10 Kasım 2023 Cuma

UŞŞAKÎZÂDELER__(Aydınlanmış bir Osmanlı Komprador Alesi)


 

GAZETE PATİKA__UŞŞAKÎZÂDELER__(Aydınlanmış bir Osmanlı Komprador Alesi)

   Helvacızade veya Uşakîzâde Sadık Bey, halı ticaretinin medarı iftiharıdır. Benim gibi kırkma, yün çırpma, iplik eğirme, boyama ve halı tezgahları arasında büyümüştür. Ama benden daha zeki ve inisiyatif sahibi bir insandır. Ruh olarak bana biraz, Gogol’ün Ölü Canlar’ındaki Çiçikov’u anımsatır. İngiliz ve Fransız şirketlerinin komisyonculuğunu yapan ve halı üretimi için üç bin eve düzenli sipariş veren Helvacızade Hacı Ali ‘nin oğludur.

Hacı baba, ticari zamanın müşkilatını anlayan ve onu paraya yönlendirerek anında çözen biridir. Hacı Ali’nin diğer oğlu, Hacı Halil’dir ki bir kolunu İstanbul’a, diğer kolunu İzmir’e atacak ve süreç içinde Batı Anadolu’nun önde gelen halı-tütün- kuru yemiş  ihracatında kerametini gösterecek, imalathaneleri, fabrikaları, menkulleri ile zamanın saygın tacirlerinden biri haline gelecektir. Hacı Halil, çok az kompradora nasip olan özelliklere sahiptir. Her şeyden önce ön görüşlüdür. Paranın tarihine, mizacına ve bilumum maceralarına dair malumat sahibidir. Şair ruhludur, Avrupaîdir. Mevlânâ ile Hâfız-ı Şîrâzî’nin hayranıdır. Ünlü romancı Halit Ziya Uşaklıgil’in de babasıdır.

     Gelelim Sadık Bey’e. Uşak’tan İzmir’e üç seccade ile gönderildiği rivayet edilir. Yanlış anlaşılmasın, hediyeliktir bu üç seccade. Sadık’ı yolcu etme anında babası Hacı Ali’nin oğluna yönelik nasihatını tahmin eder gibiyim. Bu tahmin, Çiçikov’un babasından dinlediği şu nasihata benziyor mu bilmiyorum:

   “…ille arkadaş olacaksan zengin çocuklarıyla arkadaş ol, gerektiğinde sana bir yardımı dokunsun. Kimseye bir şeyini verme, öyle bir tutum içinde ol ki başkaları sana bir şeylerini versinler; paranın değerini bil, her mete­liğin üzerine titre: Para dünyada en güvenilir şeydir. Arkadaş, dost dediğin insanlar seni kazıklar ve sıkıyı gördüler mi hemen seni ele verirler; paraya gelince, başın ne büyük dert­lere girerse girsin, o seni asla ele vermez. Dünyada parayla aşamayacağın hiçbir engel yoktur."

   Usta romancı Halit Ziya Uşaklıgil, ailesinin kökü ve büyükbabası Hacı Ali hakkında şöyle der:

   “Türklüğün göbeğinden; karışıksız, bulanıksız, katıksız Türk kanından, ta Uşak'tan geldik. Ailenin asıl adı: Helvacızade. İzmir ve dolaylarının, belki bütün Türkiye'nin en büyük halı ticaretevi, bütün Avrupa halı sergilerinde en yüksek ödülü alan halı ticaretevi büyükbabamınkiydi.”

   Türklüğün göbeğinden kopup gelen Sadık Beyin, bin sekiz yüzlü yılların ortalarında İzmir’e gelişinde ilk duyumsadığı şey, şehrin mükellef bir iştiha ile kendisine gülümsediğidir. Babasının halı ticaretindeki bağlantılarından hareketle, Rum, Ermeni ve Türk kompradorlarının kurdukları ticari ağı mercek altına aldı.  Bunların İzmir limanına yerleşen İngiliz, Fransız şirketleri ile kurdukları can alıcı para ilişkileri neydi? İhracat ve ithalat saltanatının kumanda merkezleri ile paranın hızla para doğurduğu üreme melceleri neredeydi? İtibarı vardı çünkü,  Uşak halılarının ticaretinde önemli rol oynayan ve yabancı şirketlerce tanınan Helvacızade Hacı Ali’nin oğluydu.

