"Bu devlet, devrimcileri, Kürtleri, Alevileri ve diğer
azınlıkları sevmediği açıktır. Kendisine düşman gördüğü bu güçlerin birlikte
hareket etmesinden de korkmaktadır"
30 Ekim 2023
Türkiye’de ulusal sorun ve azınlıklar meselesini incelerken
nasıl bir ülkede yaşadığımız, ülkeyi hangi sınıfların yönettiği, ulusların
hangi tarihi koşullarda ortaya çıktığı, ulusal sorunun ekonomik ve politik
nedenlerini açıklamak durumundayız.
Ulus, tarihsel olarak meydana gelmiş, ortak bir dil, ortak
bir pazar, ortak bir kültür birliği ve ortak bir ruhi şekillenmende ifadesini
bulan istikrarlı bir insan topluluğudur. Ulus, sadece tarihi bir kategori değil
bir çağın, yükselen kapitalizm çağının ortaya çıkardığı bir olgudur.
Uluslaşmayı sağlayan bizzat burjuvazi olmuştur. Kapitalizmin
yükselmesiyle birlikte, burjuvazi, dağınık, denetlenmesi zor olan, kapalı bir
ekonominin kendileri için yeterli olmadığını görerek, pazarların tek elde
birleştirilmesi, denetlenmesi, pazarda tek dilin kullanılması ve devlete
merkezi olarak hükmetmek için ulus devletler kurdular.
Örneğin Batı Avrupa’da böyle oldu. Feodal parçalanma
üzerinde zafer kazanan yeni İngiliz, Fransız, Alman, kapitalist burjuvazisi,
devleti ulusal devletler şeklinde yeniden örgütlediler.
Uluslaşma sürecinde iki farklı gelişme oldu. Batı ve Doğu’da
uluslaşmada yaşanan farklılıklar, ulusal sorunun ortaya çıkmasının da temelini
oluşturdu. Batı’da, Almanya, Fransa ve İngiltere’de tek uluslu devletler
kurulurken Doğu’da ise çok uluslu devletler kuruldu. Batıda, tek uluslu
devletlerin oluşumunda esas etken, bu ülkelerin tek uluslu ülkeler olmasıdır.
Doğuda kurulan devletler ise birçok ulusu içinde barındırıyordu.
Almanya, Fransa, İngiltere’de ulusal sorun yaşanmazken,
Rusya, Macaristan gibi ülkeler, çok uluslu oldukları için bu ülkelerde ulusal
sorunda baş göstermeye başladı. Lenin, “Rusya bir halklar hapishanesidir”
derken tam da ulusal sorunun yakıcılığından söz ediyordu. Rus Çarı’nın,
Rusya’da bulunan Çerkez, Azeri, Ermeni, Gürcü ulusları ezmesi Rusya’daki ulusal
sorunun temelini oluşturuyordu.
Marksizm, orta yerde duran bu sorunu ele aldı ve doğru
çözümler getirdi. Marksizm, ulusal sorunun özünün, hâkim olan ulus
burjuvazisinin, pazara tek başına sahip olmak için diğer ulusu ezdiğini, buna
karşı direnen ezilen ulusun, ulusal mücadelesinin temelini, ayrılıp kendi
ulusal devletini kurma mücadelesi olduğunu ortaya koydu.
Türkiye’yi bu tarihsel gelişmelerden ayrı düşünemeyiz.
Türk devleti, çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu’nun I.
Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesi Balkanlar’daki ulusal mücadeleler sonucu
kendi ulusal devletlerini kuran ülkelerden geri kalan topraklar üzerinde Türk
devletini kurdu. Türkiye Cumhuriyeti olarak kurulan devlet sınırları içinde
Kürt, Rum, Ermeni, Çerkez ulus ve azınlıkları kalmıştı. Türkler dışındaki en
kalabalık ulus Kürtlerdi.
“Kurtuluş Savaşı” sonrası Kemalistler önderliğinde kurulan
Türk Devleti, tek başına pazara hâkim olmak için Kürtlere ve diğer azınlıklara
baskı uyguladı.
Bu bizi Türkiye’nin faşizmle yönetilen bir ülke olduğu
sonucuna götürmektedir. Türkiye faşizmle yönetilen bir ülkedir. TC’nin 1923’te
kurulmasıyla birlikte devlet faşist bir karakter almıştır. Faşizm ülkemizde
komprador burjuvazi ve toprak ağlarının ortak diktatörlüğüdür. Ülkemizde
komprador burjuvazinin zayıflığı onu sürekli bir zora başvurmaya iter. Buna
toprak ağalarının iktidara ortak olması, faşizmin ülkemizdeki sınıfsal özünü
oluşturur. Kemalizm, faşizmin ideolojik arkada cephesidir. Almanya’da Hitler,
İtalya’da Musoloni ne ifade ediyorsa, Kemalizm de Türkiye için aynı anlamı
ifade etmektedir.
Türk devletinin kendisini “demokratik parlamenter
cumhuriyet” olarak nitelemesi Türkiye’nin faşist bir ülke olmadığı anlamına
gelmemektedir. Türkiye’nin faşizmle yönetilmediğini savunan kesimlerin en büyük
yanılgısının başında, parlamentonun varlığı, siyasi partilerin serbest olması
ve dört yılda bir seçimlerin yapılması gelmektedir. Demokrasi adına “partiler
sözde serbesttir”. Ancak Türkiye’de kapatılan parti sayısı dünyanın başka
ülkelerinde bu kadar çok değildir.
Türk şovenizmiyle şaha kalkan faşizm, Kürt örgütlenmelerine
ve legal partilerine karşı nasıl bir uygulama içinde olduğu açıktır. Kürt
partileri bir bir kapatılıp, birçok yöneticisi katledilirken, onlarca
yöneticisi yüksek cezalara çarpıtılarak yıllarca cezaevlerinde
tutuldu/tutulmaktadır. Keza muhalif devrimci ve ulusal güçler sözde “bağımsız”
mahkemelerde yargılanmakta, bazen beraat kararları da çıkmaktadır. Ancak
faşizmin özel silahlı (kontrgerilla) güçleri devrimci ve ulusal muhalefet
güçlerini her fırsatta katletmektedir. Hala naaşları bulunmayan binlerce insan
kayıptır. Yine sözde “yayın özgürlüğü” vardır. Ancak bu yayınlar sürekli polis
takibinde olduğundan istenilen zaman kapatılmakta, büroları basılmakta,
çalışanları tutuklanmakta ve onlarca yıl hapis cezasıyla cezalandırılmaktadır.
Tarihsel gelişmeden biliyoruz ki, burjuva demokrasisinin
temel özelliği düşünce özgürlüğüdür. Düşünce özgürlüğünün olmadığı bir ülkede,
parlamento ve seçimler tek başına bir şey ifade etmez. Düşünce özgürlüğü aynı
zamanda, örgütlenme özgürlüğü demektir.
