10 Nisan 2023 Pazartesi

UKKTH-Tarihten Notlar ve Polemik-1



 

ST. anlayışını yeniden gözden geçirmelidir UKKTH’deki devrimci özü inkar etmekle UKKTH’Yİ, reddetmek arasındaki çizgi zannedildiği gibi kalın değildir!

 (agd, Sf 95, abç) anlatıyor. Balkanları, Kafkasları örnekliyor ve Partizan’a ‘işte bunları devrimci görüyorsunuz’ diye ayna tutuyor. Peki gerçekten Partizan ne diyor? Bakalım!

 

“Emperyalizme (ve işbirlikçi sınıfa) karşı olması, egemen ulusun egemen sınıflarını zayıflatması gibi özelliklerin yanı sıra UKKTH için savaşması, bu hakkı elde etmeye yönelmesi ulusal harekete devrimci bir nitelik kazandırır.” (Pzn, Sayı 66, Sf 13) Şimdi ST’den aktardığımız ve yalnızca küçük bir bölümü olan alıntıları yeniden okuyalım ve bunları Partizan’dan aldığımız pasajla karşılaştıralım.

 Açık söyleyelim başvurulan bu yola-yönteme demagoji denilir. ST yazarı demagogdur, ST bir demagoga açmıştır sayfalarını. Partizan, net bir biçimde emperyalizme ve işbirlikçi sınıfa karşı yürüyen bir ulusal hareketi mevzu bahis ediyor, üstelik daha konuya başlarken yukarıdaki ön girişi yapıyor. Partizan’ın ne dediği bu kadar açıkken ST’nin bıkmadan, kerelerce Partizan’ın UKKTH dışında hiçbir şeyi dikkate almadığını “salt”, “yalnızca”, “tek başına” UKKTH ile ilişkili olduğunu söylemesi ya da emperyalizmin kışkırtması hareketlerden dem vurması, Partizan’ın anlayışına göre bunların devrimci olması gerektiğini durmadan yinelemesi nasıl bir anlayıştır. Önce Partizan’a söylemediğini söylet ya da söylediğini görme, yok say sonra da evirip-çevirip sayfalarca “eleştiri” diz, “mahkum” et! Devrimciler politik bir deontolog kurula ihtiyaç duymadılar, hala da duymuyorlar ama bu nedir, bir vicdan tutulmasıyla mı karşı karşıyayız!

Devam edelim:

Evet, Partizan ulusal hareketlerin niteliği sorununu ele alırken çıkış noktası, temel ölçütü o ulusal hareketin UKKTH ilkesi karşısındaki konumudur. Tabi Partizan emperyalizm ve işbirlikçi sınıflara karşı ulusal hareketlerden, en genelde ilerici, demokratik muhteva taşıyan hareketlerden bahsediyor, zaten reformist veya devrimci ulusal hareketler hakkında tartışma yürütülüyor, ölçüt sorunu bu hareketler için sorgulanıyor, emperyalizmin işbirlikçisi önderliklerin denetimindeki “ulusal hareket” tartışmanın bağlamından (ve Partizan’ın vurgusundan) belli ki konu dışı tutulmuştur.

 

 İlerleyen sayfalarda sorun farklı açılardan tartışılacaktır. Bundan sonraki bölümde uluslaşma süreci, ulusal hareketler, ulusal hareketlerin eğilimi gibi konulara değinecek, soruna dair tarihsel bir arka plan sunacağız.

 

 ULUSAL SORUN, ULUSAL HAREKETLER

 Uluslaşma, ulusal devletlerin kuruluşu Ücretli emek sermaye ilişkisi üzerinden biçimlenen meta üretimi, emek sürecinin yeni bir biçimde kurulması demekti. Sürecin bütün öğeleri (işgücü, üretim araçları) burada sürece meta olarak girer ve öncekinden daha fazla değer yüklenmiş olarak çıkar.

 Bu fazlalık emek sürecinin kurucusu ve sermayenin kişileştiği burjuvazi tarafından cebe indirilen artı-değerdir. Emek süreci artı-değerin üretildiği yerdir, fakat artı-değerin de içerisinde olduğu toplam değerin meta sermaye olarak kalması halinde emek süreci durur, yeniden üretim için ya da yeni bir üretken tüketim için meta sermayenin para sermayeye ve yeniden metaya dönüşmesi gerekir.

 

 Bunun için metalar dolaşıma girer, artı-değer bu dolaşımla birlikte gerçekleşir. Burjuvazi için amaç üretmek değildir, o, artı-değer üretmek için üretir. Artı-değer üretimi burjuvazi için amaçtır ve daha çok artı-değer için daha çok üretmek kaçınılmazdır. Bir başka kaçınılmaz ya da zorunlu şey de tüketim alanları bulmaktır. Feodal parçalanmışlık kapitalizme aykırıdır. Birleştirerek, merkezileştirerek gelişir kapitalizm. Kendi kendine yeten, önemli ölçüde yalıtılmış geçimlik-doğal ekonomiye dayalı bir toplumsal yapı kapitalist meta üretimi ve iç pazarın gelişmesi karşısında çözülür, iç pazar mülksüzleştirmeyle birlikte genişler.

 Bu sosyo-ekonomik süreç feodal hiyerarşi doğrultusunda parçalara ayrılmış ve fakat esasta aynı dili konuşan insanların birleştirilmesini ve yerel, bölgesel feodal egemenliklere son verilmesini dayatır. Bunun anlamı şudur; aynı dili konuşan toplulukların iktisadi birliğini sağlamak ya da yurtiçi pazara hâkim olmak, sosyo-ekonomik ve siyasal olarak bu sürecin önüne engel olarak dikilenleri temizlemektir.

Feodal üretim tarzı, bu tarzın sosyal sınıfları ve feodal devlet sözünü ettiğimiz engelin kendisidir. Feodal egemenlere karşı savaş bu uğrakta burjuvazi önderliğinde yükselir. Burjuvazi ulusun işçilerini, köylülerini etrafında toplar, feodal sınıflara ve kiliseye karşı iktidar savaşını yükseltir. Bu savaş bir burjuva devrim olduğu kadar bir ulusal savaştır da. “Onun için her ulusal hareketin eğilimi, modern kapitalizmin gereksinimlerinin en iyi karşılanabileceği ulusal devletlerin oluşumuna doğru bir eğilimdir.” 61 (Lenin, UKKTH, baskı tarihi 1998, sayfa 53) Fransa’da burjuva ulusal hareket feodal egemenlerin ve kilisenin iktidarına bir vuruşta son verdi.

Fakat Almanya’da böyle olmadı, bağımsız şehirleriyle, pek çok devletleriyle fazla bölünmüştü Almanlar. En güçlüsü Prusya idi. Katalizör o oldu. Diğer Alman devletlerini zorla dize getirmeye, yutmaya yöneldi. Bismarck komutasında uzun, sancılı bir süreç ve ulusal hareket gelişmişti. 1850 başlarında diğer Alman devlet ve bağımsız şehirlere saldırdığında ve bu saldırıyı birkaç Alman devletine yutmakla sınırlayıp durdurduğunda Bismarck’ı kastederek biz olsa olsa yeterince devrimci olmadıkları için eleştiririz diyordu Engels.

Çünkü Alman ulusunun parçalanmışlığı devam ediyordu ve bu birleşik Almanya amaçlı Bismark çıkışlarında bu hedef başarılabilirdi, sorun ulusal devlet sorunuydu. 2. Batı Avrupa’da Ulusal Hareketler Kapitalizmin ortaya çıkışı, ulusların şekillenişi ve ulusal hareketler, birbirine bağlı, iç içe geçmiş olgulardır. Ekonomik temelde kök salmaya başlayan burjuvazi siyasal ve ideolojik üst yapıda da yankılanır. Batı Avrupa’da Rönesans dönemi, aydınlanma çağı burjuva dünya görüşüne (ideolojisine) şekil verdi, onu biçimlendirdi. Milliyetçilik, kapitalist gelişmenin ideolojik planda davet ettiği bir unsurdur. Bütün bu gelişmelerin özeti şudur: “Batıda, Avrupa kıtasında burjuva-demokratik devrimler dönemi belli bir zaman süresi içine girer.

 Yaklaşık olarak 1789’dan 1871’e kadar. Bu dönem ulusal hareketler dönemi ve ulusal devletlerin kurulması dönemidir.” (Lenin, age. Sf 63) Batı Avrupa’nın söz konusu zaman aralığındaki süreci “herkesin herkesle savaştığı bir süreçtir”. Fransız ihtilali gerici feodal monarşiyi yıkıp burjuva iktidarını tesis ederken tarihsel olarak ilerici rolünü oynuyor, toplumsal gelişmenin önünü açıyordu.

Devrimci Fransa’ya karşı feodal gerici ittifaklar savaş açtığında, Fransa ulusal devrimci bir savaşla savunuldu. Aynı Fransa Avrupa’da yayılmaya, bunun için kimi ulusal devletleri işgal etmeye başladığında gerici, işgallere karşı ulusal bağımsızlık için savaşan uluslar devrimci bir nitelik kazanıyordu. Bu büyük karmaşa içerisinde çarlık Rusya’sı sıyrılmış B. Avrupa’nın başına bekçi kesilmişti.

Gelişmelerin Rusya’yı bu konuma taşıması Marks ve Engels yoldaşları kaygılandırıyor, bu feodal monarşiyi Avrupa’daki burjuva devrimlerin engeli olarak görüyorlardı. Feodal egemen sınıflara, çarlık Rusyası’nın, gericileşen Fransa’nın vb. işgallerine karşı B. Avrupa ulusal kurtuluş ve iktidar savaşlarıyla burjuva devrimler dönemini tamamlar. Dünyanın diğer coğrafyaları D. Avrupa, Rusya, Asya vb. yeniden ve daha farklı bir biçimde yaşadı bu süreci. Çok uluslu olan Avusturya, Macaristan, Rusya, Osmanlı İmparatorluğu vb.leri ulusal savaşlarla sarsılır. Egemen ulusun ayrıcalıklarına karşı ezilen ulusun burjuvazisi önderliğinde ulusal kurtuluş savaşları yükselir. Bu çok uluslu devletlerin her birinin özgünlükleri oldukça farklı olsa da ulusal eşitsizlikler ve milli baskı ortak paydalarıdır.

3. Ulusal Hareketler Hangi Koşulların Sonucudur?

Toplumsal yapıda feodalizmin ağırlığına, derecesine paralel olarak milli baskının derecesi de artabilir (Stalin).

Dolayısıyla gelişen ulusal kurtuluş savaşları feodal gericiliği sarsıcı, burjuva demokratik cepheyi genişletici bir rol oynar. Feodalizmin tasfiyesi, feodal parçalanmışlığa son vererek ulusal devletlerin kuruluşu ve bu hedefli gelişen ulusal hareketleri ayırdığımızda Batı ve Doğu Avrupa’daki ulusal burjuva hareketler işgale, ilhaka ve milli baskıya karşı Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı biçiminde gelişen ulusal bağımsızlık için ulusal kurtuluş savaşlarıdır; Lenin yoldaş bu savaşlar hakkında şöyle diyordu: “Eğer güdülen siyaset ulusal kurtuluş siyasetiyse, yani ulusa zulmedilmesine karşı olan yığın hareketinin ifadesiyse o zaman bu siyasetten doğan savaş, ulusal kurtuluş savaşıdır.”

(Ulusal Sorun Ulusal Kurtuluş Savaşları, Lenin, Baskı 1993, Sf 233)

 Ulusal kurtuluş hareketlerinin milli baskıya karşı, burjuva ulusal devletler kurma yüklenimi ile, işçi sınıfının köylülük ve ilerici burjuvazinin burjuva demokratik toplumsal mücadelesi aynı potada eriyordu. Bir taraftan demokrasinin genel talepleri uğruna burjuva demokratik mücadele; diğer taraftan demokrasinin taleplerinden biri olan UKKTH için ulusal kurtuluş mücadelesi… Bu iki ayrı kanaldan ilerleyen mücadele, kapsam ve hedefleri bakımından demokratik bir dünya için mücadeleydi. Lenin yoldaşın ifadesiyle bunlar dünya demokratik hareketinin (bugün sosyalist hareketin) tümünün bir parçasıdır.

 Soruna farklı biçimde yaklaşan, ulusal hareketleri küçümseyen, bu hareketlerdeki ileri olan yönü, egemen ulusun egemen sınıflarına, işgale karşı yükselişinde içerdiği devrimci niteliği görmeyenler de vardı. Bunlar soruna basitçe “haklar” bakımından yaklaşıyor ve burjuva devrimlerin yaratacağı demokratik zeminle birlikte sorunun kendiliğinden hal yoluna gireceğini savunuyorlardı. Oysa mesele ezilen ulusların kurtuluşu sorunuydu. Bütün o ulusal hareketlerin ortaya çıkış nedeni bu sorunun varlığıydı. Ve her şeyden önce açığa çıkan kurtuluş hareketleri toplumsal gelişmenin itici güçlerinden biriydi. Nitekim kapitalizmin emperyalizm aşamasına ulaşması, dünyanın yeniden paylaşılma sorununun kendini dayatması sömürgelerin kurtuluşu sorununu yakıcı bir biçimde yaşama taşımış, ezilen uluslar meselenin İrlandalılar, Macarlar, Polonyalılar, Finliler, Sırplar ve Avrupa’nın başka birkaç ulusu[ndan] (Stalin) ibaret olmadığı görülmüştü.

 Komünistler “… beyazı siyahtan, Avrupalıyı Asyalıdan, emperyalizmin ‘uygar’ kölesini ‘uygar olmayan’ kölesinden ayıran duvarı yıkmış ve böylece ulusal sorunu, sömürgeler sorununa bağlamış…” (Marksizm Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu, Stalin, Baskı tarihi 1990, Sf 223) olarak almıştır.

Ezilen uluslar çemberinin (kapsamının) genişlemiş olması örnek bir anlayış değil, nesnel olanın yeni koşullarla birlikte bilimsel ifadesidir. Lenin yoldaş daha tam bir ifadeyle dünya kesin olarak ezen ve ezilen uluslar biçiminde ayrışmıştır diyor. Bu emperyalizm olgusunun getirdiği bir sonuçtu.

