1 Haziran 2023 Perşembe

2_ Tarihimizden Notlar_"Önyargılar Gerçeğe Cehaletten Daha Uzaktır”

Saflarımızda ideolojik olarak sağlam olmayan, dönüşememiş, ideolojik olarak savrulmuş, çürümüş ve yozlaşmış ve ideolojik olararak tutunamayan, ideolojik-siyasi saldırıların altında ezilen bazı unsurların dökülmesi, Parti arabasından atlayarak düşmesi veya atılması sonrası "Oluşum” ve "GÖK” adı altında dönek, döküntü ve kaçkınlar kulübü kurmaya çalışıp, kiminin de tutunamayınca burjuvazinin safına açıktan dönüş yapması şaşılacak bir durum değildir.

 

 Her süreçte, hele hele ağır süreçlerde hiçbir Proletarya Partisi bundan kaçınamaz. Böylesi ağır süreçlerde Parti ve devrimin yükünü taşıya mayan, kaypak unsurlar kaçınılmaz olarak çıkar. Böylelerinin çıkması başarısızlığımızın sonucu ve kanıtı olmayacağı gibi, darbeci-tasfiyecilerin ve PS'nin başarısı da değildir. Etkinin boyutunda başarısızlık veya başarının payı olabilir. Ancak, siyasetle her zaman esas belirleyici yön üzerine siyasal belirlemelerde bulunmak ve onu öne çıkartmak gerekir.

Esas olan nedir? Esas yön hangisidir? vb.

 Yaptığınız  OPK'nın hemen arkasından yönetici kadrolarınızın ezici çoğunluğunun düşman tarafından esir alınmasının nedeni de mi 'sol tasfiyeci grup' veya KDH...” miydi(PS sayı 50, sayfa 17)diyor.

 

 Darbe sonrası eksiklerimiz, olumsuzluklarımız ve yetersizliklerimiz üzerine tartışmak bu yazı konusu olmadığı için girmeyeceğiz. Bu sürecin olumsuzluklarını da onlara bağladığımız olmamıştır. Bugüne kadar üzerinde tartıştığımız sorun bu değildir. Eleştirilerimiz Proletarya Partisinin tasfiye edilmesi, bu amaçla komplocu-darbeye başvurulmasının altında yatan anlayışların, ideolojinin, siyasetin, örgütsel-pratik hattın üzerine olmuştur. Temeli Leninist parti anlayışının kapsamı üzerine olmuştur.

Darbe sonrası süreçte yapılanmanın eksikliklerini ve olumsuzluklarını, ne darbeci tasfiyecilere bağladık ne de Partinin aldığı kayıplar darbeci-tasfiyecileri haklı çıkarır veya kendilerine "doğruluk” payı çıkarır. Kuşkusuz darbeci-tasfiyecilerin bu olumsuzluklarda hiç payının olmadığı anlamına gelmez. Parti/disiplin üstü. ben merkezci anlayışların yansıması olduğu gibi şu yönüyle paylan vardır:

Darbe ile birlikte baş ajanın rolünün payıyla, her yol mübahtır mantığıyla ve menşevik anlayışları gereği Parti bilinci yoksulluğuyla, aleniyetçi politikayla, ağır illegalite ihlali yapıp Partiyi parçalamakla yetinmeyip sözlü ve yazılı yollarla organları (üstten aşağıya kimin konumu, görevi, mevcudu, hangi alanda olduğu vb.) dedikodusuyla polise açık hale getirdiler.

 

Yanısıra tahriklerle sorumluluk bilinci taşıyamayan insanları şu ya da bu ölçüde aleniyete zorladılar. Bu yönlü ideolojik-örgütsel-pratik saldırıları, Partiyi hem anlayış, hem de pratik faaliyetlerle sıradanlaştırma anlayışları, Leninist Parti anlayışını geliştirme, yükseltme ve yüceltme yerine tersine sıradanlaştırma anlayış ve saldırı çabaları saflarımızda da birçok insanı önemli ölçüde etkiledi.

 

Tasfiyeciliğin etkisi genişledi, tahribat arttı. Burjuva cepheleri saldırılarıyla geriliği arkasına aldılar. Alancılık, grupçuluk ve bölgecilik gelişti. Dedikodu, boşboğazlık, herkesin herşeyi bilmesi gerektiği anlayışı vb. yaygınlaştı. Demagojinin alanı geriliktir; geriliği arkasına almak isteyen demagojiye başvurur. Demagogların tasfiyeci-menşevik ideolojik saldırılan saflarımızda etkili oldu.

