26 Kasım 2022 Cumartesi

1974 yılı dava tutsaklarından dilekçe: “İbrahim Kaypakkaya’nın ölümü ile ilgili açıklamadır!”


 

1974 yılı dava tutsaklarından dilekçe: “Arkadaşımız İbrahim Kaypakkaya’nın ölümü ile ilgili açıklamadır!”

1974 yılı dava tutsakları tarafından mahkemede sunulan ve bir okurumuz tarafından yazılan sunuş ve ön açıklamayla elimize ulaşan aşağıdaki metni 18 Mayıs vesilesiyle olduğu gibi yayımlıyoruz.

SUNUŞ VE ÖN AÇIKLAMA…

Aşağıda sunduğumuz bu belge, 9 Ekim 1973 tarihli ilk duruşmasıyla başlayıp 1970’lerin ikinci yarısına kadar süren “TÜRKİYE KOMÜNİST PARTİSİ MARKSİST-LENİNİST ÖRGÜT VE YAN KURULUŞLARI OLAN TÜRKİYE İŞÇİ KÖYLÜ KURTULUŞ ORDUSU İLE MARKSİST-LENİNİST GENÇLİK BİRLİĞİ İLLEGAL ÖRGÜTLERİ DAVASI” sanıklarınca, 6 Kasım 1974 tarihli duruşmada sunulmuştur. Dilekçe, İbrahim Kaypakkaya yoldaşın katledilişine giden süreci en derli toplu biçimde özetleyen erken dönem belgelerden biridir.  Belirtmeliyiz ki, işbu TKP (M-L) Davası sanıklarının 6 Kasım 1974 tarihli mahkeme dilekçesinin tam metni maalesef elimizdeki kaynakların arasında yoktur. Farklı farklı kaynaklar bu dilekçeden farklı alıntılar sunmaktadır. Bu kaynakları (önem sırasına göre) şöyle sıralayabiliriz:

§  Emekçi. Şubat 1975. Sayı: 4. Sayfalar: 54-61. (bundan sonra “Emekçi-4” şeklinde kısaltılacaktır)

§  “Yazılar-1”. Kaypakkaya, İbrahim. Proleter Yol Yayınları. 1. Baskı, Mayıs 1976. Sayfalar: 6-7. (bundan sonra, Y1 olacak şeklinde kısaltılacaktır)

§  “Ser Verip Sır Vermeyen Bir Yiğit – İbrahim Kaypakkaya – Hayatı ve Mücadelesi”. Behram, Nihat. May Yayınları. 2. Baskı, Mart 1977. (bundan sonra SVSVBY şeklinde kısaltılacaktır)

Bu dilekçenin en geniş özetinin metni, birinci versiyondaki, yani Emekçi-4’teki halidir. Yine bu versiyondaki hali aynen “İki Lider İki Örnek!: İbrahim Kaypakkaya ve Doğu Perinçek’in Polis İfadeleri” (Le-Ya Yayınevi/Belgesel Yayınlar Dizisi No: 3. Ocak 1979) isimli kitabın 23. ve 37. Sayfaları arasında tekrar basılmıştır. Metni hazırlarken esas olarak Emekçi-4’teki metni esas aldık.

İkinci versiyon, yani Y1’deki alıntılar, çoğunlukla iki versiyonda da olmayan kısımları ihtiva ettiğinden -bilhassa Emekçi-4’teki versiyonla birlikte- şu anlık elimizdeki en önemli kaynaklardandır. Bu versiyondaki alıntıları köşeli parantez (“[…]”) içinde gösterdik.

Bundan başka, bu metnin ilk metindekinden de daha kısa bir özeti, üçüncü versiyon, yani SVSVBY’deki versiyondur. Bu kitap aynı zamanda Numan Esin’in çıkarttığı günlük Vatan gazetesinin 17 Ocak 1977 tarihli sayısından 11 Şubat 1977 tarihli sayısına kadar 24 gün boyunca yayınlanmıştır. Yazı dizisiyle kitabın eksiklik veya artı olarak metinde hiçbir farkı yoktur (sadece kullanılan fotoğrafların kalitesi, kesimleri ve çeşitleri konusunda farklılıklar mevcuttur ama bu ayrı bir incelemenin konusudur). Bu versiyondaki fazlalık kısım, esasen Y1 versiyonundaki bir paragrafın içinde “…” konan bir yerde tek cümledir. Her ne kadar elde olan tek eksik bu tek cümle gibi gözükse de bilhassa belirtmek gerekir ki, bu versiyonun bir özelliği de şudur: Behram dilekçeyi kısaltırken neyi, nerede kısalttığını belirtmemiş (yani “(…)” koymamıştır) ve metni özetlerken cümleleri bağlayan kısımları da kimi yerlerde değiştirmiştir. Öyle ki metin artık neredeyse aynı görevde farklı bir metin halini almıştır. Yani o paragraf içindeki boş kısımda daha uzun bir metin de olabilir, bununla birlikte bu ihtimalin düşük olduğunu belirtmekte fayda görüyoruz.

Ayrıca SVSVBY versiyonundaki kimi kelimeler Emekçi-4 versiyonundakinden ve Y1 versiyonundakinden farklıdır. Mesela 9. maddede Emekçi versiyonunda “komünist” geçerken, SVSVBY’de bu kısım “devrimci” şeklinde geçmektedir. Bu farklı yazılış, kitabın Vatan gazetesinde yapılan 24. ve son tefrikasında da kitaptaki gibidir. Lakin mahkemelerde TKP (M-L) savaşçılarının “M-L”, “komünist” vb. ifadeleri bilhassa seçerek-özenle kullandıklarını bildiğimizden (ve Behram’ın kitabında kimi başka alıntı hataları ve eksiklikleri de tespit ettiğimizden dolayı [mesela, İbrahim’in Ölen Yoldaşlar İçin şiiri kitapta eksik alıntılanmıştır; bu yalnız bir örnektir]) Emekçi’deki metni temel almayı daha uygun görüyoruz. Kaldı ki, Y1 versiyonunda da komünist ifadesinin kullanıldığını, hatta bu versiyonda Emekçi-4’teki versiyona ek olarak bir de komünist kelimesini baş harfi büyük yazılarak kullanıldığını görüyoruz. Bundan başka bir husus da, en sondaki “… ÖLDÜRÜLMÜŞTÜR! (…)” ifadeli yerdeki “(…)” kısmından sonra ne geldiğini ise hiçbir kaynakta tespit edemedik. Bu yüzden daha ne kadar ve nasıl bir devamının olduğunu bilmiyoruz, yalnızca anladığımız “(…)” kullanılmasından bu metnin bir devamı olduğudur. Yani, “öldürülmüştür” şeklindeki kısımdan sonra, Y1 versiyonundan aldığımız iki paragrafın oradan olup olmadığına dair elimizde tam bir delil yoktur, bu sadece cümlenin gelişiminden yaptığımız bir tahmindir. Eğer ki tahminimiz doğruysa, yani o iki paragraf cidden o iki kısımdan sonra geliyorsa bile, direkt olarak devamıdır ve tam olarak o metindir diyemeyiz.

Ayrıca bir husus da şudur: Metinde var olan yazım hatalarına bilerek dokunmadık, elimizdeki kaynaklarda nasıldıysa aynen öyle metnini çıkarttık. Sadece kimi yerlerde köşeli parantez içinde eksik harf vb. varsa verdik. Bunun haricinde, metinde düzenleme veya eksiltme-özetleme yapmadık.

Yani dilekçenin tam ve düzen olarak doğru metnini sunduğumuzu kesin olarak söyleyemesek de, yine de elimizdeki tüm kaynakların çaprazlanmasıyla (bilebildiğimiz kadarıyla) en geniş halini sunuyoruz. Eğer ki elinizde bu dilekçeden farklı kısımları veya tamamını veren başka bir kaynak varsa, bunu/bunları bize ileterek dilekçenin metninin dijitalinin çıkartılmasında bize yardımcı olabilirsiniz.

“Yoldaş senin kanın yerde

Kalmayacak kanın yerde

Kızıl bayrak dikeceğiz

Çarpıştığın tepelerde”

Bu belgeyi paylaşarak, komünist önderimiz İbrahim Kaypakkaya yoldaşımızı bu 18 Mayıs’ta da bir kere daha militanca anıyoruz.

İbrahim yoldaş, Türkiye proletaryası ve ezilen yoksul köylülüğü senin intikamını emperyalizme, sosyal-emperyalizme, feodalizme, komprador kapitalizme, faşizme, sosyal-faşizme, patriarkaya ve her türden gericiliğe karşı özü toprak devrimi olan Demokratik Halk Devrimi mücadelesini zafere ulaştırarak bütün gericilerden alacaktır!

Onun anısı ve fikirleri, sadece direnmek isteyenlere değil, savaşmak ve kazanmak isteyenlere gereklidir!

Dilekçenin eldeki kaynaklardan çaprazlanarak hazırlanan en geniş hali şöyledir:

 

1. ORDU KOMUTANLIĞI 2. NO’LU ASKERİ MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA

SELİMİYE

6. Kasım. 1974

ARKADAŞIMIZ İBRAHİM KAYPAKKAYA’NIN ÖLÜMÜ İLE İLGİLİ AÇIKLAMADIR.

Görülmekte olan bu davanın 1 no’lu sanığı olan yoldaşımız İbrahim KAYPAKKAYA, heyetinizin ve iddia makamının da bildirdiği gibi ölüdür. İbrahim KAYPAKKAYA yoldaşın ölüm sebebi ile ilgili olarak bugüne kadar ne basında ne radyoda kamuoyuna, ne de onun mücadele arkadaşları ve kader ortakları olan bizlere, -mesele bazı parlamento üyeleri tarafından soru önergeleri ve basın yoluyla hükümete ve ilgili makamlara sunulduğu halde- hiçbir açıklama yapılmamıştır. Ancak şu anda bu davanın savcılık görevini yapan kişi, ikinci kere savcılık sorgusuna çağırdığı bazı arkadaşlara, birbirini tutmayan beyanları ile ve iddianamenin bazı bölümlerinde bir iki cümle ile, İbrahim KAYPAKKAYA yoldaşın tutuklu iken intihar ettiğini belirtmiştir. Ne var ki, gerek Diyarbakır’da bu davanın savcılık makamını işgal eden kişi tarafından cezaevinde ve MİT’te sorguya çekilen ve bir kısmı halen burada sanık olan kişilerin cezaevinde ve MİT’te karşılaştıkları olaylar, gerek savcı Yaşar DEĞERLİ’nin İstanbul’da ikinci kere sorguya çektiği arkadaşlarla aralarında geçen konuşmalar ve gerekse iddia makamını işgal eden bu kişinin görevi sırasında hakim sınıflara en büyük sadakatini gösteren aşırı gayretkeşlikleri, İbrahim KAYPAKKAYA yoldaşın:

I – Kendisinin intihar etmediğini, öldürüldüğünü

II – Öldürme olayının askerî savcı Yaşar DEĞERLİ’nin başında bulunduğu bir ekip tarafından önce işkence edilerek sonra da kurşunlanarak yerine getirildiğini ortaya çıkarmıştır.