Şehrin köylerle kurduğu kervan ticaretinin can alıcı bağlantılarını gözden geçirdi. Para nerelere yayılıyor ve kaç kat güçle geri dönüyordu? Namlı ve de kalantor komisyoncu ve acentacıların yoktan var olan hayat hikayelerini dinledi ve hemen İşe kervan ticareti ile başladı. Aydın- İzmir hattı önemliydi. İzmir hinterlandının halıcılık merkezi Uşak başta olmak üzere, halı, kuru yemiş, tütün ve pamuk gibi ürünleri alıp, limanlara çöreklenen İngiliz, Fransız ve diğer batılı şirketlere devretmekti işi.

   1860’lardan sonra Felek, göğün mavi atlasından Uşakkizadelerin ve Egeli kompradorların bahtına sürekli gülümsemeye başladı. 1862 yılında ingiliz şirketleri, Aydın demiryolunu Efes’e bağladılar. Selçuk, Aydın, Nazilli, Sultanhisar, Söke, Turgutlu, Ödemiş, Tire ve Bayındır gibi yerleşim birimleri demiryolu ile tanışmaya başlayınca,  Halıcılık, tütün, kuru yemiş gibi ürünlerin ticaretinde, diğer azınlıklardan daha büyük rol oynayan, Türk kökenli büyük toprak sahibi tüccarların üretimi hız ve yoğunluk kazandı. Ekim alanları genişledi. Avantaj gün gibi aşikardı. Çünkü söz konusu ürünleri, “karışıksız, bulanıksız, katıksız Türk kanından” gelen Türk köylüleri üretiyordu. Bu üreticilerin efendileriyle ilişki işi bitiriyordu. Demir yolu yapımı bununla kalmadı tabi. 1866 ile 1893 arasında, İzmir-Kasaba (Turgutlu), Alaşehir, Manisa, Soma, Bandırma ve Alaşehir-Afyon hattı demiryolu hizmete hazır hale geldi.  Bu hatlardan kervanlar kalktı, Aydın ve Uşak’a mal gidiş-gelişi hızlandı. Deve, at, araba kervanları, İdris’in tay kovaladığı daha ücra yerlere doğru kaydırıldı ve iş giderek büyüdü.

   Ticaret halılardaki hayat ağacı gibi dallanıyordu. Sevincini ve iyimserliğini, yakaladığı fırsatlarla kuran Sadık Bey, halılardaki ağacı koruyan ejderha konumundaydı artık. Hem şehir içine hem de Aydın ve İzmir hinterlandına yayılan kendi ticari ağını, 1860'ta yaptırdığı Göztepe’deki üç katlı Uşakîzâde Köşkü’nden idare ediyordu. Paranın ve tanrının ortak akılda anlaştığı ve halvete girdiği bir andı. Sadık Bey’in babası Hacı Ali de tüm ailesini toplayıp getirmiş, servetin ve ticaretin uluslararası boyutunu seyrederek huzur içinde hakkın rahmetine kavuşmuştu.

   İzmir’in temel iktisadi faaliyetlerinden birini teşkil eden Uşak halıları, bu dönemde İzmir Limanı’nın en önemli ihraç mallarında birisiydi. 1870’lerde Anadolu’da dokunan halıların dörtte üçü İzmir’den ihraç ediliyordu. Egedeki bu ticari ağ, İzmir’de bulunan İngilizlerin sigorta şirketi  “London Sun Insurance Company” ile 1864’de Ottoman “Financial Association ve Ottoman Bank” başta olmak üzere, Fransız ve diğer batılı şirketlerin ve ticarethanelerin oluşturduğu bir ağa bağlıydı.