Ancak sınıf bilinçli proletarya hareketi bunların üstesinden gelebilmiştir. Yığınlarca insan iradi çabanın etkisiyle ve kendi siyasal deneyimleriyle menşevik, darbeci-tasfiyeci ve tasfiyeci cephelerden gelen Proleter sınıf hareketinin bilincini, disiplinini ve örgütünü bozan saldırılarıp niteliğini ve nereye götürmek istediğini gördü. Bu anlamda aldığımız kayıplarda darbeci-menşeviklerin saldırıları ve o saldırıların tahribatının payı (etkisi) vardır.

Sınıf mücadelesinde kayıplar kaçınılmaz olarak olacaktır. Ancak, kayıplarda esas olumsuzluk güçler dengesinin bugün aleyhimize oluşu, koşulların ağırlığı ve yapılanmanın olumsuzluklarıdır. Kuşkusuz yapılanmanın eksikliklerinin, olumsuzluklarının nedenlerini ve hesaplarını iç yapısına vermiştir/verecektir.

 

 

Ajan Ve işbirlikçi Olduğuna inanmıyor” muyuz (!) Bakalım!..

 

PS 'de, "ÖG o kadar büyük bir tutarsızlık içerisindedir ki, bir yandan '94 ayrılığı ve olumsuzluklarının kaynağı olarak Komünist Partisi' ni ve onun' içinden çıkan KDH'yi görürken öte yandan ise KDH elemanlarının ajan ve işbirlikçi olduğuna inanmamaktadır" (abç, PS sayı:5() sayfa 17) diyorlar.

 

Burada önce şunu düzeltelim: Biz hiçbir yerde PS ve "teorisyenleri” gibi cahilce konuşup "olumsuzlukların kaynağı... Komünist Partisi” olduğunu söylemedik. söylemeyiz de. "Olumsuzlukların kaynağı” burjuva sınıf ve tabakalardan gelen özelliklerdir. Ve burjuvazinin ideolojik saldırılarının etkisinde kalmalarıdır. Soruna değindiğimiz her yerde bunu söyledik. '94 darbesi Komünist Partisi'nde yapıldı. Buna başvuranlar KP'ye küçük-burjuva saflardan gelenlerdir.

Bu sınıfın ideolojik, siyasal, kültürel vb. gibi düşünce ve alışkanlıklarını KP'ye taşıyanlardır ve bu özellikleri giderilemeyenlerdir. Bunlann kaynağını, sınıfsal zemin ve burjuva sınıflanın ideolojik saldırılarından koparıp, onu gözardı ederek "kaynağı... KP” olduğunu söylemek cahilce konuşmaktır ve bizim böyle bir anlayışımız olmaz ve olmayan bir şeyi yakıştırmak iftiracılıktır.

Darbeci-tasfiyeciler Proletarya Panisi adını kullandıklarından hareketle kendilerine "KP” sıfatı taktıklarından dolayı eğer '94 ayrılığında olumsuzluğun sorumlusunun kendileri olduğunu gördüğümüzü ifade etmek istiyorlarsa ifadeyi doğru kullanmalıdırlar. Evvela bunu yeni öğrenmiyorlar, bunları başından beri söylüyoruz. Ayrıca darbeci-tasfiyeciliğe başvurmakla olumsuzluğun sorumluları olmalarıyla, olumsuzluklarının kaynağını birbirine karıştırmamalıdırlar.

Şimdi burada sorunun özüne gelelim:

 

"KDH elemanlarının ajan ve İşbirlikçi olduğuna inanmamaktadır” diyorlar. Ama neye dayanarak, belli değil... Bunu hangi açıklamamızdan, nereden çıkarıyorlar? Hiçbir yerden çıkaramazlar. Bu iddialarını başkalarına söyleyebilirler ama bize söyleyemezler. Çünkü bunların bir kısmını '94 darbesinden önce yoldaşlarımız ortaya çıkardı.