Kanaatımızca bu durum esasen bütün bu makamlarca da bilinmektedir. Çünkü bu davanın başında ve müteakip duruşmalarda ne zaman İbrahim KAYPAKKAYA ve onun ölüm lafı geçtiyse, heyetiniz olsun, askerî savcı olsun bu meseleyi geçiştirmeye ve örtbas etmeye çok büyük ve özel bir gayret gösterdiler ve göstermektedirler. Bu meseleyi örtbas etme gayretleri yalnız bu mahkemeninki ile kalmadı ve kalmıyor; bu konuda önce ilgili makamlara sonra da ondan bir sonuç alamamamız üzerine bu mahkemeye yazdığımız dilekçelere ve hatta kurunun yanında yaşında yanması misali mahkeme ile ilgili diğer başka dilekçelerimize elkonuldu. Bu durumu geçen duruşmaların birinde heyetinize de bildirmiştik. Halen de, malum cezaevi yöneticilerince alıkonan bu dilekçelerimiz verilmiş değildir ve verilmesi için yaptığımız yazılı ve sözlü müracaatlar da cevapsız bırakılmaktadır. Bütün bu durumlar ve davranışlar tesadüfî değildir. Muhatap olduğumuz bütün makamların bu konudaki sözbirliği etmişçesine ortak davranışları belirli bir amacın ve gayretin, deşildiği zaman altından Çapanoğlu çıkacak bir olayı elbirliğiyle örtbas etmek gayretinin ürünüdür.

Biz burada, devam eden bu örtbas etme gayretlerini bir yana bırakarak, İbrahim KAYPAKKAYA yoldaşın intihar etmediğini ve başında iddia makamını işgal eden kişinin bulunduğu bir ekip tarafından kurşunlanarak öldürüldüğünü kanıtlayan deliller üzerinde durmak istiyoruz.

I – İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş 24 Ocak 1973’de Tunceli’de yaralı olarak yakalandıktan sonra Diyarbakır askeri hastahanesine getirilmişti. 21 Nisan 1973 tarihinde de hastahaneden alınarak Diyarbakır Askerî Cezaevinin yanında ayrı bir binadaki üç no’lu hücreye konmuştur. İbrahim KAYPAKKAYA bu hücrelerde iken, yanındaki hücrelerde gözaltında bulunan Nuri YAMAN, Celal BOZATLI, Mehmet ALTINBAŞ ve Hasan ZENGİN tarafından görülmüştür. Bunlardan ayrı olarak İbrahim yine, hücrelere bitişik durumdaki gözaltı koğuşunda bulunan ve aynı davadan olup çoğunluğu şu anda burada olan arkadaşlar tarafından da üç no’lu hücrede iken çeşitli defalar görülmüş, hatta bu arkadaşlar bir subayın denetiminde İbrahim ‘le birkaç defa da görüştürülmüşlerdir. İbrahim KAYPAKKAYA 16 Mayıs 1973 tarihine kadar bu hücrede kalmış, aynı gün saat onda hücresinden alınarak götürülmüş ve bu durum yukarda adı geçen hücre arkadaşları tarafından yandaki gözaltı koğuşunda bulunanlarca görülmüştür. Bu gidişten üç gün sonra, askerî savcılıkta görevli erler arasında İbrahim KAYPAKKAYA’nın öldüğü söylentisi yayılmış ve bu söylenti cezaevindeki tutukluların kulağına kadar gelmiştir. Bunun üzerine tutuklular, cezaevi müdürlüğünde görevli subaylara, dolaşan ölüm haberinin doğru olup olmadığı, İbrahim KAYPAKAYA’nın nerede olduğunu sormuşlar, onlar da İbrahim KAYPAKKAYA’nın 16 Mayıs 1973 tarihinde komutanlıkça «sorgu» için istendiğini ve «sorgu» için gidişten iki gün sonra da hiç bir gerekçe gösterilmeden İbrahim KAYPAKKAYA’nın cezaevi müdürlüğündeki kaydının silinmesini bildiren bir telefon emri aldıklarını, bu konuda bundan başka bir şey bilmediklerini söylemişlerdir.

İbrahim’in hastaneden alınıp, Diyarbakır Sıkıyönetim Cezaevi Müdürlüğü sorumluluğunda bulunan hücreler bölümünün üç no’lu hücresinde 21 Nisan 1973 tarihinden 16 Mayıs 1973 tarihine kadar bekletilmesinden ve 16 Mayıs 1973 günü bilinmeyen bir yere götürülmesinden iki gün sonra, askerî savcılığa ifade vermek üzere götürülen çeşitli suçtan gözaltında ve tutuklu bulunan kimselere askerî savcılıkta görevli erler, İbrahim KAYPAKKAYA’yı askerî savcılık binasının üst katında vücudunun kurşun yaralarıyla delik deşik bir durumda ve ölü olarak gördüklerini söylemişlerdir. Bunun üzerine Diyarbakır Sıkıyönetim Cezaevinde bulunan tutuklulardan otuzaltısı, bu durumun doğru olup olmadığını öğrenmek, doğru ise bu ölüm olayı hakkında koğuşturma yapılmasını istemek ve İbrahim KAYPAKKAYA’nın öldürüldüğü haberinin, savcılık, MİT (ki aslında bu ikisini ayırdetmek yanlıştır) ve cezaevinde görevli olanlar arasında ayyuka çıkmasına rağmen hiçbir resmî açıklama yapılmamasının nedenini öğrenmek amacıyla aşağıda metnini sunacağımız ortak dilekçeyi yazıp imzalayarak Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı’na vermişlerdir. Diyarbakır Sıkıyönetim Askerî Cezaevinde «29 Mayıs 1973» tarihine ve «1900-73/84» kayıt numarasına kayıtlı bu dilekçe aynen şöyledir:

Diyarbakır – Siirt illeri Sıkıyönetim Komutanlığı’na

Diyarbakır

§  Tutuklu İbrahim KAYPAKKAYA’nın 16.5.1973 tarihinde hücresinden alınarak MİT’e götürüldüğü ve MİT’te yapılan işkencelerle öldürüldüğü.

§  Bu cinayet hadisesini Türkiye ve dünya kamuoyuna uyandıracağı tepkiden çekinilerek intihar süsü verilmek istendiği.

§  Bu cinayete ne kadar intihar süsü verilmek istenirse istensin bunun hiçbir zaman inandırıcı olmayacağı.


§  Zira

1.     İbrahim KAYPAKKAYA’nın yaralı olarak yakalandıktan sonra hastahanede yaralı haliyle prangaya vurulduğu ve devamlı olarak kontrol altında bulundurulduğu, hastahaneden sonra da hücreye konulduğu, demir aksamlı hiçbir aletin, kemer ve ip kabilinden hiçbir şeyin yanında bulundurulmadığı ve tedbir mahiyetinde olarak aynı binada ve birkaç metre ötedeki tuvalete dahi götürülmediği ve hücresinde tuvalet ihtiyacını giderdiği.


2.     Ayrıca İbrahim KAYPAKKAYA’nın 15.5.1973 tarihinde hücresinden alınarak bir daha geri getirilmediği.


3.     Zaten intihar süsü vermekte güçlük çeken faillerin 19.5.1973 tarihinde işlenen bu cinayeti yetkili mercilere duyurmaması ve kamuoyuna gerekli açıklamanın yapılmamasının, bu cinayetin en büyük kanıtı olduğu.


§  Bu hadiseden de anlaşılacağı gibi Diyarbakır – Siirt illeri sıkıyönetim tutukevindeki tutukluların Anayasa ve kanunlara aykırı olarak alınıp MİT’e götürüldüğü, dövüldüğü ve öldürüldüğü ve biz tutuklu olarak hayatlarımızın garanti altında bulundurulmadığı. Bunun kanunlara aykırı olduğu.

Bizler insanlık haysiyetine yaraşmayan bu hunharca davranışı kınar ve birer vatandaş olarak Anayasa, kanunlar ve İnsan Hakları Beyannamesi’ni ihlal ederek işlenen bu suçu, gerekli soruşturmanın yapılıp faillerinin gerekli cezalara çarptırılması için ihbar ediyoruz.

28.5.1973

Tutukevi kayıt no   : 1900-73/84

Tarih                        :    29.5.1973

II – Yukarda metnini verdiğimiz bu dilekçeye hiçbir cevap verilmemiş ve bir açıklama yapılmamıştır. Bu dilekçeden bir süre sonra, olayın ağır bir siyasî cinayet olması nedeniyle bütün ilgili makamlarca duyulması ve hatta siyasî parti yöneticilerinin ve parlamenterlerin kulağına gelmesi sonucu CHP Genel Sekreter yardımcısı Ferda Güley Bolu’da «İbrahim KAYPAKKAYA’nın işkenceyle öldürüldüğünden[»] bahsetmiş, İstanbul eski bağımsız milletvekili M. Ali Aybar aynı günlerde Başbakana ayrıntılı bir soru önergesi vermiş, açıklama yapılmasını istemiş ve bu haberler basında yeralmıştır. Bütün bunlara rağmen küçüğünden en sorumlusuna ve büyüğüne kadar hiçbir ilgili makam bu konuda tek kelime açıklama yapmamış, tam tersine bu konu örtbas edilmeye, geçiştirilmeye çalışılmıştır.

 Bu konun çeşitli şekillerde üstüne gidilmesine rağmen bu konuda ısrarlı suskunluğun anlamı çok açıktır. Açıklama yapması gerekenler, devlet mekanizmasının yönetiminde ve her türlü dizginleri ellerinde bulunduran kimselerdir. Bu makamların bu cinayet olayını tevile kaçarak, intihar süsü vererek bile olsa açıklamamaları, açıklayamamaları ve bu konudaki ısrarla susmaları, açıkça suçun ikrarıdır. Basının, radyonun ve kamuoyuna yönelik her türlü haber araçlarının, olaya intihar süsü verecek her türlü imkânın ellerinde olmasına rağmen bu makamların ısrarlı suskunlukları neyin ifadesidir? En küçük adi zabıta olaylarını bile binbir sahtekârlıkla ve düzenbazlıkla «anarşistler»in marifeti olarak günlerce kamuoyuna reklam edenler bu olay karşısında niçin susmaktadırlar?

III – Bu cinayet olayının diğer bir delili şudur: 16 Mayıs 1973 günü İbrahim KAYPAKKAYA hücresinden sorguya götürülmeden bir saat kadar önce, yandaki gözaltı koğuşunda adi bir suçtan dolayı tutulmakta olan Cemil OKTAY askerî savcılığa götürülmüştür; Cemil OKTAY, askerî savcılıkta, İbrahim KAYPAKKAYA’yı birtakım sivil şahıslar tarafından gözleri bağlı olarak askerî savcılık binasından çıkarılıp sivil bir otomobile bindirilirken görmüş ve bu durumu, gözaltı koğuşuna döndüğünde şimdi bu davada tutuklu olarak yargılanan Hasan İLTER ve Seyithan DOKAY’a söylemiştir. Savcılıkta sonradan çıkan söylentiye göre de İbrahim KAYPAKKAYA götürüldüğü bu yerden kurşunlanarak getirilmiştir.