Kemalistler laikliği esas aldıklarını söyleyerek Türkiye’de
din ve vicdan özgürlüğünden dem vursalar da bunun bir aldatmacada olduğu
sabittir. Kemalist Cumhuriyet Osmanlı devletinin dini mirasını devir aldı.
TC’nin kurulmasından sonra Türklük Müslümanlıkla eş anlamlı olarak kullanıldı.
Bu böyle olduğu içindir ki, TC’nin kurulmasıyla birlikte diğer azınlıkların
dini özgürlükleri bir çırpıda, bir kenara bırakıldı. Azınlıkların ellerindeki
ibadet yerleri bir bir gasp edilerek devlet mülkiyetine geçirildi. Sadece
azınlıklara dini baskılar uygulanmadı, Türk devleti Alevilere karşıda çok yoğun
baskılar uyguladı, Alevileri küçük düşüren Türk devleti, Maraş ve Sivas’ta
olduğu gibi Alevileri katliamdan geçirdi.
Kemalistlerin Türklük esasına dayalı bir devlet kurmak
istedikleri tartışmasız bir gerçektir. Türklük esas alındığı için de tüm diğer
ulus ve azınlıklar yok sayılmıştır. Ulus ve azınlıkların kendi ulusal
kimliklerini inkâr ederek, asimile olup Türklükte karar kılmaları istendi. Tüm
katliam, baskı ve asimilasyon dayatmasının tek nedeni budur. Kürtler,
Yahudiler, Çerkezler, Lazlar ve diğer tüm ulus ve azınlıklar için geçerli bir
politika olarak 90 yıldır uygulanan budur.
Kürtler
Kürtlerin üzerinde yaşadıkları topraklar ilk defa 1639
yılında İran Pers İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu arasında bölüşüldü.
Yüzyıllarca bu imparatorluklar tarafından baskı gören Kürt aşiret ve
topluluklar, uluslaşma sürecini tamamlayamadı. Bir ulus devlet kurma şansını
elde edemeyen Kürtler, I. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası, emperyalistlerin
denetiminde bu sefer de dörde bölündü, Türkiye, İran, Suriye ve Irak arasında
bölüşülen Kürdistan toprakları ilhak edilerek bu dört devletin sınırlarına dâhil
edildi.
Lozan’da emperyalistlerle masaya oturan yeni Türk Devletinin
temsilcileri “biz buraya hem Türkleri hem de Kürtleri temsile geldik”
demelerine rağmen bu söylemlerini çok kısa bir süre sonra unuttular. Örneğin
1925 yılında bunu Türk hâkim sınıflarına hatırlatan ve karşılığında olumsuz
cevap almalarından sonra Şeyh Sait önderliğinde isyan eden Kürtleri katliamla
bastıran Türk devleti, bu tarihten sonra tek ulus, tek dil ve Kürtsüz bir
Türkiye için yoğun bir çalışma dönemine girdi.
Kürtler hayatın her alanında yok sayıldılar. En başta da
zihinlerde yok edilmeye çalışıldı. Aynı şehirlerde yaşayan, aynı iş yerinde
çalışan, aynı okulda okuyan bir Kürt, yanındakine Kürt olduğunu söylemeye
çekindi, korktu, sindirilmeye çalışıldı. Bununla da kalınmadı; Kürtler, başta
anayasa olmak üzere tüm yasalarda da yok sayılmıştır. İç hukuk metinlerinde yer
bulan, mahkemelerce yasaklanan bazı temel hakları şöyle sıralıya biliriz.
Kürtlerin çocuklarına Kürtçe adlar koymaları yasaklanmıştır.
Kürtlerin yaşadıkları tüm yerleşim yerlerinin adları Türkçe
olarak değiştirilmiştir.
Kürtler hiçbir zaman düşüncelerini Kürtçe ifade
edememişlerdir.
Mahkemelerde Kürtçe savunma yasaktır.
Kürtçe propaganda yapmak yasaktır.
Anadilde eğitim Kürtler için yasaktır.
Her türlü Kürtçe yayın yasaktır.
Türkiye’de Kürtlerin isyan etmelerinin temel nedeni, Türk
devletinin Kürtleri yok saymasıdır. Türk devleti 1984’lerde başlayan yeni
ulusal direnişin kitlesel boyut kazanarak, Türk devletini oldukça sıkıştıran,
zorlayan direnişi sonucu, Türk devleti Kürtlerin varlığını kabul etmek zorunda
kaldı. Öncesinde Kürtler hep Türk kabul edilerek, kültürel varlıkları yok
sayılarak, Türk nüfusu içinde eritilmeye çalışıldı. Türk devleti Türkçülüğü
esas alarak, Türkiye sınırları içinde yaşayan herkesi resmi olarak Türk saydı.
Suni olarak çizilen yeni sınırlar içinde yaşayan ulus ve diğer tüm azınlıklar,
Türk milliyetçiliğine hizmet ettikleri oranda, yaşam hakkı buldular. Buna
itiraz eden, kendi ulusal kimliğini inkâr etmeyen hakları için direnen mücadele
eden herkes katledildi, sürgüne gönderilip azgın bir milliyetçilikle karşı
karşıya kaldı.
“Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi”yle Türk ve Türk’e
dair özelliklerin ayrıcalığı ve mutluluk kaynağı olduğu iddiası ulusal eğitim
ve şekillenmenin dayanağına dönüştürüldü. Bu teori Türk olanı üstün özelliklere
sahip ve ayrıcalıklı olmaya layık gösteren ırkçı bir teoriydi. İttihat ve
Terakki yönetiminden başlayarak günümüzün muhafazakâr milliyetçi Türk
politikasına, yüz yıla yakın süredir “Türk’ün ululuğu”, “Türk’ün dünyaya bedel
oluşu” üzerinden Türk olmak “mutluluk” nedeni ve kaynağı gösterilerek sürdürülen
propagandanın temel özelliği budur.
Şovenizm bizzat devlet eliyle körüklenerek, eğitim üzerinden
kesintisizce sürdürülerek, Türk kitleler içinde kabul edilir bir düzeye
getirilerek kitlesel bir boyut kazandırıldı. Okullarda bunun için özel eğitim
politikaları uygulandı. Her sabah “ant” içilmesi, hafta sonlarında ve
başlarında İstiklal Marşı okunması, Türk olmanın benliği olarak kabul gördü.
Türkler dışındaki ulus ve azınlıkların varlığının kabulü ve bunların
haklarından söz edilmesi Türklüğe hakaret olarak kabul edildi.
Türk devletinin sınırlarım diye tabir ettiği topraklara, 29
Haziran 1939 tarihinde Hatay’ı da katarak, sınırlarını biraz daha
genişletmiştir. Zorla topraklarına kattığı Hatay’da yaşayan Arap azınlığa
hiçbir zaman hakları tanınmamıştır. Bir çırpıda burası da Türkleştirilmiş ve
Araplar tüm haklarından yoksun bırakılmıştır.
