12 Mayıs 2023 Cuma

Yeni Demokratik Kültür ve Sanat

Proleter devimcilik ve bilinç “Üç bin yılın hesabını yapmayan insan günübirlik yaşayan insandır”

diye Goethe’nin ünlü bir sözü vardır.

Yazar, bilinçli yaşamayan insanın günübirlik yaşadığını söylüyor.

 


Toplumsal cinsiyet ve kültür Yazının başında da bahsettiğimiz gibi, toplumsal cinsiyet ve kültür ilişkisinin birçok başlığı ve bileşeni mevcuttur. Toplumsal cinsiyetle şekillendirilmiş kadınların kültür üretimindeki yerinden, tüm alanlarında eril iktidarın hakim olduğu kültürün aktarımında kadının misyonuna, kadının kültür ürünlerinde nasıl nesneleştirildiğine kadar çok geniş bir alandır bu.

Elbette bu durum aynı zamanda kültürün çok geniş bir alanı kapsamasından da ileri gelmektedir. Clifford Geertz, kültürün tüm yaşam tarzını anlamlı bir şekilde düzenleyen, dünya hakkındaki bir inançlar, değerler ve düşünceler sistemi olduğunu varsayar ve “Gündelik hayatın resmi olmayan mantığı” olarak tanımlar.

Bu tür inançlar ve değerler, dünyanın “doğası” hakkında tümüyle bilinçli olarak değil, genelde zımnen ve üstü örtülü biçimde sahip olunan varsayımlardır. Kültürü en genel anlamıyla, bir toplumun ürettiği maddi ve manevi değerler bütünü şeklinde kabaca tanımladığımızda karşımıza kocaman bir dünya çıkar.

 Bu bütünün kapsamına yaşam ve üretim tarzından eğlence ve dile, sanat ve edebiyattan, giyim tarzına, gelenek ve göreneklere, tüketim alışkanlıklarına vb. kadar sınırsız bir alan girmektedir.

Tüm kültür alanlarının, aynı zamanda kadınların denetim ve baskı altında tutulmasını meşrulaştırma göreviyle işlevlendirildiği bir gerçekliktir. Bu alanların tek tek ve tüm gözeneklerine kadar incelenerek eril unsurlardan temizlenmesi, toplumsal cinsiyet eşitliğinin inşasında olmazsa olmaz bir görevdir. Kültürün kapsadığı tüm alanlara değinmemiz mümkün olmadığı için, toplumsal cinsiyete en görünür olduğu alanlardan biri olarak sanat ve edebiyat cephesine kısaca bakalım.

 Bakın bir Partizan okuru, sanat dünyasında kadınların neden bir türlü “büyük” olamadığını nasıl anlatıyor:

BENİM BABAM BÜYÜK, ANNEM KÜÇÜK BİR SANATÇI

 “Bedenin senin savaş alanındır...” (Miranda Glover)

 “Neden büyük kadın sanatçı yoktur?” Bu soruyu herhangi birine sorduğunuzda yanıt almakta güçlük çekebilirsiniz. Zaten soru, sorudan çok bir yargı içeriyor aslında.

 Cevabı bilinen bir şey gibi... Ama sadece “gibi”...

Böylesi bir soruya verilecek yanıt için önce şu soruyu yanıtlamak gerekiyor. Sorumuz yine herhangi birine: “Büyük sanatçıları sayar mısınız?”

Hemen hemen alacağımız yanıtlar aynı olacaktır.

Müzikte; Beethoven, Mozart, Schumann, Bach, Chopin, Verdi, Tsychovki, Donizetti, Vivaldi... Resimde; Leonardo da Vinci, Vangogh, Gauguin, Loutreck, Rembrand, Picasso, Dali... Şiirde; Neruda, Aragon, Goethe, Schiller, Dante...

 Romanda; Tolstoy, Balzac, Dickens, Steinbeck, Marques, Victor Hugo, Ernest Hemingway, Mark Twain... Tiyatroda; Shekespeare, Dario Fo, Brecht, Cehov, Samuel Becket...

Genelde yanıt olarak alacağımız isimler bunlar olacaktır.

Şimdi neden bu kadar çok ismi sıraladık?

 Elbette ki amacımız size isimleri tanıtmak değil fakat isimler arasındaki bağlantıyı göstermektir. Herhangi biri bu isimleri sıraladığında bu isimlerin büyük bir çoğunluğunun batılı, beyaz ve erkek olduğunun farkında bile olmayacaktır.

 İşte ilk sorduğumuz sorunun yanıtı burada yatmaktadır.

Batılı, beyaz ve erkek’lerin sanatında bırakın büyük olmayı kadın sanatçı olmaması gayet normaldir. Bu, aslanların tarihini avcıların yazması kadar normalmiş gibi bir algı yaratmıştır insanların zihinlerinde.

 Kadın sanatçı vardır! Kadın üretimin her alanında olduğu gibi sanatta da üretmiştir.

Fakat tarihi hep avcılar yazmıştır. Bu nedenle kadınlar sanatsal yaratıda “büyük” yaftasını alamamışlardır. Bu sorun sadece kadın için değil, doğulu, siyahî ya da tüm ötekiler için geçerlidir.

Peki, kadının sanatla ilişkisi sadece yaratmakta mı sekteye uğramıştır? Yanıtı elbette ki hayır! Öncelikle kadın imgesinin tarihsel gelişimine kısaca göz atmakta fayda var.

Bundan 5000 yıl önce yazıyı bulan Sümerlilerin mitolojisinde Yer Tanrıçası Dilmun denilen tanrıların oturduğu cennet bahçesinde yenilmesi yasak sekiz çeşit bitki yetiştirmektedir.

Fakat Bilgelik Tanrısı Enki vezirine bunlardan toplattırıp yemiş ve tanrıça tarafından cezalandırılarak ölümcül halde hastalanmıştır. Merhametli olan tanrıça diğer tanrıların ısrarı üzerine, Enki’nin sekiz bitkiye karşı hastalanan sekiz organının her biri için tanrı ve tanrıçalar, son organ olan kaburga için, adı “Kaburganın Hanımı” ve “Yaşamın Hanımı” anlamına gelen Nin-ti’yi yaratmıştır.

 Bu hikâye sözlü ve yazılı olarak Tevrat’a kadar gelmiş, karşımıza Âdem ile Havva olarak çıkmıştır.

Tanrı’ya bitkileri toplayan vezir de bazen şeytan, bazen yılan, bazen de kadın olarak betimlenmiştir. Bu hikaye daha sonra Tevrat’ta karşımıza Adem ve Havva olarak çıkmıştır. O hikayede de bilindiği üzere yasak elmayı Havva Adem’e yedirmiş ve bu şekilde cennetten kovulmuşlardır.

Bir çok dini resimde Havva ve Adem gösterilirken yılanın da resimde oluşu ve Havva’nın yılanla -kötüyle, şeytanla- özdeşleşmesi sağlanmıştır. Yunan mitolojisinde de durum pek farklı değildir.

Bu sefer karşımıza ilk kadın -insan olarak- Pandora çıkacaktır. Pandora mitolojide “kötülük kaynağı” olarak nitelendirilmiştir. Tanrılar tarafından Pandora’ya açılmaması gereken, kapalı bir küp armağan edilmiştir. Ama o, “kadınsal zaafı” olan merak yüzünden küpü açmıştır.

 Mitoloji sonrasını şöyle anlatır:

“Pandora küpü açar ve yıkıcı kötülükleri kaçırıverir. Acılar, yorgunluklar, ağrılı hastalıklar ölüm getirerek yeryüzüne yayılır. Sadece umut küpün içinde kalır. İnsan soyu çoğalır, kötülük de birlikte çoğalır.” Bu mitten de anlaşıldığı gibi kötülüklerin dünyaya yayılmasına neden, kadının merakıdır.

 Çok tanrılı dinlerde olay böyleyken tek tanrılı dinlerde de durum pek parlak değildir. Yılanın sözünü dinleyip yasak meyveyi yiyen, Âdem’i de aynı iş için kışkırtan Havva’nın günah işlemeye sebep olan tasviri, yüzyıllar boyunca kadının üzerine potansiyel günahkâr etiketinin yapışmasına sebep olmuştur. Aynı gerekçeye dayanarak erkekler günah işlemeye teşvik edilen olarak görülüp, suçlanıp ayıplanmaktan sıyrılmanın en kolay yolunu, Havva’nın Âdem’le yasak elmayı yemelerini göstermekte bulmuşlardır.

 (Tevrat-Tekvin Bap 2-3).

Havva gibi Meryem de günahkâr bir kadın olarak bilinmiş, eşi Hz. Yusuf’a melekler tarafından onun Kutsal Ruh tarafından döllendiği söyleninceye kadar bu sıfatı taşımak zorunda kalmıştır.

(İncil-Luk.2:1-7)

 Kur’an-ı Kerim, mümin kadınların görünen kısımlarını, müstesna olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmemelerini, gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmamaları gerektiğini buyurmaktadır.

(Kuran-ı Kerim-Nur 31)

İslam’ın, kadını görünüşü itibarıyla günah işletmeye zemin hazırlamaması için uyardığı, kadın kimliğini bu şekilde “koruma” (denetim) altına aldığı görülmektedir. İbrani erkeklerine bugün bile, Tanrı’ya gündelik yakarışlarında “Ey beni kadın olarak yaratmayan Rabbimiz Tanrı, Evrenin Başı, şükürler olsun sana” demeleri öğretilir. Eski Ahit’teki bütün diğer yazıların yanı sıra İbranilerin yaradılış söylenceleri de Hıristiyanlığın kutsal yazınında kabul görünce, İsa’nın yolundan giden yazarlar ve din adamları, kadınları daha edilgen ve ikincil varlık konumuna sokmakta bir sakınca görmemiştir.

Sanatla dinlerin tarihinin başlangıcının hemen hemen aynı dönem olduğu birçok tarihçi tarafından neredeyse kesin olarak kabul görmektedir. Partizan/83

 Hal böyle olunca din ve sanat iç içe geçmiştir, ta ki Rönesans’a kadar. O zaman bile yüzünü Antik Yunan’a dönmüş olan birçok sanatçı eserlerinde yine o Antik Yunan dünyasının kadına bakışını değiştirmeden aynen kopyalamışlardır. Antik Yunan demokrasisinde kadının da kölelerin de söz hakkı bulunmamaktadır. Kadınları kölelerle eş değer gören, onları sadece bir üreme mekanizması olarak algılayan bir kültürün mirasıdır aslında bugünkü sanatı yaratan ya da şekil veren.

Antik Yunan’da kadın kahramana “heroine” denilirdi. Bugün uyuşturucu bir madde olan eroinin kelime kökeninin bu olduğu bilinmektedir. Bir uyuşturucu madde adının kadından türemesi elbette ki tesadüf değildir, olamaz…

 Ortaçağ’ın sıkı dini baskı rejiminde kadının yeri neredeyse sıfırlanmıştı. Bu alanda değil kadının sanat üretmesi, herhangi bir noktada sanatın kendisi suç sayılıyordu. Bu karanlık çağdan sonra ortaya çıkan Rönesans, köklerini hastalıklı (kadına bakışta) Antik Yunan’da aramış ve bu nokta üzerinden günümüz çağdaş sanatını yaratmıştır. Rönesans’ta sanatçının; “bilen” kişi, bir sanat yapıtı vücuda getirebilecek “ödüllendirilmiş” birey olarak ortaya çıkmasına, ilk olarak Leon Battista Alberti’nin “On Painting” (Resim Üzerine) isimli metninde rastlanır.

Metinde, bu yeni ideal sanatçı tipi erkek olarak tarif edilir. Bu tarihten başlayarak, erkeklerin yaptıkları sanatı yüceltip, kadınlarınkini ise aşağı görerek devam eden sanat tarihi bugüne kadar uzanmış, hatta bugün bile değer yargılarımızı etkilemiştir.

Kadın sanatçının toplum ve sanat içindeki yerini daha iyi anlayabilmek için sanat tarihinin başlarına, 16. yy’a uzanmakta fayda var. Marietta Robusti 16. yüzyılda yaşamış olan bir kadın sanatçıdır. Kendisi Ressam Tintoretto’nun en büyük kızıdır.

Robusti, Tintoretto’nun atölyesinde on beş sene boyunca babası ve kendisinden küçük üç erkek kardeşiyle beraber çalışmıştır. O dönemde aile gelenek ve zanaatlarını devam ettiren aile atölyeleri oldukça fazladır ve önemli kabul edilmektedir. Robusti’nin de çalışmaları tıpkı babasınınki gibiydi, ama Robusti’nin işleri kendi içinde Tintoretto’nunkinden ayrılıyor ve dikkat çekiyordu. O kadar dikkat çekiyordu ki, Robusti’nin portreleri çok ün kazandı ve zamanın Avusturya ve İspanya sarayları tarafından istendi.

 Fakat Tintoretto, Robusti’nin bu seyahatlere gitmesine izin vermedi ve onu evlendirdi. Dört sene sonra da Robusti, çocuk doğururken öldü. 19. yüzyılda ise Robusti’ye olan ilgi romantik ressamlar tarafından ( Partizan/84 ) yeniden alevlenmiş ve o ressamlar tarafından resmedilmiştir.

 

Bu eserlerde, Robusti, Tintoretto’yla beraber görülür, fakat Tintoretto yine sanatçı olarak konumunu korurken, Robusti bir melek, bir model ya da bir esin perisine dönüşmüştür.

“Babanızdan daha başarılı bir ressam dahi olsanız kadınsanız başarılı bir erkeğin arkasındasınızdır.”

19. yüzyıl birçok tarihçi için devrimler çağı olmuştur. Sanat da bu devrimlerden nasibini almış ve birçok yeni akım ortaya çıkmıştır. Bu akımlar içinde eskisine nazaran birçok kadın sanatçı kendisini ifade etmeye çalışmış, kısmen de olsa başarılı olmuşlardır. Fakat yine de kadın, sanat için imgeden ileriye gidememiştir. Bu dönemde toplumsal olaylarla beraber kadın sorununa bakış yavaş yavaş kendini göstermiş ama yine bu durumlar erkek sanatçılar tarafından ele alınmıştır.