   Bu süreç içinde Sadık Bey, kaldığı Köşkün bahçesindeki “Camlı Köşk”ü ilkokula çevirmiş, çocuklarıyla beraber mahalledeki dostlarının çocuklarını da eğitim seferberliğine sokmuştu. Bu okulda hem oğlu, hem de daha sonra, Latife başta olmak üzere torunları eğitim görmüştü. Sadık Beyin oğlu Muammer Bey, bu okulda, Ermeni ve Rum öğretmenlerden aldığı özel eğitimle, ticaret için kaçınılmaz olan Fransızca, Rumca, Farsça, ve İngilizce öğrendi. Büyük çaplı ticarette gösterdiği başarı ile yabancı şirketlerin taktirini kazanan Sadık Bey, oğlunun ticaret ve banka dünyasının gerçeklerini pratik içinde kazanmasını istiyordu.

Bunun için Muammeri, kardeşi Hacı Halil’in oğluna, geleceğin büyük romancısı Halit Ziya Bey’e teslim etti. İngiliz sermayesi ile kurulan Osmanlı Bankası’nın tercüme ve muhasebe işlerine bakan Halit Ziya, Muammer’e bankada staj yaptırdı. Eğitim ve staj süreçlerinden geçen Muammer Bey, babası Sadık Bey’i de geçmiş, modern bir batılı iş adamı olmuştu artık.

   Sadık Bey, oğlu Muammer’i, İzmir’in tanınmış en iri komprador ailelerinden Osmanzade Sadullah Daniş Bey ile Havva Refika Hanım’ın kızı Adeviye Hanım’la evlendirdi. Daniş Beyin soyu, köklü ve münevver bir Osmanlı aristokrasisine, “reis-i şairan”(şairlerin reisi), mısır kadısı ve III. Ahmed’in de musahhihi olan Osmanzade Ahmet Tayyip Efendi’ye dayanıyordu.

   Sadık Beyin İzmir’de üç köşkü ve yüzü aşkın gayrimenkulü ve iş yeri vardı. Ege bölgesinin ticari ağında ve yerel devlet bürokrasisinde ağırlığı olan bir komprador olarak New York Tütün Borsası’nda da kendi adına sandalye elde etmişti. Muammer Bey, gecikmeden babasının bu borsadaki sandalyesini devralmış, dört kez Amerika’ya gitmişti.

   Ertuğrul Gazi'nin demircilikle uğraşan küçük kardeşi Er-Tulga'nın soyundan geldiğine inanan Sadık Bey, oğlu Muammer’e Ticaret dünyasında tek çocuk sahibi olmanın zilletini telkin edip duruyordu. Tek cocuk, tek bacaklı aile demekti. Eğitilmiş kalabalık çocuk sahibi olmanın ticari inisiyatif, genişleme ve egemenlikte farz olduğunu, kendi sıkıntılı deneyimlerinden örnekler sunarak anlatıyordu.  Muammer Bey kökünü düşündü, babasını dinledi. Ölenleri saymazsak, Adviye Hanım’dan üç kız, üç erkek çocuk dünyaya getirdi. Çocukların en büyüğü Latife Hanım’dı.

   Muammer Bey, Anadolu’da dokunan halıları alıp İzmir depolarına yığan ve buradan da sahip olduğu deniz nakliyatı şirketi aracılığıyla dünyanın dört bir yanına götüren bir ticari ağın tepesindeydi artık. Yakaladığı her imkanı iktidarının bir parçası haline getirmeye çalışan bu ağın iki ana noktasından biri İzmirde, diğeri de, başını Helvacızadelerin çektiği onsekiz nüfuzlu tüccar tarafından 50 bin sermaye ile kurulan “Uşak Osmanlı Halı Ticarethanesi”nin bulunduğu Uşak idi. Sadece halı değil, diğer tarım ürünlerini de ticari akışa sokmuş,ailenin daha önce İngiltere’ye ve Amerika’ya yaptığı ihracat işlerini ileri seviyeyelere ulaştırmış, Amerika Birleşik Devletleri ile İngiltere arasında deniz ticareti yapan İngiliz Portsmouth Acentesi’nin de ortağı olmuştu.