Rumlar
Türkiye’deki Rum nüfusun mübadele öncesi bir milyon olduğu
tahmin edilmektedir. Ege’de yoğun olarak yaşamış olan Rumlar, Ege dışında en
çok yaşadıkları il İstanbul olmuştur. Kemalistler “Cumhuriyetin’’ kurulmasından
sonra Lozan’da Yunanistan’la özel bir anlaşma yaptı. Bu anlaşmaya göre
karşılıklı nüfus mübadelesi yapılarak, her iki ülke homojen bir yapıya
kavuşturulacaktı. 23 Ocak 1923 yılında Yunanistan ve Türkiye arasında “Türk ve
Rum Ahali Mübadelesine Dair Mukavele ve uygulamaya ilişkin” imzalanan protokol
1 Mayıs 1923 tarihinde yürürlüğe kondu. Bu antlaşmaya göre “1 Mayıs 1923
tarihinden itibaren Türk topraklarında oturan Rum Ortodoks Yunan uyruklular
zorunlu mübadeleye tabi tutulacaklar” denilmektedir.
Bu anlaşmanın yürürlüğe girdiği tarihten itibaren Rumlar,
yüzyıllardır oturdukları topraklardan göç etmeye başladılar. Evlerini,
topraklarını, işlerini geride bırakarak Yunanistan’a doğru yola koyuldular.
Tarihin yaşanmış bu en büyük dramlarından olan göçle birlikte geride kalan
tarih ve kültür yok edildi, Ege bir anda Türkleştirildi. Yunanistan’a zorla göç
ettirilen Rumlar, kendilerini bir anda aç ve yoksul bir hayatın içinde
buldurlar. İş bulamayan, konut sorunu yaşayan Rumlar, Yunanistan’da toplumun en
alt yeni yoksulları olarak yaşam mücadelesi verdiler.
1955 yılında Türk devleti Rumlara karşı yeni bir kanlı
saldırı başlattı. 6-7 Eylül olayları olarak bilinen bu saldırıyla Türk devleti
geride kalan Rum azınlığı da temizleyerek bu süreci tamamlamak istiyordu. 1955
yılındaki saldırı, Atatürk’ün Selanik’teki evinin Yunanlarca bombalandığı
haberinin bir anda radyo ve gazetelerde verilmesiyle başladı. İstanbul ve
İzmir’de Rum Ermeni ve Musevilerin evleri, işyerleri, dükkân, kilise ve okullar
iki gün boyunca durmaksızın yağmalanıp, yakılıp yıkıldı. Azınlıklara ait tüm
tarihi yerler yakıldı.
“Olayların bilançosu çok ağır oldu. 7 Eylül’de İstanbul’da
sıkıyönetim ilan edildiğinde, ardında pek çok yaralı bırakmıştı ve maddi hasar
çok ağırdı. Mahkeme kayıtlarına dayandırılarak verilen sayılara göre, 4214 ev,
aralarında 21 fabrikanın bulunduğu 1004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2
manastır, 26 azınlık okulu, 5 spor kulübü, 2 mezarlık tahrip edilmişti.
Saldırılar sırasında tecavüz olayları da yaşanmıştı. İzmir’de ise 14 ev, 6
dükkân, 1 pansiyon, Yunan Konsolosluğu, Katolik Kilisesi, Fuar’daki Yunan pavyonu
ve İngiliz Kültür evi tahrip edildi. Dönemin İzmir gazeteleri 7 kişinin ağır,
50 kişinin hafif yaralı olduğunu yazıyordu.’’
Rumlar sadece 1923 1 Mayıs’ında ve 1955 yılında
karşılaştıkları bu uygulamayla karşı karşıya kalmadılar. Geriye kalan Rumlar,
hiçbir zaman Türk devletinin menzilinden çıkmadı. Türk devleti, Rumlar
üzerindeki baskılarını mütemadiyen devam ettirdi. 1964 yılına gelindiğinde
Rumlar bir kez daha Türk devletinin saldırılarıyla karşılaştı. Türk devleti
Rumları bir koz olarak kullanmak istedi. Bu tarihte Türkiye ve Yunanistan
arasında Kıbrıs meselesinde çıkan anlaşmazlıkta, Türk tarafı, Kıbrıs
konusundaki görüşlerini Yunanistan’a kabul ettirmek için Türkiye’de yaşayan
Rumları rehin olarak masaya sürdü. Türkiye, Yunanistan’a açıktan Kıbrıs
konusunda ileri sürdüklerini kabul etmemesi halinde, Türkiye’de yaşayan
Yunanistan pasaportlu Rumları sınır dışı edeceğini açıkladı.
Bu açıklama bir diplomatik tehdit olarak kalmadı.
Açıklamanın ardından Rumlar sınır dışı edilmeye başlandı. 12 bin Rum apar topar
Türkiye dışına sürüldü. Bankalardaki tüm paralarına ve taşınmaz mallarına el
konan Rumlar, giderken yanlarında kişisel eşyaları olarak 20 kilo, para olarak
da sadece 22 dolar almalarına müsaade edildi. Türkiye’de “milli bir burjuva
yaratma” politikası azınlıkların para ve taşınmaz mallarına el konmasıyla
başladı. Kemalistler açıktan yeni Türk burjuvazisine “zenginleşin” diyordu. Azınlıklardan
geriye kalan tüm mal varlıkları yeni Türk burjuvazisine aktarılıyordu. Dönemin
CHP’si azınlıklar raporunda Rumlar için şunların altını çiziyordu; “Anadolu’da
bugün Rum yok denecek kadar azdır. Hiçbir yerde ilerde bir tehlike teşkil
edecek durumda değildir. Binaenaleyh Rumlar için esaslı tedbir alınması gereken
yerimiz İstanbul’dur. Bu hususta söylenecek tek söz, İstanbul’un fethinin
(500.) yıl dönümüne kadar İstanbul’u tek Rumsuz hale getirmektir.”
Ermeniler
İttihat ve Terakki yönetimi Alman emperyalizminin de
desteğini alarak 1915 yılında Ermenilere karşı büyük bir soykırım
gerçekleştirdi. 1915 yılında bir buçuk milyon Ermeni’nin katledildiği dönemin
Osmanlı topraklarında, katliamdan kurtulan binlerce Ermeni de göç sırasında
hayatlarını kaybetti. Zorla yerlerinden edilen Ermenilerin geride kalan
kültürel varlıklarının önemli bir bölümü yok edildi. Ermeni yerleşim yerlerinin
tüm isimleri değiştirilerek Türkçeleştirildi.
Türklük esasına dayalı yeni bir ulus devlet kuran
Kemalistler, 1915 yılında katledilen Ermenilerden geriye kalan atın, para ve
taşınmaz malları yeni Türk burjuvazisinin sermeye edinmesi için onların
kullanımına verdi. Bugünkü Sabancı Holding, Çukurova’da Ermeni mal varlığı
üzerinden zenginleşen yeni Türk burjuvazisinin en tipik temsilcilerinden
biridir. Katledilen, sürgüne gönderilen Ermenilerin mallarına el konmasıyla
zenginleşen yeni Türk burjuvazisinin “anti-Ermeniliği” boşuna değildir.