 

Bugün bile birçok erkek yazar üzerine onların eserlerinde kadın sorunsalı araştırmaları yapılmaktadır. 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde ise sanat artık yavaş yavaş piyasalaşmaya başlamış, özellikle görsel sanatlarda piyasaya birçok atılım olmuştur. Bu piyasa içerisinde ise kadın yine imge olmuş, bu şekilde metalaşma sürecine dahil edilmiştir. Bu genelde bedeniyle -özellikle çıplak- kendini var ettiği bir durumdur. Kadın artık sanatta tüketilmeye yönelik bir nesnedir.

Tüm bunlar yaşanırken toplumsal muhalefet, sınıf anlayışları kadınlara da farklı bir varoluş alanı açmıştır. Kadınlar da dahil oldukları sınıfın kurtuluşu için mücadele atlamış ve sadece kadın kimlikleriyle değil sınıfsal kimlikleriyle de var olma mücadelesi vermeye başlamışlardır.

 

Bu anlamda 1914 yılında Londra Ulusal Müzesi’nde Velazquez’in Venüs tablosunun parçalanışı iyi bir örnek oluşturmaktadır. Mary Richardson’un elinde bir baltayla Venüs tablosunu parçalaması aslında 1914 yılında kadınların oy kullanma hakkına ve hapishanede kötü muamele gören Suffragette Hareketi’nin öncüsü Emily Punkhust’ın durumuna dikkat çekmek içindi.

Aynı zamanda erkeklerin Venüs heykeline bakarken kadın bedeninin aşağılandığını gördüğünü ve bundan da rahatsızlık duyduğu için o tabloyu parçaladığını söylemiştir.

Bu eylem tarihteki ilk kadın performans sanatçısını doğurmuştur aslında. 20. yüzyılın yarısında reklam piyasası, medya, televizyon, fotoğraf gibi alanlarda kadın tamamen metalaşmış ve pazarlar için iyi bir reklam imajına dönüşmüştür. Bu dönemde porno ciddi bir biçimde kitlelerin beyinlerini tahrip etmeye başlamış ve bunun da baş aktörü olarak kadın --Partizan/85 ---kullanılmıştır.

 

1960’lara gelindiğinde ise bir hareket olarak feminizmin yükselişe geçtiği görülmektedir. Bu yükseliş elbette ki kadının sanatına da yansıyacak, birçok feminist sanatçı ortaya çıkacaktı.

 Bu arada feminist kültür çalışmaları da başlamıştı. Yapılan en büyük işlerden ilki, tarihte adı yok sayılmış kadın sanatçıları bulmaktı. Oysaki bu ne kadar doğruydu? Bulduklarında “büyük sanatçı kadınların” varlığını erkeklere mi ispat edeceklerdi? İspat aradıkları nokta yine “Batılı ve beyazdı”. Sadece kadın listeden düşürülmüştü...

 

Feminist sanat genelde kendini performans olarak ifade etmeyi tercih etti ya da onu kendine uygun gördü. Bu performanslarda özellikle sanatçılar kendi bedenlerini kullanmaktan çekinmediler. O zaman kadar yaratılmış kadın imgesinin kırılması için birçok sanatsal, manipülatif performans gerçekleştirdiler. Bu performanslar genelde kadın üzerine yoğunlaşmışsa da günün gerçeklerinden bağımsız da düşünülemezdi. Birçok şey özellikle ezen-ezilen çelişkisi de bu kadın sanatçıların eserlerinde kendini gösterdi.

 

 Ama bu çabalar saman alevi gibi anlık tasarılar ya da yıkıcı faaliyetler olduğu için ve bir de bireysel çabalarla geliştiklerinden pek faydalı olduğunu söyleyemeyiz...

 

 Kitleden kopuk, tamamen sanatçının bireysel egosuna dayalı olan bu işler, genelde anarşist örgütlenmeleri ya da var olanın yıkımı şeklinde beden buluyordu sanatçıların işlerinde.

 

Oysaki sorun sadece kadın sorunu değildi.

 

 Sınıfsal bir sorun tüm çıplaklığıyla ortada duruyordu.

Ve…………….

 kadın sorunu da bu sorunun bir parçasıydı ya da sınıfsal sorun kadın sorunun bir parçasıydı.

 

Küçük burjuva bir hareket olan feminizm sanatçıları bakımından da böyle savruk bir çizgide ilerlemiş ve halen de ilerlemeye devam etmektedir.

 

 Ama kadının sanat alanına girişi için radikal çabaları da öteye atılmamalıdır. Bu anlamda 1985’te yapılanları boşa atmamak gerekiyor: New York Modern Sanatlar Müzesi, “Uluslararası Resim ve Heykel” sergisini açtığında tavır netti:

 

 “Buraya alınmayan bir ressam kariyerini gözden geçirse fena olmaz!” Sergide sadece 169 sanatçıya yer verilmişti.

Üstelik sergiye kabul edilenlerin hepsi ya Amerikalı ya da Avrupalı olduğu gibi, içlerinde yalnızca 13 tanesi kadındı. Haliyle bu “uluslararası etkinlik”, kapsayıcılığıyla ya da evrenselliğiyle değil, dışlayıcılığı ve “Batılı-beyaz-erkeğin” iktidarıyla dikkatleri ve tepkileri çekti. Ama yine de kimse bu tepkilerden bilhassa birinin ne denli sivri boyutlara varabileceğini ve uzun soluklu olabileceğini tahmin edemezdi.

Serginin peşi sıra bir sabah New Yorklular alışkın olmadıkları bir posterle karşılaştı sokaklarda:

“Kadınların Metropolitan Müzesi’ne girebilmeleri için illa da çıplak olmaları mı gerekiyor?”

 

Sorunun altında belirtildiğine göre meşhur ve meşum müzenin modern sanatlar bölümlerinde eserleri sergilenen sanatçılardan yalnızca yüzde 5’i kadın iken, tablolarda resmedilen modellerin yüzde 85’i kadındı. Eğer kadınsan, resim diye de bir sevdan varsa, sanat dünyasında var olabilmenin en kestirme ve yegâne geçer yolu, ressamlıktan derhal vazgeçip, “nü” olmaktı. O zaman müzelerin kapıları açılabilirdi önünde. Yok, eğer kadınsan üstelik siyahsan ve Batı dünyasının dışından bir yerlerdensen, üstüne üstelik zengin bir tabakadan filan da gelmiyorsan “vay haline”

 

 Posterleri hazırlayanlar, kendilerini “sanat dünyasının vicdanı” olarak adlandırdılar. Nam-ı diğer “Gerilla Kızlar.” Gerilla Kızlar bundan sonraki ayları ve yılları aralıksız muhalefetle geçirdiler. Fakat bu aynı zamanda ünlerinin de katlanarak artmasına sebep oldu. Basın onların kim olduğunu illâ ki bilmek istiyordu. Üstü goril altı file çorap...

 

Bu noktaya kadar anonim kalmayı başaran grup elemanları, basının karşısına çıktıklarında goril kılığındaydılar. Tam da goril sayılmaz. Kafalarında goril maskeleri, altlarında file çoraplar ve topuklu ayakkabılar. “Tıpkı Robin Hood, Zorro ya da Batman gibi biz de ezilenlerin yanındaki maske figürleri geleneğinden geliyoruz.

Tek farkla.

Onların hepsi erkekti!”

Aradan geçen yıllar boyunca Gerilla-Goril Kızlar 80’den fazla orjinal poster hazırladılar, azımsanmayacak sayıda galeri ve müzenin uygulamalarını gözden geçirmesini sağladılar, ayrımcılığı sürdüren kişi, kurum ve yapılanmaları ifşa ettiler.

 

Tarih içerisindeki bu ilerici durumlar kısmen faydalı olsa da sonuç pek değişmiş sayılmaz. Kadınlar hala günümüzde müzelere ya ziyaretçi olarak girebiliyor ya da çıplak et olarak... Bugün yapılacak tek şey kadınların sanat alanında üretmeleri ve ürettiklerine sahip çıkmalarıdır...

Hayatın her alanında bulunan kadın üzerindeki tahakküm sanat alanında da kalkmalıdır. Sanat alanı tek başına bir alan değildir fakat ıskalanmaması gereken bir yerdir. Unutmamalıyız ki, bugün sistem tüm güçlerini estetize edilmiş bir biçimde pazarlamaktadır. Bunu destekleyen en büyük alan sanattır.

Sanat boş bırakılacak bir yer değil aksine mücadele edilecek yerlerin başında gelmektedir. Bugünün piyasa sanatı, sistemin ve egemenlerin yüzünü boyayarak şirin ve albenili hale getiriyor. Ne yazık ki kadın hala bu anlamda kullanılan en büyük imge. Kadının imgeden çıkıp gerçekliğe kavuşabilmesi için kadınların daha fazla sanat yapmaları gerekmektedir.

 

 Evet daha fazla sanat... Emekten yana, eşitlikten yana bir sanat...” Kadın sanatçıların kendilerini var etmeleri elbette kolay değildir. Yukarıdaki örneklere daha birçoğunu eklemek mümkündür. Kadınların sanat eserlerinin “zanaat” olarak değerlendirildiği zamanların üzerinden o kadar da çok zaman geçmiş değildir ve kadınların üretimlerinin halka ulaşmasının önündeki engeller hala yerli yerinde durmaktadır.

Ataerkiyi tüm alanlarda yok etmek! Egemenlerin, sömürü düzenlerini devam ettirme stratejileri içinde ataerki ve onun şekillendirdiği toplumsal cinsiyet normları özel bir yere sahiptir dedik. Bu düzeni ortadan kaldırmak için bu en temel dayanağına vurmak gerekir, ancak diğer yandan, bu dayanağa vurmanın yolu da düzeni ortadan kaldırmaktan geçer. Yani, bir yandan yıkarken, diğer yandan toplumsal cinsiyet eşitliğini gerçekleştirmenin zeminini ve kültürünü oluşturmak şarttır.

 

Bu, düzene karşı mücadele eden herkesin görevi olmakla birlikte, belki de en büyük görev kadın örgütlenmesine ve kültür-sanat faaliyetçilerine, sanatçılara düşmektedir. Emperyalist-kapitalist sistemin her şeyi metalaştırdığı sistemde, kültür sanat ürünlerinin de toplumsal cinsiyet penceresinden bakılarak kökten bir eleştirisinin yapılması gerekmektedir.

Yaşamın tüm ayrıntılarına sızmış olan eril tahakkümün edebi eserlerden sinemaya, tiyatrodan resime kadar tüm sanat alanlarındaki tezahürlerine karşı savaş açmaksızın yeni demokratik kültürden de sanattan da bahsetmek mümkün olmaz. Bu elbette kolay bir iş değildir. Bunun için öncelikle, sanatçıların (ya da kültür sanat faaliyetçilerinin) ciddi bir toplumsal cinsiyet bilincine sahip olmasını gerektirir. Zira genetik olarak kodlanmış yaşama bakış açımızla, cinsiyet ayrımcılığından mustarip devrimciliğimizle yürüteceğimiz bir kültür-sanat faaliyeti sistemin bir başka açıdan yeniden üretilmesine hizmet edecektir.

 

 Bu eleştirel bakma işini sadece doğrudan emperyalist-kapitalist kültür ürünleriyle sınırlamamak gerekir. Halk içinde üretilmiş, sözlü ya da yazılı tüm sanat ürünlerinde, yine toplumcu çizgide sanat icra eden sanatçıların eserlerinde de bu cinsiyetçiliğin izleri ciddi anlamda mevcuttur. Ki bunları tespit etmek ve ayıklamak diğerinden çok daha zor bir durum yaratır.

 

 Örneğin bir Yılmaz Güney sinemasını kadın bakış açısından değerlendirdiğimizde çoğunlukla karşımıza çıkan tablo çok da iç açıcı bir yerde durmaz. Yılmaz Güney sinemasında (politik dönemler de dahil) “maço”, sert, kadınları koruyan, “kötü yola” düşmelerini engelleyen (onlara şiddet uygulama pahasına da olsa), kadınların namuslarının bekçisi, ailesine düşkün vs. vs. tipik erkek karakterler hemen hemen tüm Güney filmlerinde karşımıza çıkar.

 

Kadınlar, zaten erkek dolayımından yer bulduğu için esasta ve çoğunlukla ikincil plandadır. Gülcan Kaplan “Yeşilçam Melodramları ve Kadın” başlıklı makalesinde Güney filmlerindeki kadın imgesini (gayet isabetli bir şekilde) şu şekilde değerlendiriyor:

 

 “Türk sinemasının yetiştirdiği en büyük isimlerin başında sayılan Yılmaz Güney'in neredeyse bütün iyi kadınları esmer (Nebahat Çehre gibi), iflah olması zor, iradesi zayıf burjuva kadınları ise Filiz Akın, Azra Balkan gibi açık renkli, sarışın kadınlardı.

 

Güney sol içerikli filmlerinde, melodramın ‘iyi’ aile kadını-’kötü’ fahişe kalıbını kırmamış, iyi aile kadının yerine nutuk atan solcu kadınları, ‘kötü’ ya da ‘vamp’ kadının yerine ‘ahlaksız’ burjuva kadını geçirmekle yetinmiştir.” Bu durum, elbette sadece Yılmaz Güney’le sınırlı bir durum değildir; kültürün en önemli hem üretim hem de yayım araçlarından sinema, toplumsal cinsiyet rollerinin benimsetilmesinde ataerkinin en faydalı okullarından biridir.

 

 Bizim özellikle dikkat çekmek istediğimiz nokta; en ileri görünenin dahi içinde bulunan kadını nesneleştiren, toplumsal rollerinin altını çizen vs. unsurların dikkate alınması, tüm ürünlerin bir de bu gözle bakılıp ayıklanması gerektiğidir. Aynı durum halk türküleri için de fazlasıyla geçerlidir.

 

Halk kültürüne ait kodları en berrak biçimde barındıran halk türkülerinin birçoğunda kadın bedeninin tüm ayrıntıları cinsel bir obje olarak kullanılırken, “iyi” ve “kötü” kadınlar aile içi yeteneklerine ve “namus” algısına göre ayrılır.

 

Halk kültürünün ilerici yönlerini taşıyan bir halk ozanı olarak Karacaoğlan’dan bir örnek vermek gerekirse:

“Karac'oğlan der ki Mevlâ yaratır/

çocuğunu verir ele beletir/

kabını yumaz da ite yalatır/

alman kötü avradı huri de olsa...” gibi dizelere çokça rastlanır.

 

Aynı türkülerde erkeklerin “bıyıklarına” dizilen övgüler dışında bir nesneleştirmeye kolay kolay rastlanmamakta, en fazla hegemonik erkekliğin dışına çıkan erkeklere yergi içeren türküler yakılmaktadır. Ki bu da yine  toplumsal cinsiyet sisteminin en temel gereklerinden biridir.