Türk ve Türk olmayan kompradorlar arasında seçkin bir konuma gelen Muammer Bey, İşlerini İzmirdeki üç köşkten koordine ediyordu. Bunlardan birisi, Basmane Garı’nın karşısında yer alan ve Latîfe Hanım'ın da içinde doğduğu kışlık köşk; diğeri, İzmir Göztepe’deki yazlık köşk; üçüncüsü ise bir dönem Mustafa Kemal’in anası kaldığı için Zübeyde Hanım Müzesi haline getirilen Karşıyaka’daki köşk.

   Muammer Bey başta olmak üzere, Uşakîzâde ailesinin zatı muhteremleri 1908 devriminde, İttihat ve Terakki’yi desteklediler. Bir İttihatçı olarak, azınlık ve diğer Türk kompradorları karşısında rekabet gücünü artırmak için gözünü, devletin şehirdeki biricik bürokratik hizmet gücü konumunda olan belediye teşkilatına ve onun gelir kaynaklarına dikti. İttihat ve Terakki’nin desteği ile, 5 Temmuz 1909 seçiminde İzmir Belediye Başkanı seçildi. Uzun sürmeyen bu göreve, 1924’te bir kez daha seçilecekti.

   Türk olan kompradorların ve toprak ağalarının siyasi hareketi İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1908’den itibaren, tüm ülkede, kompradorlar arasındaki rekabette , azınlık kompradorlara karşı, Türk olan kompradorlar lehine bir  “milli iktisat” politikası izlemeye başladı. Bu politikanın teorisyenleri Yusuf Akçora ve Ziya Gökalp gibi aydınlardı. Bu aydınlar, hayatın, “modern dünyada sahip olduğun paranın gücü kadar özgürsün,” diye bağırdığını kavramışa benziyorlardı.

   İzmir’deki rekabet, Muammer Bey’in dikkatle izlediği üç komprador blok arasında cereyan ediyordu. Birinci blok, Almancı İttihatçılar ile İngilizci saltanatçılar diye iki kanattan oluşan Türk kompradorlarıydı. İkinci blok İngilizci Rum, üçüncü blok ise yine İngilizci Ermeni kompradorlarıydı. Politikalarını belli etmeyen ve Fransızcı görünen Uşakîzâdeler, gerçekte birinci blokun İttihatçı kanadını destekliyorlardı. Ermeni kompradorlarıyla da ilişkileri sıkıydı.

 

İttihat ve Terakki hükümeti  Halit Ziya Uşaklıgil’i Sultan Reşat’ın mabeyn başkatibi olarak sarayda görevlendirmiş, 1911’de ise Âyân Meclisi üyesi yapmışlardı. Yahudi kompradorlar, İzmir’deki üç bloktan birinci blokun saltanatçı kanadıyla birlikte hareket ediyorlardı. Kurtuluş savaşında da aynı politikayı izledikleri için savaştan sonra Trakya’da Kemalistlerin hışmına uğradılar. Yahudi tüccar ve tefecilerinin tarihi bir kaderiydi bu. Bulundukları yerlerde hakim sınıfları finanse ediyor, onları destekliyor, onlar devrilince de devirenlerin hışmına uğruyorlardı.

   1909’da Girit sorunununu bahane eden İttihatçılar,  “Yunan Emtiası ve gemilerine” karşı boykot, onların deyimiyle “harb-i  iktisadi” kararı aldı. Alman tekellerinin çıkarlarına uygun olan bu boykot, ingiliz, Fransız, İtalyan ve diğer batılı şirketlerle işbirliği içinde olan Rum kompradorlarının gücünü kısmen sınırladı. Balkan Savaşı yenilgisinden sonra Rum kompradorlar üzerindeki baskılar ve yaptırımlar iyice  ağırlaştı. 1913-1914’de, Balkan savaşında Osmanlıyı destekleyen Alman egemenlerinin desteği ile bir ikinci Müslüman Boykotu başladı.