Ermeni Soykırımı’nın kabul edilmesi ve Ermenilere tazminat
ödenmesine direnen Türk devleti ve onun yarattığı burjuvazinin avazı çıktığı
kadar bağırması bundandır. Ermenilere tazminat ödenmesi durumunda, dönemin
burjuvazisinin gasp ettiği Ermeni malları ve paralarının geri ödenmesi işlerine
gelmediği için her taşın altında Ermeni parmağı aramaları, Türkiye’de bir
gelişme olduğunda bunun bir Ermeni oyunu olduğunu dillendirmeleri bundandır.
19515 yılından bu yana Türk milliyetçilerinin topluma kabul
ettirmek istedikleri başlıca tezlerinden biri de Ermeni olmayı “suç” gören
tezdir. Bu tez o kadar çok işlenmiştir ki, toplumda kabul edilir bir düzeye
getirilmiştir. Kemalistler TC’yi kurduktan sonra şovenizm ve ırkçılığı daha da
körükleyerek her fırsatta Ermeniler aşağılanmış, hor görülmüş ve
ötekileştirmiştir. Bugün dahi, Türkiye’nin birçok yerinde Ermeni lafı hala
küfür anlamında kullanılmaktadır.
1915 yılında Ermenilerin yanı sıra diğer azınlıklarda yok
edildi. Ermeni Soykırımı ulusal olduğu kadar dinseldir de. Yapılan
araştırmalarda bu gerçek de ortaya çıkmıştır. Sünni Kürtler bu katliamın
dışında kalırken, buna karşın Ezidi Kürtler Ermenilerle birlikte göç etmek
zorunda kaldı. Bugün Ermenistan topraklarında Ezidi Kürtlerin çoğunlukta
olmasının nedeni budur.
Ermeni düşmanlığı hızından hiçbir şey kaybetmeden devam
etmektedir. 97 yıldır devam eden Ermeni düşmanlığı her fırsatta gündeme
getirilmekte, toplum Ermeni düşmanlığı üzerinden yine ırkçı ve şoven bir
politikayla eğitilmektedir. Hrant Dink’in katledilmesi, Ermeni düşmanlığının en
son örneklerinden biridir.
Ermeni düşmanlığının en dorukta olduğu dönemlerden biri de
12 Eylül AFC dönemidir. 12 Eylül döneminde Ermeniler başlarına nelerin
geleceğini bildikleri için, sesiz sedasız Türkiye’yi terk etmişlerdir. Avrupa
ve ABD’ye göç eden Türkiye Ermenileri, bir daha da geri dönmemişlerdir.
12 Eylül döneminde cezaevlerinde Ermenilere karşı özel bir
anti-propaganda yapıldı. Bu dönem açısından Diyarbakır Cezaevi en başta
gelmektedir. 5 no’lu cezaevi olarak tabir edilen bölümde Esat Oktay Yıldıran,
devrimci tutsakların koğuşlarına girerek Ermeni karşıtı konuşmalarla Ermenilere
karşı kin kusmuştur. Cezaevindeki Ermeni tutsakların listelerini çıkartarak,
Ermeni örgütler Türkiye karşı eylemler yaptığında, bu tutsaklar özel olarak
işkenceden geçirilmiştir.
Yine birkaç çarpıcı örneği Recep Maraşlı şöyle
aktarmaktadır.
“TKP/ML davası sanığı Diyarbakırlı Garabet Demirci’nin ismi
ise Yüzbaşı tarafından ‘Ahmet’e çevrilmiş, Garabet her defasında Ermeni olduğu
için ayrıca dayağa ve işkenceye maruz kalmıştır.” Devrimci olmanın dışında
Ermeni olduğu için ayrıca yoğun işkenceye ve aşağılamalara uğrayan kişilere bir
başka örnek de Garbis Atınoğlu’dur. Sıkıyönetim Komutanlığı’nın hazırladığı
iddianamede Askeri Savcı şöyle yazmaktadır Garbis için; “Her nasılsa Türkiye’de
doğan, Türk tabiiyetinde olan, kolejlerde cemaat adına okuyan, Boğaziçi
Üniversitesinde tahsil gören, hâsılı devlet ve milletin bahşettiği en büyük
nimetleri nefesinde taşıyan bu Ermeni oğlu Ermeni…’’ ifadesini bir kin ve
nefret olarak kullanılmıştır. 12 Eylül döneminde Ermeni düşmanlığının çarpıcı
örneklerinden biri de Tuzla Ermeni Yetimhanesi’ne devlet tarafından el
konulması ve Hrant Güzelyan’ın yargılanması olayıdır.
Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi Vakfı’nın başkanı olan
Hrant Güzelyan taşradaki öksüz, yetim ve okuma olanağı bulamayan Ermeni
çocuklarını İstanbul’a getirerek barınma, kendi dillerinde okuma ve
kültürlerini öğrenme, geliştirme olanağı yaratmaya çalışan bir din insanıydı.
Bu amaçla İstanbul Gedikpaşa’da açtığı Ermeni Yetimhanesi 1950’li yıllardan
beri hizmet vermekteydi. Devlet, Hrant Güzelyan’ın Ermeni çocuklarının
eğitimine yönelik çabalarından hoşnut kalmaz. Tuzla kampı, Gedikpaşa Ermeni
Yetimhanesi ve çocuk yuvalarının “kanunsuz kurulduğu” gerekçesiyle birçok
bürokratik engel çıkartılır. 12 Eylül Cuntası’ndan sonra Ermeni çocukların
barındığı yuvalar kapatılır. Tuzla Ermeni Çocuk Kampı da “Azınlık Vakıfları”nın
mülk edinme hakkının olmadığı gerekçesiyle arazisi ve üzerinde çocukların el
emeğiyle yapılmış tesisleriyle birlikte, bedelsiz olarak eski sahibine iade
edilir. Hrant Güzelyan ise bir bahaneyle tutuklanmıştır.’’ Bunlar dönemin ibret
verici olayları olarak tarihe geçmiştir.
Bugün itibarıyla Türkiye’de yaşayan Ermeni nüfusu 60 bin
kişi civarındadır. Bu nüfusun ağırlıklı bölümü İstanbul’da yaşamaktadır. Ayrıca
Türkiye Kürdistanı’nda yaşayan Ermeni nüfusu olmakla birlikte bu sayının çok az
olduğu bilinmektedir. Ermeni dilinde öğrenim gören öğrenci sayısı dört bindir.
Bu okullar da sadece İstanbul’da bulunmaktadır. Öğrenimlerine devam eden
okulların kendi imkânlarıyla öğrenim vermeleri artık imkânsız hale gelmiş
bulunuyor. Türk devleti bu okullara kesinlikle yardım yapmamaktadır. Çocuklarını
Ermeni okullarına yazdırmak isteyen aileler her gün yeni zorluklarla
karşılaşmaktadırlar. Son yıllarda bu okullara yazılan Ermeni çocukların
ailelerinden bu çocukların Ermeni olduklarını kanıtlayan evraklar
istenmektedir. Ayrıca bu okullarda “Ermeni dil dersi” dışındaki tüm dersler
zorunlu olarak Türkçe verilmektedir.