 

Kısacası halk kültürü ya da toplumcu kültür denilerek bunların cinsiyetçi yönleriyle birlikte sahiplenilmesi yeni demokrasi kültürünü daha baştan sakatlayacak bir işlev görür. Diğer yandan, emperyalist-kapitalist kültür, ya da popüler kültürü üzerinde hiçbir inceleme yapmaksızın toptan bir reddedişe gitmek da doğru değildir.

 

 Örneğin popüler kültürü ele alalım. Bu kültür alanı, daha çok bir aşağılama, basit, kolay anlaşılır, çabuk tüketilir şeklinde değerlendirilir; ki yanlış da değildir. Ancak özellikle bu alanın tüketicilerinin kadın olduğunu bildiğimize göre, bu noktada ayrı bir değerlendirme yapmayı gerektirir.

 

“Haberler ve tartışma programları gibi ‘erkeksi’ ve ‘ciddi’ biçemlerin dışında kalan ‘kadınsı’, ‘önemsiz’ ve ‘hafif’ olarak nitelenen biçemlerin en önemli tüketicileri kadınlardır.

Bu nedenle, kadınlara ‘seslenen’ türlerin kadın bakış açısından değerlendirilmesi, pembe dizi, sevda romanı vb. popüler kültür ürünlerinin kadınlar arasında niçin popüler olduğunun yanıtlarının aranması gerekmektedir.”

(Kadın ve Popüler Kültür, Süleyman İrvan, Mutlu Binark, Önsöz, ARK Yayınları, sf. 7)

Bu yanıtları aramak ve bulmak, bir yandan kadını toplumsal rollerini benimsetme odaklı popüler kültüre yönelik mücadelede faydalanabileceğimiz bir veri sağlarken, diğer yandan kendi üretimlerimizde dikkat edilmesi gereken yerleri de açık edebilecektir.

 Ancak tüm bunlardan da öte popüler kültür diyerek küçümsemeksizin (bu aynı zamanda bu kültürün tüketicilerinin küçümsenmesi anlamına gelmektedir) kadınların pembe dizi ya da aşk romanları okumak gibi pratiklerinin kendileri için ne anlama geldiğini bulup çıkartmak önemlidir.

 

Janice Radway, “İdeolojik Çakışmaların Tanımlanması: Kitle Kültürü, Analitik Yöntem ve Siyasal Pratik” başlıklı makalesinde şöyle söyler: “Eğer uygun bir ‘okuma’ ile bu metinlerin (sevda romanları ve pembe diziler –ÇN) ataerkil yüzeyinin kadına ait bir alt metni gizlediği ve bunun sonucunda da kadın izleyicilerin bu metinleri karşıt bir okumayla yorumlayabildikleri, yani kadın izleyicilerin öyküleri kendi yaşamlarındaki fiili sınırlamaları ortaya çıkarmak için kullandıkları gösterilebilinirse, ataerkil anlamlandırmanın başat pratiklerine kadınların hangi oranda ve yaygınlıkta karşı koyabildiklerini daha iyi anlayabiliriz.

 

 Bu direnmenin, değiştirilmesi olanaksız bir ataerkil dünya ile başa çıkmanın taktikleri ile sınırlı olduğu söylenebilirse de, ihtiyacın daha iyi anlaşılması ve böylesi tedavi edici çözümlerin arzulanması çok  daha geniş çaplı bir değişim olasılığını da ortaya çıkarır. Diğer bir deyişle, eldeki karşıt yorumlama edimini, alternatif bir söylemin etkin karşı koymasına dönüştürmek için bir umut ışığı vardır.”

 

Kadınlar, pembe dizilerdeki karakterlerle kendileri arasında bir özdeşim kurarken, diğer yandan yaşama bakış açılarında değişme yaratırlar, roman ya da dizi kahramanlarının beklentilerini de edinirler. Bu özdeşleştirme her ne kadar toplumsal roller açısından “ideal” kadın modeli üzerinden gerçekleştirilmiş olsa da, özlemlerinin sınırları artan kadına, yaşamının sınırları dar gelmeye başlar: “Ataerki, duygusal ilgiye ve ihtimama kesinlikle ihtiyaç duyan birer birey olarak biçimlendirdiği kadınların bu ihtiyaçlarını karşılamayı başaramaz, çünkü o erkekleri bu ilgiyi yeterince sağlayamayacak bir biçimde bakışımsız olarak biçimlendirir. Bu açıdan bakıldığında, sevda romanı okuma, ataerkindeki asli ve potansiyel olarak yıkıcı bir çelişkinin merkezine odaklanan bir etkinlik olarak görülebilir.” (age)

 

Elbette buradan, kadınları pembe dizi izlemeye veya aşk romanları okumaya teşvik edelim sonucu çıkartmıyoruz; ancak en olumsuz bir “sanat” ürünü içinde dahi, toplumu değiştirmenin yollarını bulup çıkarmanın önemine vurgu yapmaya çalışıyoruz.

Bir yanda en ilerici bir film ya da romanda kadınlık durumunu, toplumsal cinsiyet rollerine uygun olarak şekillendirmenin, diğer yandan, zaten bu amaçla yapılmış ya da yazılmış bir filmde, romanda kadınlar adına direnme dinamikleri bulmanın mümkün olduğunu söylemek istiyoruz.


4 Mayıs 2023 Perşembe

Tarihimizden Notlar..KALANLAR VE AYRILANLAR…DARBE GERÇEKLİĞİ-5-

İLKELİ BİRLİK…

 Örgütsel birliğin gündeme geldiği yerde tartışma konusu olması kaçınılmaz konulardan biri de bu olsa gerek… Öncelikle kimseyle ilkeli ya da ilkesiz bir birlik tartışması içinde olmadığımızı belirtelim.

Olası bir birliği de kendi şartlarında tartışırız.

 Kuşkusuz ideolojik birliği, politik çizgide hem fikirliği, program ortaklığını ve halk savaşında ısrarı birliğin temeli kabul ederiz.

Bunun sonrasında olacak şey, parti ilkelerinde, temel tüzük ilkelerinde gönüllü ve samimi beraberliktir.

Zira ilk dört unsuru hayata geçirmenin yegâne koşulu parti ilkelerinde yakalanacak üst düzey birlikteliktir.

 Güçlü, çelik disipline sahip, demokratik merkeziyetçiliği tam olarak benimsemiş bir yoldaşlık ilişkisi olmadıkça ilerlemek mümkün değildir.

 Kuşku yok ki, bu aynı zamanda bir süreç sorunudur.

Yani bu hedefe, bu ilkelere sahip olduktan sonra her şey tamamlanmış olmayacaktır.

 Sorunlar, kopuşlar, tasfiyeler, gerilemeler olabilecektir.

 Ancak her şey, nihayet bu ilkelerin benimsenmesine dönük ele alınacak ve çözümlenecektir.

Bu ilkelerde beraberlik olduğu sürece hatalar kavranabilir ve aşılabilir. Meseleye bakışımız öz itibariyle ve kısaca böyledir.

 Şimdiye kadar anlattığımız, “esas” yönleriyle uygun/doğru görmediğimiz ST’nin “birlik” çağrısı, parti anlayışını ve bunun özgülünde tarihsel yapısını/karakterini analiz etmeyi içermediği ya da başara  madığı için “ilkesiz”dir.

Bu öneriye “evet” dememiz mümkün değildir.

Buna evet demek, “partiye darbe suçu”na ortak olmak demektir.

Bu başlı başına bir ilkesizliktir.

ST “ilkeli birlik” isteğinde olduğumuzu belirtirken yanılgı içindedir. Onun çözümlemesi gereken, bizim söz konusu sürece dair değerlendirmemizin önerisiyle ilişkisidir.

 İlkesizlik, bu ilişki çözümlenmedikçe devam eder.

Çözümlendiğinde ise ya birlik gündemlerinden kalkacaktır ya da ST’nin bakış açısı “önemli derecede” değişecektir.

 Tekrarlayacak olursak:

 Bizim “ilkeli birlik istiyoruz” biçiminde bir söylemiz yok.

 Bu söylemin gerçek kaynağı hakkında bilgi sahibi değiliz. ST “bu söylem”lerinin kaynağından söz etmiyor. Ama aynı bölümdeki şu ifade düşündürücüdür: “… nasıl bir ilkeli birlik sorularını açıklamak yerine ‘siz darbecisiniz biz komünist; siz tasfiyecisiniz biz komünist’söylemleriyle kendisi için hayati olan bir sorunu çözmekten uzak durmayı tercih etmektedir.” (Sf. 39)

Bu cümlelerde “ilkeli birlik” söyleminin ST’ndeki öneriye yanıt olarak oluşmadığı düşüncesi var.

 Zira “birleşemeyecek iki grup”tan bahsediliyor: Darbeciler ve komünistler!

Bunlar arasında “ilkeli birlik” mümkün müdür? Hayır, değildir! O halde ST neden bu söylemi tartışma ihtiyacı duyuyor? Onun derdi/sorunu “darbeci-tasfiyeci” olmadığını, bu iddia sahiplerinin yanlış değerlendirme yaptıklarını ispatlamak olmalıdır…

 

 Çünkü söylemin kaynağı budur. Tasfiyecilikle, darbeyle birlik olamayacağını, olacak birliğin ise ilkeli olamayacağını herkes bilir.

ST “ilkeli birlik” nasıl olur açıklayın diyor.

 Bunun cevabı bilinmez değildir ki, bakın siz bile “kriterleri” dizmişsiniz! Üstelik partinin bir varlık zemini zaten vardır. Bu zemin ile uyumlu olanlarla birleşmek, uyumsuz olanlarla mücadele etmek gerekir.

 O zemine ihanet edenlerle ise mesafeli olmak gerekir!

 AYRILIKÇILIK…

ST’nin manipülasyon yaptığı önemli konulardan biri de ve elbette şimdiye kadarki iddialarıyla uyumlu olarak, “ayrılığı meşrulaştıracak çok tali” konuları öne çıkartmamız ve -birliklere düşmanca yaklaşmamızı öne çıkarmak üzere- “ayrılıklar” hakkındaki düşüncelerimizdir.

 

 “TKP/ML’nin 94 ve sonrası ayrılıkların hepsini incelediğimizde

(inceleme dedikleri kulaktan dolmalardır -Partizan)

göreceğiz ki yoldaşlarımız ayrılıkları temel ilkeler üzerinden değil, herhangi bir sebeple yapabileceğini savunmaktalar, “çünkü ‘darbeciler’ dışındaki üç beş defa daha bölünmesinin ya da bölünme niteliğinde insan yitirmesinin nedenleri de yine darbeci, bölücü, yıkıcı, tasfiyeci, parti düşmanı biçiminde ortaya koymaktadır.” (Sf. 37)

 

ST sapla samanı karıştırmayı, olguyu bilmeden, incelemeden karar vermeyi, işine geldiği gibi anlamayı seçerek ipe sapa gelmez eleştiriler, tespitler yapmaktadır. TKP/ML’nin ST’nin formüle ettiği gibi bir savunusu nerede gerçekleşmiştir?

 Hiçbir yerde!

Düşler içinde misiniz? Yoksa birilerini düşlere gark etmeye mi niyetlisiniz? Ortaya atılan “ayrılık savunuculuğu”, “herhangi bir kararın uygulanmamasının ayrılık için yeterli olduğu” fikirleri arkadaşların yorumudur.

 Kulaktan dolma “incelemeler”i onları bu fikre ulaştırmış. Bizler hakkındaki “fikir”lerinin pek olumlu olmadığını hep biliyorduk. Hakkımızda pek çok yere “aktarılan bilgilerin” niteliği artık bizleri şaşırtmıyor.

Parti üyelikleri düşürüldükten sonra kimi “sıkıntı”larını paylaşanların durumu hakkında kardeş partilere verilen bilgilerdeki abartılar, doğru olmayan bilgiler bizleri bu tutuma karşı epey hazırlıklı kılmış durumda.

Şimdiye kadar önemsemedik. Bundan sonra da önemsemeyeceğiz bu kuru gürültüyü. Yukarıdaki alıntılar bir iki cümleden ibaret değil, yazıda denebilir ki “yeterince” yazmışlar. Oysa bahsedilen süreçlerde savunageldiğimiz bir ayrılık yok.

 Bazıları ayrılmayı seçmiştir, bazıları disiplini benimsememiştir.

Sonuçta hepsi partiyle yürümede güçsüzlük göstermiştir.

 Ayrılanları eleştirdiğimiz, bölücü, parti düşmanı vb. olarak nitelediğimiz doğrudur.

Sonuç olarak her biri ayrı değerlendirilip nitelikleri saptanmış ve tanımlanmıştır.

Ayrılmaları bizleri onlar hakkında değerlendirme yapmaktan, onları tanımlamaktan alıkoymaz.

 Bu nedenle suçlanmamız ya da eleştirilmemiz anlamsızdır.

Ancak değerlendirme ve tanımlamalarımızın eleştirilmesi mümkündür. Bunun için de somut bilgi, tartışma gerekmektedir. ST bu bölümde aynı sayfada “Partiden atma”lara değiniyor.Ayrılmalarla üyelikten düşürülmeleri ST’nin aynı kategoriye yerleştirmesi ve bunlara aynı biçimde “kalkan” olmaya çalışması pek hayırlı bir davranış değil.

 Objektif her okuyucu için de bu, dikkat çekici olmalıdır!

 ST bu “ayrılıklar”da “birlik zemininin” olup olmadığının sorgulanmadığını iddia ediyor. Bu bilgiye nereden ve nasıl ulaşıldığı “meçhul”! Oysa meçhul değil, o kulağa akan bilgilerin kaynağı ve o bilgilerin ne tür bir inceleme ve düşünme yöntemiyle harmanlandığı çok açık…

 Üyelikten düşürülmeler, bireyin parti ile olan “sözleşmesinin” tam da ST’nin ifade ettiği gibi, bireyler tarafından gönüllü olarak “çiğnenmesi”nden ileri gelmektedir.

Kendisini iradenin bulunduğu organın, organın dahil olduğu hiyerarşinin üzerinde gören ve bundan hareketle irade ve eylem birliğini bozan kimseler, nihayet partiden atılırlar.

Nihayet diyoruz,

çünkü atılmalar bir sürecin sonunda olur.