 

Boykotun başını üzüm işkolunda İthalat ve İhracat aş, Aydın İncir Mahsulleri kooperatifi Şirketi, Türkiye Pamukçular Şirketi gibi ticari kuruluşlar çekiyordu. Rum ve Ermeni kompradorlarıyla yabancı uyruklu levantenler ticaret alanında kısıtlama ve can güvenliği sorunlarıyla karşılaştılar. Boykot en çok İzmir, İstanbul, Trabzon, Bursa, Antalya ve Kala-ı Sultaniye’de etkili oldu. Azınlık kompradorlar varlıklarını koruyabilmek için Avusturya ve İtalyan tabiiyetine geçmeye başladılar. Gazeteci Yunus Nadi, Tasvir-i Efkar’da, Müslüman-Türk unsurun iktisadi güce hakim olmasını savundu. Trakya, Rumlara yönelik kanlı saldırıların, yağmaların, el koymaların sahnesi haline geldi. 1914’te sırf Edirne ve Çatalca Sancağı’ndan 62 bin Rum göç etmek zorunda kaldı. Trakya ve İzmir başta olmak üzere 200 bin civarında Rum, göçmek durumunda kaldı. Egede, büyük toprak sahipleri ile büyük tüccarlar, Aydın valisi Rahmi Beyin Komuta ettiği 600 kişilik çeteden başka  irili ufaklı çeteler oluşturdu.

 

Hedef, Rum ve diğer azınlık tüccarların malları ve şirketleri idi. Tıpkı Soma’daki Oriental Carpet Manifacturers Şirketi’ne ait fabrikayı bastıkları gibi işyerlerine karşı baskınlar düzenlediler. Müsadereler, yağmalar oldu. Foça, Bergama gibi birçok yer Rumlardan büyük ölçüde arındırıldı. Sırf İzmir ve çevresinde Resmi rakamlara göre yüz on yedi bin Rum, menkullerini bırakarak Yunanistan’a göç etmek zorunda kaldı. Bu olaylar karşısında Düvel-i Muazzama, İttihatçı iktidardan olayların durdurulmasını, parayı ve şirketi kimliğine sığınma durumunda bırakan politikalardan vazgeçilmesini istedi. Aynı yıl İttihatçılar, Almanların kerhen desteğini alarak, İngiliz ve Fransız tekelleri ile Türk olmayan kompradorlara darbe vurmak amacıyla kapütülasyonları kaldırdılar.

 

 İstanbul’daki bankaların yüzde 40’ı Türk olmayan kompradorların elindeydi. Bunların 12’si Rum, 11’i Ermeni, 8’i Yahudi ve 5’i de Levantindi. İstanbul ve Karadeniz limanlarına yerleşip Rusya’dan mal ithal eden 28 büyük şirketten 5’i Rus, 8’i Müslüman, 7’si Rum, 6’sı Ermeni ve 2’si Yahudilere aitti. Batı Ermenistan ve Kürdistandaki ticaret, çoğunlukla Ermeni tüccarlarının elindeydi. İstanbul ve İzmir başta olmak üzere İttihat Terakki’nin liman şehirleri ve çevresinde büyük sermayeyi Türkleştirme ve Alman tekelleriyle işbirliği içine sokma siyaseti, Türk olmayan ticaret erbabını korku içine soktu. Bu durum, uşşakizadeler başta olmak üzere İzmir’deki Türk kompradorlara, Rum ve diğer azınlık kompradorlar karşısında hakimiyet ve rekabet avantajı sağladı. Daha önce İzmir Kemeraltı dükkanlarını ele geçiren, Zahire borsası ile ticaret borsasına giren Türk tüccarlar, bu hareketlerle iyice palazlandılar

   Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve 1915’te Tehcir Yasası’nın çıkmasıyla birlikte Ermenilerin tüm ülkede, tehcir kafileleri halinde sürgünü ve yer yer tenkili başladı. Türk kompradorları ve bunlarla sıkı ilişkiler içinde olan Kürt ticaret erbabı ile toprak ağaları, aşiret reisleri, Ermenilerin sınai, ticari ve tarım alanındaki menkullerine, devletle birlikte  el koymaya başladılar.