Yahudiler
Türkiye’ye de yaşayan Yahudiler de diğer azınlıklar gibi çok
büyük baskı gördüler. Gayri müslim olarak tabir edilen Museviler, Kurtuluş
Savaşı döneminde Kemalistleri desteklemelerine rağmen 1923 sonrasında yürütülen
özel kampanyalarla teşhir edilerek Türkiye’yi terk etmeleri sağlanmıştır.
Kemalist hükümetin dümen suyunda giden basın başta olmak üzere, yazılı ve sözlü
yapılan anti-propagandalarla Yahudiler açıktan hedef gösterildi.
Dönemin ileri gazetesi özel bir kampanya başlatarak
Yahudileri açıktan hedef gösterir. Celal Nuri’nin sahip olduğu bu gazete,
“kanımızı emenler” başlığıyla yayınladığı makalesinde Yahudileri ikiyüzlülükle
suçlayarak, Yahudilerin “Cumhuriyete” sadakatlerinin yalan olduğunu yazdı. Bu
kampanya uzun bir süre devam etti ve Yahudilerin para tutkunu olduğu,
Yahudilerin ticareti Türk esnafının elinden aldığı, buna müsaade edilmemesi
gerektiği üzerinde hükümete telkinlerde bulunuldu. Örneğin İzmir’de yayınlanan “Türk
Sesi” gazetesi başlattığı bir kampanyada Türk esnafa seslenerek; “Türk
tüccarların kendi aralarında birleşip Yahudi tehlikesi”ne karşı birleşmesi
çağrısı yapıyordu. Ve aynı gazete bu çağrısını şu ifadelerle bitiriyordu;
“İzmir’de birçok dürüst Türk bankacı ve sarraf olduğundan bir Türk’ün bir
Yahudi’nin yanında memur olarak çalışmasının kabul edilemeyeceğini” savundu.
Böyle bir Yahudi istilasına karşı “bir birliğin kurulup ticaretin bu ahlaksız
ve çıkarcı Yahudilerden temizlenmesini” talep etti.
Bu kampanyalar öyle bir boyuta getirildi ki, 1923 yılı
Haziran’ından itibaren Yahudilerin serbest dolaşımları yasaklandı. Edirne,
Kırklareli ve Uzunköprü’den İstanbul’a gelen Yahudi tüccarlar yaşadıkları
yerlere bir daha dönemediler. Bu uygulamaya çeşitli nedenlerle İstanbul’a
gelmiş olan Yahudilerde maruz kaldılar. Bu yasak 26 Şubat 1925 yılında bir kez
daha uygulandı. Kapsamı daha da genişletilen bu yasağa Rumlar dışındaki diğer
tüm azınlıklar dâhil edildi. Azınlıkların serbestçe dolaşabilecekleri yerler Gebze
ve Çatalca arasında kalan bölge olarak ilan edildi.
Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra Yahudi örgütlenmelerinin
idareleri illerde valilere devredildi. Buna Hahambaşının cemaat işleri de dâhil
edilerek uygulama genişletildi. Bu uygulamayla Hahambaşlık merkezi olarak
parçalanarak etkisi kırıldı. Azınlık örgütlenmelerinin birçoğu maddi olarak
kendi kendine yeterli olmasına rağmen birçok dini kurum ekonomik abluka altına
alındı. Yahudilerin tüm din örgütlenmeleri de bu uygulamadan nasibini aldı.
Lozan’da azınlıklara tanınan haklar Yahudiler için de
geçerliydi. Ancak Yahudilerin Lozan’dan doğan haklarından feragat etmelerini
başlatan süreç, Hilafetin resmi olarak kaldırıldığı dönemde, Avrupa basınında
azınlıkların dini örgütlenmelerinin de lağvedileceği haberlerinin çıkmasıyla
başladı.
M.Fırat-N.Balı “Bir Türkleştirme Serüveni” adlı eserinde
Mustafa Kemal’in New York Herald gazetesinin muhabirine 4 Mayıs 1924 tarihinde
verdiği demeci şöyle aktarıyor; “Hilafetle beraber Türkiye’de mevcut olan
Ortodoks ve Ermeni kiliseleri patrikhaneleri ile Musevi hahamhanelerinin
ortadan kalması lazımdır. Hilafet ve muhalif patrikler asırlardan beri ruhani
daire-i salahiyetleri haricinde muazzam imtiyaz topladılar. Halkın mütalaasına
müsteniden bahsedilen hukuk haricinde imtiyaz ile Cumhuriyet idaresinin tatbiki
kabul değildir” diyerek tüm azınlıklar hedef gösterilmiştir.
Lozan Antlaşması’nda azınlıklara tanınan ve Türkiye’nin de
kabul ettiği bir hükme göre Yahudilerin kendi aralarındaki anlaşmazlıkları
çözen bir aile hukuku kurumu var. Ancak yapılan baskı ve sindirme çabaları
sonucu bu kurumda lağvedilir.
Dönemin Cumhuriyet gazetesi başyazarı Yunus Nadi,
başyazısında “Lozan antlaşmasıyla azınlıklara tanınmış olan hakların Osmanlı
İmparatorluğu’nda yüzyıllar boyunca yaşanmış olan azınlıklara fiiliyatta zaten
tanınmış olduğunu” hatırlattı. “Bu imtiyazlara karşılık Ermenilerin ve Rumların
batılı güçlerin amaçlarına alet olup ayrılıkçı hareketlere giriştiklerini ve
daha sonra batılı güçlerin amaçlarına alet olup ayrılıkçı hareketlere
giriştiklerini hatırlattı.
Azınlıkların bu olaylardan alacakları dersin, Batılı güçlere
sığınmak yerine vatanları olan Türkiye’ye sadık ve bağlı kalmak olduğunu
belirtti. Yunus Nadi, Türk gayrimüslim kaynaşmasında geçmişte ayrılıkçı emeller
gütmemiş olan Yahudilerin önayak olmaları gerektiğini vurguladı ve azınlıkların
vatana samimi ve sadık duygularla bağlı olduklarını kanıtlamaları halinde
Cumhuriyet kanunlarında azınlık hakları diye özel bir fasıl açmanın hiçbir
gereği kalmadığını belirtti.”
Bu demeç ve haberlerin basında çıkmasından sonra Yahudiler
15 Eylül 1925 günü Hahambaşının önderliğinde Meclis-i Umumi üyesi kır iki kişi
toplanarak aile hukuku ve şahsi kararlar bakımından artık ayrı bir uygulamaya
gerek kalmadığı kararına ek olarak, Lozan’da Yahudilere tanınan ve anlaşmanın
42. maddesinin birinci ve kır ikinci paragraflarından feragat ettiklerini
dönemin il valiliğine resmi olarak bildirdiler.
1 Ağustos 1926’da yapılan resmi bildirimde şunlar
belirtilir.