Her “bir karara uymayan, bir kararı tanımayan, eleştiren kişi atılır” diye bir kaide yok. Eylemin ve eylemcilerin şartları, savunuları, devamlılık, anlayış düzeyindeki gelişmişlik vs. dikkate değerdir.

Asıl sorun elbette eylem birliğinin bozulma derecesidir! Şunu kuşkuya yer bırakmayacak şekilde vurgulayabiliriz ki, partiden atma son tercihtir ve arzu edilmeyendir.

 ’94’ten sonra, bir başka “birlikçi” KKSG dışında “ayrılık” ve “bölünme” diye nitelendirilebilecek bir pratiğin olmadığını da belirtmek gerekir. Bazı üyelerin üyeliklerinin düşürülmesi bu kategoriye sokulamaz.

ST uzun zamandır belirgin gerçekliğe rağmen bu konuda manipülasyon yapmaktadır. Gereksiz ve yıpratıcı tartışmalar, suçlamalara bu derece yaslanmaları ST’nin sürecimize bakış açısındaki derin subjektivizmin sadece bir sonucudur.

Bir taraftan “birlik” metni, diğer taraftan bu derecede manipülasyon ve yıpratıcı faaliyet başka türlü açıklanamaz. Arkadaşlara aklıselim düşünmelerini ve davranmalarını tavsiye edeceğiz…

Bilmediğiniz, vakıf olmadığınız konularda bir ölçüde mütevazı olun, “bildiklerinizle” hareket etmeyi abartmayın. Başkalarının sahasına girdiğinizde ve onlar hakkında yorum yaparken tevazu gösterin… “Birlik zemini sorgulanmadı” ve “derhal ayrıldılar, attılar” demek için hiçbir haklı nedeniniz yok. Olamaz, çünkü bu gerçek değil.

 

Sonuç olarak anlayış düzeyinde parti iradesini hiçe sayan, kendini onun üzerinde gören, onu beslemeyi değil yalnızca yönetmeyi arzu eden, onun üstünlüğünü inkar eden tutumlar nihayetinde dışlanırlar…

 Üyeliklerin sonlandırılmasının temel nedeni budur.

“Bir karar uygulanmaz ya da yanlış uygulanırsa sizlerin de o yapıdan ayrılmanız ve atılmanız için yeterli sebep ortaya çıkmış demektir” diyebiliyor ST.

İnanılmaz bir cüret! İspatı mümkün olmayan bir iddia; ancak ispata gerek duymama durumunda bu derecede cüretli gündeme gelebilirdi. Bizim bahsi geçen yaklaşımı savunduğumuza dair tek bir kanıt sunabilselerdi ne iyi olurdu! Ama yok.

 Kimsenin de kanıt aramayacağını düşünüyorlar. Neye dayanarak bu absürd yaklaşımı yakıştırıyorsun demeyecek hiç kimse! Bu kara çalmayla sadece kendilerini ve gerçeklerden kopuk olanları, sürecin dışında olup ilgisiz kalanları aldatabilirler.

Biz ise onların “birlik” amacındaki samimiyetsizliğini bir kez daha tecrübe etmiş oluruz…

 

PARTİ TARİHİ VE “TARİHİ” MUHASEBE…

ST, 1. Kongre belgelerini değerlendirmememizi sorumsuzluk olarak eleştirmekte, “TKP/ML Maoist partiye karşı sorumluluk hissetmeden bir yere varamaz” demektedir. Hiç şüphesiz Maoizm adına konuşanların, tarihimiz hakkında kararlar alanların görüşleri bizleri bir başka ilgilendirir. Ancak bu onlarla ilgili “sorumluluk duymamızı” gerektirmez.

 Bununla beraber ST’nin eleştirisinin görece haklı olduğunu kabul etmiyor değiliz. Bizim için asıl problem henüz bütünlüklü bir tarih sentezi yapmamış olmamızdır. ST’nin değerlendirme sorumluluğu taşıdığımıza dair öne sürdüğü belgeler ise bir sentez olmaktan çok karmaşık olayların anlatımıdır. Doğru bulmadığımız anlatımlar ve sonuçlar olduğu gibi yöntemini de sağlıklı bulmuyoruz. Şimdi bu belgeler karşısında duyduğumuz asıl sorumluluk zaten kendini öteden beri zorunlu bir gereksinim olarak dayatan “tarihimizin bir sentezini” gerçekleştirmektir. Ki bu aynı zamanda geleceğimizin sağlam bir temel üzerinde inşası için de zorunludur.

 Diyebiliriz ki, doğru bir sentez aynı zamanda mevcut koşulları ve önümüzdeki yılları doğru kavramış olmanın da sonucu olacaktır. Ancak ne yapmakta olduğunu, ne yapacağını bilenler geçmişin sentezini de esas olarak başarırlar. Bu düzeydeki bir tarih kavrayışı, olayların anlatımını temel mesele haline getirmekten de büsbütün ayrılır. Böyle bir kavrayış güne ve geleceğe yön veren esas akımların idrakinde olup tarihi sentezlemeyi başarır.

ST’nin sunduğu malzeme böyle bir sentezin parçası olabilir. Ama kendisi olamaz! Ona karşı duyarlılığımız bu çerçevede mümkündür.Ancak ondan önce sorumluluğumuzun gerçekten tarihi sentezleyecek niteliğe gelmek olduğunu tüm açıklığıyla ve çekinmeksizin belirtmeliyiz. Bu da bizim bunun parçası olabilecek belgelerle ilişkimizin düzeyini, sanırız anlaşılır kılacaktır!

 

DEH-KOM VE DEKLARASYON

 

 “Ayrılık noktaları”nda ST, “DEH-KOM ve Deklarasyon” konusuna da yer vermiş. Bu alan özgülünde aramızda önemli farklılıklar olduğu doğrudur ancak biz  burada farkları tartışmayacağız. Dikkatleri yanlış bilgilendirmelere ve yanlı yönlendirmelere çekmek istiyoruz.

 

 ST bu konuyu hem yüzeysel hem de son değerlendirme ve kararlardan “bihaber” ele almıştır. Kuşkusuz böyle olmasından direkt kendilerinin sorumlu olduğunu söyleyemeyiz.Ancak DEH-KOM aracılığıyla bazı gelişmelerden haberdar olmalarını umuyorduk! ST, DEH-KOM ve Deklarasyon hakkındaki görüşümüzü eleştirirken bir sorunumuzun da bu meseleyi uzun süre gündemimize almamış olduğumuzu belirtmeliydi.

Çünkü ST’nin eleştirisi II. MK tarafından yapılmış değerlendirmeye dairdir ve partimiz bu meseleyi uzun süre ele almamıştır. Ama artık bu süre tamamlanmıştır. DEH-KOM’a yeni ve süreci açıklayan bir mektup yazılmıştır. Birçok anlaşmazlığa açıklık getirildiği gibi bazı “önemli” eleştirilerimizin de geçerliliğinin kalmadığı “itiraf” edilmiştir. Örneğin “Mao Zedung Düşüncesi” kavramının kullanımına yönelik eleştirinin bir hükmü kalmamıştır.

Çünkü Partimiz MLM kavramını ’93’te kabul etmiştir. Benzeri ve daha bir dizi konudaki değişiklik ve görüşümüz DEH-KOM’a mektupla sunulmuştur. Burada üzerinde duracağımız konu, doğal olarak mektup ve sunduğumuz görüşler olmayacaktır.

 Bu mektup, yanıt için beklenen makul süre geçtiği ve bu kurumdaki gelişmelerden okunduğuna göre belli bir süre daha ya da hiç yanıt alınamayacağı anlaşıldığı için bu yazıyla aynı tarihlerde kamuoyuna açılacaktır. Bizim için halihazırda temel sorun DEH ile ilişkimizin netleşmesidir.

 Bilindiği gibi SB adına yapılan söyleşideki ifadeler nedeniyle DEH üyeliğimize son verildi. Bu karara itiraz etmekle beraber onu bir gerçeklik olarak kabul ettik. Henüz ilişkimizin düzelmesi için bir çaba içindeyiz. Bu çabamız “üyelik” ile sınırlı değildir. Ve hatta esas olarak DEH’in yapısıyla ilgilidir. Çünkü üyeliğimizin sonlandırılması da bu yapıya dönük eleştirilerimizin kabaca ve yersiz biçimde getirilmesine dayanmaktadır.

DEH’e yönelik eleştiride gerekenlerin uygulanmadığ, bu anlamda görevlerimizi yerine getirmede başarısız olduğumuzu kabul ediyoruz. Çabamız bu süreci normalleştirme ve sağlıklı çalışma ortamının yaratılması içindir. Bu konudaki eleştiri ve tespitlerinde ST görece haklı olsa da DEH ve deklarasyonla ilişkimizin onun belirlediği veya bildiği gibi olmadığını özellikle vurguluyoruz. Şimdiki durumda “olumsuz ilişki”nin düzeltilmesi çabasından söz edilmelidir.

 DEH üyeleri özellikle de DEH-KOM üyeleri sürecimiz hakkında önemli derecede yanlış veya eksik bilgilere sahiptir. Bu durumdan asıl olarak bizler sorumluyuz. Bununla beraber “yanlış bilgilendirmeler”le -bilgilenme dar/sınırlı olduğu halde- sürecimizle ilgili kesin sonuçlar çıkaran ve tavır geliştirenler de bundan sorumludur. Ne yazık ki, ilişkilerin düzeltilmesi daha doğrusu normalleşmesi, arada “yığıntı”dan kurtulmayı da gerektiriyor.

ST’nin ortaya koyduğu “ayrılık” unsuru bu bakımdan somut duruma uygun değildir. Onun belirttiği ayrılık geçmişte kalmıştır. Asıl ayrılık noktası DEH’in yapısı ve çalışmaları hakkında olabilir. Belirttiğimiz gibi onun da tartışılması için henüz erkendir ve yeri de burası değildir.

 

 

MAOİZM…

ST Maoizm konusunda epey ilerlediğinden bahsedip bizlere de sözde değil özde Maoizm’i kavramamız gerektiğini salık veriyor. Hiç şüphesiz “Maoizm’isözde değil özde kavrayın ve uygulayın” öğüdünü saygıyla karşılamak gerekir. Bu öğüt ST gibi esas olarak olumsuzladığımız bir yapıdan da gelse, kendi başına anlamlıdır ve hatta gereklidir. Bizlerin bu ve benzeri öğütlerle sorunu olmaz. Sorunumuz öğüdün kendisi değil sunuluş biçimi ve sahibidir.

ST, TKP/ML’nin yaşadığı bütün başarısızlıkların, olumsuzlukların temelinde MLM’yi kavrayamama sorunu bulunduğunu inkar ettiğini ima ederken neye dayanmaktadır, bilmiyoruz. Yayınlara, kitle toplantılarına yansıyan kavrayışsızlık, kafa karışıklığı bir dereceye kadar anlaşılırdır. Bazı tezler, görüşler ST tarafından eleştirilebilir, zaaflı görülebilir, yadırganabilir.

Bunlar doğru/haklı da olabilir. Ne var ki bu gibi olgulardan yola çıkarak sorunlarımızın temelinde nihayet ideolojik yetmezlik olduğunu inkar ettiğimizi söyleyemezsiniz. Hiç kuşku duyulmayacak tezlerden biri de, yanlış yapma, hatalı fikirler savunma, başarısız olma, gerileme ve hatta ilerleyememenin, ideolojik yetmezliğin bir sonucu olduğudur.

Dolayısıyla MLM’nin kavranışındaki sorunlara işarettir. Bunu ifade etmek özel bir meziyet değildir. Bunu inkar etmek hiç anlaşılır, kabul edilir bir tutum olur mu? Elbette hayır! Maoizm’in, proleter ideolojinin/biliminin doruğu olduğu konusunda partimiz diğer Maoist partilerle hemfikirdir.

’93’teki Birlik Konferansı’nda bu, karar altına alınmış ve o günden bugüne savunulmaktadır. “Maoizm” kavramını kullanmamış olmak veya bu belirleyici kavramın kabul edilmesinde gecikmek, hem yetmezlik göstergesidir hem de yabancı akımlara karşı mücadelede uyanık olamamanın sonucudur, onların etkisinde kalmaktır. Bu yetersizliği uzun süre yaşadık.

’93’ten sonra ise formülasyon düzeyinde Maoizm’i kabul etmek onu tüm yönleriyle bilime nitel katkı olarak kavramak bakımından önemli bir gelişme oldu. Ancak henüz bu kavrayışın yeterli olmadığı tarafımızdan çeşitli zaman ve biçimlerde dile getirildi.

 Maoizm’i kavrayıştan hareketle, Mao’nun Marksizm-Leninizm’e katkıları ve Komintern’in hatalarına ilişkin değerlendirmelerde, kitle çizgisi, iki çizgi mücadelesi, DEH’e yaklaşım ile birlik politikası ve tarihsel gelişmelere bakışta ST’nin bize göre “bir hayli mesafe aldığı” iddiası ispata muhtaç, pek de anlamlı olmayan bir iddiadır.

 Yeri geldikçe belli konular üzerinde durulmaya devam edilecektir ama DEH ile ilişkimizdekisorunların diğer meselelerle ilişkilendirilerek aleyhimize kullanılması, en azından kafa karıştırıcı olduğu için doğru bir tartışmaya engeldir. DEH ile ilişkilerimizin ST’nin iddia ettiği içerikte olmadığını belirtmemiz gerekir. Bununla beraber ST’nin DEH ile ilişkileri genelde sıkı tutması mutlaka olumlu(!) etkilere de neden olmuştur.

Ancak bu tür bir kıyasa malzeme olamaz. Ya da bundan hareketle epey ilerlendiği iddiası kanıtlanmış olmaz. Örneğin başarısızlıkların nedeninin nihayet Maoizm’i kavramamak olduğunun kabulü, alınmış “epey bir mesafe” değildir. Kuşkusuz bu doğrudur. Ama bunun reddedildiği doğru değildir. Ve bunun kabul edildiğinin bir çözüm oluşturduğu da. Bu,sadece “çözmeye yönelmek”te avantajlı bir konumlandırmadır. Asıl olan o avantajı kullanmaktır. Bu noktada bir ilerlemeye ise tanıklık etmiyoruz.