 

  Batı Ermenistan ve Kürdistan’da ticaret, tarım alanları, maden işletmeleri, küçük çaplı manifaktür ve atölyeler yedi sekiz ay içinde el değiştirdi. Egede ticaret, halı tezgahları, fabrikalar, tütün ve kuru yemiş depoları, ipek ve iplik işlikleri büyük oranda el değiştirmiş oldu. Tüm ülkede devlet desteğine yaslanan İttihatçı Türk kompradorları, bu tasfiye hareketiyle “harb-i iktisadi”yi kazandıkları duygusu içine girdiler.

   1914-1918 döneminin kırım, karaborsa ve müsadere şartları, uçan kuştan tüy alan bir yığın türedi zengini doğurdu. Türk tüccar ve toprak ağaları sınıfına ait ticari, sınai ve mali kuruluşlar mantar gibi ortaya çıktı. Bunlardan bazılarına örnek verirsek, Konya Mensucat ve Emtia Yurdu O.A.Ş.(1917) ile Ticareti Umumiye T.A.Ş. (1916), Adapazarı Ahşap ve Malzeme İmalathanesi AŞ, İzmir İhracat ve İthalat A.Ş. (İzmir, 1917),  İzmir İmarat ve İnşaatı Umumiye O.A.Ş. (İzmir, 1918), merkezi İstanbul’da olan Anadolu Milli Mahsulat Ş. (1915), Milli Aydın Bankası(1914),

Manisa Bağcılar bankası(1916), Kayseri Milli İktisat A.Ş. (1916), Milli İthalat Kantariye A.Ş. (İstanbul, 1916), Eskişehir Milli Ticaret ve Sanayi Ş. (1916), Konya Kantariye O.A.Ş. (1917), Mustafa Şamlı Müessesatı Ticaret A.Ş. Osmaniyesi (İstanbul, 1917), Konya Emtıai Umumiye Saadet O.A.Ş. (1917) ve benzerleri.

   Kendi tarihinin yırtıklarını günahlarıyla yamamaya çalışan Türk komprador sınıfını ve bunların temsilcisi İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni, Mondoros Mütarekesi’nden sonra, korku ve telaş sardı. Yunan işgali ve İtilaf devletlerinin çeşitli yerleri kontrol altına alma söylentileri, Rusların Ermeni gönüllü birlikleri ile Erzincan’a kadar gelip Batı Ermenistan’a hakim olması, Pontus’un uyanışı, Türk kompradorları başta olmak üzere, tüccarları, toprak ağalarını ulemayı, sivil ve askeri bürokrasiyi harekete geçirdi. Bu sınıf ve kategoriler, el birliği ederek Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerini kurmaya başladılar.

 

Moralızâde Halid Bey ile Uşşakizade Muammer Bey gibi İzmir’in iri tüccarları 1919’da,  İzmir Müdafaa-i Hukuk-u Osmaniye Cemiyeti’nin kuruluşuna ön ayak oldular. Moralızâde Halid Bey, İzmir’e gelen İngiliz kumandanı Dickson’ı evine davet etti.  İzmir İşgalini engellemek için Uşşakizade Muammer Beyle birlikte, cemiyeti temsilen Paris Konferansına katıldı ama bu fayda etmedi. Konferanstan işgal kararı çıktı. Rüzgar, Rum tüccarlarından yana esmeye başlamış, 1909’dan beri baskı altında olan Rumlar sevinç gösterileriyle meydanlara çıkmışlardı.