Ta o zaman kesin kanıya vardılar ve ilettiler. Kendileri de biliyorlar, baş ajan ve birkaç piyonun önderliğinde Partiyi komplocu bir darbeyle ele geçirmeye çalışıp, örgüt tasfiyeciliğine başvurmalarına, burjuvazinin yönlendirmesi ve ideolojik cephaneliğinden alınmış yöntemlerle birçok yönetici kadroyu yıpratmak için olmadık iddialarda bulunup yıpratmalarına, ideolojik, siyasi ve örgütsel rolleriyle üstesinden gelemeyeceği ve kendileri için tehlikeli gördükleri yönetici kadrolarımız hakkında ölüm kararları, tutuklama, saldırı, şantaj vb. bilumum iğrenç burjuva yöntem ve tahriklerine rağmen, Parti ve Parti bilincini sıradanlaştırıp güvensizlik geliştirme ve tabanı kötü etkilemelerine rağmen o zaman tespit edilen ajan ve rollerini vb.ni göremediler.

 Örgüt bünyesine ve tabana, kamuoyuna açmadık, girmeyi de doğru bulmadık. Ancak kamuoyuna yayınlanan bazı yazı ve konuşmalarda, "Bazı şeyleri tarihe bırakıyoruz. Zamanla bazı şeyler daha iyi ortaya çıkacaktır. Darbeci-tasfiyeciliğin altında yatanlar ortaya çıkacaktır” gibi söylemlerle yetindik. İdeolojik-siyasal anlayışları, amaç ve hedefleri, fiiliyatlarının kaynakları vb. yönleriyle üzerlerine gittik. Evet bugün haklılığımız daha iyi ortaya çıktı, göremeyenler ve görmek isteyenler açısından her şey açığa çıktı. Tarihe, zamana bırakılan şeyler bir bir yerini aldı ve alıyor. Darbeci-tasfiyeciler ve onların anlayışlarını doğru bulduğu için takip eden PS de bildiği halde böyle bir çarpıtma hilesine başvurduğundan ve okuyucusunu yanılttığından dolayı, durumu bilmeyenler için bunun üzerinde biraz durmamız gerekiyor.

Baş ajanın; 1992'de kendi saflannda hayatın zorlaması ve birlik eğilimlerinin gelişmesinin etkisiyle bir manevra olarak Parti'de birliğe yanaştığı çok geçmeden ortaya çıktı. Bu belirlememizi, '94 darbesinden sonra çeşitli yazılarda dile getirmiştik. Manevracılar Parti'ye gelip Parti 'de egemenlik sağlamak için pek çok yöntemlerle ortaya çıkıp dayatmalarda bulundular. Defalarca ayrılığın eşiğinden dönüldü. Parti 'de egemen olma, kontrol altına alma, birde ele geçirme emelleri I. OPK'da da başarıya ulaşamayınca yeni planlarla harekete geçtikleri sonradan anlaşılıyor. 

1992'de kendisinden kuşkulanıldığından dolayı sorgulama kararı alınanlardan biri Batı'da elden kaçtı. Bir diğeri ise; kırsalda, baş ajanın yanına çağırmasıyla sözde sorgulanıp aklanıyor. 1992 sonbaharında bölgede yapılan GBMK toplantısına ara verilip aynı kişi yeniden sorgulanıyor (yeniden sorgulamanın gerekçesi; bahsi geçen kişiye ilişkin verilen bilginin yanlışlıklar ve eksiklikler taşımasıdır). Sorgulamanın sonucunda 3-4 yoldaş "bu kişi ajandır” diye diretmiş, çoğunluk ise bu tür şeylerle karşılaşmamanın yani tecrübesizliğin payıyla ve "yanlışlığa düşmeyelim” kaygısıyla ajanlığı göremedi ve "kişi temize” çıkmış oldu.

1993 sonbaharında Karadeniz'de olan bir unsur Nihat'ın çabasıyla (geçmişten beri tanıdığından ve verimli olacağından hareketle) Karadeniz Bölgesi'ne atandı. Batıya geldi ve Karadeniz'in ihtiyaçlarını sağlama bahanesiyle Batı'daki yönetici yoldaşlarla bağ kurdu. Bu kişi Batıya geldikten sonra görüştüğü yönetici yoldaşlar kısa süre sonra birer birer yakalandı. Bazı yoldaşlar görüşme sürecinde takibi farketmişlerdir. İki-üç ay içerisinde 6-7 yönetici yoldaşın yakalandığını herkes biliyor.