“İlla da” kavramıyla bunun sağlandığı iddia ediliyor ise buna kesinlikle katılmıyoruz. Maoizm’in kavranışındaki sorunlar hemen her başarısızlığın da nedenidir. Dolayısıyla Maoizm savunuculuğu ilerlemek için koşuldur. Ama yeterli değildir. Bizlerin “sözde savunuyu yeterli gördüğü” ise ST’nin bir deli saçmasıdır: “TKP/ML Maoizm’i sıradan bir savunu, söylem olarak ele almaktan kurtulmalıdır”

 (Sf. 23) Aynen öyle! “sıradan bir savunu” hiçbir yere götürmez. Peki “illa da” kavramı “sıradan”lığın reddi, özellikli savununun kanıtı mıdır? Bu konuda da üzgünüz… İçerik olarak Maoizm’in nasıl savunulacağı elbette ki tartışmanın temeli olmalıdır.

Örneğin darbenin Maoist iki çizgi mücadelesi anlayışıyla nasıl bağdaştığı üzerinde durulmalıdır. Ya da Maoizm’in bunca lafzına karşın pratikte gerilemenin sürüyor olmasının bir handikap olup olmadığı sorulmalıdır … Sonuç olarak şimdi de içeriğe dair her eleştirimiz kaçınılmaz olarak Maoizm’in düzeyinin sorgulanmasıdır. Ama “illa da” kavramına dikkat çekip biçim açısından bir eleştiri yapacağız şimdi.

Daha önce de buna dikkat çekmiştik. “İlla da” kavramı Maoizm’e yönelik bir vurgu için seçilmiştir. Bu kavramın ne anlattığı, neden kullanıldığı üzerinde durmak gerekir. Bu kavramın “özellikle” anlamında kullanılma derdi anlaşılır olmalıdır. PKP’nin kullandığı kavram budur. Ve amaç günümüzün kavranması açısından bilimin ulaştığı doruğa vurgu için Maoizm’e dikkat çekmektir. Bunu olumsuzlamak mümkün de değil. Hiç kuşku yok ki, Maoizm bunları ifade eder.

Zira Maoizm, proletaryanın bilimsel ideolojisinin üçüncü ve son aşamasıdır. Eğer savunulmaz veya kavranmazsa Marksizm-Leninizm uygulanamaz olur. “Özellikle” kavramı bu yaklaşımla çelişmez-uyumludur. Ancak “illa da” kavramı “özellikle” anlamını içermekle birlikte bundan daha çok “her zaman, her yerde, her şeye rağmen” anlamında kullanılan bir kavramdır. Bilimsel bir öğretiyi, bilimsel özelliği olmayan ya da zayıf bir kavramla savunduğunu ileri sürmek onun niteliğine aykırıdır ve pek uygun/akıllıca değildir.

 Burada bir zorlama olduğu açıktır. Bir şeyi her koşulda, her zaman (geçmişten geleceğe) ve/veya her şeye rağmen savunduğunu/savunacağını iddia ediyor olmak “sorunlu” bir tutuma işarettir.

ST kavramın bu özelliğini/anlamını bilerek ve tam da öyle olduğu için mi kullanmaktadır? Görebildiğimiz kadarıyla o kavramın bu özelliğini/anlamını pek önemsememektedir. Onun “özellikle” bağlamında bir ele alışından söz edilebilir.

Ne var ki, “illa da” için bu anlam, bu tanımlama yetersizdir. Ya da ST “özellikle” anlamına denk düşen değil, onu aşan bir kavram kullanmakla “yeni” bir tutum geliştirmektedir. Öyleyse bunu açıklamalıdır. Neden “her zaman, her yerde ve nelere rağmen” Maoizm? Bununla beraber bilimsel ilerlemenin sonsuzluğu ve zaman-mekan koşulu zaafa uğratılmış olmuyor mu? “İlla da” kavramının bir özelliği-anlamı da önüne getirdiği ismin uğradığı saldırılara, tahribata, hatta yenilgilere ya da içerdiği olumsuzluklara, yetersizliklere, başarısızlıklara karşın tercih edilmesinin zorunluluğuna vurgu taşımasıdır.

“İlla da” kavramının bu anlamı nedeniyle tercih edildiğini düşünmemizi gerektirecek ne var? Son yıllardaki yenilgiler, burjuva ideolojisinin sağladığı görece üstünlük vs. kavramın bu tarzda kullanımını gerektirmez. Kullanım özel bir döneme aittir ve öteki anlamları içermemektedir. Ama ST’nin buna dair bir açıklaması da yoktur. Açıklama bu yönde olursa bu kez tartışma farklı bir mecrada yürür.

Şimdilik böylesi bir vurguya ihtiyaç duymadığımızı belirterek geçelim. Biz, bilimi sırasıyla Marksizm Leninizm Maoizm olarak formüle etmeyi uygun, yeterli görüyoruz, Maoizm’i sıralamanın sonunda olması ona “özellikle” anlamını vermesi bakımından yeterlidir. Bunun ayrıca belirtilmesi gerekli değildir diye düşünüyoruz.

Sonuçta Maoizm’e ayrıca vurgu yapmanın, onun belirleyici özelliğini öne çıkarmanın anlaşılır olduğunu kabul ediyoruz. Bunu kendi savunumuzla, formülasyonumuzla uyumsuz görmüyoruz.Ancak bunun için bilimsel yönü eksik, sorunlu bir kavram tercih edilmesini uygun-anlamlı görmüyoruz. Bunun için uygun kavramlar “özellikle”, “bilhassa”, “daha da çok” gibi kavramlardır.

ST bu kavramı “ayrılık noktaları” olarak tartışmamıza sunarken şöyle yazmış; “TKP/ML, Mao savunulmadan Marksizm-Leninizm savunulamaz anlayışını sadece sözde değil, ‘sözde’teorik olarak da kabul ederek pratikte hayata uygulamalıdır.” (Sf. 23) Bu ilginç bir vurgu! Öncelikle çok açık değil.

Sözde değil “sözde” teorik olarak!!! Eğer illa da kavramına dikkat çekiliyorsa bu kavramı kullanmamız salık veriliyorsa, bu anlamda kavrayışımızı yükseltmemiz isteniyorsa yanıtımız “bu yönde bir gelişim içinde değiliz” olacaktır. Ayrıca Maoizm’i kavrayışımıza dair eleştirilerin gerekli olduğuna inanmakla beraber, bu eleştirinin yukarıda içeriğine “açıklık” getirmeyi denediğimiz kavram üzerinden gelmesine, baştan itiraz edeceğimizi şimdiden belirtmek isteriz.

Bunu “illa ki” reddederiz… Bilimde bu tür zorlamalara ihtiyaç yoktur. İdeolojik olarak sesimizi yükseltmeyi, yürekleri pratiğin cereyanına tutmayı tercih ederiz!..

ŞEHİRLERİN ÖNEMİ…

ST bir başka ayrılık nedeni olarak TKP/ML’nin 7. Konferanstaki “bugün şehirler esas olmalıdır” savunusunu göstermektedir. Öne sürdüğü bu iddia onun inceleme, kavrama düzeyi hakkında bizi epey kuşkulandırmaktadır. 7. Konferans belgelerinde şehirlerin devrimdeki öneminin arttığına dair görüşler vardır. Bununla beraber kimi dönem veya yerlerde geçici olarak şehirlerdeki çalışmalara yoğunlaşılabileceği de belirtilmiştir. Ama şehirlerin “esas” olduğuna yönelik bir tespit-belirleme olmamıştır.

 ST’nin iddia ettiği düzeyde bir “yenilik” olsaydı kuşku duyulmasın ki, bunun ortaya konuluşu çok farklı olurdu. Bir bölüm içinde, bir cümle içinde yetinilmezdi. Konu hakkında 7. Konferansın üzerinde durduğu olgu hem kırsal alanda hem de şehirlerdeki gelişmelere bağlı olarak halk savaşının ruhuna uygun biçimde kimi zaman ve durumlarda şehirlere yoğunlaşılabileceğidir.

ST bunu reddediyor mu bilmiyoruz.

Ama bizim “şehirlerin esas olduğu”na dair yaklaşımı reddettiğimizi herkes biliyor!

ST görüldüğü kadarıyla konferans kararlarında kafa karışıklığına yol açabilecek cümleler bulma çabasındadır. Kendilerinden isteyeceğimiz şey cümleleri olduğu gibi ve içinde yer aldıkları bütünlükle tartışmalarıdır.

 Aynı eleştiriyi “tarım devrimi” kavramı üzerinden de yaptıklarını da hatırlatıyoruz, ST’nin. “Toprak devrimi” yerine onu kapsayan içerikte “tarım devrimi” kavramını kullanmamızı “devrim anlayışını” değiştirmekte olduğumuza yormuştu ST.

Bu tarz, bir tür “kavram avcılığı”dır. Elbette kavramların takip edilmesini eleştirmeyiz. Ama bununla yetinmemeyi ve hele ki gerçek anlamından ayırarak, anlayıştan kopararak ve nihayet “ad koyarak” avcılık yapmayı onaylamayız. Günümüz şartlarında şehirlerin devrim mücadelesinde “esas olduğu”na dair bir anlayışımız yoktur. Bununla beraber bizimki gibi ülkelerde şehir çalışmalarının öneminin arttığını düşünüyoruz. Nepal ve Peru’daki gibi gelişmeler ve deneyimler bu bakımdan öğreticidir.

Kendi deneyimlerimiz de bu meselede anlayışımızı derinleştirmek gerektiğini ortaya koyuyor. Bu meselede dikkat edeceğimiz nokta, devrim sürecine bağlı ve halk savaşına hizmet eden tarzda bir şehir çalışması olacağı görüşünde ısrar etmektir. Hazırlık veya daha ileriki bir aşamada olsun, taktiksel olarak şehirlerdeki herhangi bir yoğunlaşma, halk savaşının temel prensiplerini değiştirmez ya da değiştirmeyi gerektirmez. Her durumda üzerinde durulacak husus, biçimin içeriğe uygunluğu veya hizmetidir.

7. Konferansta da halk savaşı anlayışı savunulageldiği içerikte onaylanmış ve şehir çalışmaları da buna bağlı olarak “önemli” addedilmiştir. Sonuçta 8. Konferansta da aynı anlayış içerik olarak vardır hem de 7. Konferansın tutumu bilinmekte ve onaylanmaktadır. Anlaşılacağı üzere, 7’de savunulup da 8. Konferansta terk edilen bir görüş bulunmamaktadır.

ST bu türden “kavram avcılığı”na yöneleceğine, bunların içeriğine ilgi duysa daha faydalı olur; elbette bizim için de! ST şehirlerin öneminin “arttığı” görüşünün veya yukarda değindiğimiz içerikteki “yoğunlaşmaların” halk savaşını veya “kır şehri kuşatır” tezini boşa çıkartacağını iddia edip, devamla bu ayrılık konusunun henüz sistemleşmiş önemli bir ilkesel ayrılık derekesine gelmediğinin altını çizerken, ortaya koyduğumuz politikayı kavramaktan bir hayli uzak olduğunu ispatlamaktan başka bir şey yapmıyor.

 Gerçekte o bariz bir dogmatik tavır içindedir. Bırakalım objektif şartları inceleyerek, değerlendirerek tartışmayı; “itiraz ettiği cümlenin” gerçekliğini ve bütün içindeki yerini dahi analiz etmeye erinmektedir. O kafasındaki kalıpla değerlendirme yapmış görünmekte ve böylece yersiz tartışmalara meydan vermektedir.

 Ama biz iddiayı yalanlamakla ve bu tarzı mahkum etmekle yetineceğiz.

BİTTİ...Partizan-sayı-71

Tarihimizden Notlar..KALANLAR VE AYRILANLAR…DARBE GERÇEKLİĞİ-1-

  https://www.xn--yziekasn-t0abd8vxz.de/2022/11/tarihimizden-notlar.html


 

 

Tarihimizden Notlar..KALANLAR VE AYRILANLAR…DARBE GERÇEKLİĞİ-4-

 ULUSAL SORUN VE BAŞLICA ÇELİŞME…

 ST’nin ayrılık noktalarından olduğunu ileri sürdüğü bir diğer konu da başlıca çelişmelere, ulusal sorunu meydana getiren “ezen ulus burjuvazisi ile ezilen ulus arasındaki çelişme”nin eklenmesidir. Kendileri ikinci kongrelerinde, sunduğumuz gibi tanımladıkları bu çelişmenin “başlıca çelişmeler” arasına konması gerektiğini ve Kaypakkaya’nın bu konuda eksik kaldığını belirtiyorlar.

 Hemen şunu ifade etmeliyiz;

Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı sorununun başlıca sorunlardan biri olduğu şüphesizdir. Kaypakkaya’nın da buna “çok önem taşıyan bir sorun” olarak baktığı aynı ölçüde tartışmasızdır. İbrahim yoldaşın başlıca çelişmeler içinde saymayarak bu sorunu küçümsediğini, önemsiz addettiğini söylemek için onun “Türkiye’de ulusal mesele” belgesini yok saymak gerekir.

İnceleyen herkesin kabul edeceği gibi orada yazılanlar ve bu belgenin Kaypakkaya’nın 5 temel belgesinden biri olması böyle bir iddiayı kendi başına geçersiz kılar. Biz bu konunun yüzeysel ele alınamayacağı ve daha doğru/uygun açıklama ve tanımlarla ortaya konması gerektiği düşüncesindeyiz.

Öncelikle “başlıca çelişmeler” kavramını tanımlamak gerekir;

Bir çelişmeyi neden “başlıca çelişmeler” arasına sokarız?

Bunun için onun devrim sürecindeki önemini mi incelemek gerekir, yoksa devrimdeki rolünü mü saptamak? Yoksa bu kavram mevcut iktisadi-siyasi yapının nedenselliğine mi işaret eder?

 Elbette “başlıca” kavramı aklımıza hemen “görünen”, “kendini belli eden”, “öne çıkan” gibi tanımlar getirmekte ve bundan hareketle nedeni ile sonucu ne olursa olsun ulusal sorunu başlıca çelişmelerden saymamak pek uygun görünmemektedir.

Ama şunu da görmemek olmaz; konu edilen, önder yoldaşın ulusal sorunu var eden çelişmeyi, başlıca çelişmeler içinde görmemesidir! Biz, bunun Kaypakkaya’nın konuya ilgisi ve çözümüne gösterdiği duyarlılık bakımından “izah edilebilir” olmadığını düşünüyoruz.

O halde “başlıca çelişmeler” kavramına farklı yönlerden de yaklaşmayı denemeliyiz. Başlıca çelişmeler tespitinin bir nedeni ve amacı olmalıdır. Kaypakkaya’nın konu hakkındaki tartışması

 (Seçme Yazılar, Umut Yay. Nisan 2004, Sf. 164) ülkedeki “devrim” sürecini tanımlamaya yöneliktir.