IV – 1973 Nisan’ının ilk haftasında İbrahim daha iyileşmeden ve hastahanedeyken, şimdi bu davada tutuklu olarak yargılanan Hasan İLTER ile yüzleştirilmek üzere askerî savcılığa getirilmiş, Hasan İLTER İbrahimle yüzleştirilebilmek için savcılık odasına alındığında savcı Yaşar DEĞERLİ ile İbrahim KAYPAKKAYA arasında geçen şu konuşmaya şahit olmuştur:

İ. KAYPAKKAYA: «Hakkımdaki bu ifadeleri arkadaşlara işkence ile imzalatıyorsunuz.»

1.     DEĞERLİ: «Tabi sizin gizli dünyanızı ortaya çıkaracak başka yol yok.»

İ. KAYPAKKAYA: «Arkadaşlara bu ifadeleri, beni idam ettirmek için zorla imzalatıyorsunuz.»

1.     DEĞERLİ: «Çok yakın bir zamanda sana gereken cezayı kendi elimizle vereceğiz.»

Bu konuşmalar neyi açıklamaktadır? Bu konuşmalar üzerine yorum yapmaya gerek var mıdır bilmiyorum? Bu konuşmalardan çıkan anlam açıktık ve bu konuşmalardan sonra meydana gelen katletme olayının baş sorumlusu da ortadadır. İbrahim’in intihar ettiği yalanını düzen ve yukarıdaki cümlelerin sahibi olan kişi ve bu konuşmayı okuyup duyan herkes de bilir ki, «kendisinin idam ettirilmesi için zorla ifadeler düzdürüldüğünden» bahseden, ölmemek için aylarca hastahanede ve hücrelerde her türlü baskı, işkence ve provakasyona karşı direnen bir kişi nasıl olur da yukarıdaki konuşmadan hemen sonra fikir değiştirip intihar eder? Üstelik bu kişi bir komünisttir ve intihar etmenin bir komünist için korkaklık ve proletarya davasına ihanet olduğunu söyleyen bir kişidir… Bu yalanlar ve sahtekârlık senaryoları çok acemice ve suçluluk telaşı içinde düzülmüştür.

V – 9 Temmuz 1973’de Selimiye’ye tekrar savcılık sorgusuna bu dava sanıklarından Yalçın BÜYÜKDAĞLI ile savcı Yaşar DEĞERLİ arasında geçen şu konuşma bile, bu konuşmayı okuyan veya duyan akıl mantık sahibi herkese hiçbir dedektiflik bilgisini gerektirmeyecek kadar açık bir biçimde «suçlunun kim?» olduğunu anlatmaktadır. Konuşma şöyle geçmiştir.

1.     BÜYÜKDAĞLI: «İbrahim KAYPAKKAYA yoldaşın öldüğü doğru mu?»

2.     DEĞERLİ: «İbrahim kendisi intihar etti biz öldürmedik. İntihar ettiği zaman da ben İstanbul’daydım, telgrafla haber aldım.»

Arkadaşın sorusuna ve savcı Yaşar DEĞERLİ’nin verdiği cevaba iki noktada dikkatinizi çekerim: Birincisi, arkadaş, İbrahim’in ölüp ölmediğini sormaktadır; savcı ise cevap olarak doğrudan doğruya «kendilerinin öldürmediğini, intihar ettiğini» söylemektedir. Bir kere, Yalçın BÜYÜKDAĞLI, ölümün nasıl olduğunu ve kimin öldürdüğünü sormamıştır. Sorduğu ölüm haberinin doğru olup olmadığıdır.

 Savcı Yaşar DEĞERLİ’nin, sorulmadığı halde İbrahim’i kendilerinin öldürmediğini, intihar ettiğini söylemesi suçluluk telaşının ve psikolojisinin söylettiği sözlerdir. İkincisi, suçluluk psikolojisinin verdiği dürtü ile şecaat arzederken sirkatini söyleyen savcının bu konuşmada suçluluğunu gizlemek için başvurduğu bir yalandır. 

Çünkü savcı Yaşar DEĞERLİ bu konuşmada İbrahim’in öldürüldüğü tarihte İstanbul’da olduğunu söylemiştir. Oysa savcı Yaşar DEĞERLİ İstanbul’a 1973 Haziran’ının ilk haftasında gelmiş olup, İbrahim ise 16-18 Mayıs tarihleri arasında, yani savcı Yaşar DEĞERLİ Diyarbakır’da iken öldürülmüştür. Savcı Yaşar DEĞERLİ’nin böyle bir yalana başvurması bile tek başına, İbrahim KAYPAKKAYA’nın Yaşar DEĞERLİ’nin başında olduğu bir cinayet şebekesi tarafından öldürüldüğünü açıklar.

VI – Ankara Sıkıyönetim’deki başka bir davası nedeni ile 1973 Mayıs ayı içerisinde Ankara Sıkıyönetim 3 no’lu cezaevinde bulunan Aslan KILIÇ’la, Diyarbakır’dan getirilen THKO sanıklarından Mustafa KARADAĞ arasında cezaevinde şu konuşma geçmiştir:

1.     KARADAĞ: «Haberin var mı, İbrahim’i Diyarbakır’da öldürdüler.»

2.     KILIÇ: «Haberim yok ama sen kesin olarak biliyor musun?»

3.     KARADAĞ: «Ben de İbrahim’i ve ölüsünü görmedim. Haberi Diyarbakır askerî savcılığı ve erlerden duydum. Ayrıca MİT’te beni sorguya çeken ismini bilmediğim saçları dökük ve yüzbaşı rütbesinde bir hakim subay sorguya başlarken «daha geçen hafta burada konuşmayan birini gömdük. Aynı yolu tutarsan senin de akıbetinin bu olacağından şüphe etmemen için bu şahsın adını da sana söyleyeyim: Bu kişi İbrahim KAYPAKKAYA’dır ve tanırsın da. Şimdi adam gibi konuş» dedi. [»]

Bu konuşmada sözü edilen MİT görevlisi yüzbaşı rütbesindeki saçları dökük Hakim-subay Savcı Yaşar DEĞERLİ’dir. Nitekim Aslan KILIÇ arkadaş Ankara dönüşü, 1973 Temmuz ayında İstanbul’da tekrar askerî savcılığa götürüldüğünde savcı Yaşar DEĞERLİ ile arasında bu konuda şu konuşma geçmiştir:

1.     KILIÇ: «İbrahim’i işkence ile öldürdünüz, ona söyletemediğiniz şeyleri benden mi almak istiyorsunuz?»

2.     DEĞERLİ: «İbrahim’i biz öldürmedik; tokyosuna koyduğu jiletle bileklerini keserek intihar etti. Hem sen bu haberi nereden duydun?»

3.     KILIÇ: «Ankara’da THKO sanıklarından M. KARADAĞ’dan duydum.»

4.     DEĞERLİ: «Ha, evet M. KARADAĞ’ın sorgusunu ben yaptım; ama sana İbrahim’i bizim öldürdüğümüzü söylemekle yalan söylemiş. Fakat inanmıyorsan İbrahim’i nasıl tedavi edip iyileştirdiğimizi anlaman için sana hastahanede çekilmiş resimlerini göstereyim; (resimleri göstererek) bak! İbrahim’i şu halden bu hale getirdik. Biz İbrahim’i ölümden kurtardık; biliyorsun yakalandığında yaralı idi ve ayağı donmuştu. Hiç böyle ihtimam gösterenler onu öldürür mü?»

Son konuşmadan da bir kere daha anlaşılacağı üzere Y. DEĞERLİ tam bir suçluluk psikolojisi içerisindedir. Böyle bir telaşla haberin nasıl öğrenildiğini sormakta, sonra da kendisinin suçluluğunu isbat edercesine, İbrahim’e yaralı iken nasıl ihtimam gösterdiklerinden bahsetmekte, sorgulardaki canavarlığının açığa çıkmasını önlemek amacıyla kendisini şefkatli bir hastabakıcı rolüne sokmaktadır. Kaldı ki İbrahim’i öldürenler, onu, hasta iken babalarının hayrına ve Savcı Yaşar DEĞERLİ’nin göstermek istediği gibi şefkatli oldukları için değil, iyileştirip konuşturabilmek için tedavi etmişlerdir. Bu iyilik perilerinin ne denli şefkatli olduklarını bugün dünyada sağır sultan bile duymuştur. Hem, suçluluk psikolojisi içinde olmayan bir kimsenin İbrahim’i iyileştirmede özel gayret sarfettiğinden bahsetmesine, hiç yoktan kendini savunmaya kalkışmasına gerek yoktur.

Savcı Y. DEĞERLİ, İbrahim KAYPAKKAYA yoldaşın tokyosuna sakladığı jiletle bileklerini keserek intihar ettiği yalanını söylemiştir. Polis ve MİT’ten geçmiş herkes bilir ki, külotlara ve koltuk altlarına kadar aranılan, ayakkabıların bükülerek veya pençeleri kesilerek kontrol edildiği, mendil, ayakkabı bağı, gözlük, kemer ve toplu iğnenin bile hücreye girişte sanıkların üzerinden alındığı bu yerlere –önceden konmuş olsa bile- tokyoya jilet koyarak girilebileceğini söylemek düpedüz yalan söylemektir. 

Bunu söyleyen kişi kimi kandıracağını sanmaktadır? Ankara MİT’te, bir arkadaşın ayakkabısının pençesindeki lastiğin normalden biraz kalın olması yüzünden ayakkabı pençelerinin testere ile ikiye biçildiğini gözlerimizle gördük. Öte yandan, sünger olan sandaletlere önceden jilet bile konmuş olsa daha ilk büküşte içinde değil jilet, kağıt olup olmadığı bile anlaşılır. Kaldı ki, İbrahim KAYPAKKAYA intihar ettiği söylendiği güne kadar demire ve kelepçeye vurulmuş olarak ve sürekli gözetim altında bulundurularak askerî hapishanede ve gözaltı hücrelerinde kalmış, görevliler dışında hiçbir kimseyle görüş ve temasta bulunmamıştır.

 Değil hastahane ve gözaltı gibi yerlerde, hapishanelerde bile traş için dahi olsa jilet veya hiçbir kesici veya delici şeyin parçası bile verilmemekte, bunun için sık sık aramalar yapılmaktadır. Sürekli gözaltında ve bağlı olarak tutulan, hiç kimseyle teması olmayan İbrahim KAYPAKKAYA jileti nereden sağlamıştır acaba? Gökten zembille mi inmiştir jilet? Yüzümüze bu şekilde söylenen bu ylanlar suçluluk telaşı ile olsa gerek çok acemice hazırlanmıştır. Dosyadaki intihar kılıflarının ise ne tür uydurmalar olduğunu şu ana kadar öğrenebilmiş değiliz.

VII – Savcı Y. DEĞERLİ iddianamede «İbrahim KAYPAKKAYA’nın intiharından önce yapmış olduğumuz sorgusunda her ne kadar örgütsel faaliyetleri konusunda ketum davranmış ise de; …» diyerek, sorgulama sırasında öldürülen İbrahim yoldaşı bir polis ve MİT görevlisi gibi bizzat kendisinin sorguladığını belirtmekte, fakat İbrahim’in bu «ketum» davranışı karşısında kendisinin neler yaptığını açıklamamaktadır. 