 Bu yakalanmalar bir "alan açma”, bir "temizlik” harekatıydı. Baş ajanın engel olarak gördüğü bu yoldaşlar; öteden beri Parti 'nin devamlılığından gelen "konferans kökenli”lerdi. En son yakalanan yoldaşlardan biri; '93 Aralık sonu-94 Ocak ilk günlerinde yakalanmasının sıradan bir yakalanma olmadığını, bir işbirliği sonucu yakalandığını, yukarıda bahsedilen "Seyfi” kod adlı Ramiz Şişman'ın ajan olduğu (bir yıl sonra yakalanan ve bizzat kendilerinin Ankara Merkez Kapalı Cezaevi'nde '96'da cezalandırdıkları) ve yakalanmanın oradan geldiğini açığa çıkardığını belirtti.

Bu kişinin derhal tutuklanıp sorgulanması gerektiğini, yalnız kırsal alanda Nihat'ın sorun çıkarabileceğini ( bu haliyle DABK kökenlileri arkasına alabileceğinden hareketle) bu durumun gözönüne alınarak hareket edilmesini iletmiş ve sorun çıkarmamaları gerektiğine ilişkin görüş bildirmiştir. Daha önce yakalananlarla bir araya gelindiği zaman da onların esir düşme nedenhıi çözüp daha da kesinleştireceklerine ilişkin bilgilendirmişlerdi.

94 Ocak-Şubat ayı içinde esir düşen o dönemin yöneticilerinin ortak değerIendirmesinde de Ramiz Şişman'ın ajan olduğu kanısı çıkmıştır. Bütün bunları darbeci-tasfiyeciler, özellikle "önder”leri iyi bilirler. Ancak esir yoldaşlar, sadece sorunu onunla sınırlı görmemiş ve değerlendirmelerini gerekli yerlere göndermişlerdi.

Ocak ve Şubat ayı içinde Batıda bir MK üyesi ve bazı yoldaşların da yakalanmasını değerlendirmiş, Mart ayı içinde bir başka ajan olan Bayram Kocabozdoğan ortaya çıkarılmış ve gerekli yerlere bu bilgileri iletmişlerdir.

Böylece oldu iki...

 

(İşbirliği yaptığına ilişkin başkalarından da kuşkulanılmış, -Hasan Batmaz ve 'dan kuşkulandığımız daha birlik öncesinde biliniyordu-kimisiyle ilişki kesilmiş, kimisiyle de tedbir alınarak gözetlenmiştir...)

Bunlar iletildikten bir süre sonra, bunların yakalatmalarıyla açtığı alanda durum baş ajanın etkileyeceği alan lehine çevrilmiş, çeşitli yerlerde bazı hazırlıklar yapılmış, dikkatler kayıplar vb. üzerinde yoğunlaşmasın diye lehine dönüşen durumun başını döndürmesiyle ve onun heyecanıyla "MK toplantısı çağrısı” yapıp herşey normal giderse resmi MK toplantısıyla Parti önderliğini ele geçirme planlarını uygulamaya koydular.

 Buna karşın, toplantıdan önce bölgede tasfiyeciliğini durdurup bölge irade toplantısı yaptıktan sonra ve.diğer MK üyelerinin de gelmesinden sonra MK toplantısı yapılabileceği anlayışı belirtilince baş ajan ve müritleri çılgına dönmüş, bu hesap tutmayınca yakalatmalarla açtığı alanın altındaki baş ajanın plan ve dayatmalarıyla Partiyi zorla ele geçirme darbesi sahneye konulmuştur.

Ve 12 Eylül generallerinin bildirilerine benzer savaş bildirileri çıkarıp saldırıya girişmişlerdir. Bunlar açıktır ve bugün daha net bir şekilde ortaya çıkmıştır.

O dönem ortaya çıkarılan bu ajanlar, onlar hakkındaki düşüncelerimiz ortada iken darbe ile birlikte haliyle saflarımıza gelecek değillerdi.

 Geçmişte yeraldıkları saflarda, bir baş ajanın koruması ve kontrolünde güven duyulan safta yer almaları doğaldı. Bu anlaşılmayacak bir durum değildir.