 Ezilen ulusların kapsamı tüm sömürgeleri, ezilen bağımlı ulusları, yarı-sömürgeleri içerisine alıyordu. Yarı-sömürgeler her ne kadar kendi kaderini tayin demek olan siyasal örgütlenmesine, devletine sahipse de emperyalizme olan ekonomik bağımlılıkları, siyasal bağımsızlıklarını biçimselleştirmiştir. Bugün açısından yarı-sömürgelerde emperyalizmin yeri ve rolü daha bir görünür olmuştur. Emperyalist sermayenin çıkarlarına uygun olarak bütün bir ekonomi şekillendiriliyor (emperyalist sermaye eliyle), iç ve dış politika emperyalizmin programlarına göre belirleniyor ve yaşamın içerisinde belirginleşen bu müdahale yarı-sömürgelerde ulusal çelişki üzerinde keskinleştirici bir rol oynuyor.

Bu ülkelerde emperyalizm karşıtı bir ulusalcılığın geliştiği ya da yeşermesi için ortamın olgunlaştığı görülmektedir. Bu bir olgu olmakla birlikte burada, yarı-sömürgeler sorununu dışta tutup, siyasal hakları ellerinden alınmış sömürge ve ezilen bağımlı ulusları konuşacağız. En genel ifadesiyle bir ulusun bütün haklarının bir başka ulus, devlet tarafından elinden alınması, gasp edilmesi sonucu oluşan duruma ulusal sorun denilmektedir. Ulusal sorun yalnızca sorunun ortaya çıkışını, varlığını değil aynı zamanda sorunun çözümünü de içerir. Bir başka ulus tarafından haklarının elinden alınması pratikte egemen ulusun egemen sınıfları tarafından ezilen ulusun diline, kültürüne, siyasal örgütlenme hakkına, iktisadi sürecine vb. baskı uygulanmasıyla gerçekleşir.

Milli baskı sadece boyunduruk altına alma, bağımlılaştırmakla sınırlı değil, verili olan koşulları, yani ezen-ezilen ulus koşullarını devam ettirmeyi amaçlar, ulusal kurtuluş hareketleri de bu milli baskıya karşı açığa çıkan hareketlerdir. Kendi ulusunun maddi kaynaklarını, emek gücünü, pazarlarını tek başına sahiplenmeyi kendisi için bir hak, meşru bir imkan olarak gören ezilen ulusun burjuvazisi ve küçük toprak sahipleri deyim yerindeyse kendi çiftliklerinin hükümranı olamayışına, gelişmelerinin önüne ekonomik ve siyasal alanda sayısız engel çıkartılmasına sessiz kalmazlar.

 Ezen ulusun olsun, ezilen ulusun olsun fark etmez, burjuvazinin hepsi de sermayede içkin kurallar olan rekabet, daha fazla kâr gibi ekonomik davranışlar izlerler. Bir rekabet gücü olarak ezilen ulus burjuvazisi tam da taşıdığı bu özellik nedeniyle rakibi ve aynı zamanda siyasal kural koyucusu, siyasal iktidar sahibi olarak egemen ulusun hâkim sınıflarının daha “özel” ilgisine muhatap olur ve milli baskıdan payını alır. Sınıfının kazandırdığı yeteneklerin (örgütlenme, sevk ve idare, esneklik, yönetme ve düşünsel gelişme vb.) de bir getirisi olarak ama odağında ulusal pazarın hükümranı olma tepkisi olarak ulusal ezilmişliğe, milli baskıya isyan eder, isyanları örgütler.

 Milli baskıya karşı yükselen ulusal hareketin biricik hedefi milli baskının olmadığı, ulusal özgürlüğünü kazandığı koşullara sahip olmak, kendi ulusal devletini kurmaktır. Ulusal hareketleri belirleyen bu siyasal amaç kaçınılmaz olarak egemen ulusun hâkim sınıflarına karşı savaşmayı getirir. Milli baskıya karşı açığa çıkan ve ulusal özgürlük siyaseti olarak yaşam bulan ulusal hareket, bu pratik doğrultusuyla, gasp edilen ulusal haklarını elde  etmeye kalkışır.

 Diğer bir ifadeyle ulusal hareket ulusun kendi kaderini belirleme hakkının realize oluşudur. Bu bakımdan ulusların kendi kaderlerini tayin olgusu, ulusal kurtuluş hareketleri pratiğinin kendisidir. Komünistler bu nesnel ve eylemsel durumu tahlil etmiş ve UKKTH’yi ulusal sorunun çözümünde devrimci bir ilke olarak tanımlamışlardır. Kısacası önce eylem vardı, söz sonra geldi.

 Milli baskıya kökten karşı olmak, UKKTH ilkesini, siyasetinin (ulusal sorun siyasetinin) merkezine oturtmak demektir. Verili koşulların sonucu oluşan (ezen ezilen ulus ilişkisinin yükseldiği koşullar) milli baskı, aynı verili durum korunarak ortadan kalkmaz. UKKTH dıştalanarak ulusal sorunda çözüm diye benimsenen siyasetler olsa olsa milli baskının hafifletilmesini sağlayabilir. Milli baskıya tümden karşı olmanın siyasal ifadesi UKKTH’dir. Verili olanı kökten değiştirdiği için UKKTH siyasal olarak devrimci bir ilkedir. Mevcut koşulları esastan değiştirmeyen, bu koşullar üzerinde hak talebi için mücadele eden ulusal hareketle, UKKTH için mücadele eden ulusal hareket biri reformist diğeri devrimci olmak üzere farklılaşır. *** Sınıf Teorisi ile tartışmamızın ekseni böyle bir tarihsel çerçeveye sahiptir.

Buraya kadar yazdıklarımız yazı içerisinde tekrarlara düşmemek ve meselenin daha bir anlaşılır olması gibi kaygılarla ele alınmış, kısmen bir arka plan olarak görülmelidir.

 

Sonraki sayfalarda özel olarak ST’nin görüşleri tartışılacak, sınırlı da olsa konu, Kürt ulusal sorunu ve ulusal hareketin bugünü hakkında değerlendirmelerle ilerleyecektir.


UKKTH-Tarihten Notlar ve Polemik-2

 

 

 DEVRİMCİ PROLETARYA İÇİN OLDUĞU KADAR; ULUSAL DEVRİMCİ HAREKET İÇİN DE MİHENK TAŞI UKKTH’DİR

Ulusal sorunun çözümünde temel ilke Partizan, 66. sayısında (2008) bir ulusal hareketin “hangi amaç ve görevleri önüne koymuştur?” sorusuna verdiği yanıtla değerlendirilebileceğini söylemiş ve şöyle devamını getirmiştir.

 

“Emperyalizme (ve işbirlikçisi sınıfa) karşı olması, egemen ulusun egemen sınıfları zayıflatması gibi özelliklerin yanı sıra UKKTH için savaşması, bu hakkı elde etmeye yönelmesi, ulusal harekete devrimci bir nitelik kazandırır.”

 

 (age, Sf 13) Partizan, bu formülasyonuyla ulusal devrimci bir hareket için emperyalizme (ya da egemen ulusun egemen sınıflarına) karşı olmayı kendi başına yeterli görmemektedir.

 

Siyasal perspektifi esas almakta, önemsemekte, emperyalizme ve işbirlikçilere karşı olmayı, UKKTH ile ilişkisi içerisinde anlamlı bulmaktadır.

 

Çünkü bütün ulusal hareketler milli baskıya karşı ortaya çıkar, yüz yüze kaldığı milli baskıdan kurtuluş onu ulusal kurtuluş mücadelesine taşır. Bu, aynı zamanda hâkim ulus tarafından el konulmuş ulusal haklarına kavuşmaktır. Burada kendi kaderini tayin ulusal hareketlerin dolayımsız perspektifidir. Stalin yoldaşın (ve Lenin’in) o çok bilinen ulusal hareketlerin tabii eğiliminin ulusal devlet kurma yönünde olduğu görüşü, bizim dolaysız perspektif dediğimiz durumdur.

 

Nasıl ki sermayenin doğasında genişleme varsa, ulusal hareketlerin doğasında olan da kendi kaderini tayin isteğidir. Bütün o savaşlar, emperyalizme karşı olmalar, egemen ulusun egemen sınıflarına vurmalar işte bahsettiğimiz kendi kaderini tayin hakkını kazanmanın, bunun uğruna bir savaşın sonuçlarıdır.

 

Şu ya da bu ulusal harekete özgü bir durumdan değil, ulusal hareketlerin genel karakterinden bahsediyoruz. Sorun özgüle uygulandığında koşullar, hareketin iç dinamikleri, ulusal hareketin doğrultusu, savaş siyaseti üzerinde ileri ya da geri düzeyde sonuçlara yol açtıklarını, bu hareketleri ileri ya da geri anlamda etkilediklerini görürüz. Her şey gibi diyalektik süreç ulusal hareketler için de işliyor, onlar maddi koşulları, maddi koşullar bu hareketleri olumlu-olumsuz yönde etkiliyor, ulusal hareketleri ele alışımız diyalektik ve tarihsel materyalistçe olduğunda yaşanan değişimi, değişimin hangi durum ve koşullarda, ne yönde gerçekleştiğini kavrayabiliyoruz.

 

Hiçbir şey bir anda olmaz, taşıdığı potansiyel uygun koşullarla birleştiğinde değişimin sembolleri, siyasal ve pratik ifadeleri kendini açığa vurur. Bunun için bir dizi parametre sıralayabiliriz ama bir de diğerlerine kaynaklık eden, bir anlamda ona parametre ayarında değerler var, doğurgan olan budur. Çoğunlukla esasla tali karıştırılmakta, meselenin özünü neyin oluşturduğu ve bu özün nerede aranması gerektiği unutulmaktadır.

 

Toplumsal mücadelede bu karışıklığın, uluorta düşünüşün bir bedeli, bir karşılığı mutlaka olur. Bize fazlasıyla sorumluluk yükleyen de işin işte bu yönüdür.

 

Tartıştığımız  sorun özgülünde niteliği belirleyen, esas alınması gereken nedir sorusu Partizan tarafından UKKTH olarak yanıtlanmıştır.

 

Milli baskıyı tümden hedeflemesi, onu bir vuruşta kökten halletmesi, milli baskıyı uygulayanları vurması vb. nedenlerden dolayı UKKTH devrimci bir ilkedir, ulusal sorunun devrimci çözümü bu ilke etrafında biçimlenmiş siyasetle olur.

 

Bundan dolayıdır Partizan’ın UKKTH’ye mihenk taşı demesi. ST ise bu ilkenin devrimci niteliğinin sadece komünistler için geçerli olduğunu söylüyor; ulusal hareketler için “onun özgünlüğü daha farklı olup devrimci oluşunun ölçütleri daha başkadır” diyor.

 

ST ilgili yazısı boyunca, bize, UKKTH’nin ulusal hareketlerin politik niteliği açısından belirleyici bir özellik taşımadığını, UKKTH’nin politik nitelik açısından konu dışı olduğunu anlatıyor. ST’nin sayfalarında UKKTH, devrimci yayınlarda hiç rastlamadığımız düzeyde bir sıradanlıkla yer alıyor. UKKTH hiçbir devrimci yayında bu kadar önemsizleştirilmemiş, bu kadar “itilip kakılıp” örselenmemiştir. Şüphesiz yazıda UKKTH’nin önemine dair vurgular var ama nerede ulusal hareketlerle ilişkisi içerisinde ele alınıyor ve nerede Partizan’ın anlayışıyla polemiğe kalkışılıyor, işte orada, UKKTH herhangi bir şey derekesine indiriliyor.

 

Bizler ST’nin çizgisini biliyoruz, ulusal hareketlerin değerlendirilmesi sorununda UKKTH’yi belirleyici öğe almaması gibi bir yanlış dışında UKKTH’ye hak ettiği değeri vermiştir.

 

Fakat bu yazıda UKKTH özellikle değersizleştirilmeye çalışılmıştır. ST yazarı Partizan’ı çürüteyim derken görmek istemeyeceğimiz mecralara sürüklenmiştir.

 

Devam edelim…

 

2- ST’nin Düştüğü İdealizm:

 

Tarihsellik Yitimi UKKTH’nin devrimci niteliği yalnızca komünistler için mi geçerli, UKKTH yalnızca proletaryanın ulusal programını mı devrimci kılar? UKKTH, devrimci niteliğini ayrılma özgürlüğünü içermesinden alıyor. Milli baskıyı kökünden yok etmek ve kendi ulusu üzerinde bir başka ulusun egemenliğine son vermek özelliği nedeniyledir devrimci niteliği. Ulusal hareketler olsun, devrimci komünist hareketler olsun UKKTH hepsinde aynı anlama gelir ve aynı işlevi yerine getirir.

 

Fakat ST böyle düşünmüyor, o, UKKTH’in sadece komünistlerin ulusal programına devrimci rengini vereceğini söylüyor. Bunun (UKKTH’nin) ulusal hareketlerin niteliği üzerinde bir belirleyiciliği olmadığını savunuyor. İleride farklı bir başlık altında bu sorunu ayrıca tartışacağız, biz bir başka yönü üzerinde duralım.

 

ST’nin yanılgısının kaynaklarından biri sorunu tarihselliği içerisinde düşünmemiş olmasıdır.

 

ST’nin düşünce yapısı idealizmle maluldür.

 

Ulusal sorun ve ulusal kurtuluş hareketleri, henüz ortada bilimsel sosyalist düşünce ve bunu gerçekleştirme pratiğindeki komünistler, komünist partileri yokken vardı.

 

Yazımızın ilk sayfalarında özet biçimde bunu ele almış, ulusal hareketlerin

 

 a) ulusların kuruluş süreci içerisinde burjuvazinin feodal egemenlere karşı;

 

b) ezen-ezilen ulus çelişmesinin olduğu koşullarda ezilen ulusun kendi kaderini ele alması, geleceğinin işgal edilmesine karşı savaşlar biçiminde ortaya çıktığını belirtmiştik.

