11 Ağustos 2023 Cuma

Türkiye ve Kürdistan Devrimlerinin Perspektifleri Üzerine


Türkiye ve Kürdistan Devrimlerinin Perspektifleri Üzerine

Oysa, bütün tarihsel göstergeler Türkiye devrimi ve Kürdistan özgürlük mücadelesini birleşik bir anti faşist, anti emperyalist, anti feodal bir devrim mücadelesine zorlamaktadır.



Maoizm, Marksist literatüre birçok yeni kavram kazandırmıştır. Bunların en önemlilerinden biri de Halk Savaşıdır. Çin Halk Savaşı kimileri o dönemin Çin’ine özgü kimileri ise evrensel birçok özellik gösterir.  O dönemin Çin köylülüğü nüfusun % 90’ını oluşturan serf niteliğinde topraksız köylülükten oluşmaktaydı. Çin komprador kapitalizminin gelişimi cılız ve işçi sınıfı nüfusun azınlığını oluşturmaktaydı. Köylülüğün büyük oranda topraksız köylülükten oluşması toprak talebini Çin devriminin temel sorunu haline getiriyordu. Ayrıca, Japon işgalinin varlığı devrime aynı zamanda anti emperyalist bir karakter veriyordu.

 

   Çin Halk savaşı, Halk Ordusunun savaşma yeteneğindeki aşamalara bağlı olarak stratejik savunma, stratejik denge ve stratejik saldırı aşamaları olmak üzere üç aşamayı kapsar. Stratejik savunma aşaması gerilla kuvvetlerinin henüz bir Kızıl Siyasi İktidara, yani kendine yeterliliği olan bir askeri üsse sahip olmadığı Halk Savaşının başlangıç aşamasını kapsar. Stratejik Denge ve Stratejik Saldırı aşamalarında ise Halk Savaşı bir veya birden fazla Kızıl Siyasi Üsse sahiptir. Çin Devrimi’nde, köylülüğün, çoğunlukla serf niteliğinde topraksız köylülükten oluşması onun özgün bir niteliğidir. Buna karşılık Halk Savaşının aşamaları Çin Devriminin evrensel bir özelliğidir.

 

   Ülkemizdeki köylülük ise çoğunlukla kendi toprağını ekip biçen küçük ve orta köylülükten oluşur. Bu durum, devrimci bir talep olarak toprak talebini zayıflattığı gibi köylülüğün Halk Savaşına büyük kitleler halinde hızla politizasyonunu da engeller. Buna karşılık, Kürt ulusal sorunun varlığı ve Kürt köylülüğünün ve proletaryasının ulusal talepler etrafında politize olmuş olması, Demokratik Devrime, toprak talebinin ötesinde ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkı temelinde ayrı bir muhteva verir.

 

   Ancak, bu demek değildir ki toprak devriminin üstünden atlanarak bir Demokratik Devrim programı hayata geçirilebilir. Toprak devriminin zorunluluğu, her durumda doğrudan bir toprak talebiyle güncelleşmeye bilir. Coğrafyamızda olduğu gibi küçük ve orta ölçekli yarı feodal tarla tarımı, yarattığı kırsal kökenli artı nüfusla köyden kente göçün ve ucuz iş gücünün kaynağıdır. Kürt köylülüğü de kendi coğrafyası dışında metropol şehirlerde proleterleşmektedir. Bu durum, Kürt ulusal sorunuyla toprak devrimini iç içe süreçler haline getirmekte, bu sorunlardan birinin çözümünü doğrudan ya da dolaylı olarak diğerinin çözümüne koşullamaktadır. Köylü ve tarım sorunun çözümü için toprak devrimi Demokratik Devrimin zorunlu bir uğrağıdır.

 

   Diyelim ki dört farklı coğrafyaya yayılmış Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı mücadelesi, bugün de olduğu gibi komünist parti önderliğindeki bir sosyalizm mücadelesinden daha fazla kitleselleşmiş ve gelişmiş olsun, bu durum da dahi Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının tam olarak gerçekleşebilmesi için Kürt köylülüğünün kendi coğrafyası dışında, metropol şehirlerde proleterleşmesine zemin teşkil eden toprak sorununun çözülmesi gerekir.