Ayrılık gibi durumlarda bırakalım tespit edilen ve kuşkulanılanlar, henüz durumu ortaya çıkarılamayanla genellikle önceden güven vermemiş ve güven duyulmayan, üzerine gidilen, denetim altına alınan, dıştalandığını hisseden vb. unsurlar haliyle başka tarafa gider. Düşman göndermek zorunda kalır ve başka zaman nabız yoklayarak güvensizlik gibi bir durum yoksa üzerine düşülüyorsa geçiş yapmayı hesaplar veya koşulları oluştuğunda tarafların "birleşmesi" ile bir daha hesaba konulma durumu olur.

(Düşman sızma sürecine yazımızın ileri bölümlerinde değineceğimiz için şimdilik geçiyoruz.)

Belirttiğimiz bu ajanlar darbeci ayrılıktan sonra da onlardan sorumlu birkaç insana söylenmiştir. Buna rağmen iki yıl civarında onların üzerine gitmemişlerdir. O süre içinde ajanlar bulundukları alanda (R.Şişman Karadeniz'dekileri, B. Kocabozdoğan, Keban Barajı'nda katledilenler dahil) birçok kayıplar verdirmiştir. Buna rağmen iradi bir çaba ile üzerlerine gitmemişlerdir.

Sonunda bugün övündükleri gibi bir sınıf uyanıklığıyla bilinçli, planlı, iradi bir çabayla ortaya çıkarmaları da sözkonusu değildir. Alt'ın zorlaması ve ciddi problemler, tıkanıklıklar yaşamaları aşamasında başta adeta kendiliğinden, sıradan bir olgu gibi başlamış ve bizim daha önce belirttiğimiz ajan B.Kocabozdoğan'ın sorgusunda çözülmesiyle işin ciddiyetini anlayıp genişletmişlerdir.

 Ancak o zaman, o güne kadar İK'dan sonra "en büyük önder”leri baş ajana ulaşmışlardır. Bu durum kendi belgelerinde vardır. Yine de izlemeyen ve dikkat edemeyen okurlar için aktarımların uzunluğundan dolayı peşinen özür dileyerek belgelerinden olduğu gibi

 

alarak üzerinde duralım.

"Karşı Devrimci Hücre” lerini MK imzasıyla 23 Temmuz 1996 tarihindeki bir açıklamayla kamuoyuna duyurdular.

 Bu yazı "Dün bizimdi, bugün bizimdir, zafer de bizim olacak” başlığıyla Ağustos ortasında PS sayı 44'de yayınlandı. Bu yazıda "KHK (Kongre Hazırlık Konferansı bn.) öncesi durum neydi?” adlı girişin bu alt başlığında durumlarını şöyle ifade ediyorlar:

 bütün 'Komünist önderlik oluşturma-doğru bir çizgiyi ortaya koyma' iddialarına rağmen, MLM bilimine, Partimizin devrim perspektifine güvensizlikte birleşerek, yeni parçalanmalar ve dağılmalarla yüz yüze kaldıkları da artık daha bir somut olarak görülebilmektedir.” (aç.Kendileri)

"KHK öncesi bu tip gelişmeleri son haddine kadar yaşayan Partimiz bunların da etkisiyle önemli sancılar çekmiş ve örgütsel bütünlüğünü mevcut yapılanmasıyla koruyarak, kalınan yerden devam edilmesi isteğini hayata uygulamada oldukça zorlanmıştır.

"Kadrolarımızın ard arda esir düşmesi, yine bir dizi kadro veya üyemizi şehit vermemiz, partimizin içinde bulunduğu durumu güçleştirirken, gerek üyelerimizde gerekse de sempatizan ve taraftar kitlemizde parti önderliğinden başlayarak genel olarak Partiye karşı güvensizliğe dönüşen ciddi sarsıntıları da birlikte getirdi.

"Bütün bu ciddi olumsuzluklar hüküm sürerken, esir düşen veya şehit edilen önder kadrolarımızın yarattığı boşluğun Parti Merkez Komitesi bileşimini, karar yeter sayısının altına düşürerek iradeyi organsal anlamda temsil edemez duruma getirmesi, bu sarsıntı ve olumsuzluklara en önemli desteği sunarak daha da boyutlanmasına neden olan gelişme oldu.”