 

İşgaller neden yapıldı? Uluslar başka uluslar tarafından neden ilhak edildi? Bu işgallere, ilhaklara karşı neden savaşlar verildi? Bu savaşların kendi kaderlerini belirleme, başka ulusların iradelerini reddetmeyle ilgisi nedir? Ve bütün bunların dayandığı biricik unsur bir ulusun kaderine el koymak ve bir ulusu başkalarının ellerindeki kaderini çekip almak değil midir? Marks yoldaştan bu yana bütün komünistler bu gelişmeleri UKKTH bağlamında ele almışlardır, bütün komünistler bu savaşlara işte bu özelliğinden dolayı ilerici-devrimci demişlerdir. Lenin: “Eğer bir savaşın ‘özü’ örneğin yabancı zulmüne son vermekse (ki özellikle 1789-1871 Avrupasının tipik özelliğiydi) o zaman, ezilen devlet ya da ulus açısından böyle bir savaş ilericidir.” (Lenin, USUKS, Sf 232, altını çizen Lenin) Yabancı zulmüne son vermek… Bu kendi kaderini tayin ve bu amaçla ortaya çıkan bir savaşı anlatmıyor mu? Yeterince açık değil mi? Peki yine Lenin “Sosyal demokratlar, devrimci savaşların yani emperyalist olmayan, ama örneğin… 1789-1871 arasında olduğu gibi ulusal baskıyı ortadan kaldırmak amacıyla verilen savaşların olumlu yanını önemsememezlik edemezler” (age, Sf 231) diyor.

 

 Biz komünistler kitap tapıcıları değiliz, ulusal sorun ve UKKTH’nin tarihsel sürecini onun proleter hareketlerden bağımsız bir olgu olarak zaten var olduğunu göstermek okuru ve ST’yi ikna etmek için alıntılara sığınmıyoruz. Partizan’ı çürütmeyi amaçlaştırmanın işi nerelere götürdüğünü hatırlatmak, MLM ile kavgaya girişildiğini göstermeye çalışıyoruz.

 

UKKTH’nin devrimci içeriğini proletaryanın önderlik koşulları altında mümkün görmek, UKKTH’nin devrimci niteliğini proletaryanın tekeline vermek ulusal sorun ve ulusal kurtuluş hareketleri tarihine bent çekmektir. ST’nin yaptığı bundan ibarettir, ST’nin inceleme tarzı idealistçedir. Yukarıda bunu olguları tarihsel bağlamından kopuk aldığı örneği üzerinden açıkladık ama ST’nin düştüğü idealizm bununla sınırlı değil. Daha da derinleştiğine tanık oluyoruz. Aşağıdaki cümleler bunun örneğidir.

 

 ST; Düştüğü İdealizme Bir Düğüm Daha Atıyor ST, Kafkaslar ve Balkanları, oradaki karşı devrimci hareketleri anlatarak şöyle devam ediyor: “Bu tartışmadan şu sonucu çıkarmak hem mümkün hem de isabetlidir: Ulusal hareketlerin politik niteliğini belirleyen (bunda mihenk taşı olan) UKKTH talepli mücadele değil, aksine UKKTH talepli mücadeleyi devrimci kılan ulusal hareketin politik niteliğidir.” (age, Sf 107) Bu gösterişli cümle benzer biçimde bir başka sayfada daha geçiyor, mantık şöyle işliyor Kafkaslarda, Balkanlarda karşı-devrimci ulusal hareketler çıktı, o halde bunların kullandığı UKKTH ilkesi karşı-devrimcidir. Yine aynı mantık, PKK devrimci bir hareket olduğu için UKKTH de devrimcidir.

 

Zavallı UKKTH! Peki, o ulusal hareket neden devrimci (veya karşı-devrimci)? Marks yoldaşın benzetmesiyle kutsal metinlerde geçtiği gibi bir “ol” emri üzerine mi gerçekleşiyor bu durum? “Devrimci ol” mesela, ya da “ulusal hareket karşı devrimci ol” talimatı mı veriliyor? En başta şunu belirtelim, ulusal hareketin ortaya çıkması demek kendi kaderini tayin etme hakkı için bir iradenin ifadesi demektir. Ulusal hareketin varlığı ulusal sorunun varlığına, o da yetmez bu sorunun halledilmesi demek olan kendi kaderini tayin etmeye bağlıdır.

 

Ulusal sorun yoksa UKKTH de yoktur ve dolayısıyla ulusal hareket de yoktur. Ulusal sorun objektif olandır, ulusal hareket ise subjektif. Eğer subjektif olan objektif olanla uyumlu, onun gerçekliğine kılavuzluk etmişse o devrimcidir. Biraz açalım bunu: ulusal sorunun çözümü UKKTH’den geçer, UKKTH sorunun çözümündeki ilkedir, kanundur. Ulusal hareket bu ilkeyi rehber edinerek siyasetinin merkezine yerleştirmek suretiyle hareketini sürdürürse ulusal sorunun çözümüne ulaşır, tartıştığımız konu da burasıdır.

 

 Ulusal hareket UKKTH dışında başka yönelimlere girdiğinde gerçek sorundan ve çözümden uzaklaşmış olur. Daha açıkçası bu, ulusal hareketin kendine yabancılaşmasıdır. UKKTH, ulusal sorunun, ezen-ezilen ulus çelişmesinin çözümüdür. Bu şuna benzer, nasıl ki feodalizmle geniş halk yığınları arasındaki bir çelişki (baş çelişki) var ve bu çelişkinin çözümü Yeni Demokratik Devrim ise ve bu devrim nasıl ki asgari programı şekillendiriyorsa ezen-ezilen ulus çelişmesi de UKKTH ile çözülür (bu ulusal devrimdir de aynı zamanda) ve buradan ulusal program şekillenir. Feodalizmle geniş halk yığınları arasındaki çelişme bir toplumsal yapının varlığını anlatır. Ama belli bir toplumsal yapıyı, yarı-sömürge, yarı-feodal yapıyı anlatır. Bu maddi koşulların ve bu koşullar üzerinde yükselen çelişmelerin bilimsel tahliliyle bir sentez oluşturulur, bir teori ortaya çıkar aynı zamanda, mevcut çelişkilerin çözümü için siyaset oluşur, ve bütün bunlar kendine uygun araçları doğurur. Örneğin komünist partisi gibi o “komünist partisi” tabelası asılı olduğu için değil, kabaca sıraladığımız olgularla birlikte komünist vasfı kazanır. Ulusal hareket de UKKTH ve ondan doğan siyaset(ler)le biçimlenir. ST’nin görüşüne göre süreç, ilişkiler tersten kuruluyor.

 

 UKKTH talepli mücadeleyi devrimci kılan ulusal hareketin politik niteliğidir derken düşünceden bahsediyor, düşüncenin nasıl oluştuğunu görmüyor. Belki de özerklik talebiyle mücadele eden bir devrimci hareketten bahsediyor ST. Bu hareket UKKTH talepli mücadeleyi devrimci kılıyor(!) Albenisi olan ama elle tutulur bir yanı olmayan bu formülasyon, düşünceyi belirleyen olmakta, önceliği ona vermektedir ve idealist bir yaklaşımdır.

 

 ST, UKKTH’yi İçeriğinden Kopartıyor, Onu Biçimsel Kavrıyor Şimdi arkadaşları bu noktaya taşıyan soruna gelelim. UKKTH’yi kullanan, böylece bağımsızlık talep eden ya da devletini kuran, karşı-devrimci ulusal hareketler elbette var. Peki, bunu nasıl izah etmek gerekir? ST bu soruna da yaslanarak UKKTH’nin belirleyici unsur olduğunu, devrimci bir ilke olduğu gerçeğini kaldırıp çöpe atıyor. Oysa “suç” UKKTH’de değil, UKKTH ezilen ulus koşullarından kurtuluş, ayrılma özgürlüğüdür.

 

ST, Balkanlar, Kafkaslar dediğine göre Kosova’yı kastediyor olmalı ya da en somut Kosova olduğu için orayı alalım. Kosova, daha önce Sırp işgali altındaydı. UÇK (Kosova Kurtuluş Ordusu) önderliğinde Sırp işgaline karşı mücadele örgütlenmişti. Ülkeye 1999 yılında NATO müdahalesi olmuş, Sırp işgali atılmış ve 100 bin civarında askeriyle NATO işgali gerçekleşmiştir.

 

Aynı yıl Kosova BM denetimine bırakılmıştır. Daha önce de AB ve ABD emperyalizmiyle işbirliği içerisinde olan UÇK bu yeni durumda Kosova Demokratik Partisi’ne dönüşmüş ve AB-ABD emperyalizmiyle bütünleşmiştir. Kosova’nın bağımsızlık ilanı Kosova Demokratik Partisi lideri Haşim Taçi tarafından 2008 yılında açıklanmış, o tarihten itibaren ulusal devletler arasında yerini almıştır. (Konuyla ilgili olarak Partizan 66. sayı (2008) “Kosova’nın çelişkisi…” başlıklı yazıda kapsamlı bir değerlendirme mevcuttur.)

 

Önce UKKTH’yi devrimci kılanın ne olduğunu hatırlayalım. Ayrılma özgürlüğünü içermesidir. Yani bir başka ulus tarafından boyunduruk altına alınan, zulme uğrayan bir ulusun kurtuluşu, özgürlüğüdür. 10 yıla yakın bir süre ülkeyi AB ve ABD emperyalizmiyle birlikte yöneten Kosova hakim sınıfları, emperyalizmin denetiminde, emperyalistlerin programına uygun olarak koşulların hazırlanması sonrası, yine emperyalizmin teşviki ve onayıyla birlikte, Kosova devletinin kuruluşunu ilan etmiştir.

 

 Görüleceği gibi Kosova’da ulusal sorun UKKTH’nin içerdiği devrimci öz olan egemen ulusun boyunduruğuna son vermek, ulusal kurtuluşu sağlamak biçiminde gerçekleşmemiştir. Haşim Taçi ulusal kurtuluşu kapı dışında tutarak egemen ulus boyunduruğuna yönelmeden, onu daha güçlü muhafaza etmekte, ulusal bağımlılık ilişkisini yeni bir biçim altında ve yeniden üreterek sürdürmektedir. UKKTH kullanıldığı için Kosova yeni tip bir bağımlılık ilişkisine girmiş değildir, UKKTH’nin devrimci özüne göre bir hareket olmadığı için, yeni tip ya da yeniden bağımlılık oluşmuştur.

 

ST’nin yaklaşımı yüzeyseldir, UKKTH’yi biçimsel bir olgu olarak kavrıyor, onun özünü, içeriğini görmüyor. İçerikten kopuk, yalnızca bir irade beyanı olduğunu sanıyor. Durumu anlaşılır kılmak açısından uzatma pahasına Stalin yoldaşın da başvurduğu Afgan örneğini alalım: İngiliz işgaline karşı Emanullah Han önderliğinde bir ulusal kurtuluş savaşı örgütleniyor.

 

Afganistan’ın geleceğine yabancılar el koyuyor. Emperyalist işgale ve milli baskıya karşı bağımsızlık için, kendi kaderlerini yeniden ellerine almak için savaşılıyor. Ulusal kurtuluş savaşına feodaller, gerici sınıflar önderlik etmesine rağmen savaş, UKKTH’nin devrimci özüne uygun olarak ulusal kurtuluş siyaseti doğrultusunda gelişiyor.

 

Savaşın siyaseti UKKTH’nin özü olan ulusal özgürlük, yabancı boyunduruğa son vermeye göre belirlenmiştir. Devrimci bir ilkeye bağlı olarak, o temel alınarak devrimci bir siyaset belirlenmiş ve devrimci bir savaş biçiminde hayat bulmuştur. Savaşa önderlik eden sınıf gerici bir sınıftır. Fakat ulusal kurtuluşu hedeflemekte, kendi geleceğini, kaderini belirlemek için savaşa kalkışmaktadır.

 

Şimdi iki örneğimiz oldu. Her ikisi de gerici sınıftır. Afganistan UKKTH’nin devrimci niteliği demek olan ulusal kurtuluşu, siyasetinin temeli yapmakta ve devrimci bir savaş yürütmekte, yabancı boyunduruğu hedeflemektedir. Kosova, Haşim Taçi’nin önderlik ettiği hareket ise UKKTH’nin devrimci içeriğine aykırı olarak ulusal kurtuluş değil ulusal bağımlılığın devamı olan bir siyaseti temel almaktadır. UKKTH’ye biçimci yaklaşan ST’ye göre savaşın siyaseti ve onu belirleyen temel ilkenin ulusal hareketlerle hiç ilgisi yok, karşı-devrimin kefaretini UKKTH’ye ödetmesi bundandır.

 

 Gerek Afganistan ve gerekse Kosova örneği ulusal sorun ve ulusal hareketler meselesinde istisnai durumlardır, bununla birlikte UKKTH’nin devrimci özünü tartışılır hale getirmez, bizzat doğrularlar. Stalin yoldaştan bir alıntıyla tartışmamızı devam ettirelim: “Genel olarak ulusal hareketlerin niteliği konusunda da aynı şeyi söylemek gerekir.

 

Ulusal hareketlerin büyük çoğunluğunun kuşku götürmez devrimci niteliği ne kadar göreli ve kendine özgü ise, belirli bazı ulusal hareketlerin olası gerici niteliği de o ölçüde göreli ve kendine özgüdür… Afgan emirinin Afganistan’ın bağımsızlığı için savaşımı, emirin ve yandaşlarının kraliyetçi niteliğine karşın nesnel olarak devrimci bir savaşımdır; çünkü bu savaşım emperyalizmi zayıflatır, parçalar ve baltalar.” (Stalin, age, sf 226)

Ulusal hareketlerin (veya bütün hareketlerin) göreliliği sorununa ileride değineceğiz, dikkatimizi şu noktada toplayalım: “Afgan emirinin Afganistan’ın bağımsızlığı için savaşımı…” diyor Stalin yoldaş. Bunu Kosova’nın bağımsızlığı, Kürdistan’ın bağımsızlığı, Tamil ulusunun bağımsızlığı vb. diye düşünmeliyiz. Afganis67 tan’ın bağımsızlığı sorunu Afgan direnişini, Kürdistan’ın bağımsızlığı sorununu Kürt ulusal direnişini açığa çıkarmıştır.