 

    Kürt Ulusal Hareketi, programında toprak devrimini atlarken Kürt köylülüğünün kendi coğrafyası dışında proleterleşmesi gerçeğinin de üstünden atlamaktadır. Kürt Ulusal Hareketi’nin bugünkü önderliğinin bu yönelimi tesadüfi değildir. Burada gözetilen siyaset Kürt feodallerini yedekleme beklentisidir. İşte, tam da burada burjuva nitelikli bir ulusal programla, sosyalizm perspektifli bir ulusal program arasındaki fark kendini göstermektedir. Kendi kaderini tayin hakkı, esas olarak ayrı bir devlet kurma hakkı ise de farklı coğrafyalardaki her farklı ulusal sorun, söz konusu coğrafyanın sosyo ekonomik yapısının niteliğine bağlı olarak farklı çözüm biçimlerini günceller. Örneğin, İspanya’nın Bask bölgesindeki, ya da İrlanda’daki ulusal sorun burjuva karakterde ayrı bir devlet örgütlenmesiyle çözülebilirken, Türkiye ve Orta Doğu coğrafyasındaki Kürt ulusal sorununun çözümü, Kürt ulusal hareketinin kendi dinamiklerinin ötesinde, coğrafyanın demokratik devriminin geleceğiyle doğrudan ilişkili olduğu için burjuva karakterdeki bir ulusal program Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını gerçekleştirmek için yetersiz kalacaktır. Çünkü, yukarıda da belirttiğimiz gibi yalnızca ayrı bir devlet kurmayı hedefleyen ve hatta bugünkü biçimiyle bunun da gerisinde taleplerden  ibaret olan, coğrafyanın demokratik devriminin  toprak sorunu gibi diğer sorunlarına ilgisiz kalan  bir burjuva ulusal program, Kürt köylülüğünün kendi coğrafyası dışında metropol şehirlere doğru hareketine bir çözüm üretemeyeceği için  kendi kaderini tayin hakkının coğrafyanın sosyoekonomik karakteriyle tutarlı bir biçimde çözümüne de olanak tanımayacaktır.

 

   Kürt ulusal hareketinin açık bir toprak devrimi programına sahip olmaması, metropol şehirlerde Kürt proletaryasının ve yarı proletaryasının Kürt hareketine mesafeli durmasının temel nedenlerinden biridir. Çünkü, metropol şehirlerdeki proleter ve yarı proleter Kürt nüfusunun çok büyük bir kesiminin şehir yaşamından bir beklentisi yoktur. Bu kitlenin büyük bölümü vasıfsız işçi konumunda olup çoğunlukla güvencesiz geçici işlerde çalışmakta, şehir yaşamına mecbur oldukları için adapte olmaya çalışırken, köy yaşamına özlem duymakta ve olanak bulduklarında köylerine dönmenin hayaliyle yaşamaktadırlar. Öte yandan, Halk Savaşı stratejisine sahip olan Türkiyeli siyasal yapılar da kırk küsur yıldır Halk savaşının stratejik savunma aşamasını geçememişlerdir. Bunun temel nedeni, köylülüğün topraksız köylülükten ziyade küçük ve orta köylülükten oluşmasıdır. Ayrıca, merkezi devlet otoritesinin Çin Devrimi’nden farklı olarak parçalı bir nitelik göstermemesi ve orta sınıfları da yedekleyen nispeten güçlü bir yapıya sahip olması bu olgunun ikincil bir nedenidir.

 

   Halk savaşı sürdüren Türkiyeli siyasal yapılar, henüz, Halk Savaşı’nın stratejik savunma aşamasını geçememiş olmalarına rağmen, HBDH gibi önemli ama bugün için cılız bir girişim dışında, ne Kürt Hareketi’yle askeri ortak hareket konusunda ne de stratejik savunma aşamasının gereklerini yerine getirme konusunda mesafe alamamışlardır. Kürt hareketinin Irak ve Suriye Kürdistan’ında önemli askeri üsleri bulunmaktadır. Bu durum, Kürt ulusal hareketini askeri anlamda stratejik denge aşamasına yakın bir konuma getirmektedir. Halk savaşı sürdüren Türkiyeli siyasal yapıların Kürt Ulusal Hareketi ile koordineli hareket etmesi siyasal bir tercihin ötesinde stratejik savunma aşamasından stratejik denge aşamasına geçiş için bir zorunluluktur.