 

Hedef, savaştan önce Rum mallarına el koyan kompradorlar başta olmak üzere tüm müsadereci Türk tüccarları ile toprak ağalarını da tepeleyen bir işgaldi. Moralızâde Halit ve Nail beylerin ticari yazıhanesi yakıldı. İşgal başlayınca ünlü tüccarlar İzmirden kaçtı. İsveç deniz nakliyat şirketinin sahibi Henrick Van Der Zee ile iş yapan ve İzmir Ticaret Odası’nın üyesi olan tüccar ve gazeteci Hasan Tahsin, İzmir’deki varlığının işgale sahne oluşuna dayanamadı, işgal güçlerine karşı koyunca öldürüldü. Muammer Bey, Fransız Konsolosu’nun yardımıyla, kapağı Fransa’nın Nice şehrine atmak zorunda kaldı ve durumu oradan kollamaya başladı.

   Muammer Bey’in zihnine sinen karartı ancak Sakarya  Meydan Muharebesi’nden sonra çatladı. Müdafai Hukuk Cemiyetleri  güce dönüşmüş, Mustafa Kemal’e İzmir yolu açılmıştı. Kızı Latife’nin gitme isteğini hemen destekledi. Kız, Paris'teki üniversite eğitimini yarıda bırakıp alel acele izmir’e döndü. Bu durum onun Mustafa Kemal ile mektuplaşmış olabileceğini akla getiriyor. Gelişmeler, buluşma anının yaklaşmakta olduğunu gösteriyordu.

 

Latife Hanım, şehrin işgalden kurtulacağı anı beklemek için ‘Beyaz Köşk’e yerleşti, ayrıntılardaki duyguyu izlemeye koyuldu. Ordunun 9  Eylül 1922'de şehre girişinden bir gün sonra Mustafa Kemal geldi. Şehir yanıyordu. Uşakîzâde Âilesi'nin gayrimenkullerinden 70 pare mülkü de yanıyordu. Kim yakmış, hangi taraf sala okumuştu yangına? Rumlar mı yoksa şehirdeki büyük Rum nüfusunu korkutup kaçırtarak, şehri Rumsuzlaştırmak isteyen Sakallı Nürettin Paşa mı? Belli değildi.

   Zamanı, kara bir çarşaf gibi yalnızlığına sararak bekleyen Latife Hanım hemen Mustafa Kemal’in karargahına gitti. Salih Bozok, aldığı emrin gereğini yerine getirdi ve bir arada olma işlerini hızla örgütledi. Üç gün sonra Mustafa Kemal, Latife Hanım'ın Göztepedeki beyaz köşküne gitti ve orayı 16 gün başkumandanlık  karargâhı olarak kullandı. Köşkte sadece Latife Hanım’ın neler olduğunu ve neler olacağını bilen nenesi vardı.

   30 eylüle kadar köşk, sadece bir aşka değil, aynı zamanda, Mudanya Ateşkes Antlaşması çabalarına da yuvalık etmiş oldu. Bu süre içinde Latife Hanım’ın babası Paristeydi ama halkın Uşaklılar, ailenin Uşaklıgil, tüccar ve bürkratların ise Uşakizadeler dediği muhterem sülale, durumla yakından ilgileniyordu. Aynı köşke iki ay sonra Zübeyde Hanım gelip yerleşecek ve 40 gün sonra (14 ocakta) ölünce Mustafa Kemal ancak 27 Ocak'ta İzmir'e varıp annesinin Karşıyaka'daki mezarını ziyaret edebilecekti. Ziyaretten iki gün sonra da köşkte evlilik töreni düzenlenecekti. Evlilik töreninden bir ay sonra köşk, hayırlara vesile olacak, İzmir İktisat Kongresi’nin kumanda merkezi haline gelecekti.