 

Afgan direnişini devrimci kılan direnişin ya da savaşın kendisi değildir, bağımsızlık olgusu (yani kendi kaderini tayin) ve bu doğrultuda şekillenmiş bağımsızlık, ulusal kurtuluş siyaseti Afgan savaşını devrimci kılıyor. Eğer bu siyaset olmasaydı diğer bir ifadeyle bağımsızlık sorunu olmasaydı emperyalizme karşı savaş da olmayacaktı. Hatırlatalım, Marks yoldaş Çeklerin ve Güney Slavların hareketini böyle ele almıştı. “Kosova’nın çelişkisi” de buradaydı. Haşim Taçi Kosova’nın bağımsızlığı için savaşmadı, o karşı-devrimci şayet Kosova’nın bağımsızlığı için savaşsaydı, (bunun anlamının AB ve ABD güçlerine karşı savaşım olduğunu biliyoruz) bu savaş nesnel olarak devrimci olacaktı.

 

Bu cümlelerin “tercümesi” “UKKTH için savaşsaydı nesnel olarak devrimci olacaktı” demektir. Hafızamızı yokladığımızda aşağı yukarı bütün sosyal-şovenlerin (ve şovenlerin) UKKTH’ye karşı tepkisini karşı-devrimciler tarafından, emperyalistler tarafından kullanılıyor iddiası üzerinden şekillendirdiğini görürüz. Balkanlar, Kafkaslar, oralardaki çatışmalar, katliamlar Haşim Taçi gibi karşı-devrimciler hep UKKTH’nin “gözüne sokuluyor”.

 

Örneğin TKP tam da Balkanları hatırlatarak UKKTH’nin işlevini yitirdiğini, bu ilkenin terk edilmesi gerektiğini söylüyor. Biz bu hatırlatmayı yaparken ST’ye sosyal-şoven dokundurması yapmıyoruz. Bu aklımızdan geçmez. Fakat UKKTH’nin devrimci özünün sağlamasını, karşı-devrimci hareketlerle yapmaya kalkışması hiç de az bir olumsuzluk değildir. 

UKKTH KARŞISINDA İKİ FARKLI HAREKET VE İKİ FARKLI SİYASET

 

K. Radek’le Liberalleri,Liberal Solu Birleştiren Bağ Lenin yoldaş, K. Radek’le ulusal sorunun neden var olduğunu ve ulusal hareketlerin neden kaçınılmaz olduğunu tartışıyor, tartışmak zorunda kalıyor. Tartışmaya neden olan sav çok tanıdık: burjuva liberallerin, onların solcu ambalajlı olanlarının koro halinde seslendirdikleri enternasyonalizm şarkısının sözleri gibidir tartışma konusu.

 

Yani artık sınırlar son buluyor, ulusal devletler gereksizleşiyor, sermaye bütün engelleri kaldırarak tek bir dünya yapıyor, bu dünyada herkese fırsat eşitliği var. Dil, din, ulus, sınıf farkları siliniyor vs. vs. Radek de emperyalizmle ulusal devletlerin çerçevesinin aşıldığını, ulusal sorunun artık emperyalizmin sorunu olduğunu, onun çözdüğü, çözeceği bir sorun olduğu için UKKTH gibi bir çözüm oluşturmanın gereksiz olduğunu vb. vb. söylüyordu.

 

 Kısacası Radek’e göre UKKTH gereksizdi. A. Altanlar, M. Altanlar, O. Çalışlarlar, M. Belgeler, T. Akyollar ulusal savaşların ve toplumsal kurtuluş için mücadelenin tam da küreselleşmeye yaslanarak gereksizleştiğini vaaz edip durmuyorlar mı, “canım, bu devirde… olur mu” diye dalga yapıyorlar. Bütün oklar ezilen ulusların, ezilen halkların haklı, meşru başkaldırılarına, savaşlarına fırlatılıyor.

 Lenin Radek’e “…ama ulusal hareketlerin, bugünün ve geleceğin sorunu olduğu Asya’yı, Afrika’yı ve sömürgeleri dikkate almadığı için ileriye değil geriye bakan Parabellum’dur. (Parabellum Radek’in kod adı – PN) Hindistan, Çin, İran ve Mısır’dan söz etmek yeter.” (U.S.U.K.S, Sf 198) diyordu.

 

Lenin haklı çıktı. Emperyalizm ulusal sorunu çözmedi. Ezilen ulusların kurtuluş savaşları destansı direnişlerle emperyalizme vura vura çözüme ilerlediler. Çünkü emperyalizm ulusal sorunda çözüm değil ulusal baskının yeni bir tarihsel temelde yükseltilip genişletilmesi demektir. (Lenin) Lenin yoldaş diyalektik materyalistti.

 

Radek nesnel durumu reddediyor, ulusal hareketleri artık geçmişte kalmış sayıyor ve haliyle ezilen uluslar gerçeğine, onların taşıdığı devrimci olanaklara gözünü yumuyordu. Belli ki emperyalizmin gelişme yasasının savaşlar olduğunu da (Stalin) kavramamıştı. Emperyalizm varsa ezilen uluslar gerçekliği de olacaktı.

 

 Radek’in bakış açısına göre ezilen uluslar sorunu proletaryanın sorunu değildi ve ilgisinin dışında kalmalıydı. Lenin yoldaşa göre ise proletarya ulusal sorunu iktidar mücadelesinin bir parçası olarak ele almalı, iktidar mücadelesiyle birleştirmeliydi.

 

 2- Ulusal Devrimci Hareketle Ulusal Sorunun Çözümü Sermayenin içsel dinamikleri kaçınılmaz olarak ezen, ezilen uluslar gerçekliğini yarattı. Sermayenin varlığını buna bağlamıyoruz ama, var oluşunun kaçınılmaz biçimde getirdiği, ürettiği bir olgudur.

 

Ezen-ezilen uluslar kapitalizmle biçimlenmiş diyalektik bir birliktir. Birinin varlığı diğerine bağlıdır ve bu ilişki keskin çatışmaların da kaynağıdır. Çelişkinin hâkim tarafı birliği devam ettirmeye odaklıdır ve bu birliği korumak için siyaset geliştirir, çelişkinin tali olan yönü ise birliği parçalamaya ve egemen duruma gelmeye odaklıdır. Bunun için siyaset geliştirir.

 

Egemen ulusun siyaseti milli baskıdır, ezilen ulus kendi kaderini belirlemek için ulusal kurtuluş savaşına girişir. Fakat şu var: “Emperyalizm demek, sermayenin, ulusal devletlerin genel çerçevesini aşması demektir.” (Lenin) Ezen ulusun burjuvazisine karşı savaşmak, ezen ulustan kurtulmak bir ulusal kurtuluş için yetmiyor, bütün olarak sermayeye, bütün olarak ezen uluslara (emperyalizme) karşı olmak gerekiyor.

 

 UKKTH için savaşan ezilen ulusun burjuvazisiyle, küçük toprak sahipleri ve onların önderlik ettiği ulusal hareketle, yine UKKTH için savaşan (aynı ulusun veya aynı devlet içerisinde bütün ulus ve milliyetlerden) proletaryanın önderlik ettiği toplumsal kurtuluş hareketi ulusal sorunun çözümü meselesinde işte bu nedenle ayrışıyor.

 

Ulusal burjuva hareketler başarılı olduklarında devlet aygıtını kendi işçi ve emekçilerini sömürmek, onlar üzerinde baskı kurmak için kullanır, ayrıca kendi sınıf niteliği ve emperyalizmin işleyiş biçimi gereği, bu sistemin bir parçası olup, emperyalist sermaye karşısında bağımsızlığını yitirecektir vs. vs.

 

Proletaryanın önderlik ettiği toplumsal kurtuluşta proletaryanın ve ezilen halkın çıkarları, geleceği esas alınır, bütün ilişkilerin merkezine bu konulur; emperyalist sistemden bağımsızlık sorunu, proletaryanın ve ezilen halkın kurtuluşu ve geleceğiyle birlikte ele alınır. Ulusal sorunun çözümü, ulusal bağımsızlık gerçek anlamda böyle sağlanır.

 

3- Proleter Devrimci Hareketle Ulusal Sorunun GERÇEKTEN Çözümü İster tek uluslu olsun isterse birden fazla ulus bulunsun tüm sömürge, yarı-sömürgelerde ulusal sorunun gerçek anlamda çözümü yukarıdaki gibidir.

 

Türkiye gibi çok uluslu devletlerde komünistlerin ulusal programı ulusal sorunun gerçekten çözümünü amaçlar. Yani bütün uluslar arasında tam hak eşitliği, bütün uluslardan işçi ve emekçilerin birliği. Fakat bu gerçek çözümün baş köşesine UKKTH konulur.

 

Ayrılık özgürlüğü olmadan bütün uluslardan işçi ve emekçilerin birliği, zoraki birlik olur. Keza ulusların eşitliği de ancak UKKTH’nin varlığıyla mümkündür. UKKTH’siz bir eşitlik eşitsiz bir “eşitlik”tir.

 

Komünistler ezilen ulustan işçi ve emekçilere milli baskının nedenini ve gerçek kaynağını gösterir. Milli baskıdan kurtuluşun ve ulusal özgürlüğün kazanılması yolunun egemen sınıf iktidarını yıkmaktan geçtiğini, bu nedenle ezen ve ezilen uluslardan işçi ve emekçilerin birliğinin hayati olduğunu vurgular.

 

Kısacası komünistler ulusal sorun programını ayrılma özgürlüğü ilkesi etrafında şekillendirir, bunu işçi ve emekçilerin birliği için ilkesel olarak görür. Bu programda UKKTH, proletaryanın sınıf çıkarlarını önceleyerek, proletaryanın sınıf mücadelesine hizmet edecek biçimde ele alınmaktadır.

 

Radek gibi ulusal sorunun çözümünü emperyalizme bırakmak nasıl çarpıtılmış bir anlayışsa ulusal sorunun çözümünü ulusal hareketlere bırakmak, onlara tapulamak da o derece çarpıktır.

 

 Lenin yoldaş, “…sosyalizm için devrimci savaşımı, ulusal sorunda devrimci bir programla birleştirip ilişkilendirmemiz gere[kir]” (age, Sf 198) diyordu.

 

 

4- UKKTH’nin Değişmeyen ve Onu Devrimci Kılan Özelliği Peki, ulusal sorun programını devrimci kılan neydi, ulusal sorunun devrimci çözümü neye bağlıydı?

 

Bu ve benzer soruların cevabını Lenin’in, Kautsky’ye dönük şu sözlerinden öğrenmekteyiz:

 

“Kautsky temel sorundan, emperyalist burjuvazinin tartışılmasına izin vermeyeceği temel sorundan yani, ulusların ezilmesi üzerine temellendirilmiş devlet sınırları sorunundan kavrıyor; burjuvaziyi hoşnut edebilmek için en temel şeyi programından atıyor.

 

Proletarya yasallığın çerçevesi içinde kaldığı ve devlet sınırları sorununda burjuvaziye ‘sessizce’ baş eğdiği sürece, burjuvazi her türlü ‘ulusal eşitlik’ ve dilerseniz ‘ulusal özerklik’sözü vermeye hazırdır.

 

 Kautsky sosyal demokrasinin ulusal programını devrimci bir biçimde değil, reformcu bir anlayışla düzenlemiştir.” (U.S.U.K.S, Sf 202) Alıntıyı uzun tuttuk, çünkü her bir satır bizce önemliydi. Burada, ulusal sorunda devrimci ve reformcu bir programı belirleyen unsurun ne olduğunu görüyoruz.

 

Devrimci ve reformcu bir programın ayrımına “devlet sınırları” sorunu yerleştiriliyor, açıkçası UKKTH temel alınıyor. 69 70 Böyle bir program

 

1) Proletaryanın her türlü eşitsizliğe bu arada uluslar arasındaki hak eşitsizliğine de karşı çıktığı, bunu ilan ettiği için;

 

2) Devlet sınırlarının zoraki kurulduğu, ezilen ulusların kurtuluş hareketinin haklı ve meşru olduğunu gösterdiği için ve

 

3) ulusal sorunun çözümü önündeki engeli gösterdiği, bütün uluslardan işçi ve emekçileri egemen sınıfın iktidarına karşı savaşa yönelttiği için, bu ulusal program devrimcidir.

 

 Şimdi ST ile olan tartışmamıza dönelim: ST haklı olarak “Lenin bir ulusal hareketten, onun ulusal programından değil, proleter hareketten, onun ulusal programından bahsediyor” diyecektir. Doğru, “sosyal demokrasinin ulusal programı” diyor Lenin. Fakat demese ne olurdu! Dikkat edelim, Lenin yoldaş bir olgudan bahsediyor, “devlet sınırları” diyor.

 

 Egemen sınıfların bu sınırları “kıskançlıkla” nasıl koruduğunu, sınırları aynen muhafaza etmek kaydıyla verebileceği ödünleri anlatıyor. Programın devrimciliği kime ait olduğunu gösteren tabeladan değil, devlet sınırları sorunuyla ilişkisinden belirleniyor.

 

 Devlet sınırları sorunu egemen ulusun egemen sınıfları için (ve emperyalizm için) belirleyici, temel bir sorundur. Sınırlarını korumak ve mümkünse geliştirmek ekonomik ve siyasal çıkarlarının koşulladığı bir sınıf tavrıdır. Milli baskının uygulanma nedeni de bu değil mi? Lenin yoldaşın sözleri üzerinde uzun uzadıya durmaya gerek yok!

 

 Komünistlerin ulusal programı gibi gerekçelere sığınmaya, gerçeğe karşı inat etmeye lüzum yok. Ulusların boyunduruk altına alınması, ezilmesi üzerine temellendirilmiş, böyle belirlenmiş devlet sınırlarını hedeflemedikten sonra bir ulusal programın devrimciliği olur mu? Egemen ulusun hakim sınıfları milli baskıyı az da olsa gevşetmeyi düşünmezler.

 

Fakat ulusal ve sosyal hareketin gelişmesi, devlet sınırları için bir tehlikenin oluşması durumunda ulusal özerkliğe de, anadilde eğitime de evet diyebilir, milli baskının cenderesini az da olsa gevşetebilirler. Egemen ulusun burjuvazisi için devletin bütünlüğü sorunu ne derece hayatiyse ezilen ulusun burjuvazisi ve küçük toprak sahipleri için de ulusal devletini kurmak aynı siyasal ve ekonomik nedenler dolayısıyla hayatidir.