 ..OPK ve sonrası dönemde belirlenmiş Kongre tartışma süreci olması durumu daha da zorlaştırıyor. Güvensizliğin ve diğer olumsuzlukların gelişmesine katkıda bulunuyordu.

 Partimizde de bu derece önemli zaaf, kararsızlıklar yaşanmakta, bunların ardından ise örgütsel derleniş sağlanamadığından dolayı, kaos ve karmaşa hüküm sürmekteydi.

 

"Bu durum karşısında, o tarihi soru yine yanıtlanmak üzere gündemimize oturdu: (abç)

NE YAPMALI?” sorusu ve sorunuyla karşı karşıya kaldıklarını söylüyorlar ve

 9 Şubat 1996 tarihinde merkezi düzeyde Kongre Hazırlık Konferansı” düzenlendi. (aç. Kendileri)

"Ancak sözkonusu saldırılarda, üye ve kadrolarımıza yönelik düşman eylemlerinin, isabeti partimiz içerisinde düşman sızmalarının olduğu ihtimalini güçlendirerek bu yönlü bir fikrin olgunlaşmasına neden olan temel faktör durumundadır. Nitekim tartışma sürecinde, ard arda üye ve kadro kayıplarının gündeme gelmesi sempatizan kitlemiz tarafından da sorgulanmaya başlanmış ve partimizin bu durumu araştırması yönündeki talepler yoğunlaşmıştı. ”

"KHK'nın başlamasıyla birlikte, öncelikle KHK alanında bulunup durumu tartışmalı olan üyelerin durumlarının netleştirilmesi görüşü bazı engelleme çabalarına rağmen KHK iradesi tarafından kabul edilerek uygulamaya kondu. Bu gündemde de önceliğin "ajan ve işbirlikçi/hain” (aç.kendileri) oldukları yönünden haklarında iddia ve şüphe bulunan unsurların durumlarının ele alınması kabul görerek bu temelde çalışmalar başladı.”

"Bunun üzerine ilk olarak MBK/AK'da örgütlü olan Önder ve Sevcan kod adlı Bayram Kocabozdoğan' ın yine, aynı organda yer alan ve PÜ olduğu iddia edilerek” (abç) (Menşevik parti anlayışına bakın...

Ne demek "PÜ olduğu iddia edilen"? Ya PÜ olur-bunu yönetici organ olarak altınızdaki her yönetici organ; her Parti organını, her üyeyi dolaylı ya da dolaysız bilmesi/bilmeniz gerekiyor- ya da PÜ olmaz.

Dolayısıyla "iddia edilen” diye bir şey olmaz. PÜ ise müracatı vardır. Başvuruya Parti organının bir kararı olur. Onaylanmışsa bir parti organında yer alır. Deneme sürecinde organ değerlendirir ve bir raporla üste bilgi verilir. Bunların olmadığı yerde üyelik yoktur.

Bu işlemlerin olmadığı bir "üyelik” biçimi veya "iddia edilen” gibi bocalama mantığının çıktığı yerde Menşevik Parti anlayışı itiraf ediliyor demektir. Bu menşevizm ile Leninizm arasında ilkesel bir ayrılık noktasıdır. İşte Menşevizm ve tasfiyeci örgüt anlayışının önemli bir göstergesi... (bn)) KHK iradesine dahil edilen Ahmet-Zülfikar kod adlı Atilla Kamberoğlu'nun ayrıca da KHK öncesi TMLGB (kendi "TMLGB"sidir-bn) MK'da görev yapan PÜ konumundaki Birsen kodlu Nurten Eriş'in (......) sorgulanmalarıyla çalışmanın yürütülmesi uygun görüldü. ”

"Esas olarak 18 Şubat '96 tarihinde başlayan soruşturma ve sorgulama faaliyeti...” İşte böyle başlıyor. Yıllardır olduğu gibi Komünist uyanıklık yok. Siyasi polise karşı, düşman sızmalarına karşı uyanıklık yok denecek kâdar az. Yer-altı örgüt bilinci ve siyasal uyanıklığı yok denecek kadar az. Sezgi gücü zayıf, önderlik bilinci ve denetim yok veya oldukça zayıf. İradi müdahale ve planlama yok veya oldukça zayıf. Yukarda kendilerinin ifade ettiği gibi "Nitekim tartışma sürecinde, ard arda üye ve kadro kayıplarının gündeme gelmesi sempatizan kitlemiz tarafından da sorgulanmaya başlanmış ve partimizin bu durumu araştırması yönündeki talepler yoğunlaşmıştı.” dedikleri gibi altın önemli oranda zorlaması ve "KHK'nın başlamasıyla birlikte öncelikle KHK alanında bulunup durumu tartışmalı olan üyelerin durumlarının netleştirilmesi... ” gerektiği, "haklarında iddia ve şüphe bulunan unsurların” değerlendirilmesi üzerine KHK'da sorunlar çıkıyor.