Fakat polis ve MİT gibi yerlerde sorguda «ketum» davranışın sonucunun ne olduğunu bugün bilmeyen yoktur. Yukardaki cümleyi okuyan kime sorulsa, bu «ketum» davranış sahibinin sonunun ne olacağını daha sonucu öğrenmeden rahatlıkla söyleyebilir. İbrahim yoldaşın, hizmet ettiği efendileri adına –kendi deyimiyle- «menfur katlinin» baş aktörü Y. DEĞERLİ, bu cümleleri ile şecaat arzedeyim derken sirkatini söylemiştir.

VIII – Faşistler, daha yakalandığı ilk andan itibaren yoldaşımız İbrahim KAYPAKKAYA’ya hunharca davranmışlardır.

Vartinik baskınından sıyrılarak, yarım saatlik bir yaya yürüyüşten sonra Barıkbaşı mezrasına gelen İbrahim KAYPAKKAYA birkaç gün sonra burada yakalanmıştır. Barıkbaşı’ndan Kutudere’ye kadar dört saatlik bir yol, arkadaşımıza yalın ayak olarak yürütülmüştür. Mirik köyü ile Gökçe köyü arasındaki dereden geçen buzlu çay kıvrılarak aktığı için beş altı defa yalın ayak geçirtilmiştir.

Yolda giden köylüler bu durumu diğer köylülere anlatmışlardır. Aynı baskından kaçan iki arkadaş buzlara gömüldükleri ve 48 saat dağda kaldıkları halde neden ayaklarını üşütmüyorlar da İbrahim KAYPAKKAYA yarım saatlik mesafede bulunan en yakın köye gittiği halde ayaklarını üşütüyor?

Üçüncü bir nokta olarak da iddianamede ark[a]daşımızın Barıkbaşı’ndan Gökçe’ye götürülürken yürümek istemediği ve karların üzerine yattığı belirtilmektedir. Bu hareketler bir kimsenin yalın ayak karlar üzerinde yürütülürken yapacağı hareketlerdir.

Arkadaşımızın ayak parmaklarının kesilmesinden üsteğmen Fehmi ALTINBİLEK sorumludur ve bu, bizlere yapılan işkencelerin en alçakça olanlarından biridir.

IX – İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş bir komünisttir. [O çağımızın Marksizm-Leninizmi olan Mao Zedung Düşüncesi’ni doğru bir şekilde kavramış ve onun ışığında Türkiye’nin tarihi ve sosyo-ekonomik yapısının tahlillerini ve izlenmesi gereken mücadele şekillerini doğru olarak saptamış, hayatının her dakikasını devrime adayarak, elde silah yılmadan kahramanca savaşarak, Türkiye halklarına önderlik etmiş gerçek bir Komünisttir.

  O, bir Komünistin her türlü şart altında, son nefesine dek yılmadan mücadele etmesi gerektiğine inanan ve bunu gerçekten son nefesine kadar uygulayan bir Komünisttir. Faşistler onu ancak vücudunda kurşun yaraları olduğu halde açlık, susuzluk ve amansız soğuğa karşı tek başına, her türlü savunma ve korunma imkânlarından yoksun olduğu bir anda yakalayabildiler ve İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş {–iddianamede de belirtildiği gibi-} faşist üsteğmen Fehmi ALTINBİLEK’ten başlayarak, tüm faşist ve CIA’nın çömezi MİT’cilere, onların yardakçıları savcılara karşı dişe diş bir mücadeleye girişmiştir. (…)

… emperyalistlerin ve sosyal-emperyalistlerin -devrimleri ve kurtuluş mücadelelerini saptırarak, kendi yıkılışlarını geciktirmek için- bizzat kendileri yarattıkları ve körükledikleri revizyonist, Troçkist ve maceracı sağ ve «sol» oportünist akımların kol gezdiği ve hatta Mao Zedung Düşüncesi’nin bile revizyonizme, kuyrukçuluğa, pasifizme ve teslimiyetçiliğe paravana olarak kullanılmak istendiği bir ortamda, önderimiz İbrahim KAYPAKKAYA –bu revizyonist ve oportünist akımlarla tavizsiz mücadelesinin ve devrimci pratiğinin ateşi içinde– ülkemizin tarihi ve sosyo-ekonomik şartlarını, halkımızın kurtuluşu için verilmesi gereken mücadele biçimlerini, bunun gerektirdiği örgütlenme şekillerini Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi ışığında doğru olarak tahlil etmiş ve bunların pratiğine elde silah savaşarak katılmıştır.

İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş, III. Enternasyonal’in Leninist çizgisinin izleyicisi TKP’nin kurucusu ve önderi Mustafa SUPHİ yoldaştan sonra halkımızın yetiştirdiği ikinci büyük militan Komünist önderdir. Ve o (…) çağımızın Leninizmi olan Mao Zedung Düşüncesi’ne sıkı sıkıya bağlı TKP (M-L)’nin önderidir.]

(…)

O, bir komünistin intihar etmesinin korkaklık, proletaryanın davasına ihanet olduğu bilincinde olan ve bunu yoldaşlarına öğreten bir önderdir.

İntihar, ABD emperyalizminin, onların kompradorlarının ve toprak ağaları kliğinin temsilcisi savcı Yaşar DEĞERLİ’nin iddia ettiği gibi komünistlerin değil, faşist köpekler, işbirlikçiler ve halk düşmanları gibi korkakların halkımızın devrimci mücadelesinin zafere yaklaştığı günlerde seçecekleri bir tercih olacaktır. Stalin yoldaşın önderliğindeki Sovyet Kızıl Ordusu’nun Berlin’e girdiği gün gelmiş geçmiş en büyük faşist köpek Adolf HİTLER’di beynine kurşun sıkan!…

İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş nazi işkence odalarının tavanına kanıyla «unutma ki sen bir komünistsin» diye yazarak falakaya her yatırılışında o yazıyı okuyup faşist cellatlara karşı direnen Dimitrov’ların, Naziler tarafından kurşuna dizilirken, Alman askerlerine «Ben sizin kurtuluşunuz için mücadele ettim, siz kurtuluşunuzu öldürüyorsunuz» diye bağıran Fransız Komünisti George POLIT[Z]ER’lerin, Nazi kurşunlarına karşı korkusuzca göğüs geren Ernest THELLMANN’ların ve ölümü “Yaşasın Ho Şi MİNH” diyerek göğüsleyen Vietnam kahramanlarının her türlü şart altında son nefeslerine dek sürdürdükleri mücadelelerinin izleyicisidir.

Canını proletaryanın ve halkların kurtuluşuna adamış komünistler, faşist zulüm ve baskılardan korkarak intihar etmezler. İntihar tercihini seçecek olanlar, bizzat halkın devrimci mücadelesinden korktukları için zulmeden faşist köpeklerdir!

İşte bütün bu somut gerçeklerden ötürüdür ki, önderimiz İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş intihar etmez ve etmemiştir. ÖLDÜRÜLMÜŞTÜR! (…)

[İbrahim KAYPAKKAYA yoldaşın ölümü, Türkiye Komünist hareketi için şüphesiz ki büyük bir kayıptır. Ama O’nun öldürülüşü hiç bir zaman TKP (M-L)’nin ve onun önderlik ettiği halkımızın mücadelesini durduramaz. Aksine, sınıf kiniyle dolu olan bizlerin, Türkiye Komünistlerinin mücadelesini daha kararlı, daha şiddetli bir şekilde sürdürmesini sağlayacaktır.

Önderimiz İbrahim KAYPAKKAYA’nın doğru çizgisi artık kitlelere mal olmuştur. Ve bu, devrim ateşinin potasıyla yoğrulacak daha nice İbrahim KAYPAKKAYA’ların doğuşunun mayası olacaktır.]”

[İmzası bulunanlar]

https://www.partizan-online.net/18-mayis-1974-yili-dava-tutsaklarindan-dilekce-arkadasimiz-ibrahim-kaypakkayanin-olumu-ile-ilgili-aciklamadir/

Tutuklu Sanıklar:

Arslan KILIÇ, Yalçın BÜYÜKDAĞLI, Muhsin CANİK, İbrahim GÜLGEÇ, Ayşe İSMAİL, İsmail ÖZBAY, Celâl ERDOĞMUŞ, İbrahim Halil AKYOL, Baki İŞÇİ, Muzaffer ORUÇOĞLU, Zeki ŞERİT, Nezihe BAHAR, Nizamettin KARAKOÇ, Ali ŞENCİ, Gürsel BEZEK, Fatma EREZ, Hüseyin TEKİN, İsmail ERDOĞAN, Ali TAŞYAPAN, Sami SARI, Davut KURUN, Engin GİRAY, Feryal SARIOĞULLARI, Kemal BAHAR, Ali TURAN, Musa SÖĞÜT, Mümtaz ÇELTİK, Hikmet ŞENSES, Süleyman YEŞİL, Güner ALAKOÇ, Ünsal ALANYA, Mukaddes ERDOĞDU, Seyithan DOKAY, Hayrettin İPEK, Hüseyin AÇIKGÖZ, İrfan ÇELİK.

 

25 Kasım 2022 Cuma

Öncü: KISA TARİHİ

 

ÇATIŞMA

Bir aydının, gerçek bir aydın olup olmaması, sadece devletle değil, aynı zamanda sistemle, sadece sistemle de değil, halkın ve aydınların kahhar çoğunluğu ile de çatışıp çatışmamasına bağlıdır. Çatışıyorsa böyle bir aydın, kendisiyle de çatışıyor demektir ki, incelemeye değer. Çatışmıyorsa ellemeyin, bırakın doya doya yaşasın idarei maslahatını, uyumunu ve rehavetini.

 KISA TARİHİ

TKP(M-L)’nin kurucu kadroları,Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin içinden çıktı. İlk kıpırdanışlar, 15-16 Haziran İşçi Hareketinin bastırılmasından sonra başladı. Kitle hareketlerinin inişe geçtiği, ekonomik dar boğazın aşılamadığı, ordu içindeki darbecilerin ise faaliyetlerine hız verdiği bir dönemde, Partinin İstanbul örgütünden İbrahim Kaypakkaya, Muzaffer Oruçoğlu, Garbis Altınoğlu ve Adil Ovalıoğlu gibi kadrolar, 15-16 Haziranın değerlendirildiği toplantılarda, büyük işçi hareketinin üç temel noktayı açığa çıkardığını savundular.

 Bunlar, önem sırasına göre:

1- İşçi hareketi, solun çok büyük bir kesiminin orduya ve devlete dair beslediği hayallere ciddi bir darbe vurmuş, egemen sınıflar arasındaki çelişkileri keskinleştirmiş, devrimin dikkatini, reformcu- restorasyoncu bir eğilimden, devletin parçalanması esasına çekmiştir;

2-işçi hareketi, komünist partisi önderliğindeki bir devrimin, şehirlerde toplu bir ayaklanmayla başarıya ulaşamayacağını göstermiştir;

3-İşçi hareketi, partiye, İllegal çalışmanın önemini ve ana kadrolarını, hiç vakit geçirmeksizin, milli zulmün gemi azıya aldığı Doğu Anadolu başta olmak üzere, çelişkilerin en keskin olduğu kırsal alanlarda seferber etmesi görevini hatırlatmıştır.