 

Ulusal hareketlerin doğal eğiliminin kendi devletini kurmak olduğu biçimindeki MLM görüş bu gerçeğe dayanır. Kendisine ait olmayan bir devletin sınırları içinde kalmak ezilen ulusun doğasına aykırıdır. Başka bir ulusun idaresine neden tabi olsun, bunu neden kabullensin? Ulusal hareket bu sorulara verilen cevaptır.

 

Böyle bir savaşta hayat bulan şey ise UKKTH için mücadeledir. Milli baskıdan başka bir ulusun kendi üzerindeki tahakkümden kurtuluş demektir bu mücadele. Lenin ulusal sorunda oportünist, sosyal-şoven çizgiye sahip olan Kievski’ye, R. Luksemburg’a vb. vb. bu gerçeği anlatıyor ve onlara diyordu ki: “Emperyalist devletlere karşı ulusal savaşlar yalnızca olası ve olanaklı değildir, ama aynı zamanda kaçınılmaz bir şeydir, ilericidir;... ulusal savaşlar devrimcidir.” (U.S.U.K, Sf 227) Lenin yoldaşı böylesine iddialı konuşturan toplumsal süreçlerin bilimsel tahlilidir.

 

Karşıtların birliği ilişkisinin engellenemez sonuçlarıdır. Partizan’ın UKKTH’yi mihenk taşı olarak alması, ulusal hareketlerin politik bakımdan durduğu yeri UKKTH ile ilişkisi içerisinde değerlendirmesi Lenin yoldaşın kullandığı, ulusal hareketleri; tahlil ederken de parlak bir biçimde açığa vurduğu diyalektik materyalist yöntemle ilgilidir.

 

ST’nin yöntemi bu değildir, ST subjektif toplumbilimsel bir yöntemle hareket ediyor, olgulardan, nedenlerden yola çıkmıyor, pusula yitimine bundan dolayı uğruyor. Ulusal hareketlerin tarihsel sürecini ve fakat maddi gerçekleri öncelleyerek inceleseydi, egemen ulusun hakim sınıflarınca belirlenmiş sınırlarda neden kabına sığmadığını, neden o sınırları zorladığını ve dolayısıyla neden devrimci bir nitelik taşıdığını şüphesiz kavrar ve UKKTH ilkesi KP’ler için devrimci bir ilkedir, ulusal hareketlerdeki yeri ve anlamı bu değildir gibi bir hafifsemede bulunmazdı.

 

Çünkü bu ilke tam da ulusal hareketlere içkindir ve onun ortaya çıkışını ya da ortaya çıkışıyla birlikte en doğrudan biçimde anlattığı, gösterdiği olgunun kendisidir. Bakın Lenin ne diyor: “Demek ki, eğer biz, ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi kavramının anlamını, hukuksal tanımlamalarla cambazlıklar yaparak ya da soyut tanımlamalar ‘icat ederek’ değil de, ulusal hareketlerin tarihsel ve iktisadi koşullarını inceleyerek öğrenmek istiyorsak varacağımız sonuç kaçınılmaz olarak, ulusların kendi kaderlerini tayin etmenin o ulusların yabancı ulusal bütünlerden siyasal bakımdan ayrılma ve bağımsız bir ulusal devlet oluşturmaları anlamına geldiği sonucudur.” (UKKTH, Sf 53) ST bu sözleri nasıl anlar bilemiyoruz, fakat hiç değilse ulusal ezilmişlikten kurtulma, egemen ulus boyunduruğunu kırma yani kendi kaderini tayin etmenin ulusal hareketlerin var oluş nedeni olduğunu ve bunun da egemen devletin sınırlarını hedeflediğini anlamasını isteriz. İşte o vakit devrimci ulusal program olduğu için Kautsky’nin uzak kaçtığı ulusların kendi kaderini tayin hakkının ve onu pratikleştiren ulusal hareketin devrimci olduğunu da iyice görmüş olur.

 

UKKTH’yi temel alan bir ulusal hareketin de, sosyal kurtuluş hareketinin de ulusal programı devrimci bir program olur. Şu konuya dikkat edelim, programına UKKTH’yi almayan, böyle bir amaç taşımayan bir ulusal burjuva hareket reformist bir harekttir.

 Fakat ulusal değil toplumsal devrim için mücadele eden bir devrimci hareket UKKTH’siz bir ulusal program sahibi olduğu için reformist olarak değerlendirilmez, şüphesiz UKKTH’siz o program sosyal-şoven bir programdır, böyle bir devrimci yapının sürekleneceği yer reformizm de olur, daha beteri de ama devrimci değildir değerlendirilmesi yapılamaz.

 

 Yani UKKTH’yi savunmayan bir devrimci hareket reformist, UKKTH’yi savunan bir reformist hareket de devrimci olmaz. Çünkü bir sosyal hareketin (sosyal reformist de dahil) programı sadece ulusal sorunla sınırlı değil, toplumsal yapının bütününe ilişkin, toplumsal yapının tüm temel meselelerine ilişkin bir programdır. Bunlardan biri hakkında reformist nitelik taşıyan bir çözüm anlayışı programın bütününü belirlemez.

 

Ulusal kurtuluşçu bir hareketin programının esası ise ulusal programıdır. Eğer ulusal kurtuluşun üzerine şekillenmemiş, UKKTH’yi dışta bırakmışsa o ulusal hareketin verili devletin sınırlarıyla bir sorunu yok demektir, bunun ne anlama geldiğini Lenin’den okumuştuk, o hareket reformist bir harekettir.

 

 İçerisinde bulunulan maddi koşullar kişilere, hareketlere göre değişmez. Bir devlet sınırları içerisinde ezen-ezilen ulus gerçeği her sınıf, her siyasal yapı için geçerlidir, kabul edip etmemeleri varlığın dışında bir olaydır. Ezilen uluslar sorunu da nesneldir, bu sorunun ya da bu çelişkinin tek çözüm yolu var o da UKKTH, ST bir başka çözüm yolu biliyorsa (komünistlerin çözümü gerçek çözümdür, ulusal burjuva hareketlerin biçimsel vb. deme dışında) bunu söylemeli.

 

UKKTH’nin karşılığı, işlevi komünistler için de ulusal burjuva hareketler için de aynıdır, her ikisinde de milli baskıyı, bir devletin sınırları içinde zoraki tutulmuşluğu, devletin sınırlarını hedefler. Bu özellik hareketten harekete göre yani proleter ve ulusal burjuva harekete göre değişmiyor.

 

ST bu özelliği nedeniyle UKKTH’ye devrimci bir ilkedir ve buna göre şekillenen ulusal program, devrimci bir programdır diyor, bunu kabul ediyor ama proletarya için böyledir. Ulusal hareketler için bu geçerli değil diyor, buna olsa olsa keyfiyetin daniskası denilir.

 

 Oysa ayrım noktası bu ulusal devrimci programın, bu devrimci programa göre belirlenmiş devrimci mücadelenin hangi sınıfın çıkarlarına bağlandığıdır. Proletaryanın ulusal programı proletaryanın enternasyonal sınıf çıkarlarına bağlı bir öz taşır, UKKTH için mücadeleyi devrim için mücadeleyle birleştirir.

 

 UKKTH başta gelmek üzere bütün uluslar için tam hak eşitliğini savunur. İşçi ve emekçilerin birliğini, gerçekten birliğini ancak böyle görür. Proletarya ulusal programıyla ulusal sorunun çözümünün dışında değil bizatihi onun öznesi olduğunu ilan eder, ezilen ulus ve milliyetlerin sorunlarını proleter devrimin görevleri içerisinde değerlendirerek, kitleleri proleter devrimci savaşıma katmanın bir aracı haline dönüştürür.

 

 Lenin yoldaş “Kapitalizme karşı devrimci savaşımı bütün demok-ratik isteklerle... ulusların kendi kaderini tayin hakkı vb. isteklerle ilgili devrimci bir program ve taktiklerle birleştirmeliyiz” (U.S.U.K.S Sf 198) diyor. Proletarya ulusal programıyla bu amacı güder. Böylece ulusal ve sosyal meselenin kaynağı olan toplumsal düzene, bu düzenin egemen sınıflarına karşı çeşitli ulus ve milliyetlerden emekçi halkı proletaryanın saflarında birleştirmenin zemini yaratılmış olur. 


https://partizanarsiv8.net/file/2018/03/partizan_sayi_73.pdf



                  Ulusal hareketlerin politik niteliği sorunu ve “Sınıf Teorisi”nin yanılgısı 




https://partizanarsiv8.net/file/2018/02/Partizan66.pdf

 



 


6 Nisan 2023 Perşembe

1923-2023: 100. Kuruluş Yılında TC Gerçekliği Yüzüncü yılında büyük katliam


ANALİZ 

1923-2023: 100. Kuruluş Yılında TC Gerçekliği Yüzüncü yılında büyük katliam

1915 Aralık ayında Ermeni Soykırımı bütün barbarlığı ile devam ederken, Meclis-i Mebusan’da da yapılmıştır. Bu gerçeği Meclis gizli tutanaklarından bugün ancak öğrenebiliyoruz. Mebus Ali Rıza, çökülen Ermeni malları için şunları ifade ediyor; “…Bu bir zulümdür… Beni kolundan tut köyümden dışarı at malımı mülkümü sat bu hiçbir vakit caiz değildir. Bunu ne Osmanlı vicdanı kabul eder ne de kanun…” demektedir. Yine bir başka Trabzon mebusu Hafız Mehmet, Kasım 1918’de, mecliste Muş’taki katliamlar görüşüldüğü sırada; “…Evet efendim bizim memurlarımız birçok Ermeni çoluk-çocuklarını kestiklerini bende söylüyorum. Ve malları da yağma edildi…” diyerek tepkisini dile getirmektedir.

 

Yine Adana Ermeni mebusu Nalbantyan’ın da aynı şekilde Kirkor Zohrab ile Vartkes Çilingiryan mebuslarının başlarına gelen vahşice ölümlerini öğrendikten sonra 15 dönüm tarlasının hasılatını Adana Valisi’nin kardeşine vererek ölümden kurtulduğu bilinmektedir.

TC devletinin kuruluşunun 100. yılındayız. Ermeni-Rum-Yahudi ile Hıristiyan halkların (Süryani-Keldani…) kanı, canı, varlıkları ve tüm zenginlikleri üzerine inşa edilen TC devletinin kuruluşunun 100. yılına denk gelen 2023 yılı tartışmaları ve etkinlikleri, 6 Şubat’ta meydana gelen Büyük Deprem Felaketi’nin gölgesinde kaldı.

https://ozgurgelecek46.net/analiz-1923-2023-100-kurulus-yilinda-tc-gercekligi-yuzuncu-yilinda-buyuk-katliam/


1 Nisan 2023 Cumartesi

Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin boykot tavrı neden doğru değildir

2023 Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin boykot tavrı neden doğru değildir

Çünkü öncelikle içinden geçilmekte olunan tarihi momentin realitesi; “Burjuva faşist düzen partileri ve ittifaklarının adaylarını boykot et, devrimci demokrat adayları destekle!” (MKP-SB. Bk. Halkın Günlüğü gazetesi) şiarında dile getirilen bu yaklaşımla örtüşür değildir. Neden değildir? Çünkü öncelikle içinden geçilmekte olunan süreç, ‘normal-olağan’ rutin bir süreç olmayıp; yönetimsel olarak sistemde niteliksel değişimin yaşanacağı bir süreçtir. Görülemeyen ve tam olarak somut karşılığının ne olduğu/olacağı yeterince kavranamayan ve dolayısıyla da isabetsiz tutumların geliştirilmesine kaynaklık eden temel faktör de tam olarak budur. Öte yandan cumhurbaşkanlığı seçiminde “devrimci demokrat” aday çıkarılacak olsa bile, kazanma şansı olamayacağından, bunun desteklenmesi, sürecin ihtiyacını duyduğu sonucu sağlayamayacak ve dolayısıyla da buraya verilecek oylar Erdoğan’ın seçilmesi sonucunu doğuracaktır.

 

Ne diyordu büyük komünist Georgi Dimitrov yoldaş? “Faşizmin yönetimi ele geçirmesi (siz bunu “koyu faşist tek adam sultası”nın şeriatçı faşizme evrilmesi olarak okuyun. Bn.) sadece bir burjuva hükümetinin bir diğerini izlemesi değildir. Burjuvazinin- burjuva demokrasinin- belli bir sınıfsal egemenliğini içeren devlet biçiminin, bir diğeriyle; açık terörist diktatörlükle değiştirilmesidir.” (FKBC)

 

Açıkça görüleceği gibi bu türden değişiklikler basit sıradan olağan değişiklikler olmayıp, niteliksel değişikliklere tekabül eden değişimlerdir. Haliyle sonuçları da farklı olacaktır. Tıpkı, 14 Mayıs’ta yapılacağı karar altına alınan cumhurbaşkanlığı seçiminde önü kesilemez ise; şeriata dayalı daha koyu bir faşizm ile devam edecek olan Erdoğan iktidarının toplumun üzerine bir karabasan gibi çökecek olmasında ki gibi.

 

Örneğin denilmektedir ki: “…bu seçim oyunu, başkanlık sisteminden parlamenter sisteme geçiş kurgusu temelinde koyu faşist tek adam sultasından ırkçı-faşist tekçi paradigmalara dönüş içeriğiyle belli bir anlam yüklenmektedir. Ancak bu anlam, demokratik muhteva taşıyan bir geçiş ya da değişim süreci değil, bilakis burjuva devlet sistemi ve yönetim biçimlerinde birinden ötekine geçiş kadar anlamlıdır…” (bk. 7.03.2023 tarihli H.G. gazetesi)

 

Görüleceği gibi burada çok sığ, bir o kadar da biçimsel ve sorunun sınıf mücadelesine etkilerinin nasıl olacağının analizden yoksun, düz-mekanik bir mantık örgüsü söz konusudur. Böyle olduğu için de kaçınılmaz olarak sorun götürülüp; “demokratik muhteva taşıyan bir geçiş ya da değişim süreci” olup olmadığına endekslenerek ele alınıyor. Buradan da yürünerek, sözüm ona ‘haklı’ çıkarsamalar ortaya konmaya çalışılıyor: “Her ikisi de faşist olduğuna göre, burada bizi ilgilendiren bir yön bulunmuyor!”