Başlangıçta bir soruşturma komisyonu da oluşturulmuyor. KHK iradesi olarak ele alıyorlar. Baş ajan da, aynı durumda olan başkaları da haliyle bu "soruşturma”nın başında. "Ancak dikkat çekici bir yön, söz konusu sorgulama faliyetine ilişkin tartışmalar sırasında içlerinde kadro düzeyinde örgütlü bulunanların da olduğu bir kesimin (burada bunların birinin baş ajan olduğunu söylemeye dilleri varmıyor) sürekli olarak "Soruşturma ve sorgulamanın gereksiz olduğu, bu iddiaların bir siyasi komplonun ürünü olarak ortaya atıldığı” görüşünde direnip, bu kişilerin sorgulanmadan aklanmasından yana tavır belirlemeleriydi.

KHK üye çoğunluğu bu yaklaşım karşısında direnerek, soruşturma ve sorgulamanın devamından yana tavır belirleyince, yine aym unsurlar türlü tehdit ve hakaretlerde bulunarak adeta Parti iradesine karşı kin kusmaya başlamışlardır” (aç. kendileri) dedikten sonra; "Soruşturma ve sorgulama faaliyetinin KHK'ca sürdürülmesi sırasında, toplantı salonunda bulunan ve soru-cevap uygulamasına tabi tutulan B.Kocabozdoğan...” ın çelişkili şeylerinin ortaya çıkması ve "KHK” içindeki baş ajan ve aynı hamurdan olan bazılarının "sorguda bulunan kişiye yön verdiği, yol gösterdiği" ni görüyorlar ve B.Kocabozdoğan'ın çelişkilerini "KHK'mız, mevcut yöntem ve sorgulama seviyesinin yetersiz olduğu kararına vararak, soruşturma ve sorgulamanın KHK iradesi tarafından yine irade içerisinde kapalı olarak yapılmasını...” uygun buluyorlar (Partizan_Sesi, sayı 44). "Tarihler 8 Mart '96 tarihini gösterdiğinde bir gerçeğin ortaya çıkmasıyla bir üst aşamaya geçiyordu.” Yani B.Kocabozdoğan çözülünce işin ciddiyetini o zaman görüyorlar.

10 Eylül '96 tarihli MK/SB imzalı ve PS'de Ekim '96, 47. sayıda yayınlanan yazıda;

"9 Şubat '96: Parti irademizin direkt merkezi düzeyde ve her bir üyemizin şahsen katılımıyla gerçekleştirmeyi öngördüğü Kongre Hazırlık Konferansımız, çalışmaya katılmak üzere toplantı alanına gelmesi beklenen son üyenin de intikali ile birlikte resmen başladı."

"ilerleyen günlerde KHK'mız, yürütülen yoğun tartışma ve engelleme çabalarına rağmen, KDH ve tasfiyeci hizibin bazı üye ve kadrolarımızı tasfiye girişimini boşa çıkarıp, ilk olarak haklarında ajan-işbirlikçi iddiası   getirilen unsurların durumunu ele almayı uygun gördü.

 Bu çalışmada ayrıştırmaya gidilerek şüphelilerin soruşturulup sorgulanmasında önceliğin mevcut KHK iradesi içerisinde bulunanlara verilmesi gerektiği kararlaştırılarak uygulanmaya konulması benimsendi.” (PS, sayı 47) deniyor.