Türkiye Yahudileri Türkiye’nin öz evlatları olduklarından
vatandaşlık sıfatının beraberinde getirmiş olduğu tüm görev ve hukuka
haizdirler. Bu nedenle kendilerine verilecek olan tüm istisnayı hakları
reddedip Türkiye Cumhuriyeti’nin kanunlarına itaat etmeyi görev bilirler.
1- Türkiye Yahudileri Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın
öngörmüş olduğu siyasi, medeni ve cezai hukuku teminat olarak bilirler.
2- Hakkıyla Türk vatandaşı, olmak Türk harsını kabul etmekle
mümkün olduğundan Türkiye Yahudileri bu ülküye ulaşmak için tüm gayretleri sarf
edecektir.
3- Türkiye Yahudileri sinagoglarını, hayır ve eğitim
müesseslerini Cumhuriyet kanunlarına göre yöneteceklerini kabul ederler.
Azınlıkların Türkleştirilmesinde dil çok büyük bir yerde
durmaktadır. Kemalist Cumhuriyet Türkçe dışında hiçbir dilin konuşulmasına
tahammül etmemiştir. Diğer azınlıklar ve uluslar olmak üzere Yahudilerin de
Türkçe konuşmaları basında sürekli eleştiri konusu olmuştur. Dönemin Türk
basını bu konuda tam bir işbirliği içinde, azınlıkların kendi dillerini
konuşmalarını sert bir dil kullanarak saldırmıştır. Bu kampanyada Elie Nathan
şöyle yazıyor; “Siz Yahudiler öyle nankörsünüz ki bunu anlamakta güçlük çekiyoruz.
Dört buçuk asırdan beri bizim topraklarda bulunuyorsunuz, geniş ve aşağı yukarı
sınırsız bir şekilde bizim cömert misafirperverliğimizden istifade ediyorsunuz.
Avrupalı dindaşlarınızı kıskandıracak kadar huzur içinde yaşıyorsunuz. (…)
Nasıl oluyor da bugün, sizleri hangi açıdan ele alırsak alalım, halen
İspanya’dan yeni gelmiş olan bir halkın garip manzarasını sunuyorsunuz?
Anneler bebeklerini İspanyolca şarkılarla uyutuyorlar,
Sinagoglarınız geçmiş zamana ait bir dilde söylenen bir musikinin sesleriyle
yankılanıyor. Tarih ilerledi ve siz miadı geçmiş biçimler içinde donup kalmış
bir etnik kitlenin tavrında yaşamakta ısrar ediyorsunuz.’’ “Vatandaş Türkçe
konuş” kampanyasının bir parçası olan basındaki bu üslup bununla da kalmadı,
Türkçe konuşulmasının bir zorunluluk haline getirilmesi için mecliste kanun
çıkartılması için girişimlerin olduğuna rastlanmaktadır. Urfa Milletvekili
Rafet Bey, meclise verdiği teklifte Türkçe konuşmayanlardan on lira ceza
alınmasını ve bu paranın da belediyelere verilmesini teklif etti. Nitekim 1925
yılında Bursa belediyesi Türkçe konuşmayanlardan para cezası alınmasını ön
gören bir karar alır ve İspanyolca konuşan iki Yahudi’ye beşer lira para cezası
keser.
Mustafa Kemal bunu daha da ileri götürerek 17 Şubat 1931
tarihinde Adana’da yaptığı bir konuşmada şunları belirtir; “Milletin çok bariz
vasıflarından birisi kıymetli esaslarından birisi dildir. Türk milliyetindenim
diyen insan her şeyden evvel ve behemehâl Türkçe konuşmalıdır. Türkçe
konuşmayan bir insan, Türk harsına, camiasına mensubiyetini iddia ederse buna
inanmak doğru olmaz.”
Yahudilerin başına gelen en büyük belalardan biri de 1930
yılında yapılan belediye seçimleri sonrasında yaşadıklarıdır. Bu seçimlere
Atatürk’ün izniyle Paris büyükelçisi Fethi Okyar’ın 12 Ağustos 1930 yılında
kurduğu Serbest Cumhuriyet Fıkrası partisi de belediye seçimlerine katılır.
Fethi Okyar belediye seçimlerinde oy alabilecek, ekonomik olarak güçlü olan
Yahudi adayları da listesine alır. Marko Naum ve avukat Avram Naum Beyoğlu
kazasından aday gösterilerek belediye seçimlerine girerler. Edirne’de de beş
Yahudi aday gösterilir. Trakya’da tüm Yahudiler SCF oy veriler. Yahudilerin
belediye seçimlerinde aday gösterilmesi basında çok büyük eleştirilere konu
olur. Yahudiler bu saldırlar karşında Cumhuriyet’e olan bağlılıklarını
bildirmek üzere bir heyetle 16 Ekim 1930 günü TBMM başkanı Kazım Karabekir’i
Dolmabahçe Sarayı’nda ziyaret edip bağlılıklarını bildirirler.
Diğer azınlıklar gibi Yahudiler de Kurtuluş Savaşı öncesi
kendi okullarında kendi dillerinde eğitim veriyordu. Eğitim Fransızca ve
İbrani’ce verilmekteydi. Kurtuluş Savaşı sonrasında Kemalistler bu alana da el
attılar. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi bir gazeteye verdiği
demeçte şunları söylüyordu: “Gayr-i Müslim mektepler, memleketimizde, çok acı
ve çok kanlı vakayı ile sabit olduğu üzere siyasi propaganda merkezi hizmetini
görmekte devam edemezler. Şimdiki mektepler, umumiyeti itibarıyla, doğrudan
doğruya memleketin muhtelif unsurlara mensup evladı arasında ihtilafı her gün
körükleyen anıl merkez hareketleri vücuda getiren komiteler mahiyetinde
kaldıkça, bunların mevcudiyetine razı olmak, memleketin emniyetine karşı
kurulan açık bir ifsat teşkilatını serbest bırakmak demektir.” Bu demecin
ardından beklenen oldu. Türkiye’deki mevcut azınlık okullarının öğrenimlerine
devam edebilecekleri ancak yeni okulların açılamayacağı bildirildi. 20 Mayıs
1923 tarihinde ise tüm azınlık okullarında derslerin Türk öğretmenler
tarafından verileceği kararı alındı. 1927’de ise azınlık okullarına alınacak
öğretmenlerin Türkçe sınava girmeleri, başarılı olmayanların ise bu okullara
alınmamaları yasal hale getirildi. Bu uygulamayla Yahudi çocukların okudukları
okulları terk etmeleri başladı. Aileler yoğun baskılar karşısında çocuklarını
Yahudi okullarına göndermemeye başladı ve bu okullar 1928 yılında tümü kapanmak
zorunda kaldı.
Kemalistler Türklüğü esas alan yeni ulus devletlerinde
pazara tek başına hâkim olmak için özel politikalar geliştirdiler. 17 Şubat
1923-İzmir İktisat Kongresi, ekonomide Türk burjuvazisinin nasıl bir rol
alacağı, ekonominin ulus ve azınlıklardan arındırılarak “Millileştirilmesi”
için toplandı.