 

Oysa ki, bırakalım teorik-akademik bir analizi, somut sosyal yaşam pratik ve deneyimleri üzerinden ele alınıp sorgulandığında; “koyu faşist” ile “parlamenter maskeli faşist” veya 12 Eylül sürecinde olduğu gibi, askeri faşist diktatörlükle parlamenter maskeli Turgut Özal yönetimi veya Şah Rıza Pehlevi dönemi faşist diktatörlüğü ile şeriatçı molla faşizmi veya Mussolini ve Hitler dönemi Almanya ve İtalya’sı ile bunlar öncesi ve sonrası dönemin burjuva diktatörlüğü veya Endonezya’da 1965-66 yıllarında yarım milyonun üzerinde komünist ve solcunun hunharca katledildiği Suharto darbesi süreciyle öncesi süreci vs. vs. mukayese edildiğinde, sorun hiç de  “burjuva devlet sistemi ve yönetim biçimlerinde birinden ötekine geçiş” ile ifade edildiğindeki gibi hafifsenerek, ciddiye almaya değmeyecek kadar basit olmadığı/olamayacağı kolaylıkla idrak edilebilir.

 

Yani burada sorun, sürecin daha demokratik bir yönelime evrilme olasılığı boyutundan daha çok, daha beter olana evrilme potansiyeli boyutuyla sorgulanmayı öncelikli kılar/kılmalıdır da. Çünkü toplumun tümden zapturapt altına alınması, hiçbir legal-demokratik alan faaliyetinin keza işçilerin-emekçilerin ve özelde de kadınların kazanılmış hiçbir hak ve mevzilerinin kalmayacak olması, keza tüm ‘aykırı’ düşünce ve inançların susturulacak olması anlamına gelen ve şeriat ile daha farklı bir boyut kazanacak “koyu faşist tek adam sultası” ile, sayılan  tüm bu konularda kısmi serbestliklerin yaşanacağı ve bir çok temel hak ve hukukun korunabileceği, daha da önemlisi, mücadeleyle geliştirme imkanının daha fazla olacağı şu “ırkçı-faşist tekçi” paradigmalı “parlamenter sistem” olarak tanımlanan arasında bir tercih yapma zorunluluğu ile karşı karşıya kalmış olma sorunudur.

 

Keza sorun, bu ayrım ve tercihin, yaşadığımız süreçteki “tarihi öneminin” görülemiyor oluşudur. Çünkü sorun, şayet var olan ve gelmekte olan daha da beterini güçlü halk muhalefetiyle veya devrimle savuşturabilecek güç ve kabiliyetten yoksunsan; daha beterini savuşturmak senin o süreçteki tarihi görev ve sorumluluğun olarak öne çıkar. Bunu, ehvenişere razı olma pahasına da olsa başarmaktır güne ilişkin siyasal mücadelenin isabetli siyasi taktiği.

 

Kimileri bunu, keskin sol söylemlerle, burjuva muhalefetin kuyruğuna takılmak veya onun saflarında sıraya girerek, sistemle uzlaşmak/barışmak olarak niteleyerek; burjuvaziyle uzlaşmayacaklarını, savaşacaklarını söylüyor. Örneğin MLKP, günün öncelikli görevini daha koyu ve şeriatçı açık faşist diktatörlük tehdidini savuşturmak için; “baş düşmana karşı birleşilebilecek tüm güçlerle birleşme” siyasetini böyle karşılıyor. Ve bunun, faşizme karşı yürütülen mücadelenin devrimci bir taktiği olamayacağını ileri sürüyor. Bu, olsa olsa sisteme yedeklenmek isteyen reformistlerin taktiği olabilirmiş vs. vs.

 

Demek ki Çara karşı liberal burjuvaziyle ittifak siyasetini uygulayan Lenin ve Bolşevikler, Hitler faşizminin iktidara gelmesinin yolunu kesmek için SPD ile seçim ittifakı yapmayı başaramadığı için özeleştiri veren Almanya KP’si, Hitler faşizmine karşı diğer bir takım rakip emperyalist devletlerle cephe oluşturan Stalin ve SBKP, keza Hitler faşizmine karşı işbirlikçi kesim dışındaki tüm güçlerle Halk Cephesi siyaseti uygulayan FKP, Japonya işgali karşısında iç savaşa mola vererek Çin Devletiyle birleşik cephe siyaseti izleyen Mao ve ÇKP, faşizme karşı birleşik cephe siyaseti güdülmesi gerektiğini ısrarla yineleyen Dimitrov ve Komintern vb. vb. tüm bu yaklaşım ve pratikler burjuvaziyle, faşizm ve emperyalizmle uzlaşmacı, sınıf işbirlikçiliği olsa gerek.

 

İlginç ve dramatiktir ki sınıf adına siyasi mücadele arenasında önderlik rolü üstlenmiş ve tavır ve yaklaşımlarını kamuoyuyla paylaşmış olan kimi sosyalist ve komünist partiler (örneğin MKP, MLKP ve TKP-ML gibi), kuvvetle olası bu gelişme ve değişimleri günün siyasal taktiği olarak hesaba katarak ona göre bir görev ve sorumluluk üstlenme gereği dahi duymuyor; tam aksine, örneğin MKP, bu ‘sol’ yaklaşım ürünü tutumlarının ‘haklı gururu’ içerisinde, şunu dahi söyleyebilmektedir:

 

“Daha somut ifadeyle açık faşizmden parlamento peçesiyle örtülmüş faşizme geçiş kadar manidar, bu kadar cılız ve anlamlıdır. İşte, ‘tarihsel süreç’, ‘demokrasinin kaderi’ gibi demagojilerle propaganda edilen bu seçimler, yüklenen yapay anlamların aksine, bu kadar kof, bu kadar kısır ve tüm özüyle burjuvadır.” (Bk. H.G)

 

Bir bakıma “ha Hasan, ha Kel Hasan ne fark eder; ikisi de sonuçta Hasan işte!” yaklaşımı sergileniyor buradaki siyasal sorun ve siyasal mücadele hususlarında. Yani son derece yüzeysel ve kaba yaklaşımlar. Yaklaşım böyle olunca, haliyle de kendilerine, devrim inancına kilitlenme dışında, faşizme karşı mücadelede günün görevi olarak, kayıtsız kalma dışında bir görevin düşmediğinin huzuru içinde olabiliyor. 

 

Ya da TKP-ML, seçimler sonrası Erdoğan rejiminin şeriata evrilebileceğini kuvvetli bir olasılık olarak ön görüyor olmasına karşın, mevcut koşullarda ve güç dengeleri denkleminde bu ciddi tehdidi devrimle veya kitlelerin aktif karşı koyuşuyla engellemenin mümkün olmadığı realite içinde bunu savmanın başka olanaklarını devreye sokmaya çalışmak yerine; kolaycı ve ama sorumsuzluk örneği de addedilebilecek seyirci kalma tutumunu “proleter devrimci duruş” böbürlenmesiyle günün siyasi taktiği olarak kamuoyuna deklare edebiliyor.

 

Ya da bir taraftan: “Elbette AKP’nin ya da faşist şef Erdoğan’ın gitmesi önemlidir. Fakat faşist şef Erdoğan ve şeflik rejiminin gitmesi yeterli olmaz. Yerine gelecek Millet İttifakı yönetimindeki parlamenter rejime demokratik reformları dayatacak işçiler ile ezilenlerin mücadelesini büyütmeye, bu yolla demokratik ve sosyal hakları söz konusu yönetime dayatarak hem haklar kazanmak ve hem de halk hareketinin özgüven   ve gücünü büyüterek, faşizmi yıkacak gücü oluşturmak asıl meseledir.” (Atılım gazetesi) diyebiliyorken; fakat öte yandan da şeriatçı ve daha koyu açık faşist diktatörlüğün önünün kesilmesini önceleyen bir mücadele ve ittifaklar siyasetini tu kaka olarak yaftalama gayretiyle, keskin solculuktan da geri durulmuyor.

 

 Oysa olguların ve nesnel yaşamın göstergeleriyle şu çok açık ki: Şayet engellenemez ise, gelecek olan zorbalık rejimi, 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğünden daha ağır bir şekilde çökecektir toplumun üzerine. İşte bundan ötürü de komünist, sosyalist, demokrat, feminist ve anti şeriatçı tüm toplum kesimlerinin öncelikli tarihi görevi, bu toplumsal yıkımın önüne geçmektir. Yani bir diğer ifadeyle toplumun, toplumu ileriye taşıyacak olan ilerici, demokrat, sol, sosyalist, feminist, seküler ve komünist dinamiklerini, ikinci bir 12 Eylül kıyımına (ya da İran’da yaşanan tarzda) uğratmamak için, faşizme karşı mücadeleyi, günün gerçeklerine sırtımızı dönmeden ve mücadele tarz ve taktiklerinin belirlenmesinde tayin edici başat unsur olan güçler dengesi realitesine uygun bir tarzla belirleyip uygulamak tarihi sorumluluğuyla karşı karşıyayız.

 

Kimileri galiba hayatın acı gerçeklerinden önemli oranda kopuk olmalı ki; ayakları havada ‘savaş naraları’ atmaktan pek bir haz duyuyor gibiler. Elinizi tutan, makinalınızın namlusuna karanfil takan ve kızıl ordunuzun önüne bedenlerini yatırarak onların faşizmin üzerine ölüm kusmasını engelleyen mi var; buyurun, tek bir devrimci hamleyle, tüm kurum ve kuruluşlarıyla yıkın, yerle bir edin faşist diktatörlüğü. Böylece elleri titreyen, dizlerinin bağı çözülen ve de ölümüne ödleri kopan bizim gibi tüm tabansızların da laflarını ağızlarına tıkmış olursunuz ve paşa-paşa ardınızda saf tutmalarını da sağlamış olursunuz, fena mı olur yani.

 

Sahi niye bunu yapmıyorsunuz? Yapmıyorsunuz değil aslında, yapamıyorsunuz; çünkü bunu yapacak düzeyde bir örgütlülüğünüz, eğitimli donanımlı sübjektif güçleriniz, silah araç gereçleriniz yok öncelikle. İkinci olarak savaşın en temel yasalarının sadece lafzını yapıyorsunuz; onların ruhunu kavramakta pek dogmatik ve mekaniksiniz. Böyle olmamış olsa; nispeten zayıf bir gücün, konjoktürel olarak sizden kat be kat güçlü düşmanınızı tek hamlede ve toptan yıkma stratejisine kilitlemezdiniz kendinizi. Bilirdiniz bu savaşın (gerek Leninist toplu ayaklanma ve gerekse de Maoist uzun süreli halk savaşı stratejileri gereği) uzun soluklu, irili ufaklı ve ardışık bir yığın muharebelerden geçerek ilerleyeceğini. Ve bilirdiniz sınıfların antagonist çelişmeler üzerinden saf tutuğu bu türden zorlu ölüm kalım savaşın (ve hatta kimi tek tek muharebelerin dahi) düşman cephesi içindeki çekişmelerden yararlanmadan ve verili sürecin asgari müşterekleri üzerinde kimi uzlaşmalarla o muharebe özgülünde de olsa silahları sürecin baş düşmanına çevirmeden kazanılamayacağını. Ve bilirdiniz sınıf savaşının tek düzeyli ve tek aşamalı olmayacağını; her sürecin bir baş çelişmesinin ve baş düşmanın olacağını ve anın görev ve savaş taktiğinin, bunların çözümü üzerinden şekillenmesi gerektiğini. Ve o zaman anlardınız ve es geçme lakayıtlığına düşmezdiniz daha yıkıcı ve yok edici bir şekle bürünerek gelecek olan düşman saldırısını önlemenin ve kendi güçlerini korumanın da faşizme karşı bir savaş taktiği olduğunu. Anlamakta zorlanmazdınız aslında bu taktiğin kendisinin de doğrudan faşizme karşı mücadele stratejimizin değerli bir taktiği ve muharebesi olduğunu. Evet, burada görünüş olarak burjuvazinin bir bölüğüyle sahada bir güç birliği durumu vardır ve muharebe zaferinin aslan payını da burjuvazinin muhalif kanadı almış oluyorsa da ama stratejik düşünenler tablonun bu kısmına takılmaz, onlar, bu güç birliğiyle burjuvazinin o özgülde halkların en kanlı zorba kliğini yenilgiye uğratmış olmak ve kendi güçlerini korumuş ve sonraki hamle için tahkim etme ortamı yaratmış olmanın başarısı olarak bakar. Yani sınıf savaşının da doğasına aykırı değildir şu “kazan kazan” esprisi. Nerede durduğunuz, hangi pencereden baktığınız ve hangi perspektifle ele aldığınıza bağlı birazda.  

 http://halilgundogan.blogspot.com/2023/03/2023-cumhurbaskanligi-secimine-iliskin.html

29 Mart 2023 Çarşamba

SEÇİMLERDE NE YAPILMALI?

 

SOL“ Komünüzm Bir Çocukluk Hastalığı'ndan

Alıntılar (Lenin) Sol Yayınları Beşinci Baskı

 


Bilim, öteki ülkelerin, özellikle bu ülkeler de

kapitalist iseler ve yakın bir geçmişte benzer bir deneyimden

geçmiş bulunuyorlarsa, her şeyden önce, bunların deneyiminin

gözönünde tutulmasını emreder.

 

Bilim, ikinci olarak,

isteklere ve görüşlere uygun tarzda, tek bir grubun, ya da

tek bir partinin savaşım hazırlıklarına ve bilinç derecesine

göre siyaseti belirleme yerine, ülkedeki bütün grupların,

partilerin, sınıfların ve yığınların hesaba katılmasını emreder.“ (sf.89)

Burjuva Parlamentolara katılmak Gerekir Mi?

http://yusuf-kose.blogspot.com/2023/03/sol-komunuzm-bir-cocukluk-hastalgndan.html

21 Mart 2023 Salı

Feodalizm, Kapitalizm ve Konut Sorunu


Feodalizm, Kapitalizm ve Konut Sorunu

 Kentleşme, çevre sorunu, konut, yeşil, gezi ayaklanması… Mevzu uzun. Deprem bağlamında tüm bunların yeniden incelenmesi gerekiyor. Şehrin düzeni çok önemli. Yıkımdan sonra, yol olması gerekir. Yol, cadde, sokak, park, bulvar, yeşil yoksa kent de yoktur demektir. Doğal afetler sırasında tüm bu mekanlara ihtiyaç olur. Ambulanslar, itfaiyeler, kamu görevlileri, yardım ekipleri ve epikmanları hızla ilgili noktalara ulaşması gerekir. Aslında bunların çoğu Lizbon depreminden beri bilinen ve yazılanlardan ibaret. Tecrübeler var. 1755’te Lizbon papazı planlı şehir öneriyor. Ne diyor Lizbon papazı: Binalar dikey değil yatay eksende olmalı. Sokaklar geniş tutulmalı. Bina 6 metre ise sokak ya da cadde genişliği bunun 3 katı olmalıdır diyor. Arama kurtarma araçları ve ekipler rahat hareket edebilsin diye bunu savunuyor. Geçen salı akşamı Komün TV’de deprem meselesini kent, gündelik yaşam ve politika bağlamında bir kez daha konuştuk.