Ordunun sol kanadını, sağ kanat karşısında zayıf duruma düşürerek, bir sol darbe ihtimalini zayıflatacağı, partiyi şehirlerde yeraltına indirip, iyice tecrit edeceği ve işçi sınıfından koparacağı endişesiyle, silahlı mücadeleye sıcak bakmayan Parti yönetimi, işçi hareketinin derslerine dair bu üç noktadan hiçbirisine açıktan karşı çıkmadı. Sadece kadrolar arasında, Parti yönetiminin, Parti içinde uç vermeye başlayan sol oportünizmin henüz ciddi bir tehlike olmadığına inandığı söylentileri yayıldı.

 Türk Solu Dergisinin beş kişilik yazı kurulunda yer alan iki kişiden İbrahim, İşçi Bürosunun, Muzaffer ise Köylü Bürosunun sorumlusu olarak çalışıyorlardı. İşçi Bürosunun amacı, işçi semtlerinde ve sendikalarda faaliyette bulunmak, grevleri örgütlemek, işçileri, ileride kurulacak bir sınıf sendikasına hazırlamak ve partiye kaydetmekti. Köylü Bürosu ise Trakyada, kooperatifleri ve köylü birliklerini kurmayı, toprak işgalleri, mitingler, yürüyüşler örgütlemeyi, ileri çıkan köylüleri gerilla grupları şeklinde seferbet etmeyi görev olarak üstlenmiş, bu amaçla, Bülent Tanör, Yücel Sayman, Halil Berktay gibi aydınların da içinde yer aldığı propaganda ve inceleme gruplarını Trakya’ya göndermeye başlamıştı.

Ordu içindeki güç odaklarının harekete hummalı bir şekilde hazırlandıkları, askeri sol kanadın, sivil devrimci kanatla, Can Yücel’in “askeri müşterekler” diye alay ettiği, “asgari müşterekler”de birleşme toplantıları yaptıkları, Dev-Genç içindeki siyasi grupların da silahlanarak illegal yapılara dönüşmeye başladığı bir dönemde, TİİKP Ankara Toplantısı gerçekleşti.

 Toplantıya Çağrılan İbrahim ve Muzaffer, görüşlerini 11 İlke Başlığıyla formüle ederek, kürsüden kadrolara açıklayıp bir tartışma başlatmayı amaçladılar. Merkez komitesinin genel hattına bağlı kalan kadrolar, 11 ilke üzerinde tartışmaya bile yanaşmadılar, uzun süreli bir silahlı mücadelenin ve yeraltı örgütlenmesinin önemine vurgu yapan taslağı reddettiler.

Ankara Toplantısından sonra partiden ilk kopanlar, Parti yönetiminin, “Birinci Tasfiyeciler” olarak adlandırıldığı, Garbis ve arkadaşları oldu. Adil Ovalıoğlu’nun Ankara Toplantısından önce birlikte ayrılma önerisi, İbrahim ve Muzaffer tarafından zamansız bulunarak kabul görmedi.
12 mart muhtırası, çelişkileri daha da kızıştırdı. İkili muhalefet, muhtıranın faşist bir darbe olduğunu, partinin derhal kırlara çekilmesi gerektiğini, İşçi Köylü Gazetesinin, yurtsever subayları sol bir darbeye teşvik etme eğilimi içine girdiğini ve partinin, muhtırayı dolaylı bir şekilde destekleyen Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı çizgisine düştüğünü savundu.

Darbecilerin, sol askeri darbe tehlikesini tamamen bertaraf etmelerinden sonra, devrimci harekete ve sol muhalefete karşı planladıkları “Balyoz Hareketi” nin başlamak üzere olduğu günler içinde, ikili muhalafet, soluğu Kürdistan’da aldı. Kısa zamanda,İbrahim Kaypakkaya, Oral Çalışlar ve Muzaffer Oruçoğlu’nun içinde yer aldığı üç kişilik bir Doğu Anadolu Bölge Komitesi oluştu. Oral’ın Antep’te yakalanmasıyla komite, ikiye indi.

İbrahim, Ali Taşyapan ve Ali Mercan’la birlikte, Malatya ve Dersim’i, Muzaffer ise Kabil Kocatürkle birlikte, sınırdan Filistin’e kadro geçirme işi dahil, Siverek ve Diyarbakır’ı esas aldı. Komitenin sayısı daha sonra, Bora Gözen’in katılmasıyla üçe çıktı.

1971’in ortalarında, Merkez Komitesi, Muzaffer’i Filistindeki Kadroları teftiş amacıyla Beyruttaki eğitim kamplarına gönderdi. Burada, Cengiz Çandar, Şahin Alpay, Atıl Ant gibi gizli muhalif eğilimlere sahip olan üst kadroların içinde yer aldığı, yaklaşık on kişilik bir ekip vardı. Bu ziyaretten sonra ikili muhalefet ilk kez, muhalafetin kendileriyle sınırlı olmadığını anladı.

Yıl sonuna doğru, Parti program Taslağı üzerinde başlatılan tartışmalarda, ikili muhalefetin görüşleri iyice şekillenmeye başladı. DABK içinde, Siverekte yapılan tartışmalarda, ikili muhalefet, Kurtuluş savaşı ve Kemalist Hareketin değerlendirilmesi, Milli mesele, dünyada ve ülkede durum, baş çelişkiler, baş düşmanlar, mücadele ve örgütlenme biçimleri, Cumhuriyet Tarihinin değerlendirilmesi ve bir dizi sorunda görüş ortaya koydu.

 Parti yönetimi, özellikle, Kemalist önderliğin, Ermeni ve Rum mallarıyla iyice palazlanan, komprador Türk burjuvazisinin bir siyasal hareketi olduğu tezine, Kürt milletinin kendi kaderini bizzat kendinin tayin hakkının programa konulmasına ve Cumhuriyet tarihinde ortaya çıkan Kürt milli hareketlerinin desteklenmesine, TKP’nin bu hareketler karşısındaki milli-şoven politikalarının açığa çıkarılıp mahkum edilmesine, partinin esas gücünü, Doğu Anadolu Bölgesinde örgütlenecek bir gerilla savaşına hasretmesine yanaşmadı.

 Tartışmalardan beş ay sonra, 1972’nin şubatında, DABK, yayınladığı bir genelgeyle ayrılığını ilan etti. Nisan ayının sonuna doğru, İbrahim, Muzaffer, Aslan Kılıç, Ali Taşyapan, Ali Mercan, Cem Somel ve bugüne kadar gerçek adı tesbit edilmemiş bir kişi daha olmak üzere, 7 kişilik bir koordinasyon komitesiyle, İstanbul, Dersim, Malatya ve Siverekte faaliyetlerine başladı.

12 Mart Darbecileri, THKO, THKPC ve TİİKP’i yokettikten sonra, tüm gücüyle TKP(M-L)ye yüklendi. Temel görüşlerini yazılı hale getiren, çalışma bölgelerinde komitelerini kuran ve kadrolarını genişleten parti hareketi, program ve tüzüğünü hazırlamayı ve resmi kuruluşunu bir kongreyle gerçekleştirmeyi tasarlıyordu. Tasarısını gerçekleştiremedi. Ortaya çıkışından on ay sonra, 1973’ün başlarında, birbirlerini izleyen operasyonlardan, İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, kurucu üyelerinin ve kadrolarının ezici çoğunluğunu koruyamayarak yenildi. İbrahim Kaypakkaya’nın, ortaya koyduğu ve devletin o ana kadar Türkiye komünist hareketinden pek duymadığı köklü görüşlerinden ve işkence altındaki çetin direnişinden dolayı öldürülmesi, TKP(M-L) için yeri doldurulamaz, ağır bir kayıp oldu.

Onun görüşleri MİT raporlarına, “tehlikeli görüşler”, siyasal künyesi ise, “komünist ve kızılbaş” olarak geçti.
Kadrolarının yüzde doksan beşi tutuklanan Parti, 1974’den itibaren, kitle hareketinin yükselmesiyle birlikte, yeniden toparlanmaya başladı. 1976’da, parti merkezi, Ülkenin sosyo-ekonomik yapısının geri kapitalist olduğunu ve şehirlerdeki faaliyetin önem kazandığını savunan bir tartışma yazısı yayınlayınca, parti, değişimi savunan TKP(M-L) Hareketi ve 1972 çizgisini olduğu gibi savunan TKP(M-L) olmak üzere ikiye bölündü. TKP(M-L) Hareketinin 1978’de, tavrını Arnavutluk Emek Partisinden yana koyması ve

1972 çıkışını, devrimci küçük burjuva bir çıkış olarak değerlendirmesiyle de iki kanatlı durum, fiilen sona erdi.
TKP(M-L), 1978’de, partinin kuruluş çizgisini, ufak tefek değişikliklerle onaylayan, 1. Konferansını gerçekleştirdi. Enver Hoca çizgisini reddetti, Mao ve Kültür Devrimi çizgisini savundu.

12 Eylül Darbesinden önce, TKP(M-L)’den, bir sol radikal grup daha ayrıldı. Parti, 12 eylül darbesiyle, sekreteri Süleyman Cihan başta olmak üzere ağır bir kadro kaybına uğradı. Yakalanmayanların bir bölümü kırsal alanlara çekilirken, bir bölümü de yurt dışına çıktı. Parti, ikinci ciddi bölünmeyi, İkinci Konferans döneminde, Avrupada yaşadı. 1981’de, Merkez Komitesinin izlediği çizgiyi Menşevizm’le niteleyen, büyük bir muhalif kanat, Bolşevik Partizan adıyla, ayrı bir kongre gerçekleştirerek, partiden ayrıldı.

Bolşevik Partizan’ın da bir müddet sonra ikiye bölünmesi ve güç kaybederek ciddi bir varlık gösterememesi üzerine, iki büyük kanatlı durum bir kez daha sona ermiş oldu.
Dersim ve İstanbul’da yoğunlaşan TKP(M-L), 12 Eylül Cuntasının saldırıları karşısında, geri çekilme ve güç toplama taktiğini izledi. Dersim ve çevresindeki gerilla faaliyetlerinde bulunan parti, Kazım Cihan (parti sekreteri) başta olmak üzere, seçkin kadrolarını kaybetti.

1987’ye kadar, Diyarbakır kırsalına ve Karadenize açılma teşebbüsünde bulunan, ama Dersim’de sıkışıp kalan Parti, vaktini 3. Konferansa hazırlanma ve iç tartışmalarla geçirdi. Yenilenme cesaretini gösteremedi. 1987’de, 3. Konferansa katılmak üzere giden delegelerinin ezici çoğunluğunu, bir hava saldırısında kaybetti.

 3. Konferans, bir yıl sonra, moral çöküntüsü içinde gerçekleştirildi ve bu dönemde partinin dağ kanadı, izlenen çizgiyi sağ opportunist bularak, Merkez Komitesini gelişememenin asıl müsebbibi olarak gördü ve TKP(ML)-DABK adı altında, partiden ayrıldı.