   Evlilik töreni, tantanaya mahal vermeden pratik ve sade geçti. Törende, Uşşakizadelerin saygın simaları yer aldı. Nikah masasında, nikahı kıyacak olan eski İzmir Müftü’sünü saymazsak, karargah ricali yer almıştı. Mustafa Kemal’in iki tanığı, Fevzi ile Karabekir paşalar, Latife’nin tanığı olarak da Salih Bozok ile 1915'te Halep valisi iken tehcirden artakalan sersefil Ermenileri, bu kez Halep’ten  Mezopotamya'ya tehcir eden İzmir valisi Abdulhalik (Renda) Bey yer almışlardı. Abddulhalik Bey, Mustafa Kemal öldüğünde onun yerine geçecek ve hazretin cumhurbaşkanlığı toplam bir gün sürecekti. Her neyse, lafı uzatmayayım.

Ancak şu var ki, yüzükler daha sonra Lozan’dan İsmet Paşa tarafından getirilecek ve evlilere verilecekti.

   Törenin en gözalıcı siması hiç kuşku yok ki 23 yaşındaki Latife Hanım’dı. Ortaokulu ve liseyi İstanbul Amerikan Kız Koleji’nde bitirdikten sonra Paris’e gitmiş, Sorbonne Üniversitesi’nde siyaset ve hukuk eğitimi almıştı. Tabi bununla kalmamış, Londra’da dil öğrenimi görerek İngilizceyi de dil hazinesine katmıştı. Kısacası, Fransızca, İngilizce, ispanyolca ve Almanca bilen, sağ duyusu zarif, kültürlü bir kadın vardı karşımızda. 41 yaşında olmasına rağmen damat da ziyadesiyle yakışıklıydı.

 

 Tabi her şeyden önce, sınıfının gözünde yedi düveli tepelemiş, varlığı ile anlam üretmiş ve Lacivert kruvaze bir elbise giyerek, bir anda gelip nikah masasına oturmayı hakketmiş milli bir kahramandı. Evliliğin dışında, cinsel birleşmeye olanak tanımayan hayat, kendini itirazlarıyla kuran bir gelin ile itiraz kabul etmeyen bir damadı, istemeyerek başgöz etmek durumunda kalıyordu bir kez daha.

   Damat köşke en son 2 Ocak 1924’te geldi ve elli gün geçirdi. Bu süre içinde kayınpederi Muammer Bey ve Celal Bayar ile birlikte Türkiye İş Bankasını kurdu. Bu durumu Latife Hanımın kız kardeşi, M. Kemal’in baldızı Vecihe Hanım şöyle anlatıyor: 

 “Atatürk İzmir'deki evimizin selamlık kısmında özel odasında çalışırdı. Bakanlarla Atatürk sık sık çalışma odasında görüşürdü. Celal (Bayar) Bey de sık çağırdığı bakanlarındandı. Gene böyle bir gün, Celal Bey önce Atatürk ile, onun çalışma odasında görüştü, sonra da bizim yanımıza geldi. Biz, Latife ablam, ben ve babam selamlık bölümünde oturuyorduk. Bu sözünü ettiğim bina şimdi Özel Türk Koleji olarak faaliyette bulunmaktadır...

 Evet, bu binada babam ile Celal Bey arasında Atatürk'ün 250 bin lirasının nasıl değerlendirilmesi gerektiği üzerinde konuşuldu. Babam ihracat ve ithalatın yabancılar tarafından yapıldığını hatırlatarak bu işleri yapacak bir Türk şirketinin kurdurulmasını önerdi.

Celal Bey de bankacılık işlerinin de yabancılar elinde olduğunu hatırlatarak, bir banka kurulmasının yararlı olacağını söyledi. Sonunda da görüş birliğine vardılar. Bugün gibi aklımda, güzel bir akşamüstü idi. Daha sonra Atatürk de çalışma odasından çıkıp yanımıza geldi.' 'Bankamızın Kurucuları (&): Uşşakizade Muammer Bey', İş Dergisi, Sayı 265 (Kasım 1988), s. 20.

   Bu noktadan sonra da bana yazıyı uzatacak bir gerekçe kalmıyor.

GAZETE PATİKA

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)