Çelişmeleri, toplumsal yapıyı, sınıflar mücadelesini inceleyerek ortaya koymak ve ülkenin iktisadi ve politik açıdan bulunduğu aşamayı saptamak için belirlemek gerektiğini görmekteyiz bu yaklaşımda. Böyle olduğunda Kaypakkaya’nın ezen ulus ile ezilen ulus ve azınlık uluslar arasındaki çelişmeyi “başlıca çelişmeler” arasında saymaması anlaşılırdır.

Bu çelişmenin ne toplumsal yapıyı belirleme özelliği ne de devrim sürecini tanımlamaya katkısı vardır. Kabaca şöyle ifade edebiliriz:

Bu çelişme olsa da olmasa da içinde bulunduğumuz yapı ve dolayısıyla devrim süreci değişmeyecektir. Ulusal sorunu var eden çelişmenin eğer pazara yönelik bir çatışmadan kaynaklandığını savunuyorsak, bunun toplumsal süreci belirleyici özellik taşımadığını, hakeza bir sonraki aşamayı da belirleyemeyeceğini kabul ediyoruz demektir.

 Bu durumda Kaypakkaya’nın söz konusu çelişmeyi “başlıca çelişmeler” arasında saymaması anlaşılırdır; sayılan diğer çelişmelere göre daha tali bir unsur olarak görmesi doğrudur.

 İbrahim yoldaşın kavramı kullanmadaki özgünlüğü ve ele alışı anlarsak onu eleştirirken en azından haksız belirlemeler yapmaktan kendimizi alıkoymuş oluruz… Bu nedenle ST’nin “başlıca çelişmeler”e ezen ulus burjuvazisi ile ezilen uluslar arasındaki çelişmeyi eklerken ortaya koyduğu Kaypakkaya eleştirisini onaylamıyoruz.

 Bu ekleme ancak kavramın anlamı ve süreç içindeki değişimlerle açıklandığında gerektiği gibi/uygun biçimde tartışılabilecektir. Kavramın Kaypakkaya’nın kullandığı yerdeki anlamı anlaşılır kıldıktan sonra, ST’nin yüklediği anlama uygun olarak,söz konusu çelişmenin başlıca çelişmelere dahil edilmesi önerisine cevap verebiliriz.

 Ulusalsorunu meydana getiren çelişmenin ülkedeki konumu, onu “belli başlı”, “öne çıkan” olarak görme51 mizi neredeyse zorunlu kılmaktadır. Yukarıda da değindik, zaten Kaypakkaya sorunun bu özelliğine yeterince ve layık olduğu ölçüde dikkat çekmiştir. Ne var ki, komünist hareket birçok meselede olduğu gibi bu meselede de önderlik misyonunu oynayamamıştır.

 Bunu neden vurguladık?

Şu sebeple; sözü edilen çelişmenin “başlıca çelişmeler”den sayılmamış olmasının, o sıralamaya dahil edilmemesinin, başarısızlığın kaynağı olarak gösterilmesine itirazımız var! Zira ancak bunun saptanmasından sonra ulusal soruna kaynaklık eden çelişmenin “başlıca çelişmeler” arasına konması gerekliliğini vurgulayabiliriz. Bunun tartışılmazlığının nedeni söz konusu çelişmenin ülkedeki siyasi etkisinin nitelik ve boyutudur.

Devrimci hareketin gelişimini önemli oranda etkileyen; hem Kürt halkının devrimcileşmesinde hem Türk halkının özgürleşmesinde/baskı ve esaret altındaki bilincinin gerilikten arındırılmasında belirleyici fonksiyonu olan bir sorundan bahsediyoruz. Başta Kürt ulusu olmak üzere ezilen ulus ve azınlıklar üzerindeki ırkçı-şoven baskı ortadan kaldırılmadıkça ezen ulusun halkı için de özgürlük elde edilemeyecektir.

Bilincinde egemen sınıfların ırkçışoven ideolojisini, politikalarını taşıyanlar devrime kapalı olurlar, devrimi kavrayamazlar, devrimi gerçekleştiremezler. Ulusal sorunun varlığına karşı mücadele devrim için bir zorunluluktur. Bu tespit de bizim “başlıca çelişmeler”e konu edilen soruna neden olan çelişmeyi eklememizde bir yanlış olmayacağını içerir. Aynı zamanda soruna dikkat çekmeyi de içerdiğinden bu yaklaşıma zaten karşı çıkmıyoruz.Ayrılık noktaları olarak tanımlanan bu meseledeki genel yaklaşımımız böyledir.

Şimdilik “sonuçta” hemfikir olduğumuzu ifade edebiliriz ama çelişmenin tanımı konusunda farklı düşünüyoruz. ST tanımı “burjuvazi ile ezilen uluslar arasındaki çelişme” biçiminde yapmaktadır.

Bu da ülkedeki ulusal sorunun neye dayandığı, daha doğrusu hangi çelişmenin ürünü olduğu konusunda bir belirsizlik olduğunu göstermektedir. Ezen ulus burjuvaları ile ezilen uluslar arasındaki “anlaşmazlık” nedir? Ülkedeki ulusal sorunun kaynağı nedir? Belli bir nedene/nedenlere dayanan bu sorun nasıl bir kutuplaşmaya neden olmuş ve olmaktadır?

Bu konuda savuna geldiğimiz görüş, ulusal sorunun özünün pazar sorunu olduğudur.

Pazar sorunu olarak saptandıktan sonra çelişmeyi ST’nin belirlediği gibi tanımlamak doğru değildir; biliyoruz ki pazarda rekabet edecek olanlar burjuvalar ile ezilen uluslar değildir; ezen ve ezilen uluslardan burjuvalardır. Gelişmekteki pazar üzerinde kimin hakim olacağı sorunu, mevcut ulusal sorunun kaynağı olmuştur.

Uluslar içindeki diğer unsurların ulus bilinci ilk zamanlar geri olmakla beraber rekabetin varlığına ve ilerlemesine bağlı olarak gelişmiştir. Bu sadece ezilen ulus için değil ezen ulus için de geçerlidir. Ezen ulusun da egemenleri dışındaki sınıfları “ulusalcı” akıma, daha önce değil, rekabetten sonra yönelmiştir. Kısacası ulusal soruna neden olan çelişme konu olan ulusların bütün unsurları arasında başlamamıştır. İki ulusun da egemenleri arasında başlamıştır.

 Burada şuna dikkat çekmek gerekiyor; bu çelişmeden kaynaklanan ulusal sorunun henüz vücut bulmadığı zamanlarda konu edilen toplumlar arasında sorun olmadığı düşünülmemelidir.

 Kuşkusuz vardı ve bunlar feodalizme dayalıydı. Zaten buna dayalı sorunlar (dinsel, mezhepsel, aşiretsel) varlığını henüz sürdürmektedir.

Egemenler arasındaki çelişme bilindiği gibi orada kalmaz. Egemenler kendi sorunlarını toplumun diğer sınıf ve katmanlarına ait hale getirirler. Ulusların burjuvaları arasındaki çelişme de nihayet ulusların tüm toplumsal unsurlarına yayılmıştır. Ezen ulus burjuvaları pazar üzerindeki hakimiyetini kendi dili etrafında bir birlik yaratarak sağlamaya giriştiğinde diğer ulusların/milliyetlerin dillerini yasaklar. Bu yasak sadece ezilen ulus burjuvalarına konmaz.

Ama onun gelişimini engellemek için tüm ulusa konur. Bu tür engellemeler ulusun diğer tüm özellikleri (sözlü ve yazınsal, tarihsel ve kültürel vs.) için de uygulanır. Hakeza ezilen ulus egemenleri de buna karşı “ulusalcı” bir mücadeleye girişir. Bu mücadelede hem ezilen ulus bütününe yönelmeyi meşrulaştırır hem de arkasına kendi ulusundan halkı almaya çalışır.

 Ezen ve ezilen ulusların burjuvaları arasındaki çelişme kendi koşullarının belirlediği bir süreç içinde yaşanır ve nihayet gelişen koşula bağlı olarak ezen uluslar ile ezilen uluslar veya milliyetler arasındaki çelişme haline evrilir.

Dolayısıyla ne başında ne de sonrasında “ezen ulus burjuvaları ile ezilen uluslar arasındaki çelişme” olarak tanımlanabilir bir süreç vardır.

 Nihayet, yukarıdaki anlamda “başlıca çelişmeler” arasına konulmasında sorun olmayan çelişme, ezen ve ezilen uluslar arasındaki; Türk ulusu ile Kürt ulusu arasındaki çelişmedir.

ST’nin çelişmeyi tanımlama biçimi gerçekliğin doğru yorumlanışından çok “arzu edilene” dayanmaktadır.

O, ezen ulusun tüm sınıflarındaki ezilen ulus “düşmanlığı”nı görmemeyi tercih etmektedir.

 Politik olarak, ezilen ulusun, ezen ulusun bütününe karşı değil onun egemenlerine karşı yöneltilmesi gerektiğinden, çelişmenin de buna göre tanımlanacağı düşünülmektedir. Çelişmeleri saptamada doğru yöntem bu değildir. Hem ulusal sorunun kaynağı hakkında belirsizlik yaratma, hem de mevcutta bu sorunun ulusların tüm sınıflarını “ciddi” derecede etkilediğini görmezden gelmeye karşı uyanık olmak gerekir.

Ezen ve ezilen uluslar arasındaki ilişki, bu ulusların halkları arasında çıkara dayalı bir özellik taşımadığından, yaptığımız, çelişme tanımlamasına itiraz edilecektir. Ancak bir çelişmeyi tanımladığımızda çelişmenin kaynağından bağımsız olarak onu oluşturan başka etmenler (siyasi, ideolojik ve kültürel) çelişmenin iki tarafı açısından “düşmanlık” nedeni haline gelebilir.

Konumuz olan çelişme de çıkara dayalı bir husumet değil ideolojik, politik ve kültürel ayrışmaların milliyetçi temelde körüklenmesinden ileri gelen bir husumettir. Yani ulusların ezilen sınıfları, fertleri tamamen ulus bilinci ile ulus adına çelişmenin tarafları haline gelebilirler.

Feodalizmde mezhepsel, aşiretsel, dinsel çelişmeler tamamen böyledir. Bu çelişmeleri tanımlarken mezheplerin imamları ya da aşiretlerin reisleri veya dinlerin önderleri arasındaki “çelişmeler”e benzer tanımlardan bahsetmiyoruz. Gene aşiretler arasındaki çelişmeyi mesela aşiretin reisi ile bir başka aşiretin üyeleri arasındaki çelişme olarak tanımlamıyoruz…

Tanımlamalarımız mezhepler, aşiretler, dinler arasındaki çelişmeler biçiminde olmaktadır. Dolayısıyla adı geçen topluluklardaki fertlerin, katmanların birebir çıkarları nedeniyle düşmanlaşmaları karşı karşıya gelmiş olmaları şart değildir

.................................................

8. PARTİ KONFERANSI…

ST yetersiz bilgileri ve gizleyemediği önyargılarıyla bu “birlik” gündemli yazısına bir de 8. Konferans değerlendirmesini sıkıştırmayı başarmıştır. Buradaki sözler ve iddiaların hangisine yanıt vermenin anlamı ve gereği vardır, doğrusu şaşırıyoruz.

ST, 8. Konferansın “ideolojik-politik meseleleri tartışmaktan çok örgütsel meselelerle ilgilendiği”ni ve sonuç olarak “Marksist Leninist Maoist yaklaşımı yeterince TKP/ML’de görememekte” olduğunu belirtiyor.

Oysa 8. Konferansın örgütsel meselelerle sınırlı bir gündemi ve de çalışması olmamıştır. Ana teması “Halk Savaşı” olan 8. Konferans, belgelerinden de rahatlıkla görülebileceği gibi, aynı zamanda sürecin etraflıca tartışıldığı, önümüzdeki döneme dair genel politikaların da belirlendiği bir konferans olmuştur. Halk Savaşı’nı geliştirememe nedenleri, hatalar ve yanlışlar üzerinde durulurken; esas yönelim, esas alanlar, alanlara dair görevler belirlenmiş ve bir hareket planı oluşturulmuştur.

ST bunların olmadığını iddia ediyor ama hangi verilerle? Dediğine göre “kamuoyuna” yansıyanlarla! Arkadaşlar eğer elinizde değerlendirme yapacak yeterlilikte belge yok ise bu işe soyunmazsınız. Bununla beraber belki bilgi verilmediğini eleştirirsiniz; hali hazırda pratik gidişatı değerlendirirsiniz; olanağı olmadığı için “bu olumlulukları yanında 8. Konferans kararlarına yönelik bazı eleştiriler yapmayı da devrimcisorumluluk olarak görmek”ten imtina ettiğinizi belirtirsiniz…

Ne var ki arkadaşlar “kamuoyuna yapılan açıklamaları”, “kısa hatlarla yapılacak bir değerlendirme” için yeterli kabul etmişler! Gerçekten öyle ise, 8. Konferans’ın “gelişemememizin nedenleri, hatalarımız ve başarılarımız biçiminde teorik-pratik sorunların ele alınması” tarzına uymayan bir konferans olduğunu nasıl iddia edebiliyor? Son iki Konferansın belirgin özelliği, sorunların kaynağı olarak önderlik sorunu ve partinin ideolojik ve politik seviyesindeki geriliği göstermeleridir.

Önceki bölümlerde arkadaşların meselelerin ana kaynağında Maoizm’den uzaklığı görmediğimize ilişkin iddiaların yanlışlığına değindik. Bu iddiaların gerçek dışı olduğunu 8. Konferans belgelerini okuyan herkes tam bir netlikle görecektir. Kullanılan kavramlar öne çıkan vurgular ST tarafından hemen hiç sorgulanmamaktadır.

Sorunların kaynağında Maoizm’den uzaklaşma olduğunu görmenin mihenk taşı olduğunu özellikle belirten ST’ne soruyoruz:

 “İdeolojik politik yetmezlik”ten sizin anladığınız nedir? “Partinin deneyimine ve birikimine yakışmayan bir seviyede olması”nın sizin literatürünüzdeki karşılığı nedir?