Bu iki kanatlı durum, 1992’de , I. Olağanüstü Parti Konferansıyla yeniden birliğe dönüştü. Bu birlik, iki yıl sonra, birleşenlerin yeniden ayrılmasıyla parçalandı ve ortaya, yeniden birbirlerine benzeyen iki büyük kanat çıktı. Her iki kanat da Dersim ve Karadenizde gerilla faaliyetini yoğunlaştırmayı ve genişlemeyi hedef olarak önlerine koydular.

1997’de, TKP/ML- DABK kanadı, Dersim’de ordu birlikleriyle giriştiği çatışmada, genel sekreteri Cüneyt Kahraman’ı kaybetti. Kahraman, parti içindeki ajanların açığa çıkarılıp, kurşuna dizilmesinde birinci derecede rol oynayan, partinin gelmiş geçmiş en savaşçı ve aynı zamanda şair ruhlu sekreteri olarak biliniyordu. Bu olaydan iki yıl sonra da, TKP-ML-Konferans kanadının genel sekreteri Mehmet Demirağ vuruldu Kardenizde.

TKP(ML)-DABK kanadı, 2002’de düzenlediği I. Kongre ile adını Maoist Komünist Partisi olarak değiştirdi ve alanını Türkiye ve Kuzey Kürdistan olarak belirledi. MKP, 2005’de II. Kongresini Dersimde gerçekleştirmeye çalışırken, Mercan Vadisinde uğradığı bir hava saldırısı sonucunda, Parti sekreteri Cafer Cangöz başta olmak üzere, Merkez Komitesi üyeleri ile delegelerinin önemli bir bölümünü kaybetti. II. Kongresini iki yıl sonra, 2007’de gerçekleştirdi.

1996 ile 2010 arası, TKP(M-L) nin her iki kanadının, Dersim ve Karadenizin belirli yerlerinde, ağır kadro kayıplarına yol açan ve büyüme istidadı gösteremeyen bir gerilla faaliyetiyle geçti. Genel duruma bakıldığında ise, TKP(M-L), 1972’den bu yana, görüşlerini değişen dünya ve ülke şartlarına bağlı olarak yenileyemeyen, büyüyemeyen ve zaman zaman kesintiye de uğrasa inatla sürdürülen, en uzun gerilla hareketi tarihine sahip partilerden biri olarak tanındı.

 Yüzlerce kadrosu, bu mücadelede vurulup düştü, binlercesi de tutuklandı. TKP(M-L)nin 1972 çıkışını komünist olarak değerlendirip, miras olarak sahiplenen ve faaliyet halinde olan üç kanat veya parti var bugün: MKP, TKP/ML ve TKP/ML-Bolşevik Partizan.

TKP(M-L), bitmez tükenmez, ideolojik, politik ve örgütsel tartışmaların, çizgi mücadelelerinin, irili ufaklı ayrılmaların, birleşmelerin ana rahmi oldu kuruluşundan bu yana. Bu partinin bağrından onlarca şair, öykücü, müzisyen, romancı, ressam, tiyatrocu, sinemacı ve iş adamı çıktı.

Kuruluşundan bu yana seçimleri boykot etti. Marks-Engels-Lenin-Stalin ve Mao’yu komünizmin kilometre taşları olarak savundu. Kanatlarını birleştirince güç kaybetti, kanatlara ayrıldığında ise güç topladı, güçlendi.

 Sekreterlerini sıradan neferleriyle aynı mevziye soktu ve kuruluşundan bu yana, İbrahim Kaypakkaya, Süleyman Cihan,Kazım Çelik, Cüneyt Kahraman, Mehmet Demirağ ve Cafer Cangöz olmak üzere, toplam altı genel sekreterini kaybetti.

Mart-2011

 

https://muzafferorucoglu.com/article/detail/tkpml-ksa-tarh?key=HsJqAb0Fu4oVX3aLvDjQB8aaWlC2qeJKC2WaTzhv+Ro=&lng=tr

İDEOLOJİ-POLİTİKA-ÖRGÜT

 Başkan Mao’nun sözünü anımsamanın tam zamanı: On bin yıl çok uzun... Sarıl güne, sarıl saate!



- İDEOLOJİ -

İdeoloji kavramının ortaya çıkışı İdeoloji kavramının mucidi Destutt de Tracy’dir. Tracy bu kavramı 1797’de Devrimci Konvansiyonun, aydınlanma düşüncesinin yayılması için gerekli çalışmalar yapmakla görevlendirdiği, ilk başlarda Napolyon’un da desteğini alan Institut Nationale’nın çalışmalarında “fikir bilimi” anlamında kullanmıştır.

“Fikir bilimi” oluşturma ihtiyacının hangi tarihsel süreçte ve koşullarda ortaya çıktığına kısaca bakalım. İdeoloji kavramı, Avrupa’da toplumsal, siyasal ve entelektüel altüst oluşların yaşandığı bir dönemde ortaya çıkmıştır.

“Aydınlanma Dönemi” olarak adlandırılan burjuva dönemlerinin sonucunda geleneksel/feodal toplumların hiyerarşiye dayanan kapalı toplumlarını parçalamasıyla, ideoloji kavramının çıkışı arasında yakın bir bağ vardır.

 Feodalizmin parçalanmasıyla oluşan yeni sınıf farklılaşmalarının ve her sınıfın kendi içindeki ayrışmalarının bir sonucu olarak farklı fikirlerin ortaya çıktığı ve birbirleriyle rekabete girdiği bir döneme geçilmişti.

Marks’ın deyimiyle “katı olan herşeyin buharlaştığı” zamanlardan geçiliyordu. Birkaç on yıl içinde, önceki bin yılları aşacak oranda toplumsal hareketlenmeler, bilimsel ve teknolojik gelişmeler yaşanmıştı.

Matbaanın gelişimi, Rönesans’la birlikte okul sisteminin yaygınlaşması da fikirler üzerine tartışma yapabilecek entelektüel tabakaların ortaya çıkmasına ve sistemli fikirlerin yaygınlaşabilmesine olanak tanımıştır

İdeoloji kavramı, bu ilk kullanılışında; insan zihninde fikirlerin ortaya çıkış sürecinin belirlenebileceği ve buna bağlı olarak insanlarda iyi/doğru düşüncelerin oluşturulabileceği anlamına geliyordu.

Düşüncelerin, bilimsel yönde değiştirilebilmesi başarıldığı oranda, gerici/skolastik karanlık sonlanacak, toplumsal değişimin, gelişimin önü açılacaktı.

“Ya burjuva ideolojisi ya da sosyalist ideoloji” 

Lenin’in ideoloji tanımını başlığa çektiğimizifade en iyişekilde anlatmaktadır.

 Bu ifade şöyle devam ediyor:

 “İkisi arasında bir orta yol yoktur. 

(Çünkü insanlık ‘üçüncü’ bir ideolojiyi yaratmamıştır ve ayrıca da sınıf karşıtlıklarıyla parçalanmış bir toplumda sınıf-dışı ya da sınıf-üstü bir ideoloji söz konusu olamaz.)” 

(Lenin, 1992: 45.)

Devamı….linkte..

https://partizanarsiv7.net/file/2018/03/partizan_sayi_88.pdf

24 Kasım 2022 Perşembe

Sosyalizm Üç Ana Eğilime Ayrılmıştır: Reform, Anarşizm ve Marksizm


ANARŞİZM Mİ? SOSYALİZM Mİ?

ÇAĞDAŞ toplumsal hayatın odağı, sınıf mücadelesidir. Bu mücadele sırasında, her sınıfa, kendi ideolojisi yol gösterir. Burjuvazi, kendi ideolojisine, [şu] sözde liberalizm'e[1] sahiptir. Proletarya da kendi ideolojisine sahiptir - bu, çok iyi bilindiği gibi, sosyalizmdir.

Liberalizme, bütün ve bölünmez bir şey olarak bakılmamalıdır: bu, burjuvazinin farklı tabakalarına tekabül eden farklı eğilimlere bölünmüştür.

Sosyalizm de, bütün ve bölünmez değildir: onun içinde de farklı eğilimler vardır.

Biz, burada, liberalizmi incelemeyeceğiz - bu görevi başka bir zamana bırakmak daha iyi olur. Okuyucuya, (sayfa 9) yalnızca sosyalizmi ve onun eğilimlerini tanıtmak istiyoruz. 

Sanırız,, bunu daha ilginç bulacaktır.

Sosyalizm üç ana eğilime ayrılmıştır: reform, anarşizm ve marksizm.

Reformizm, (Bernstein[2] ve diğerleri), sosyalizmi uzak bir hedef olarak görür, bundan öte bir şey değil, ve gerçekte sosyalist devrimi reddeder ve sosyalizmi barışçı araçlarla kurmayı amaçlar. Reformizm, sınıf mücadelesini değil, sınıf işbirliğini savunur. Bu reformizm, gün geçtikçe çürümekte, gün geçtikçe sosyalizme benzer [yanlarının] tümünü yitirmektedir ve bizce, bu makalelerde, sosyalizmi tanımlarken, [reformizmi] incelemenin hiçbir gereği yoktur.

Marksizm ve anarşizme gelince iş başkadır: her ikisi de, bugün, sosyalist eğilimler olarak kabul edilmektedir, her ikisi de birbirlerine karşı şiddetli bir mücadele vermektedirler, her ikisi de kendilerini, proletaryaya gerçek sosyalist doktrinler olarak sunmaya çalışmaktadırlar ve kuşkusuz, bu ikisinin incelenmesi ve karşılaştırılması, okuyucuya çok daha ilginç gelecektir.

Biz, "anarşizm" sözcüğü söylenince küçümseyerek başını çeviren, yukardan bir havayla elini sallayarak, "Neden bunun üzerinde vakit harcamalı? Hakkında konuşmaya bile değmez" diyenlerden değiliz. Bizce, böyle ucuz "eleştiriler" hafifliktir ve [hiç bir] yararı yoktu.

Biz, anarşistlerin "arkalarında yığınlar bulunmadığı, ve bu yüzden, pek tehlikeli olmadıkları" düşüncesiyle kendisini avutanlardan da değiliz. Bugün sorun, kimin, daha büyük ya da daha küçük "yığınları" arkasından sürüklediği sorunu değildir; önemli olan doktrinin özüdür. Eğer anarşistlerin "doktrini" gerçeği yansıtıyorsa, o zaman açıktır ki, [anarşizm] kendine mutlaka bir yol açacak ve yığınları kendi etrafında toplayacaktır. Ama, eğer geçersizse ve yanlış bir temel üzerine kurulmuşsa, çok (sayfa 10) devam edemeyecek ve ayakları havada kalacaktır. Ama anarşizmin geçersizliği kanıtlanmalıdır.

Bazı kişiler, marksizmin ve anarşizmin aynı ilkelere dayandığını ve aralarındaki anlaşmazlıkların yalnızca taktiklere ilişkin olduğunu sanırlar, öyle ki, bu kişilerin görüşüne göre, bir eğilimi diğerinin karşısına çıkartmak yanlıştır.
Bu, büyük bir hatadır. Biz, anarşistlerin, marksizmin gerçek düşmanları olduğuna inanırız. Bunun sonucu olarak da, gerçek düşmanlara karşı gerçek bir mücadele verilmesi gerektiğini savunuruz. Bu nedenle, anarşistlerin "doktrinini" baştan sona incelemek ve bütün yönleriyle iyice değerlendirmek zorunludur.