İzmir İktisat Kongresi’ne azınlık iş adamlarından hiç kimse
çağrılmadı. Bu tesadüfü değil, özel bir uygulamaydı. Kongrede Kemal Atatürk’ün
yaptığı konuşma her şeyi ele veriyordu. Mustafa Kemal konuşmasında şunların
altını çizdi; “İstiklali tam için şu düstur var; Hâkimiyet-i milliye
hâkimiyet-i iktisadiye ile tersin edilmelidir. (sağlamlaştırılmalıdır) siyasi
ve askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsun iktisadi zaferle terviç
edilemezlerse semere, netice payidar olamaz.” Bu sözler birçok şeyi ifade
ediyordu. İzmir İktisat Kongresi’yle ilgili İkam gazetesinin yazdıklarına
bakmak yeterlidir. Bu gazete “İzmir İktisat Kongresi gayri-müslim iktisat
düşmanlarımızın fevkalade telaşının mucip olmaktadır” cümleleriyle azınlıkların
nasıl dışlandığını dile getiriyordu. İzmir İktisat Kongresi’nin aldığı bir
diğer önemli kararda, azınlık memurların ticaret alanlarından alınarak
yerlerine Türk memurların atanması olmuştur. İzmir İktisat Kongresi öncesi
birçok liman şehirlerinde ticaret diğer dillerde de yapılmaktaydı. Kongreyle
birlikte, ticaretin Türkçe yapılmasına karar verildi. Bu Türk devletinin
pazarda tek dil olarak Türkçe’nin konuşulmasının zorla kabul ettirmesinin
sonucuydu. Bu karar bugün de Türk devletinin neden Kürtçe ana dilde eğitim
istemediğini, Kürtçe’nin konuşulmasına neden yasak getirdiğini anlamak
açısından oldukça manidardır.
Vakit gazetesi Türkçe’nin ticaret hayatında kullanılmasının
zorunlu hale gelmesinin mantığını şu şekilde açıklıyordu “Türkiye’de Türkçe
dilinin üstünlüğü sadece bir onur ve şeref meselesi değildir. Bu aynı zamanda
Türk ulusu için hayati önem haiz bir iktisadi meseledir. Türk ve Yunan uyruklu
işverenler ile yöneticiler Türkçe yerine Rumca konuşan memurları ısrarla tercih
etmelerinden dolayı Türklerin iş bulmaları imkânsızdır.”
“Ticaret hayatının millileştirme faaliyetlerinden bir tanesi
de azınlıklara bazı meslek ve ticaret alanlarının yasaklanması oldu. Bu
maksatla 4 Haziran 1934 yılında yürürlüğe giren bir kanunla yabancı uyruklu
kişiler bazı mesleklerden men edildi. Buna karşın Türk memur çalıştıran yabancı
uyruklu iş sahiplerine bir kısıtlama getirilmedi. Kanundan en çok etkilenen
serbest meslek sahibi ve seyyar satıcılar etkilendiler. Kanunun yürürlüğe
girmesiyle azınlıklara mensup serbest meslek sahibi kişiler din değiştirmek
için müftülüklere başvurmaya başladı. 31 Mayıs 1934 yılında azınlıkla mensup
serbest meslek sahibi kişilerin mesleklerini bırakmaları sonucu Yahudiler, iş
hayatından çekildikleri ve iş bulamama korkusuna kapılarak Türkiye’yi terk
etmeye başladılar.”
Ekonomik abluka bununla da sınırlı kalmadı. II. Emperyalist
Paylaşım Savaşı döneminde dünyadaki ekonomik bunalımı gerekçe gösteren
Kemalistlerin tek partisi CHP hükümeti sözde bir önlem paketi olarak
azınlıklara “varlık vergisi” getirdi. Kemalistlerin devlet eliyle burjuvazi
yaratma politikasının bir sonucu olan varlık vergisi, azınlık sermayesini
tasfiye etmeyi amaçlayan bir uygulama olarak 1944 yılına kadar yürürlükte
kaldı. Amaç, pazarı Türkleştirerek halen Pazar payları önemli bir yerde duran
Rum, Ermeni, Yahudi, sermayesini Türkleştirmekti.
Varlık Vergisi 11 Kasım 1942 tarihinde TBMM tarafından oy
birliğiyle kabul edildi. Varlık Vergisi’nin devlete ödenmesi 15 günlük bir
süreyle sınırlandırmıştır. Azınlık iş adamlarından ve tüccarlardan istenilen
vergi, servetlerinin birkaç katıydı. İstenilen verginin çok olması, sürenin
kısa olması nedeniyle azınlık iş adamları ve tüccarları ellerindeki tüm mal
varlıklarını satışa çıkarttı. Süre bittiğinde Varlık Vergisi’ni ödemeyenler
Erzurum Aşkale’de zorunlu çalışmaya tabi tutuldular. Neticede 2057 kişi istenilen
Varlık Vergisi’ni ödemediği için tutuklanmış, bunlar içinde akrabalarının
yardımıyla vergilerini ödeyip serbest bırakılanların dışında 1.400 kişi çalışma
kaplarına gönderilmiştir. Devletin resmi rakamları böyleyken, zorunlu çalışmaya
tabi tutulanları Parsch Gevrekyan bu sayının 6-8 bin arasında olduğunu
yazmaktadır. Çalışma kamplarında hayatını kaybedenlerin sayısı ise 21 kişidir.
Varlık Vergisi’nin yürürlüğe girdiği tarihte istenilen vergiyi ödeyemedikleri
için birçok Rum ve Ermeni Türkiye’yi terk etmiştir.
Son olarak Çerkezler hakkında da birkaç şey söylemek
konumuzun bütünlüğü açısından zorunludur. Kuzey Kafkasya haklarından olan
Çerkezler, 1864 yılında toplu olarak yurtlarından koparak Osmanlı topraklarına
geldiler. Rusya’daki Çar orduları ile Kafkasya hakları arasındaki savaşta
mağdur olan Çerkezler savaştan kaçarak geldikleri Osmanlı topraklarında dağınık
bir şekilde yaşamak zorunda kaldılar. Ve en çok asimilasyona tabi tutulan
azınlıkların başında gelmektedirler.
Bugün açısından bakıldığında Türkiye’de yaşayan Çerkez nüfus
300 bin civarındadır. Çerkezler yoğun olarak Bursa, Eskişehir, İzmir ve
İstanbul ve Düzce’de yaşamaktadırlar. Kemalistler, Kurtuluş Savaşı sonrası
Çerkezleri Türk oldukları propagandayla asimle etmede başarılı oldu. Çerkezler
yakın zamana kadar kendilerini hep Türk olarak tanımlamış ve öyle görmüşlerdir.
Toplumsal mücadele Çerkezlerinde kendilerini tanımaya, farklı olduklarının
bilincine götürmüştür.