 

   Ancak, ne Kürt Ulusal Hareketi, özellikle, metropol kentlerdeki Kürt proletaryası ve yarı proletaryasını yedekleyecek bir toprak devrimi programına sahip olmadığı için stratejik denge aşamasından stratejik saldırı aşamasına geçme potansiyeli taşımakta ne de halk savaşı sürdüren Türkiyeli siyasal yapılar Kürt hareketinin olanaklarından yaralanarak mücadeleyi geliştirme perspektifi göstermektedirler. Oysa, Milli Demokratik Devrim geleneğinden gelen İbrahim Kaypakkaya, ne Türkiye solunun kendi dinamikleri ile MDD’nin temel görevlerini yerine getirebileceğini (köylülüğün topraksız köylükten ziyade küçük ve orta köylülükten oluşmasından dolayı) ne de Kürt Ulusal Hareketinin köylülüğü kendi coğrafyası dışında proleterleştiği için kendi dinamikleri ile özgür Kürdistan perspektifini gerçekleştiremeyeceği gerçeğini derin siyasal sezgileri ile önceden sezdiği için MDD perspektifini değil Demokratik Halk Devrimi perspektifini benimsemiştir. Öyle ki İbrahim Kaypakkaya’nın 12 mart sonrası silahlı mücadeleyi Kürt coğrafyasında, yakın tarihinde bir isyan geleneği olan Dersim’den başlatması Kürt ulusal sorunu ile DHD perspektifi arasındaki ilişkiye verdiği önemi göstermektedir ki söz konusu süreçte henüz ortada silahlanmış bir Kürt hareketi dahi yoktur. Dolayısıyla, ne Kürt ulusal sorunu bağlamındaki kendi kaderini tayin mücadelesi ve ne de Anadolu coğrafyasının demokratik devrim süreci iki ayrı MDD süreci olarak gerçekleşmesi olanaksız olan ve birleşik bir mücadeleyi gerektiren bir DHD sürecini güncellemektedir.

 

   Demokratik Halk Devrimi perspektifinin alabileceği siyasal biçimleri öngörmek için İbrahim Kaypakkaya’nın ömrü yetmemiştir. Bu görev Türkiyeli ve Kürdistanlı devrimcilerin görevi olarak muhatabını aramaktadır. Ancak, Türkiyeli ve Kürdistanlı siyasal hareketler, bugün, “körlerle sağırlar birbirini ağırlar” değişini doğrularcasına Demokratik Halk Devriminin temel sorunlarına kafa yormaktan çok kısır siyasal çekişmelerle perspektifsiz bir siyasal hatta varla yok arasında bocalamaktadırlar. Oysa, bütün tarihsel göstergeler Türkiye devrimi ve Kürdistan özgürlük mücadelesini birleşik bir anti faşist, anti emperyalist, anti feodal bir devrim mücadelesine zorlamaktadır.

 

   Coğrafyamızda köylülük, çoğunlukla kendi toprağını ekip biçen küçük ve orta köylülükten oluştuğu için toprak devrimi, köylülüğe toprak dağıtılması şeklinde bir toprak reformu niteliğinde değil doğrudan kolektif tarıma geçiş biçiminde devrimci bir dönüşüm niteliğinde sosyalist inşanın bir ayağını oluşturur. Bu durum, demokratik devrimle sosyalist devrimi iç içe süreçler halinde birbirine bağlar. Aynı şekilde, coğrafyamızda halk sınıflarının gerçekliği ve sosyoekonomik yapının özellikleri Kürt sorunun bilimsel çözümünün, iç içe geçmiş demokratik devrim ve sosyalist devrimin gerçekleşmesine bağlı olduğu gerçekliğini ortaya koymaktadır.

https://gazetepatika21.com/turkiye-ve-kurdistan-devrimlerinin-perspektifleri-uzerine-139122.html?_gl=1*18ymim6*_ga*MTgyMTY3MzEzMy4xNjkwMTE2ODAx*_ga_T6RMFJ83K5*MTY5MTc0MDYwMC4zLjAuMTY5MTc0MDYwMC42MC4wLjA.&_ga=2.207796306.1715233835.1691740606-1821673133.1690116801

 


 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)