Mao’nun ölümünden sonra tüm dünya komünist hareketi ve ezilenlerin önderlik sorunu yaşadığı belirtildiğinde bu sizin “sorunların kaynağında Maoizm’den uzaklaşma vardır” söyleminizin açık ve anlaşılabilir bir karşılığı değil midir? Partinin, dolayısıyla kitlelerin önderlik sorunuyla karşı karşıya olduğunu özellikle vurguladığımızda sorunlarımızın nedenlerini dışarıda mı aramış oluyoruz?

İnsaf!

 Ya ne dediğinizi bilmiyorsunuz ya da okuduklarınız bizimle ilgili değil. Alıntılarla, tartışmayı uzatmanın gereğinin olmadığını gösterelim:

 “7. Konferans karmaşık, henüz partimiz tarafından yeterince aydınlatılmamış bir dönemden yalnızca ana çizgilerini görmeye başladığımız yeni bir döneme geçildiği koşullarda yapılmıştı. Söz konusu dönemin genel bir görüntüsünü verecek olursak eğer, şu tabloyu sunmak mümkündür:

 Mao’nun ölümünü fırsat bilerek modern revizyonistlerin ÇHC’de gerçekleştirdikleri darbe ve hemen onunla başlayan sosyalizmden geriye dönüşle birlikte dünya çapında Kruşçev revizyonizmine, Russosyal emperyalizmine ve çeşitli gerici burjuva akımlara karşı büyük zaferler kazanmış komünist hareketin etkisini gerilemeye, revizyonist ve diğer burjuva akımların görüşlerinin ise görece rağbet gördüğü bir döneme geçilmiştir.

7. Konferans, sönmekte olan bir sürecin özgün bir anında gerçekleşti. Bu uzun dönem kapsamında kalan ve kimi ülkelerde, bölgelerde farklı biçim ve özelliklerde gelişim gösteren devrimci yükselişlere, parlamalara ve kimi ülkelerde ise gerçek anlamda devrime yönelen silahlı komünist hareketlere rağmen bütün döneme damgasını vuran şey emperyalist burjuvaların ideolojisi ve görece ekonomik istikrarı olmuştur. Kuşkusuz bu istikrar aynı zamanda onun bunalımlarını ve yıkımını da içermektedir. Ve bu gerçek kimi krizlerde görüldüğü gibi gizlenebilir değildir.

Ülkemizde de esas olarak ’80’lerden bu yana devam eden ve değindiğimiz sürecin genel bir parçası olan bir dönemin sonlamaya başladığı görülmektedir. Ülkede ’88’den 92’ye kadar uzanan dönemde ve 90’lı yılların ortasında hem devrimci harekette hem de kendiliğinden harekette yükselişler olmuştur. Ancak bu yükselmelerin yukarıda değindiğimiz dönemin sonunu getirecek özelliklerden yoksun olduğunu; komünist önderliğin bulunmadığını, uluslar arası burjuvalara ve modern revizyonizme karşı geliştirilen yeni saldırılara cevap verebilecek kadar gelişim içermediğini vurgulamak gerekmektedir.” “7. Konferans bu olumsuz gidişata karşı bir duruş içinde şekillendi.

 Parti Konferansı, halk savaşı, önderlik ve kitle çizgisinde sözünü ettiğimiz anlayışların ışığında durmaya ve MLM kurallarını sahiplenmeye çalıştı. Ancak kabul etmeliyiz ki, konferans sonrasında bunu gerçekleştirmede, örgütü buna göre kavramada ve eğitmede yeterli olunamamıştır.”

 (8. Konferans belgeleri, K-59)

Benzer alıntıları daha da sıralamak mümkün. Kötü olan şu ki, ST bunlara; bunca vurguya, açıklamaya karşın mevcudu inkâr etmeye denk “değerlendirme”ler yapmakta, üstelik bunu devrimci sorumluluk gereğine dayandırmaktadır! Sanırız sorumluluk ağır geliyor arkadaşlara! Okunacak bu satırlar söz konusu değerlendirmeye imza atanları hiç olmazsa devrimci sorumluluk konusunda düşündürtmelidir… Devrimci sorumluluk yerine konan ukalalığın, yüzeyselliğin ve kara çalmanın gereği üzerinde durulmalıdır!

8. Konferansın, birikmiş birçok sorunu ertelediği iddiası neye dayanılarak ileri sürülüyor, bunu da bilmiyoruz. Arkadaşların önyargılarının yol açacağı benzeri iddiaların oluşum biçimini ve bu derecede “cüretli” ileri sürülüşünü biliyor olmak mümkün de olmaz zaten. Buna karşı belirteceğimiz şey, bunun doğru olmadığıdır sadece. ST’nin alıntılayacağımız paragraftaki yaklaşımı onun bizim hakkımızda değerlendirmesinin özetidir. Bu değerlendirmenin mevcut tartışmalarımızla, ele alışımızla, sorunlarımızla esasen ilgili olmadığını, bize çok uzak olduğunu belirtelim:

“Yapılan 8. Konferansta aynı hataları devam etmektedir. Birikmiş birçok sorun olmasına rağmen bunları gündemine almaması, bu durumda olmamıza neden olan sorunların siyasi, ideolojik, örgütsel, askeri ve kültürel nedenlerine eğilmemesi bu hatalarını hala dışarıda görmesinden kaynaklanmaktadır. Uygulanan yanlış pratikler, her alanda yaşanan başarısızlıklar, kitlelerden koparak marjinalleşme vb. pratik politika ve siyasetlerin hepsinin teorik sebepleri vardır.

 Başarısız yürüyen tüm örgütlenmelerde hatalarımızın nereden kaynaklandığını, ideolojik nedenlerini mutlaka bulup ortaya çıkaramazsak ne yaparsak yapalım, aynı sonucu almaktan kurtulamayız.

” (Sf. 31) Sanırız ST bizi “kendinden” kabul ettiği için bu derecede cüretli yazmaktadır, söyleminde ileri gitmektedir. Aksi halde, bu cümleler fütursuz bir karalama çabasının, kendine rakip görmekten kaynaklanan bir tahammülsüzlüğün ürünü olabilir!

ST’nden bize yansıyan yaklaşım çok açık bir “kardeş-düşman” ikilemine-tutumuna sahip.

 Mümkün olduğunca kötüleyerek “kardeşe” kucak açma tutumunun bariz bir örneği, köşe yazısındaki “12 Eylül baş celladı”na bize dediğiniz kadar darbeci demediniz” ifadesiydi. Arkadaşlar bu cümlenin içini doldurduklarında neleri karşımıza dikebilirler, tahmin etmek zor! Ama bu “kıyas” en azından çok çirkin kabul edilmelidir...

ST’nin bu yaklaşımı Partiyi karalama niyetini apaçık  ele veriyor. Hem konferansın salt örgütsel olduğunu güçlü bir biçimde ima/iddia ediyorsunuz hem “yakın çevre”ye saldırganlıkta sınır tanımadığımızı ileri sürüyorsunuz, hem de düşmanla en azından “darbeci”lik üzerinden sizinle uğraştığımız kadar uğraşmadığımızı ifade edebiliyorsunuz!..

Kimle nasıl tartışmakta olduğunuzu bilmiyor olmalısınız…

Bunlarla kendinizi, yakın çevrenizi aldatabilirsiniz; her seferinde kol kanat gerdiğiniz ve “birliğe” çağırdığınız “partiyi terk eden”lerin sınıf mücadelesini kirletmeye dönük çabalarına ortak olursunuz. (Emin olun, onlar sizi bu tutumlarınızdan dolayı alkışlıyorlardır!).

Ama onun dışında sadece karanlığa konuşmuş olursunuz. Konferansın geçmiş ve şimdiki sürecin politik ve iktisadi şartlarını değerlendirmeyi içerdiği, özeleştiriler barındırdığı ve örgütsel sorumluluk ve görevleri de bunlara göre saptadığı bilinemez değildir. Kuşku yok ki bunu yapmak bir meziyet değildir, ama bilin ki, bunu nasihat etmek de hiç akıllıca sayılmaz!

8. Konferansın birlik önerisini gündeme almamasına dair eleştiri yine çarpıtma ve onun üzerinden geliştirilen yorumlardan ibaret. Birlik konusunda kararlı görünüp de bu kadar karalama, gerçeği çarpıtmada dur durak bilmeme hali, eşine az rastlanan bir tutarsızlık ve yol bilmezliktir.

Bizi tanımayanlar veyahut yeterince bilmeyenler bu yazılanlardan sonra ne desek inanmazlar artık sanırız! Amaç buysa “kapsam dışında”kileri bu amaca ulaştırabilirsiniz belki…

Öyle ya, muazzam bir grupçuluk, kariyerizm, antibirlikçilik, kendinden ayrılana, kopana, olmayana (uçana, kaçana…) saldırganlık, sığ bakış açısı vb. olduğuna göre iflah olmazlığımız tartışmasız! Dolayısıyla “kitlemiz TKP/ML’nin birlik karşıtı duruşu ve savundukları üzerinden bakarak TKP/ML’nin hayatta değişmeyeceği” (Sf. 43) öngörüsü buna göre yanlış değildir.

 O halde bu öngörü tarafınızdan “yanılgı” olarak değerlendirilmemeliydi. Bu konuda çok “duygusal” davrandığınız aşikar!!!

8. Konferansın konuyu gündeme almaması bu meselenin epey uzun bir süre önce mektup aracılığıyla gündeme gelmesi ve mektuba verilen yanıtın tüm parti iradesi tarafından benimsenmiş olmasındandır.

Konferans iradesi yeni bir durum olmadığından görüş de zaten oluşturulmuş ve iletilmiş olduğu için tartışmaya, yeni bir karara ihtiyaç duymamıştır. Üstelik “oy birliği” ile! MKP iradesi mektuptan ve yanıtından haberdar olmalıdır.

İçeriği hakkında bir tartışmaya bizce ihtiyaç yok. Sadece bütünlüklü birlik istencinizin “büyüklüğü” ile birleşmeyi umduklarınızın niteliği hakkındaki tespitlerin uyumsuzluğu, çelişkili oluşu, bilmelisiniz ki yanıtı da buna uygun koşullayan bir özelliktir. Parti kitlesini, genel kitleyi önderliğe karşı olmaya çağıran, kışkırtan, bunun için de neredeyse her türlü kötülemeyi, karalamayı yapan sizlerin hemen hiç değişmediğini gösteriyor bu…

2. Kongrenizin çağrısına cevap vermemek çok özel bir neden barındırmadığı gibi herhangi bir açmazdan da kaynaklanmamaktadır. Bugüne kadar ’92 birlik ve ’94 darbesine tavır konusunda savunduklarımızı alt üst edebilecek, yadsıyabilecek yeni bir durumla karşılaşmadık.

1. ve 2. Kongre kararlarının özü genel olarak tavrımızın devamını, değişmemesini sağlar içeriktedir. Bizi “açmaza” sokacak bir değerlendirme, değişim yaşanmamıştır. Eğer kongreleriniz ve “tarihi muhasebe” gerekçe olarak gösteriliyorsa, buna sadece kendinizi inandırabilirsiniz, başkalarını değil!

Şunları hatırlatmak gerekiyor:

Herhangi bir konunun “toplantı gündemi” kabul edilmesi o konunun daha önce gündeme alınmamış olmasını, eğer alındıysa hakkında görüş değişikliğinin önerilmesini gerektirir. Her iki özelliği de barındırmayan ve daha önce gündemleştirilip hakkında karar alınmış, henüz bu kararın da tümüyle savunulduğu bir durumda her hangi bir konunun “gündeme alınmamasına” başka bir neden aramak, bunun üzerinde bir sis perdesi oluşturmak, kötü niyetli, ön yargılı bir yaklaşımdır.

ST böyle yaparak “birlik” konusunu, kitleleri aldatmanın bir parçasına dönüştürmektedir. Bu ifadelerimizi “niyet okuması” olarak eleştirebilirsiniz veya içinizdeki gerçekten samimi, bu olumsuzluğun farkında olanları görmezden gelmek biçiminde de değerlendirebilirsiniz. Ancak dikkatleri daha önce yazılanlara, “birlik metni” olduğu söylenen ama bize göre “birlik politikasını baltalayıcı” tanımını daha çok hak eden mektuba ve buna verilmiş yanıta çekiyoruz.

 Bu olumsuzluğu görmemek olası değil, görüp de karşı çıkmamak ise siyasal açıdan suçtur. Sonuçta süreci adamakıllı takip edenler ve gelişmelerden haberdar olanlar, “niyet okumasını” (deşifresini) doğru kavrayacaklardır.

 8. Konferansın “birlik çağrısı”nı gündemleştirmemesi ile ilgili “siyasal gerilik” değerlendirmesi yapmak ve dahası partiyi önderliğe, kitleleri partiye yönelik hesap sormaya çağırmak kendini bilmezliğin daniskasıdır.

Son konferansta parti yetmezliklerine, zayıflıklarına, önderlik zafiyetine vs. dikkat çekti ve bunların giderilmesinin yolu hakkında kendiyle hesaplaştı. Kısacası bu berbat yaklaşıma karşı parti kendini her zaman olduğu gibi gene hazırlamıştır. Bu hazırlığın kökeninde kendine karşı tam bir açıklık, hesap vermişlik ve özgüven vardır.

Umuyoruz ki, bunu anlar ve bundan böyle benzer türden “kışkırtıcı” ve devrimci etiğe aykırı yöntemlere başvurmazsınız!

HALK SAVAŞI…

 

ST, daha giriş bölümünde konferansın gündemiyle ilgili bilgisizliğini (sadece bilgi yoksunu değil, nezaketten de mahrum) ele veriyor. Kendince dört maddelik gündem sıralıyor ve arkasından bunu eleştiriyor. Hem de ne eleştiri?! Konferansın üzerinde asıl olarak durduğu konu Halk Savaşı olmuştur.

ST’nin sözünü ettiği ve edemediği diğer gündemler de hemen her konferansta olduğu gibi tartışılmış, değerlendirilmiş ve bu çalışmaların sonucunda karara dönüştürülmüştür. Kısacası ST’nin öne sürdüğü gibi bir ele alış mevzu bahis değildir.

ST’nin konu ettiklerinin dışında bir bütün parti değerlendirmesi; önderlik, bölge, alan değerlendirmeleri, uluslararası durum ve özel olarak bölge ve ülkedeki politik, ekonomik gelişmeler, bunun içinde özel olarak ulusal sorun/Kürt hareketi, genel olarak örgüt sorunları ve örgüt çizgisi, yönelim, gündem olarak bu konferansta tartışılmış ve nihayet kararlaştırılmıştır.