Türklerin kültür kökeni ve etnik yapısı adlı kitapta Mehmet
Işık Çerkez gerçekliğini şöyle dile geriyor. “Bu duruma gelmemizde en büyük
hata bizlerden kaynaklanmakta. Ancak, Osmanlı’nın bu sürgüne ortak oluşu, yok
etmek için uygulanan iskân politikası, daha sonra Türkiye devletinin
kurulmasıyla ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ diye uygulanan baskılar hiçte dile
getirilmez. Ki, kendim 1962’de ilkokula başladığımda, bırakın okulda Çerkezce
konuşmayı, köyün içinde konuşmamadan dolayı öğretmenimin beni cetvelle dövdüğünü
halen unutamam. Bu tip baskılar asimilasyonumuzu hızlandırdı” demektedir.
Çerkezler son yıllarda önemli bir örgütleme içinde
bulunmaktadırlar. Çerkez inisiyatifleri adı altında örgütlenen Çerkezler
gelinen aşamada devleti rahatsız eder bir durumdadırlar. Çerkezler birçok defa
ana dilde eğitim için sokağa dökülmüş, ayrı bir ulusa mensup olarak Türkiye’de
bir azınlık olarak yaşadıklarını, kendi kültür ve dillerinin yaşatılması, ana
dilde eğitimin kendi hakları olduğunu dile getirerek örgütlenmektedirler. Murat
Bardakçı’nın bir gazetede “bir Çerkez açılımı eksikti” başlıklı köşe yazısında
dile getirdiklerine karşı, Çerkezler, 21 Nisan 2011 tarihinde İstanbul
Beyoğlu’nda protesto gösterisi düzenleyerek seslerini duyurdular. Keza 2011
yılı içinde Eskişehir’de yaşayan Çerkezler, anadilde eğitim hakkı için yapmak
istedikleri yürüyüş polis tarafından engellendi.
Çerkezler içindeki ileri ve demokrat güçler, toplumsal
mücadelede demokratik ve ilerici güçlerle birlikte hareket etmek
istemektekiler. 12 Haziran genel seçimleri sonrasında yapılan çatı partisi
tartışmalarında Çerkez Hakları İnisiyatifi sözcüsü Kenan Kaplan “Türkiye’yi
kendi tabanı kabul eden ve tüm hakların mücadelesini veren bir anlayışın güçlü
bir irade beyanıyla ortaya çıkması lazım” şeklinde tarif ettiği beklentisinde
Kenan Kaplan, şunların altını çizdi; “Çatı partisi kimseyi ötekileştirmeyen,
çağdaş bir demokrasiyi ön plana alan bir anlayışı gündeme getirirse ve tüm
farklı kesimlerin haklarını savunduğuna inandırırsa Çerkez halkı da buna destek
verecektir” demektedir.
Bitirirken;
Dünyanın her yerinde şoven ve ırkçı politikaların tek bir
amacı vardır; Devleti elinde bulunduran hâkim ulus burjuvazisi pazara tek
başına hâkim olmak için aynı ülke sınırları içinde yaşayan diğer ulus ve
azınlıkları asimile etmek, olmuyorsa ezmek ve yok etmek istemektedir. Bunun
için çeşitli biçimlere başvurur. Her yerde tek bir amacı olan bu uygulamada,
araç ve yöntemlerde farklılıklar olsa da sonuç değişmez.
Hitler Almanya’sı Yahudileri toplama kamplarında gaz
odalarında topluca katletti. Rusya’da Çar ülkeyi bir halklar hapishanesine
dönüştürdü. Güney Afrika’da beyazlar yerli haklı yıllarca baskı altında tuttu,
katletti. Filistin’de İsrail Siyonistleri, Filistin ulusunun topraklarını işgal
ederek katliamdan geçirdi. Yunanistan ve Bulgaristan’da Türk azınlığa,
Kosova’da Arnavut azınlığa Yugoslavya’da Bosnalılara karşı yapılanlar… Tüm
bunlar hâkim olanın diğerlerini yok eden uygulamaları olarak tarihe geçti.
Türkiye’de de Kemalist Cumhuriyet Türklük esası üzerine
kurduğu ulus devlette, kendi dışındaki tüm ulus ve azınlıkları yok saydı.
Türkiye olarak çizilen sınırlar içinde kendi topraklarında yaşayan Ermeni, Rum
ve Kürtleri önce Türkleştirmek için çalışan, bunu başaramayınca da ezmek ve yok
etmek isteyen Kemalist devlet, bu politikasında kısmi olarak bir başarı
sağlamış olsa da bir bütün olarak başarılı olmamıştır. Kürtler başta olmak
üzere devlete karşı direniş yüz yıldır devam etmektedir. Nüfusu azalan diğer
azınlıkların dahi kendi içine kapanmışlıkları, sesiz kalmaları dahi onları bir
bütün olarak yok edememiştir. Kürtler bu baskılar karşısında en dirençli ve
örgütlü bir ulus olarak, yıllardır verdikleri onurlu direnişleriyle kendilerini
kabul ettirmiştir.
Bugün Türk devletinin sınıfsal ve ulusal mücadele karşısında
başarı şansı kalmamıştır. Elindeki imkânları emperyalist ağababalarının
desteğiyle güçlendirmiş olsalar da, sonunda kaybedeceklerdir. Örgütlenmiş bir
toplum hiçbir zaman yenilmez. Geriletilebilir, sindirebilir, ancak yok
edilemez. Türkiye bu aşamadadır. Sadece ulus ve azınlıklar değil, çeşitli inanç
grupları da artık bu devlete kafa tutmaktadır. Kemalist Cumhuriyet ulus ve
azınlıklar gibi Müslüman olmayan inanç gruplarını da yok saydı, ezdi, baskı
altına aldı.
Aleviler, Ezidiler, Hıristiyan inanç grupları Türkiye’de hep
hor görüldü. Aleviler devletin kurduğu Diyanet vasıtasıyla hedef seçildi.
Alevilerin kestiği hayvan yenilmez, bir Alevi’yi öldüren cennete gider,
Alevilerle tokalaşmayın, Alevi kızları ve erkekleriyle evlenmeyin
propagandasını el altından ve yer yerde açıktan yapan bu devlettir. Aleviler,
Maraş, Sivas Çorum’da devletin denetimde topluca katledildiler. Ancak Aleviler,
tüm baskı ve katliamlara kaşı direndiler, inançlarını yaşayıp korudular ve bugün
tüm bu korku çemberini kırarak örgütlenip bir güç oldular. Devlet bu
örgütlenmeden de korkmaktadır. Devlet Alevilerin demokrasi güçleriyle
birleşmesinden korkmaktadır.
Bu devlet, devrimcileri, Kürtleri, Alevileri ve diğer
azınlıkları sevmediği açıktır. Kendisine düşman gördüğü bu güçlerin birlikte
hareket etmesinden de korkmaktadır. Tüm devrimci, ilerici ve ulusal güçler
artık proletaryanın bayrağı altında örgütlenerek mücadelelerini
yükseltmelerinin tam zamanıdır.
* Bu makale daha önce yayınlanmış olmakla birlikte,
Cumhuriyet’in 100. yılı vesilesiyle gözden geçirilmiş yeniden düzenlenmiştir”