Yukarda aktarmalardan da çıktığı gibi, alana gelen bütün ("her bir üyemizin şahsen katılımıyla” deniyor) üyeleriyle KHK çalışmalarına resmen başlıyorlar. Takip eden günlerde "yürütülen yoğun tartışma ve engelleme çabalarına rağmen KDH ve tasfiyeci hizibin bazı üye ve kadrolarımızı tasfiye girişimi” olunca ciddi bir hesaplaşma başlıyor. Zaten bir "kaos ve karmaşa hüküm sürmekleydi” diyorlardı. Ciddi "tasfiye girişimi" ve tıkanıklık yaşayınca bir tarafın bir tarafı etkisizleştirmesi, denetimi altına alma veya üstesinden gelebilmesi ile karşı karşıya kalınca, o zaman sorunun ciddiyeti ve altında yatan nedenler düşüncesi gelişmiş ve devrimci tarafın ağır basmasıyla; "haklarında ajan ve işbirlikçisi iddiası getirilen unsurların durumunu ele alma”yla işe başlanmıştır.

 Belirttiğimiz gibi ağırlıkla kendiliğindenci başlasa da giderek inisiyatifte ağırlığını koyarak bizim de çıkardığımız, emin olduğumuz ajan B. Kocabozdoğan'ın çözülmesiyle işin boyutlu olduğu görülüyor. Görülüyor ama oldukça geç görülüyor. Diğerlerini biz bilemeyiz, pek tanımadığımızdan net bir şey söyleyemeyiz. Ancak devrimci gördüğümüz ve bu eylemini desteklediğimiz darbeci-tasfiyeci grubun resmi açıklamasını dikkate alırız. Bu ajanlann bazılannı önceden çıkarmış, kendilerine de iletmiştik, bazılan hakkında kuşkularımız vardı. Bunlar DABK kökenli oldukları ve kimi sonradan katıldığı için, geçmişlerini, süreçlerini , birlikte çalışma ve denetleme olanağımız olmadığı için bugün söylendiği boyutuyla görmemiz mümkün olamazdı.

 

Önceden ajan olduğu kanısına vardıklarımız dışında kuşkulandığımız birkaç kişiden biri olan Nihat'ın sonradan veren olsun ya da olmasın, kendisi kabul etsin ya da etmesin zaten objektif olarak ajan olduğu kanısındayız.

 

 Tersini de bugüne kadar hiçbir yerde söylemedik. (Şurada ya da burada, tabanda veya şu ya da bu insanımız ortalarda dolaşan söylenti veya genel güvensizliğinden dolayı "acaba” diye tereddütle yaklaşmış olsa bile, belirleyici olamaz. Ve bu bizi bağlamaz.)

Görüldüğü gibi bizim için "KDH elemanlarının ajan ve işbirlikçi olduğuna inanmamaktadır" lar denilmesi doğru değildir. Dayanaktan yoksundur. Yukarıda belirttiğimiz gibi bazılarına ilişkin netleşmiş düşüncelerimizi yıllar önce ilettiğimiz halde ve üstelik söylediğimiz bu unsurdan başlayıp, onu çözüp kendilerinin belirttiği diğerlerine vardıkları halde bunları unutup  inanmamaktadır” lar demelerini anlayabilmiş değiliz.

Oysa o satırlan döktüren kalemşörler çok iyi bildikleri halde açıkça, insanlann gözlerinin içine baka baka doğru söylemiyorlar. Bu onların bir siyasal alışkanlığıdır. Sözde  'ajan ve işbirlikçi olduklarına inanmamakta”ymışız. Bununla, arkadaşların kendi iç hesaplaşması, birbirlerine komploculuğu, klik çatışması vb. olduğu yönünde kuşkular yayıp bundan yararlanmak istiyormuşuz (!). Yazı içinde bu yönlü yaklaşımlar var. "Hocanın fikri neyse zikri de odur” diye bir halk deyimi var. Tıpkı bu arkadaşların durumunu yansıtıyor. Buna rağmen şunu yine de belirtelim; sorunlara yaklaşım ve çözümünde komplocu-darbeci kafa yapınızı gidermiş değilsiniz, bu yönde güven vermiyorsunuz.

En barizini '94 darbesinde yaşadık; hala bir samimiyet, hala bir öz-eleştiri görmedik. Arkasındaki olguları görecek hale gelmesine rağmen hala öz-eleştiri yerine olduğu gibi savunuyorsunuz. Bununla neyi, hangi ideolojiyi, hangi amacı, hangi pratik hattı, hangi yöntemi savunduğunuzu, başvurulan yöntemin tehlikesini, o

Sayfa 100 devam

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)