Mesele şudur ki, marksizm ve anarşizm, her ikisi de, mücadele arenasına sosyalizm bayrağı altında girmelerine rağmen, bütünüyle farklı ilkeler üzerine kurulmuşlardır. Anarşizmin temel taşı, bireydir. [Anarşizmin] öğretilerine göre, [bireyin] kurtuluşu, yığınların, [yani] kolektif vücudun kurtuluşunun baş koşuludur. Anarşizmin öğretilerine göre, birey kurtulmadıkça, yığınların kurtulması olanaksızdır. Buna uygun olarak, sloganı, "Her şey birey için"dir. Oysa marksizmin temel taşı yığınlardır. [Marksizmin] öğretilerine göre, [yığınların] kurtuluşu, bireyin kurtuluşunun baş koşuludur. Yani, marksizmin öğretilerine göre, yığınlar kurtulmadıkça, bireyin kurtulması olanaksızdır. Buna uygun olarak, sloganı, "Her şey yığınlar için"dir.

Açıktır ki, burada, sadece taktikler üzerine anlaşmazlık değil, biri diğerini reddeden iki ilke bulunmaktadır.

Makalelerimizin amacı, bu iki karşıt ilkeyi yanyana koymak, marksizmi anarşizmle karşılaştırmak ve böylece herbirinin meziyetlerine ve kusurlarına ışık tutmaktır.
Tam burada, okuyucuya bu makalelerin planı (sayfa 11) hakkında bilgi vermek gerekir kanısındayız. Marksizmin bir tanımı ile [işe] başlayacağız, bu arada anarşistlerin marksizm üzerindeki görüşlerine değineceğiz, ondan sonra da anarşizmin eleştirisine geçeceğiz. Şöyle ki, diyalektik yöntemi, bu yöntem üzerine anarşistlerin görüşlerini, ve bizim eleştirimizi; materyalist teoriyi, anarşistlerin görüşünü ve bizim eleştirimizi (burada da sosyalist devrimi, sosyalist diktatörlüğü, asgari programı ve genel olarak taktikleri tartışacağız); anarşistlerin felsefesini ve bizim eleştirimizi; anarşistlerin sosyalizmini ve bizim eleştirimizi; anarşist taktikleri ve örgütlenmeyi açıklayacağız - ve sonuç olarak da vargılarımızı vereceğiz.

Küçük topluluk sosyalizminin savunucuları olan anarşistlerin, gerçek sosyalistler olmadığını kanıtlamaya çalışacağız.

Ayrıca, proletarya diktatörlüğünü reddettikleri sürece, anarşistlerin gerçek devrimciler de olmadıklarını kanıtlamaya çalışacağız...
Ve böylece, konumuzda ilerleyeceğiz.

PDF Kıtabın devamı linkte

http://kutuphane.halkcephesi.net/Stalin/anarsizm/anarsizm.htm

 


23 Kasım 2022 Çarşamba

Emperyalizm Belli Ülke ve Uluslara Mı Özgü?

 


Emperyalizm Belli Ülke ve Uluslara Mı Özgü?

Yusuf Köse


Emperyalizm, kapitalizme özgü bir olaydır. Kapitalizm öncesi emperyalizm yoktu ve toplumlar kapitalizme geçtiğinde, önce serbest rekabetçi kapitalizmle ve peşinden, kapitalizmin gelişmesi ve uluslararası yönünün daha fazla öne çıkmasıyla emperyalizmle tanıştı.

Nasıl ki, serbest rekabetçilik, kapitalist ekonominin belli bir (ilk) aşamasına denk geliyorsa, emperyalizm de kapitalizmin, Lenin belirlemesiyle “son aşaması”na denk gelmiştir. Yani, emperyalizm burjuvazinin iradi olarak ortaya çıkardığı bir olgu değil, tersine, kapitalist ekonominin gelişmesiyle doğrudan bağlantılıdır ve kapitalizmin bir üst aşamasıdır.

Hiçbir toplum iradi olarak ortaya çıkmamıştır. Her toplum kendi nesnelliği içinde gelişmiştir. Burjuvazi de kapitalizmi, kendi iradi yapısıyla, aldığı siyasi kararlarla onun niteliğini değiştirme kabiliyetine sahip değildir. O, kendi nesnelliği içinde, üretim biçiminin karakteri içinde taşıdığı çelişmelerin yön vermesiyle gelişir. Kapitalist toplum burjuvazinin iradesi altında yürüseydi, burjuvazi, öncelikle, kapitalizmin devrevi krizlerini önlemek isterdi.

Burjuvazi kapitalizmin üst aşaması olan emperyalizmi, bilerek ve isteyerek geliştirmemiş, tersine, tek tek bireylerin isteklerinden bağımsız olartak kapitalist ekonominin nesnel diyalektiği, kapitalizmi emperyalist aşamaya getirmiştir. Toplumların gelişmesi tek tek bireylerin iradesi altında olsaydı, köleci toplum hala devam ederdi. Ya da burjuvazi, kapitalizmin yıkımını önleyerek sosyalizme geçişi engellerdi. Lenin bu nedenle; “emperyalizm proletaryanın toplumsal devriminin eşiğidir” demiştir ve bu sosyalist devrimlerle doğrulanmıştır.

Hiçbir toplum, komplo teorileri ile doğmamış, gelişmemiş, yönetilmemiş ve yıkılmamıştır. Ama, sınıflı toplumlarda her zaman komplo teorileri olmuştur. Özellikle, bilgi ve ulaşım teknolojik ağının gelişmesiyle komplo teorileri daha da yaygınlaşmış ve gelişmiştir. En yakınından bunu Covid-19 pandemi sürecinde daha net görüldü.

Emperyalizm yalın anlamıyla, kapitalist ekonomin oldukça gelişmesi ve bütünüyle uluslararası bir hal alamasıyla ortaya çıkmıştır. Banka ve sanayi sermayesinin birleşmesi, finans sermayesinin öne çıkması, sermayenin daha az ellerde yoğunlaşması, yani üretim ve sermaye alanında yoğun tekelleşme ile olmuştur. Bu, Lenin deyimiyle, “sanayinin gelişimi ve üretimin muzzam ölçüde temerküzü” ile ortaya çıkmıştır. Tekelleşme bununla doğru orantılı olarak gelişmiştir. Bu tekelleşme ise üretimin her alanında daha da gelişmiş ve toplumu bütünüyle kendi kontrolü altına almıştır. Yani, tekeller, kitleler üzerinde, kapitalist devletler vasıtasıyla kendi brujuva diktatörlüklerini kurmuşlardır.

Lenin, emperyalizmin ekonomik temelini ortaya koyar ve sonra bunun siyasal etki ve yönelimlerini açıklar. Ekonomiyi elinde bulunduranlar ya da ekonomik olarak güçlü olanlar, siyaseti de belirlerler.

Lenin, kapitalizm ve emperyalizm olgusunu şöyle açıklar:

 

 

Kapitalizm:

“Genellikle, kapitalizmin ayırdedici özelliği, sermayenin mülkiyetine sahip olanlar ile sermayeyi üretime sokanları birbirinden ayırması, para-sermayeyi, sanayi sermayesinden veya üretken sermayeden ayırması ve yalnızca para-sermayeden sağladığı gelirle yaşayan rantiyeyi, gerek sanayiciden, gerekse sermayenin sevk ve idaresine doğrudan doğruya katılan tüm kişilerden ayırmasıdır.”

Para-sermaye ile sanayi sermayesinin birleşmesiyle kapitalizm emperyalizm aşamasına ulaşmıştır. Bu birleşme, ekonomi üzerinde, -Lenin'in “finans oligarşisi” olarak adlandırdığı- finans sermayesinin egemenliğini yaratmıştır.

Emperyalizm:

“Emperyalizm, ya da finans sermayesinin eğemenliği, kapitalizmin, bu ayrılığın geniş boyutlara ulaştığı sonuncu aşamasıdır. Finans sermayesinin, diğer bütün sermaye biçimleri üzerindeki hakimiyeti, rantiyenin ve finans oligarşisinin hegomanyası anlamına gelir; finans bakımından “güçlü” az sayıda devletin düğer tüm devletlere göre ayrıcalıklı konumu anlamına gelir.”2

Sanayinin ve üretimin alabildiğine gelişimi ve birikimi, kapitalizmin önceki dönemlerinden ayırt edici bir özelliği olarak; mal ihracının yanında sermaye ihracının yoğunlaşmasıdır. Sermaye ihracının mal (meta) ihracına göre öne çıkması kapitalizmin emperyalist aşamaya gelmesinin ayırt edici özelliği olmuştur.

Lenin'in 1916 yılında yazdığı Emperyalizm kitabı zamanında, incelediği çok az ülke vardı. İngiltere, Fransa, Almanya, ABD, Rusya, Japonya ve İsviçre. 1900'lerin başlarında bu bir avuç ülke, emperyalist aşamaya gelmişti.

O zaman, kapitalizm dünya ölçeğinde bugünkü gibi derinelemsine gelişmemişti. Ülkelerin büyük bir bölmüne kapitalizm yeni yeni giriyordu ve büyük bir bölümü de yarı-feodal durumdaydı.

Bugün ise kapitalizmin girmediği bir ülke kalmadığı gibi, hemen hemen bütün ülkeler kapitalist bir karaktere sahip hale gelmiştir. Kapitalizm o denli gelişmiş ve yayılmıştır ki, bir avuç yerli kabileleri bile kapitalist sistemin içine çekmek için vahşi uygulamlardan kaçınmıyor. Burjuvazi, kapitalist meta üretimini ve üretilen metayı dünyanın en geri bölgelerine kadar yaygınlaştırıyor. Deyim yerindeyse, ayak basmadığı, kontrolü altına almadığı bir alan bırakmazken, başta insan ilişkileri dahil her şeyi alınıp-satılan birer meta haline getirmiştir.

Özellikle 1980'lerden itibaren uluslararsı teklellerin eğemenliğinin esas hale gelmesi ve yagınlaşmasıyla, üretimin dünya ölçeğinde toplumsallaşmasını yagınlaştırmış ve hakim hale getirmiştir. Dünya ekonomisine ulsulararası tekeller egemen olmuştur. Bu üretimin uluslararasılaşmasının yagınlaşmasını ve esas hale getirmesini doğurmuştur. Ulusal tekeller uluslararası tekellerle içiçe geçmiş ve uluslararsı mali oligarşi doğmuştur.

Üretimin ve sermayenin temerküzü ve merkezileşmeleri birbirinden bağımsız değildir. Biri olmadan diğeri olamaz. Çünkü meta üretimi aynı zamanda sermaye üretimidir.

 

Emperyalizm Belli Ulus ve Ülkeye Mi Özgü?

Kapitalizm ulusal doğmuştur, ama uluslararası karaktere sahiptır. O, ortaya çıkar çıkmaz ulusal çitlerin dışına çıkarak uluslararası bir karakter kazanmıştır. Eğer kapitalizm ulusal sınırlar içinde kalsaydı, kapitalizm kapitalizm olamazdı.