 

 

Uygar, yoğun nüfuslu kentlerin sınırlanması gerekiyor. Öncelikle bunun üzerinde durduk. Uygar ya da modern toplum kıtlık getirdi; daha önemlisi bulaşıcı hastalıklar geldi şehirlerle birlikte. Bunu “kovit” günlerinden de iyi biliyoruz. Şehir, bilhassa modernizm, hız demektir. Hızlılık var. Hızlı yaşa, hızlı ye, iç, “genç öl” ilkesi geçerli: Fast food. Hızın felsefesi, başlı başına bir konu. Hızlı konut yapmak zorunda sistem! Şimdi deprem bölgesinde ihale yapılmış. Bir yılda evler bitecek deniliyor. Hız ile nitelik. Biri varsa diğeri imkansız. Sanayi toplumu işte. Doğal olan herşeye ölüm var. Hızla büyüyen tavuklar ilk akla gelendir. Bu yüzden programda yaşama vurgu yaparken sosyalizmin altını çizdik!

 

Araçlar hızlı gitmek zorunda. İşçi yolda değil tezgahta olmalı, torna başında ya da masa başında olmalı. Otobandaki tıra sürat gerekli, hammaddeyi veya mamul maddeyi hızlı ulaştırması gerekiyor. Öğrenci, soruları çabuk yanıtlamalı, sınavı hızlı yapması gerekir. Kapitalizm, rekabet demektir nihayetinde.

 

Konut, feodalizmde ve kapitalizmde ne anlam ifade ediyor, ikisi arasında fark var mı? Evet ilkinde kullanım değeri var. Feodalizm konuttan kar etmez. Kapitalizm şartlarında konut da giderek meta oluyor, alınıp satılıyor. Tabi kentin kirliliği var, ilginçtir burjuvaziyi de etkiliyor bu. Şehir kirleniyor, kirli hava kapitalist semtlere de gidiyor. Misal İstanbul’u düşünelim. Bakırköy, Sarıyer, Florya ve Yeşilköy’de burjuvazi de denize giremiyor. Burjuvazi yalnızca emekçilerin, ezilenlerin ve doğanın değil kendinin de düşmanıdır! Marx der ki, emekçi saraylar inşa ediyor ama kendisi kulübede ya da kümes gibi konutlarda yaşıyor.

 

 

Kent, yabancılaştırır. İşin üretimine yabancı olduğumuz gibi kentin kuruluşuna ve yönetimine de yabancılaşma var. Kimse yönetici olmak istemiyor oturduğu binada. Emekçi, konuta da yabancı aslında. Konutun kölesi olması kaçınılmaz. Konut satın alan emekçi veya orta sınıf bir kişiyi düşünelim. On yıl borçlanıyor. Buna göre soru şu: Emekçi mi konutu satın alıyor yoksa konut mu emekçiyi satın alıyor, belli değil! Kapitalizm koşullarında ikincisi oluyor aslında; ama emekçi bunun farkında olmuyor.

 

Modernizm eleştirisi önem kazanıyor. Program bu istikamette ilerledi. Genel olarak uygarlık eleştirisi, özel olarak kapitalizm eleştirisi yapmadan doğal ve sosyal krizleri anlamak mümkün değildir dedik. Bahçeli evlerden apartmanlara geçtik uygarlık sayesinde. Bahçeli konutlar, kedi ve köpekler için iyiydi. Şimdi hayvanlar, apartman dışına atıldı. Grup halinde dolaşıyor; ancak yaşamda öyle kalabiliyorlar çünkü. Domuzların Boğaz’ın bir yakasından diğer tarafına geçtiğini duymuştuk basından. Çünkü onun yaşadığı doğa/orman talan edinmiş. Havaalanı yapınca orman, orada yaşayan hayvanların yaşam alanları yok edildi.

 

Konut, kent ve yeni yaşam alanları derken Zola’nın Apartman’ını unutmayalım. Zola, apartman yaşamını eleştirir. Çünkü apartman kent demek, sanayi toplumu demek, uygarlık demek. Apartman yaşamındaki çirkef ilişkiler anlatılır bu romanda. Bir bakıma M. Şevket Esansal’ın “Ayaşlı ve Kiracılar’ını anımsatır. Zola, natüralist bir yazardır, öte yandan uygarlık eleştirisi yapan bir romantik gibidir. 1850’li yıllarda uygarlık eleştirisi yaygındır. Daha evvelinde Rousseau var mesela. Fransız Psikolog Emile Durkheim’ı da anmak gerekiyor. Sanayi toplumunun “intihar” getirdiğini yazdı ve kitabın adını “intihar” koydu.

 

Batı halkı apartman değil müstakil konut istiyor. Belki biz de öyleyiz. Ama sermaye ısrarla çok katlı gökdelen yapıyor. Apartman, yeni bir mekan. Modern dönemin ürünü yani. Sanat ve edebiyata konu olması doğaldır. Modernizm kural demektir. Alet, ölçme, dakiklik ve düzen demektir. Bunun felsefeyi etkilemesi doğaldır. Apartman deyince Emile Zola ile birlikte Sabahattin Ali’nin de akla gelmesi icap eder. Aynı adla S. Ali’nin yazdığı öykü de çok düşündürücü ve dramatiktir. Kendisi lüks apartmanlar yapan ama adeta kulübede yaşayan bir emekçi konu edilir. Daha doğrusu bir babanın, aynı apartmanda çalışırken ezilen çocuğu konu edilmektedir.

 

 

Düzenli kentler deyince Kant’ı hatırlarım. Almanya’nın şehir düzeni ve Alman ordusunun disiplini akla gelir. Felsefe/filozof ile o ülkenin şehri arasındaki, konutların yapısı arasında bağ var mı? Kant ve Alman kentlerinin düzeni bunu anımsatıyor diyebilirim. Almanya’nın yukardan düzenli görünümü ve Kant’ın dakikliğini anımsatayımşimdilik. “Saatleri Kant’a göre ayarlamak” diye bir deyim olduğu söylenir. Sonraları kapitalizmin plansızlığını görüyoruz Avrupa’da. Kapitalizm özünde plana ters bir sistemdir. Doğası gereği terstir. Plan, bilim ve özgürlük, sosyalizm ile mümkündür. Çarpık kentleşme ve vahşi kapitalizm, hırsızlık denilir.Bunlar Marksist terminolojide olmayan terimler. Marksizm sömürü, savaş ve zulüm der. Çözümün de sosyalist toplumda ve nihayet komünizmde olduğunu savunur.

 http://mehmetakkaya.org

19 Mart 2023 Pazar

TKP-ML TİKKO Rojava Komutanlığı: Lorenzo Orsetti Ölümsüzdür!


 

KAYPAKKAYA HABER

2019 yılında Der-Zor’u özgürleştirme operasyonları sırasında Bağoz’da şehit düşen yoldaşımız Tekoşer Piling’i anıyoruz.

 Lorenzo Orsetti’nin ya da ona yakın olanların deyimiyle “Orso”nun kaybı, Halk Ordusu’ndaki pek çok yoldaşın yanısıra onu tanıyacak kadar şanslı olan pek çok Kürt, Arap ve Avrupalı için de büyük bir acıya neden oldu. Her ne kadar savaşta kahramanca şehit düşmüş ve birliği kuşatıldığında sonuna kadar savaşmaya karar vermiş olsa da onun yaşam tarzı bizi en çok etkileyen şey olarak kalacaktır. Etrafındaki insanlara gösterdiği sempati ve sevgi kalıcı bir etki bıraktı. Tekoşer yoldaşla tanışan herkes onu hatırlardı.

 Yoldaş hakkında olumsuz yönlerinden bahsetmeden konuşmak zordur çünkü bunlar aynı zamanda onu kendisi yapan şeylerdir. Ruh halindeki değişimleri, kadınların rolü hakkındaki erkek egemen bakış açısı, disiplin sorunları vb. Ancak tüm bu kusurlara rağmen diğer erkek ve kadın savaşçılar veya komutanları onu bu kadar çok sevdiyse, bunun nedeni Tekoşer yoldaşın yoldaşlık çerçevesinin dışına asla çıkmamasıdır. Bundan kaynaklı çelişkilerimizi sık sık çözmeyi başarırdık. Tekoşer yoldaş, hepimizin öğrenmesi gereken iki devrimci özellik olan samimi ve sevgi dolu bir yoldaştı.

 

Bu yıl, faşist Türk devletinin sorumsuzluğu nedeniyle 50.000’den fazla insanın ölümüne neden olan bir deprem ve sonuçları hala belirsiz olan seçimlerle süreç tartışılıyorken, Türk devletinin Rojava’ya yönelik tehditleri de devam ediyor. Bizler, Lorenzo Orsetti’nin Halk Ordusu’ndaki yoldaşları olarak Afrin’deki direniş sırasında yanımızda olduğunu ve çekilme emri gelene kadar devrimi nasıl kararlılıkla savunduğunu hatırlıyoruz. Faşist işgalciye karşı mazlum halkları savunma kararlılığınızı bugün de örnek alıyoruz ve gelecekte de örnek almaya devam edeceğiz. Bu kararlılık, Halk Ordusu’nun tüm şehitleri gibi bize asla vazgeçmeme, her zaman daha fazlasını isteme ve ister çetelerin gerici paralı grupları ister doğrudan faşist TC devleti olsun, gerici ve faşist güçlere karşı her zamankinden daha kararlı bir şekilde mücadele etme gücü veriyor.

 

İnancı, “Orso”ya devrimin toprakları olan Rojava’ya gelmesi için güç verdi ve bu topraklarda devrimin zaferinin kapılarını açacak bir enternasyonalizmin tohumlarını bırakarak ayrıldı aramızdan. Dört yıl sonra onun hayatını verdiği mücadeleden asla vazgeçmeyeceğimize söz veriyoruz. Tıpkı İtalyan partizanların zamanında faşizme karşı yaptıkları gibi, faşistlerin saldırılarını püskürtmeye devam edeceğiz ve halkları zalimlerinden kurtarana kadar asla vazgeçmeyeceğiz.

 

Partizan Tekoşer Piling Ölümsüzdür!

 

TKP-ML TİKKO Rojava Komutanlığı

16 Mart 2023 Perşembe

AZAHUDİ_NubarOzanyan


 

NUBAR OZANYAN | Azaduhi

"Onun hikayesi kolay taşınamaz acıların, tanımlanması zor hüzünlerin hikayesidir. İyilik yapmaktan başka bir şey bilmeyen, ekmeğini paylaşmaktan başka bir şey düşünmeyen, direngen Liceli bir Ermeni kadının hikayesidir."


Neden analar bu kadar birbirine benzer?

Hayret ve şaşkınlık duygularıyla halkların hakikatini aradı. Amed’in isyankar ruhunu yaralı koynunda hep bir silah gibi gizli sakladı.

Paylarına 12 Eylül’ün en ağır zulmü, kardeşine Diyarbekir 5 Nolu Zindan işkencesinin en belalısı düştüğünde, faşizme olan kin ve öfkesini Fiskaya’nın taşlarına büyük harflerle yazdı. Dalgın gözleriyle anılarının yolculuğuna çıktığında yüreğinin bu kadar fazla acıya dayanamayacağını hiç düşünmedi.

Hangi soykırım kadını ve çocuğu kendilerine anlatılan gizli saklı soykırım hikayelerini unutabilir?

Ax Lice! Kaç kez zulüm ateşinde yandın. Kaç kez zulüm ateşi içinde gözlerin önüne döküldü. Kaç Ermeni kadının önce göğüs uçları, sonra sarı saçları kesilerek haramilerin beylerine sunuldu! Bu zulmü hangi yürek kaldırabilir?

https://ozgurgelecek46.net/nubar-ozanyan-azaduhi/

5 Mart 2023 Pazar

Katledilişinin 50. Yıldönümünde İbrahim Kaypakkaya HESAPLAŞMA, KOPUŞ VE YENİ BİR YOL


Katledilişinin 50. Yıldönümünde İbrahim Kaypakkaya HESAPLAŞMA, KOPUŞ VE YENİ BİR YOL “Kafasında üstü yırtık ve yamalı kahve renkli bir kasket, sırtında yerli bir askeri parka, altında ceket, kazak… üst üste giyilmiş üç tane pantolon, ayağında bir çift beyaz yünden yapılmış ve köylerde elle örülen çorap ve onun üzerinde naylon çorap, bir çift 45 numara Çelik marka lastik ayakkabı”yla tutsak edildi.

İbrahim Kaypakkaya’nın “kahinliğinin” sırrı budur: Pratikte devrimci olmak ve Marksizm-Leninizm-Maoizm (MLM)! 

2023 yılı komünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın TC devleti tarafından Amed Hapishanesi’nde katledilmesinin 50. yıldönümüdür. Kaypakkaya henüz 24 yaşında, 1973 yılında 17 Mayıs’ı 18 Mayıs’a bağlayan gece, aylarca süren işkenceden sonra kurşuna dizilerek katledilen genç bir komünist önderdi.

 https://tkpmlmedia.tkpml.com/wp-content/uploads/2023/01/22121855/IBOBrosur.pdf

23 Şubat 2023 Perşembe

2023 SEÇİMLERİNDE OKUN SİVRİ UCUNU NEDEN HAKİM SINIF KLİKLERİNDEN EN GERİCİ VE EN FAŞİST OLANINA YÖNELTMEK ZORUNDAYIZ?

Başta Emek ve Demokrasi Bloğu olmak üzere halk güçlerinin önemlice bir kesimi 2023 seçimlerinde Tayip Erdoğan ve AKP ve MHP dinci faşist iktidar blokunun önünün kesilmesini; günün isabetli siyasi taktiği olarak belirlemişken, ancak ne var ki bir kesim sol-sosyalist ve komünist güçler ise, bunun aksine; “bir faşisti indirip yerine bir başka faşistin gelmesi için oy kullanamayız” diyerek, cumhur başkanı seçiminde ‘boykot’ taktiğini, günün isabetli taktiği olarak ileri sürmekte.

