümlerle zoraki korunduğunu söyler ve ulusal mücadelesini o sınırları da, o milli zulmü de ortadan kaldırmak üzere bir kurtuluş mücadelesi olarak yürütür.

 

 Proleter hareketin ulusal programını da ulusal hareketi de devrimci kılan budur. ST, kolaya kaçıp ‘bu komünistler için geçerlidir’ derken gerçek karşısımnda yan çiziyor, bu açık. Ama bunu aslında bir başka nedenden dolayı yapıyor; ulusal hareketlerin politik niteliği UKKTH ilkesiyle ilişkisi üzerinden belirlenir diyen Partizan’ı çürütmek ya da kendisinin UKKTH ile değil, başka olgularla belirlenir iddiasını doğrulamak adına yapıyor.

 

 Bir yanlışta ısrar etmek, doğruları inkar etmekle birlikte yürür. ST’nin ulusal hareketlerin politik niteliğini belirleyen unsurlar olarak sıraladığı özelliklerin siyaseten teorik ve pratik bir karşılığı ve değeri varsa da bir ulusal politik hareketin niteliği demek olan hedefini, amacını ve bunlara bağlı, bunları gerçekleştirmek üzere oluşturulan taktikleri, sınıf ilişkilerini 75 vs. belirleyen türden bir özellik olmadığını, sadece o politik niteliğin, pratikteki yansımalarından ibaret, sonuçlar olduğunu belirtmiştik. ST’nin temel koşul yaptığı ‘dünya proleter devrimine hizmet etmesi ve komünistlerin örgütlenme ve propagandasına engel olmaması’ ulusal devrimci hareketin değil bütün olarak devrimci ve reformist hareketlerin siyasal mücadelelerinde genel anlamda yaşanan, açığa çıkan sonuçlardır. ST, tayin edici unsurları tali olan olgulardan çıkartmaya çalışıyor, bunu deneyip duruyor, yaptığı budur.

 

Oysa kaderini tayin hakkı için gerçekleşen bir siyasal çizgi ve onun sonuçları da özerklik siyasetine göre belirlenmiş bir pratiğin sonuçları da dünya devrim cephesine hizmet eder. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: ulusal devrimci hareket de, ulusal reformist hareket de proleter dünya devrimine hizmet eder, bunlara sosyal/reformist hareketleri de dahil edebiliriz. Bugün emperyalizm ve işbirlikçileriyle ezilen ulus ve ezilen halklar arasındaki mücadele toplumsal gelişmenin tayin edici dinamiğidir. Ezilen halklar ve ezilen ulusların mücadelesi dünya karşı-devrim cephesini zayıflatır, dünya proleter devrim cephesini güçlendirir. Dünya proleter devrim cephesi yalnızca komünistlerden ve devrimcilerden oluşmaz. Emperyalizme ve işbirlikçilerine vurulan küçücük bir fiskenin sahibi bile bizim cephemizdedir, kısacası ‘bir damlanın bile okyanusa faydası var’.

 

Ezilen ulus ve ezilen halklardan onların mücadelesinden oluşmuştur bu okyanus. Dünya, emperyalizm ve işbirlikçileriyle komünistler ve devrimciler biçiminde ayrışmış değildir. Tam tersine bu iki güç arasında çok geniş bir ara güçler, akımlar var. Peki bunların pratiği kime hizmet ediyor, dünya devrim cephesine mi dünya karşı-devrim cephesine mi?

 

ST ulusal hareketleri a) ulusal devrimci, b) ulusal reformist, c) ulusal karşıdevrimci hareketler olarak üç grup biçiminde tasnif ediyor, bu gruplandırmayı esas alıp ST’ye sormak isteriz: ulusal reformist hareketler uluslararası saflaşmada hangi cepheye hizmet etmektedir, dünya devrim cephesine mi, dünya karşı-devrim cephesine mi? ST’nin tanımıyla hareket edersek (ST, Sayı 14, Sf 98) ulusal reformist hareketler emperyalizm ve işbirlikçilerinin maşası değil ama onlara darbe de vurmayan, ulusal demokratik hak ve özgürlükleri için mücadeleyi, düzen içi sınırlarda yürüten, komünistlerin çalışmalarını bilfiil engellemeyen, gerici dünyanın parçası olmayan hareketlerdir.

 

Bütün bu özellikleriyle birlikte ele aldığımızda ulusal reformist hareketin dünya karşı-devrim cephesine hizmet etmediği açığa çıkıyor. Peki, karşı-devrim cephesine hizmet etmiyorsa ortaya çıkardığı enerji, politik sonuçlar kime hizmet ediyor. (tabii genel durumdan, genel ulusal reformist hareketlerin sonuçlarından bahsediyoruz) Bizim cevabımız bu hareketlerin boşlukta olmadığı ve dünya devrim cephesine hizmet ettikleri yönündedir. 


Ulusal demokratik talepler için mücadeleyi ulusal kurtuluşçu, UKKTH hedefli değil, verili koşullar içerisinde yasal sınırları zorlayarak yapmaları bu taleplerin ve eylemlerdeki demokratik içerik ve mücadele birikimlerinin inkarını getirmez. Onun dünya devrim cephesine hizmet eden yönü de bu mücadelesidir. Ulusal devrimci hareketlerle kıyaslandığında daha zayıf, daha küçük bir hizmet olması yukarıdaki gerçeği değiştirmez. 

devamı var

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)