Kapitalizm ulusal olmadığı gibi, onun daha gelişmiş bir aşaması olan emperyalizm de ulusal değildir. Ve “emperyalist olmak” salt bir kaç ulusa ait bir özellik olmayıp, aynı kapitalizm gibi uluslararası bir nitelliğe sahiptir. Kapitalizmin ilk olarak daha hızlı ve güçlü geliştiği yer İngiltere'dir. Ama, kapitalizm İngiltere ile sınırlı kalmamıştır. Buradan bütün dünyaya hızlı bir şekilde yayılmış ve sanayi kapitalizmin gelişmesi İngiltere'yi dönemin “üzerinde güneş batmayan imparatorluğu” haline getirmiştir.

Emperyalizm belli bir ulusa özgü olmadığı gibi, esasta, güçlü-güçsüzlük ilişkisiyle de ilişkisi yoktur. Nasıl ki, daha emperyalist aşamaya gelmemiş kapitalist ülkeler arasında, kapitalizmin gelişmişlik boyutuna göre “güçlü-güçsüzlük” ilişkisi varsa, emperyalizm aşamasına gelmiş ülkelerde de durum aynıdır. Güç, kapitalist ekonominin gelişmişlik ve büyüklük boyutuyla doğru orantılıdır. Nüfusun ve ülkenin yüzölçümüne bakarak güç ilişkisi belirlenemez. 41.528 km2 yüzölçümüne sahip ve yaklaşık 17 milyonluk bir Hollanda ile 2.381.741 km2 yüzölçümüne ve 45 milyonluk bir Cezayir'in ekonomik güçleri aynı değildir. Burada denebilir ki, biri emperyalist diğeri değil. Ama, günümüzde ABD ile Hindistan'ın nüfüsü da aynı değil. Hindistan, ABD'den bir milyar daha fazla nüfusa sahip bir ülke. İkisi de emperyalist. Ama ekonomik güç olarak ABD ile -şimdilik- kıyaslanamaz.

Kapitalizm eşitsizlik demektir, aynı zamanda. Ülkeler arasında eşitlik olmadığı gibi, tekeller arasında da eşitlik olamaz.

Bu konuda Lenin'e baş vuralım:

“... kapitalist düzende, işletmelerin, tröstlerin, sanayilerin veya ülkelerin eşit oranda gelişmeleri olanaksızdır. Yarım yüzyıl kadar önceki Almanya, o zamanki İngiltere'yle kıyaslandığında, kapitalizmin gücü bakımından zavallı ve önemsiz bir ülkeydi; Rusya'yla kıyaslandığında, Japonya'nın durumu da aynıydı. Bundan 10 veya 20 yıl sonra emperyalist devletler arasındaki güç oranının değişmeden kalacağı 'tasavur' edilebilir mi? Kesinlikle hayır.”3

Demek ki, emperyalizm tanımlasında ya da bir ülkenin emperyalist olup olmamasında “güç” sorunu değil, ekonomik durumuyla, ülkenin kapitalist ekonomisinin emperyalist aşamaya gelmesiyle doğrudan ilişkilidir. Ayrıca emperyalist ülkeler arasında dengesizlik esastır. Güç dengeleri de stabilize değil, sürekli değişim içindedir. Bugün “güçlü” olan emperyalist ülke, yarın en zayıf emperyalist ülke konumuna gelebilir. Örneğin, 1. emperyalist dünya savaşı öncesi İngiltere'siyle 2. emperyalist dünya savaşı sonrası İngiltere'sinin gücü ve dolaysıyla da emperyalist paylaşım içindeki yeri aynı değildir.

Petrol üreticisi ülkeler içinde Suudi Arapistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri (BEA)'nin sahip oldukları finans sermayesi, diğer emperyalist ülkelerin finans sermayesinden farklı mı? Elbette olamaz. Bu ülkelerin, ABD, Japonya, Almanya vb. gibi gelişmiş emperyalist ülkelerdeki sanayi kadar güçlü sanayileri olmasa da, söz konusu Körfez ülkelerin sahip oldukları finans sermayesi, uluslararası sanayi ve finans sermayesi ile birleşmiştir. Finans sermayesinin kaynağının oynadığı rolle fazla bir ilişkisi yoktur. Sermaye olarak varlığı ve oynadığı rol önemlidir. Ayrıca, söz konusu Körfez ülkelerinin sahip oldukları sermaye, en gelişmiş ülkelerden en geri ülkelere kadar yayılmıştır ve emperyalist bir rol oynamaktadır. Ve bu finans sermayesi, salt Körfez ülkelerindeki sanayi ile değil, uluslararası sanayi ile de birleşmiştir. Öte yandan, adı geçen Körfez ülkelerinin finans sermayesi,, uluslararası finans sermayesinin -adeta- can simidi olarak görev yapar.

Gelişmiş Batılı emperyalistlerin sermayesini “emperyalist” kabul ederken, aynı rolü oynayan Körfez krallıklarının sermayesi neden “emperyalist” olmasın? Buradaki anlayış, emperyalizmi, kapitalizmin en üst aşaması olarak değil, belli ülke ve uluslara özgü olarak değerlendirmekten kaynaklanıyor.

Bir ülkenin emperyalist aşamaya gelip gelmediğinin kıstasları var mı?

Lenin bunu net olarak belirtmiştir.

“1-Üretimin ve sermayenin temerküzünün ekonomik yaşamda belirleyici bir rol oynayan tekelleri yaratacak kadar yüksek bir gelişme derecesine ulaşması. Yani, bütün alanlarda tekelleşmenin olması...

2-Banka sermayesi ile sanayi sermayesi kaynaşmış ve bu “finans sermayesi” temeli üzerinde bir finans oligarşisi doğması...

3- Mal ihracından farklı olarak sermaye ihracının son derece önemli hale gelmesidir.”

Lenin, 4. ve 5. özellikler olarak belirttiği, “uluslararası tekellerin birleşerek dünyayı aralarında bölüşmeleri ve dünyanın en büyük emperyalist devletleri tarafından paylaşılmış olması...” kapitalizmin önlenemez çelişmeli karakterinden kaynaklanmaktadır.4

 

Dünyanın paylaşılmış olması yeniden paylaşılmayacağı ya da her an bu paylaşımın ölesiye mücadelesinin verildiğini yadsımıyor. Her emperyalist ülke, her tekel kendi sermaye gücü oranında bu paylaşıma katılıyor, pay alıyor ya da almaya çalışıyor.

Bunu, şöyle de tanımlıyabiliriz: her tekel, bir başka ülkede yaptığı sermaye yatırımı, dünya pazarından pay almadır. Emperyalist tekeller, kapitalizmin daha az geliştiği ülkerlere sermaye yatırımları yapmalarına karşın, esas olarak kapitalizmin daha çok geliştiği ülkelere daha büyük sermaye yatırımları yaparlar. Örneğin, en çok sermayeyi, başta ABD olmak üzere, sırasıyla Çin, Japonya, Almanya, İngiltere ve diğer emperyalist ülkeler çeker. Sermaye, yoğun meta üretimi ve yoğun tüketimin olduğu yerleri severler.

ABD ve İngiltere net sermaye ithalatçısı ülke konumundayken, diğerleri esasta sermaye ihracatçısı konumundadır. Yani, ABD ve İngiltere'ye dış ülkelerden gelen sermaye yatırımları, içerden dışarıya giden sermaye yatırımlarından fazladır. ABD'ye 2000-2021 yılları arası toplamda 13 trilyon 600 milyar dolar dış sermaye gelirken, aynı yıllar içinde ABD'nin dış ülkelerdeki toplam sermaye yatırımı (ya da ihracı) 9,8 trilyon ABD doları civarındadır.5

Sermaye gittiği yerlerde kapitalizmi de geliştirir. Bu bir niyet olgusu olmayıp, sermayenin karakteri gereğidir. Kapitalist gelişmenin olmadığı yerde sermaye birikimi olamaz. Bunu Lenin şöyle açıklıyor:

 

“Sermaye ihracı, yöneltilmiş olduğu ülkelerde kapitalizmin gelişmesini, onu güçlü bir biçimde hızlandırarak etkilemektedir. O halde sermaye ihracı, ihraç eden ülkelerin gelişmesinde belli bir noktaya kadar bir yavaşlamaya yol açmaktaysa da bu, bütün dünyada kapitalizmin genişliğine ve derinliğine geliştirme uğruna olmaktadır.”6

 

Kapitalizm gitiği yerlerde kaçınılmaz olarak kapitalizmin gelişmesine hizmet eder. Kapitalizmin olmadığı yerlerde sermaye de olamaz. İlk girdiği yerde de sermaye birikimini sağlayacak kapitalist gelişmeyi yaratır. Kapitalist, sermaye ihracını, sermayesini daha da büyütmek için yapar. Bu nedenle de kaçınılmaz olarak, sermaye geldiği ülkelerde kapitalizmin gelişmesini sağlar. Kapitalizm meta üretimi olduğuna göre, meta üretimin olmadığı yerde sermaye birikimi de olamaz.

Emperyalist dünya sisteminde son 50 yıllık gelişmeler dikkate alındığında, kapitalizmin genişliğine ve derinlemesine ne kadar geliştiği gözlemlenebilir. Bu gelişme, dünya (Gayri Safi Hasıla) GSH'ın toplamında görülür. Sadece 2000 yılı baz alınsa bile, son 22 yılda dünya GSH'nın katlanarak geliştiği, yani kapitalizmin katlanarak büyüdüğü görülecektir.

2000 yılında dünyanın GSH'ı 33,8 trilyon ABD doları iken, 2021 yılında yaklaşık üç kat artarak 96,1 trilyon ABD doları olarak gerçekleşmiştir. 1960 yılında ise bu rakam 1,39 trilyon ABD doları kadardı.7

Dünya GSH'ının katlanarak büyümesi, salt birkaç eski emperyalist ülkedeki büyümenin bir sonucu değil, yeni emperyalist ülkelerde büyüme oranlarının, eskilere oranla daha büyük olmasının yanısıra, bütün kapitalist ülkelerdeki büyümeden kaynaklanmaktadır. Kapitalizmin bu gelişmesi, varolan çelişmeleri daha da keskinleştirmektedir.

Sonuç olarak, kapitalizm derinlemesine ve genişlemesine geliştikçe, yeni emperyalist ülkelerde ortaya çıkmaya devam edecektir. Kapitalizmin gelişmesi, geliştirilmesi niyet sorunu olmadığı gibi, yeni emperyalist ülkelerin gelişmesini engellemekte tek tek ülke ya da kapitalist tekellerin iradesi altında değildir. Bu, kapitalist gelişmenin nesnel diyalektiğinin bir sonucudur. 21.08.2022

1Kaynak: Yusuf Köse, Emperyalist Türkiye, El Yayınları

2Lenin, Emperyalizm, Kapitalizmin Sonuncu Aşaması, sf. 82, Sosyalist Yayınları

3Lenin, age, sf. 143

4Lenin, age, sf. 112

5Veriler, UNCTAD'ın 2022 yılı Raporu'ndandır. /https://unctad.org/webflyer/world-investment-report-2022

6Lenin, age, sf. 87

7Rakamların alındığı kaynak: https://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.MKTP.CD

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)