 Gerek toplumların yaşamında ve gerekse sınıflar arası mücadelede bazen, ‘normal’ olanın dışında, çok kritik anlarla yüz yüze kalınır. Tarihi anlardır o anlar. Ya doğru strateji ve taktiklerle geriye, daha yıkıcı ve kötü olana gidişin önüne set çekmek başarılır ya da aymaz tarihi öngörü körlüğünün ceremesini bir toplum olarak yaşamak zorunda kalınır. Bunun kahredici örnekleri tarihin her kesitinde çokça vardır ve çoğumuz da bunlardan en azından bir iki tanesini biliriz. 2023 cumhur başkanlığı seçimleri de işte böylesi kritik bir eşiği ifade eder. Çünkü Tayip Erdoğan ve kullanışlı aparatı AKP için 2023 seçimleri, kendi tabirleriyle, ‘hedefe varmak için’ binecekleri son ‘demokrasi treni’dir. Yirmi yıldır iktidarda olan ve başkanlık sistemiyle de tüm yetkileri kendisinde toplamışken, acaba yapmadıkları daha başka ne kalmış ki millet adına; “yeter, söz ve yetki milletin!” şiarıyla 2023 seçimlerini ille ki kazanmaları gerekiyor?

 

 Birçok siyaset bilimci, Tayip Erdoğan ve AKP’nin cumhuriyetin 100. Yılını rövanş yılı olarak

 

belirlediğinde hemfikir. “Yeter, söz ve yetki milletin” şiarı aslında bu ‘gizli ajanda’nın parolası olarak dillendirildi. Yani başkanlığı tekrar kazanması halinde; laiklik adına ne kadar kırıntı varsa hepsini tırpanlayıp, şeriat ilan edilecektir. Bunun her türlü imkanları zaten çoktan beridir hazırlanmakta da. Seçimi çok az bir farkla kaybetmesi halinde de her türlü zora ve hileye başvurarak bunu bu kez de yine kendi tabirleriyle, ‘kanlı’ bir darbeyle gerçekleştirmeye de teşebbüs edecekleri, herhalde ki bir giz olmasa gerek.

 

 Bunun toplum ve sınıf mücadelesi açısından, nasıl bir orta çağ karanlığına sürüklenmek olacağını, en azından kapı komşumuz İran örneğinden de olsa bilebilecek durumdayız. Toplum, en dinamik unsuları olan demokratları-ilerici sol-sosyalistleri, kadınları ve Alevileri on yıllarca kendilerini toparlayamayacağı bir şekilde yitirme tarihi kıyımıyla yüz yüze kalacaktır.

 

 Bu tehdit ve tehlikenin belki de en çok farkında olanlar Alevi kuruluşları olmalı ki; yaptıkları hemen hemen her kongre ve kurultaylarında, bir demokratik talep olarak, laikliğe baskın vurgular yapageldiler. Keza birçok sol çevre ve ‘demokrat Kemalist’ diye nitelenebilecek azımsanmayacak bir kesim, hatta tekelci büyük burjuvazinin kalbur üstü kesiminin önde gelen eleştiri ve taleplerinden biri de laiklik ilkesi olageldi. Yani bu çelişme, bazılarının sandığı gibi soyut ve keyfi değil; somut ve başlıca çelişmelerden biri konumuna yükseleli çok oldu. Bugün ise, somut ve yakın tehlike şeriat tehdidine karşı artık adeta en güncel çelişmelerden biri durumunda. Yani artık demokrasinin başta gelen temel talepleri arasında. Bu en yakıcı olarak da kadınlar ve Aleviler için hayati önem arz eder durumda.

 

Fakat maalesef ki sol-sosyalist cenahın önemlice bir bölüğü bu toplumsal realitenin hala ayırdına varmış değil ki; 2023 seçimlerini, daha öncekiler benzeri, sıradan alışıla gelmiş bir seçim olarak değerlendirebilmekte ve dolayısıyla da kayıtsız kalmayı en tutarlı devrimci duruş olarak propaganda etmekte herhangi bir anormallik görmeyebiliyor: Düşmanlardan birini diğerine tercih etme aptallığına düşmeyeceğiz.

 

 Tıpkı Alman komünistlerinin; sınıf işbirlikçiliği yapmama adına, sosyal demokratlarla ittifak yapmayı reddederek Hitler’in kazanmasını sağlaması gibi tarihi bir aymazlık örneğindir bu yaklaşım. Doğrudur elbet, stratejik olarak düşmanlar arasında bir tercihte bulunmayız; onları tümüyle ve tamamen ortadan kaldırmayı hedefleriz. Fakat düşmanı sırf kendi gücümüzle, böyle tümüyle ve bir seferde ortadan kaldırma imkanının bulunmadığı koşullarda, mecburen (evet mecburen), savaş bilimi yasaları gereğince hareket etmek zorunda olduğumuzu da biliriz. Kaldı ki düşmana karşı başarılı bir savaşım sürdürebilmek için, sınıf savaşımında kendisine “öncü kurmay” vasfı atfeden her özne bunu bilme ve gereğini yerine getirme tarihi sorumluluğuyla yükümlüdür de.

 

 Toptan bir seferde yıkılamıyorsa; o halde mecburen parça parça ve aşamalı olarak yıkma savaş stratejisi uygulanmak zorundadır. Bunun için de düşman cephesindeki çelişkilerden yararlanmak ve birleşebilecek tüm güçlerle birleşmek, verili süreçte okun sivri ucunun yöneltmesi gereken baş düşmanın saf dışı edilmesi hedeflenecektir. İttifak siyaseti güdülmeden, düşman cephesinde ki çelişkilerden yararlanılmadan, onların gücünü bölünüp parçalanmadan, bir kısmıyla birleşmeden veya en azından o süreçte tarafsız kalması sağlanmadan o muharebeyi kazanmak, o güçlü düşmanları alt etmek nasıl mümkün olabilir ki?

 

 Ezilenlerin savaş stratejilerini formüle eden savaş kurmayları olarak Engels’te de Lenin, Stalin, Mao ve Giap’ta da bunun böyle olması gerektiği bir yığın örnekle teorik olarak da bizlere armağan edilmişken; bu ustaları rehber aldıklarını söyleyenlerin, tamamen aykırı bir yaklaşımla hareket ediyor olmaları da ayrıca değerlendirilmeyi hak ediyor olsa gerek.

 

 Stalin Hitler faşizmine karşı savaşırken, örneğin ABD ve İngiltere’nin düşman güçler olduğunu mu unutmuştu acaba? Ya da Mao iç savaşta kıran kırana savaştığı Çan Kay Şek ile ateşkes yapıp Japonlara karşı birleşik cephe taktiği uygularken; sınıf işbirlikçi mi olmuştu? Vs. vs.

 

 Anlamak gerçekten de çok kolay değil. Bazıları, kamuoyuyla paylaştıkları bildirilerinde: “...AKP iktidarı 2023 seçimlerini ne pahasına olursa olsun kazanmak istiyor. ‘İslami bir Türkiye’ hayali peşinde olan AKP, seçimleri kazanması durumunda bunu ilan etmekten geri kalmayacaktır.” şeklinde durum değerlendirmeleri yapıyor olmalarına rağmen; yine de cumhur başkanlığı seçiminde, “Erdoğan’ın kaybetmesi, onun karşısında olan ve onu ve şeriat tehlikesini bertaraf edecek burjuva muhalif cepheden bir başka adayın kazanması” şeklinde bir seçim taktiği uygulamayacaklarını, cumhur başkalığı seçiminde oy kullanmayıp, kayıtsız kalmak gerektiğini ileri sürebilmekteler. Yani demek ki bu anlayış sahipleri burjuva demokrasisi ile açık faşizmin, faşizm ile dinci faşizm olan bugünün şeriata dayalı diktatörlüklerin toplum yaşamı ve özel olarak da sınıf mücadelesi bakımından ne türden sonuçlar doğuracağının ya yeterince bilincinde değiller ya da bunu önemsemiyorlar. Başka bir izahatı yok bunun.

 

Oysa durum gerçekten de çok ciddi ve tehlike gerçekten de çok büyük. Dolayısıyla da sosyal ve ulusal mücadele yürüten tüm siyasi öznelerin tarihi bir sorumlulukla karşı karşıya olduklarının idrakiyle hareket etmeleri, topluma karşı tarihi sorumluluklarının zorunlu bir gereğidir.

 

 Bu anlamda olmak üzere; öncelikle Erdoğan’ın önünün kesilmesi ve seçimlerde yenilgiye uğratılması hedefinde, birleşilebilecek tüm güçlerle birleşerek bunun başarılması siyaseti, günün en isabetli siyasi taktiği olacaktır.

 

 Keza aynı zamanda seçim yenilgisini tanımayıp, ‘sivil’ darbe girişiminde bulunabilecekleri de asla göz ardı edilmeden; ivedilikle bir iç savaş pozisyonun da alınması ve hızla bunun örgütlülüğünün ve teknik hazırlıklarının tamamlanması gerektiği de yine aynı şekilde, sürecin bir diğer önemli ve isabetli siyasi taktiği olacaktır.

09.02.2023-Halil GÜNDOĞAN

 

Katledilişinin 50. Yılı vesilesiyle KAYPAKKAYA ve TKP-ML


 

Şubat 2023-Halil Gündoğan

 http://halilgundogan.blogspot.com/2023/02/katledilisinin-50-yl-vesilesiyle.html

“Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki halde en tehlikeli olan fikirlerdir. Onun yazılarında savunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” (TKP-ML Dava Dosyası, MİT Raporu.1973)

22 Şubat 2023 Çarşamba

EMPERYALİST DÜNYA SAVAŞI HAZIRLIKLARINA KARŞI DEVRİMCİ MÜCADELEYİ GELİŞTİRELİM!


 

Yoldaş Mao şöyle diyor: “Dünya savaşı patlak verebilir ve bunun sonucunda devrimler meydana gelebilir ya da devrimler her yerde patlak verebilir ve gücünü bunlara dayanmakla sınırlarken, emperyalizmin başka bir dünya savaşına girmesi imkansız hale gelebilir, hangi şekilde olursa olsun, bu devrim çağıdır.”

https://www.tkpml.com/aciklama-emperyalist-dunya-savasi-hazirliklarina-karsi-devrimci-mucadeleyi-gelistirelim/

11 Şubat 2023 Cumartesi

YORUM | Ortadoğu’da Petrolsüz Dünyaya Hazırlık


 

YORUM | Ortadoğu’da Petrolsüz Dünyaya Hazırlık

"Petrolsüz dünya, oldukça karmaşık/girift politik ve askeri dengeleri beraberinde getirecek gibi görünüyor. Bir satranç tahtasındaymış gibi okunabilen iki kutuplu dengeler tarih oldu."

1990’larla birlikte dünya daha bir değişim sürecine girdi. Sosyalist blokun yıkılarak iki kutuplu dünyanın yerini çok kutuplu dünyanın alması, liberalizmin dünya geneline hızla nüfuz edişi, yeni ekonomik modeller, yeni ulaşım ve iletişim teknolojileriyle daha da hızlanan dünya, hızlı nüfus artışı ve daha büyük ölçekli göç hareketlerinin de etkisiyle daha hızlı toplumsal değişimlere sahne oluyor. Bu hızlı değişim, enerji ihtiyacının artıp çeşitlenmesine sebep olmuştur. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren karbon bazlı enerji kaynakları, sanayinin ve dolayısıyla teknoloji ile uygarlığın temeli haline gelmiştir. Ancak 20. yüzyılın sonlarına doğru kömür ve petrol rezervlerinin azalmasının yanısıra bunların yarattığı hava kirliliğiyle ve küresel ısınmayla dünyanın/doğanın dengesini bozması sebebiyle yeni enerji kaynakları arayışına hız verilerek yeni enerji türlerine dayalı teknoloji ve sanayi inşa edilmeye başlandı.

 

Yeni keşfedilen doğalgaz kaynakları sebebiyle doğalgazın rezerv ömrü uzasa da dünya geneline ulaştırılması ve devletlerarası sorunlarda kilit rol oynayabilmesi (AB devletleri ile Rusya Federasyonu Merkezi arasında olduğu gibi!) dolayısıyla gelecek için istikrarlı bir enerji kaynağı olarak görülemiyor. Kömür, çok fazla hava kirliliği yarattığı gibi petrol gibi tükenmek üzeredir. Petrolün dünya genelindeki ortalama ömrü otuz yıl civarı iken Ortadoğu petrol rezervlerinin ortalama ömrü doksan yıl civarındadır. Ancak Ortadoğu’daki petrol, bütün dünyaya yetmez.

https://ozgurgelecek46.net/yorum-ortadoguda-petrolsuz-dunyaya-hazirlik/


30 Ocak 2023 Pazartesi

30. Ölümsüzlük Yılında MANUEL DEMİR/ՄԱՆՈՒԵԼ ՏԷՄԻՐ

     Ermeni Lisesi Partizanların Kalesi…

30. Ölümsüzlük Yılında MANUEL DEMİR/ՄԱՆՈՒԵԼ ՏԷՄԻՐ Yaşıyor! Partizanlar yaşıyor! (1)

1915 yılında Ermeni ulusunun yok edilmesiyle bir halka ait var olan tüm değerler yok edilmiş hiçbir iz bırakılmamıştır. Tarihi doku, dil, tarih, kültür zenginlikleri el değiştirmiş; geride kalan Ermeni halkının varlığı yok sayılmıştır. İnkar edilmiş, tarih sahnesinden silinmiştir. Yaşadığı topraklar üzerinde kiliseler, okullar yıkılmış, toplumun varlık koşulları ortadan kaldırılmıştır.

https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/30-olumsuzluk-yilinda-manuel-demirmanowel-temir-yasiyor-partizanlar-yasiyor-1-0



TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)