Halk savaşı, konferansın ana temasıdır, doğal olarak diğerleri ile aynı seviyede ele alınmamıştır. Bunun nedeni halk savaşı konusundaki kavrayışsızlığın, eksikliğin, yetmezliğin tartışılma zorunluluğudur.

Bu konuda 7. Konferansta da subjektivizmin, halk savaşını somutlaştıramamanın altı çizilmişti. Hatta ST şimdi oradaki belirlemeleri işaret edip “coğrafyamızda “farklı biçimler alacak” ya da “aynı olmayacak” açıklaması yeterli değildir.” diyor. Ona göre “Yapılması gereken tüm görevlerin birbiriyle ilişkileri, gerilla savaşının biçimi, kızıl iktidarların alacağı biçimler, milis ve köy örgütlerinin boyut ve biçimleri, şehirlerin ona uygun örgütlenmesi ve ortaya çıkan yeni görevler vb. ifade.” (Sf. 31) etmekmiş…

Burada yanıtı istenenlerin bir çırpıda, kalemin bir iki oynatılmasıyla dile geldiği çok açık. Biz ülke özgünlüğü ile savaşın somut hali ve alacağı somut biçimler hakkındaki yetmezliği aşma yöneliminden bahsederken arkadaşlar reçeteyi yazmaktan bahsediyorlar. Konuya dair kararlarımız ne ST’nin sunduğu sığlıktadır ne de “reçete”dir.

ST’nin ifade etmemizi istediği konular ve daha bir dizi mesele adım adım çözmemiz gereken, nihayet “yönelimimiz”in hedefi olan konulardır. Genel perspektifin somutlaştırılması için öngörülen çalışmalar içindeyiz. Bu koşullarda partinin örgütlenmesi, bütünlüklü hareketi, süreci yönetmesi belirleyici olmakla beraber gerilla savaşının somut, belli yerlerde alacağı biçimler, savaşçıların niteliği, diğer hareketlerle ilişkiler, eylem biçimleri, eylemlerdeki amaç, köylülerin örgütlenmesi ve bu örgütlenmenin savaşla bağlantısı, köylülerin devrim ve devrimci harekete henüz var olan güvensizliğinin dönüştürülmesi gibi meseleler öne çıkmaktadır.

Son konferans bu konudaki arayışların merkezi olmuştur diyebiliriz. ST’nin “bir çırpıda” sıraladığı meseleler içinde “kızıl iktidarların alacağı biçimler” hakkında ise şunları ifade edebiliriz: Hâlihazırda bu konudaki görüşümüz somutlaşmış değildir. Genel, savunageldiğimiz görüş geçerliliğini korumaktadır. Bunun somutta alacağı biçimler “temel kaideler” korunmak şartıyla ve elbette onların ışığında, eminiz ki “özgün” olacaktır.

 Üstelik bu konuda belirleyici olan kitlelerin, özellikle Kürtlerin yaşam koşulları ve biçimleri olduğundan sürecin kızıl iktidarların yaşam bulacağı olgunluğa gelmesini beklemek (pasif değil aktif bir beklemeden söz ediyoruz) gerekir. Bu sürecin oluşması da politikalarımızın gerçekleşmesiyle ilgilidir. Nihayet bunun alacağı biçimler hakkında şimdiden konuşmak reçete yazmaktır.

ST’nin bu konuda somut açılımları talep etmesi mevcut durumla çelişkilidir. Muhtemel ki bu talep, olgunun derinliğini ve karşısındaki “yüzeyselliğimizi” göstermek, “Kızıl iktidar biçimleri hakkında somut birşey ifade edemiyorlar” demek içindir. Bir tür “köylü kurnazlığı” denmez mi buna?

HAPİSHANELER VE ÖLÜM ORUCU…

ST tarafından 8. Konferansın temel gündemlerinden olduğu belirtilip eleştirilen konulardan biri de hapishanelerdir. ST, hapishanelere dair genel bir politikamız olmadığını iddia ettikten sonra Ölüm Orucu’nda bir yenilginin yaşandığı ve buradaki hakların ortak mücadeleyle geri alınabileceğini vurgulamaktadır.

 Fakat burada; TKP/ML’nin hataları nelerdir?

 Hangi taktikleri boşa çıkmıştır? Devrimci hareketin bölünmesindeki payı nedir? gibi sorular yanıtsızdır. “Genel söylemler yeterli bilinci yaratamaz” gibi öncekilerle aynı biçim ve içerikte bir eleştiri yapmaktadır. Hemen belirtelim ki hapishanelere yönelik genel bir  politikamızın olmadığı iddiası bugüne kadarki hapishaneler sürecinde kesintisiz devam eden tutarlı duruşumuzla çelişkilidir.

Üzerinde kuşku oluşturulmasına müsamaha etmeyeceğimiz konulardan biri de partimiz ve önderliğindeki militanlarımızın bugüne kadarki açık, anlaşılır ve esasta en ileri duruşla kendini ispatlamış olmasıdır. Partimiz bundan sonra da yarattığı çizgide ısrarlı ve tavizsiz duruşunu sürdürecektir. Ayrıca belirtelim, hapishaneler sürecindeki devrimci direniş hattının oluşmasında kendimizi bütünün parçası olarak görüyoruz.

Bu hattın oluşmasına birçok devrimci örgüt önemli katkılar sunmuştur. Bunun sadece parçası olmak ise onurdur. Bugüne kadarki genel duruşu esasen olumlu ve etkin bir devrimci duruş olarak görüyoruz. Elbette yer yer ve kimi zamanlarda önemli olumsuzluklar yaşandığı göz ardı edilemez. Her biri uygun bir yer ve zamanda değerlendirilmiştir. Bu saptamaya özellikle şunu da eklemek gerekli görülmektedir. Hapishanelerdeki mücadelenin “hapishanelerle sınırlı” olmadığı da tarafımızdan daima vurgulanmıştır.

Dolayısıyla “hakların ortak mücadeleyle alınabileceği”ne dair eleştiri cümlesindeki vurgu, görüşümüzü içermekte eksiktir, esasen zaaflıdır. Son yıllarda aleyhe koşulların oluşmasında genel sınıf mücadelesindeki kendiliğinden gidiş ve devrimci hareketin güçsüzlüğünün önemli pay sahibi olduğunu ve bunun olumlu yöne evrilmesinin zorunluluğunu da özellikle vurguluyoruz. Son Ölüm Orucu eyleminin siyasi bir yenilgiyle sonuçlandığı şüphesizdir.

Zira bu eylem önce F tiplerinin hayata geçmesini engellemeyi sonra da görece tecrit koşullarından arındırılmasını hedefliyordu. Bununla beraber yenilgi, devrimci direnişi teslim almaya yönelik saldırıya karşı mücadelenin sona ermesi anlamına gelmiyor. Hedefe varamamak ile direniş hattını korumak farklı şeylerdir. Ölüm Orucu eylemi amaca ulaşmayı sağlamadıysa da büyük ve kitlesel olması itibariyle tarihe önemli bir direniş olarak yazılmıştır.

ST devrimci hareketin bölünmesindeki payımızı ortaya koymadığımızı ifade edip bu konudaki görüşümüzü de öğrenmek istemiştir! Burası ilginç…Ama öncelikle siyasi nedenlere dayanan kaygılarımızın konu olan sürece yönelik esaslı bir tartışmaya girmemizi bugüne kadar engellediğini belirtelim. Bu tutumumuz değişmemiştir. Ciddi olumsuzlukların, politik hataların, hatta suçların gerçekleştiğini düşünsek de hapishanelerdeki saldırının ve direnişin neredeyse tüm keskinliğiyle devam ettiği durumda kapsamlı değerlendirmemizi sunmayı uygun bulmadık, bulmuyoruz.

 Burada devrimci hareketin içinde bulunduğu darlık, zayıflık, dolayısıyla birlik ihtiyacı belirleyicidir. Özel olarak hiçbir harekete yönelik ithamda bulunmuyoruz, bu değerlendirmemiz geneldir ve deneyimlerimiz bunun haklı ve doğru olduğuna işaret etmektedir. Nihayet bu bizim politik tercihimizdir. Ve anlayışla karşılanacağını umuyoruz... Bununla beraber, şansını fazla zorlayanlara, sınırlı olmak kaydıyla beli yanıtlar vermek ve bazı açıklamalarda bulunmaktan kaçınmamız söz konusu olmayacaktır. Genel manada izlediğimiz tutum geçerlidir ve “bölücülük” suçlamasına yanıt vermemizin önünde engel değildir.

 Ölüm Orucu eylemi bilinmektedir ki, merkezi koordinasyona ve bölünmeye neden olacağı bilinmesine rağmen başlatıldı. Eylemi zamanlaması nedeniyle uygun görmediğimizi, önerildiği andan itibaren açıkladık. Özellikle ortaklığa verilmekte olan zarara dikkat çektik. Bu eylemle onu başlatanlarla katılmamış olmaktan dolayı “devrimci hareketi bölmekte payımız olduğu” iddiası doğru/uygun bir iddia değildir. Bölünmeden söz etmek birliğin ön kabulünü gerektirir. Sonuçta birliğin esas alınmadığı ve birliğe rağmen iş yapıldığı yerde, bölünme kaçınılmazdır. Birliğe uymamak, birliğin inisiyatifini görmezden gelmek onu bozmaktır.

 Birlik, Ölüm Orucu eylemi başladığında dağılmıştır; bölünme birliğe rağmen başlayan Ölüm Orucuyla gerçekleşmiştir. Eyleme başlayanlar bölünmeyi göze almıştır. ST bu sürecin sorumlularındandır.

 Eğer göze alınıyorsa, birliğin bozulmasına başka neden aramak ve buradaki sorumluluğun hesabını sormaya kalkmak bir tür kendini bilmezlikten başka bir şey olamaz. Devrimci hareketin bölünmesine en başından beri karşı durduğumuzu inkâr edebilir misiniz?

Eylemin öncesinde ve esnasında olduğu gibi bitirirken de merkezi ortaklığı savunduğumuzu ve buna uygun hareket ettiğimizi yadsıyabilir misiniz? Devrimci hareketin bölünmesindeki gerçek pay sahipleri Ölüm Orucu eylemini birliğe rağmen başlatanlardır.

Diyebiliriz ki, konu olan birliğin zaafını kavramada ve gidermede en azından kontrol etmede nihayet başarısız olduk. Bu ise “devrimci hareketin bölünmesinde pay sahibi olmak” değildir. Yaklaşımlarımızın merkezinde her zaman, ortak hareket etme politikasının bulunduğunu rahatlıkla belirtebiliriz. Hatta eylem sürmekteyken eylemin başarı şansının artık epey azaldığını saptayarak, direnişin başka araçlarla sürdürülmesine karar verdiğimizde, bunun da gene ortak bir kararla yaşama geçirilmesi gerektiğini düşünerek hareket ettik.

Tüm hareketlere kararımızı açıp ortaklık sağlamayı benimsedik… Sonuç olarak, “bölünmedeki payımız” konusunda ST’nin bizden beklediği yönlü bir olumsuz tavrımızın olduğunu düşünmüyoruz. Ama, ortaklığı koruma ve sonrasında bunu yeniden yakalamada elbette yerinde ve kabul edilebilir eleştiriler olabilir. Bunun da süreci kavrama düzeyinde ortaya konması gerekir.

Sonuçta her şey gibi konu edilen birlik türleri de genel politik sürecin esasen doğru kavranmasına paralel olarak kurulup korunabilir, geliştirilebilir.

KİTLESELLEŞME VE KİTLE ÇİZGİSİ…

 ST kitleselleşme üzerinde durmayı ihmal etmeyerek 8. Konferansı “tamamen” ama kısaca ana hatlarıyla değerlendirmiş olmaktadır! Onun kitleselleşme hakkında yazdıkları da bütün yazının bizde yarattığı “iç sıkıntısı”nı aratmaz niteliktedir. Eleştiri-değerlendirme elbette gereklidir, hatta ihtiyaçtır; ancak ST girdiği hemen her konuda bunun kötü örneği olmaktan ileriye gidememiştir.

 Öyle ki bizim “eleştirileri” yanıtlarken ortaya koyduğumuz “eleştiri kabul etmezliğimiz”, bizi bile rahatsız eder oldu!!! Yine konferans karar alıntılarıyla eleştirileri birlikte sunma yöntemini uygulayacağız. Bu sayede ST’nin bizi düşürdüğü “eleştirileri kabul etmez” görüntüsünün gerçekliği rahatlıkla anlaşılacak ve eleştirenin yarattığı doğal bir sonuç olduğu kabul edilecektir.

 Okuyucudan istediğimiz, yapılan değerlendirmelerin, eleştirilerin kararlara hangi yönde, nasıl etki yapılabileceğine kafa yormasıdır. Kısacası, bu eleştiriler haklı ve de faydalı mıdır diye düşünülsün! “… Bu da dün olduğu gibi karşımıza kitlelerle ilişkilerimizin sorgulamasını ertelenemez görev olarak çıkartmaktadır.

7. Konferans aynı yönelim genelde uygulanmadı, eski ve mahkum edilen tarzın -kitleler dışında ve kitlelerin sorunları, talepleri dışında örgütlenme; kitleselleşmeyi, devrimci, komünist hareketin sorunu olarak değil, kitlelerin kendiliğinden hareketin bir ürünü olarak kavrama, ona önderlik etmeyi, ondan öğrenme süreci olarak da irdeleme- belki farklı biçimleri ama özde aynısı, devam ettirildi. Önderlik müdahaleleri yetersizleşti ve farklı sorunlarımız çözüme gidilmesinin önüne geçti.

Öncelikle örgüt olma bilincini, kolektif tarzı her alanda ve düzeyde politik sürece katılımı benimsemeli ve uygulamalıyız. Komitelerin çalışma alanlarının, tartışma konularının, ilgi alanlarının, raporlarının vs. ne kadar kitle sorunları örgütleri politika, parti sorunları olduğunu tespit etmek, açığa çıkarmak ve bunu getiren etmenleri netleştirmek esas sorunlar kabul edilmelidir.

Bir komitenin ne kadar çalıştığını nasıl çalıştığını anlamak için öncelikle bu konularda neler yaptığını ve yöntemlerini sorgulamalıyız. Sorunların aşılması için atılması gereken adımlar işlerin başarısı için ölçüt olmalıdır. “Bunun için sorunların tam açıklaması yapılmalıdır. Bunları kavramaya engel olan yaklaşımları, tutumları açığa çıkartmalı ve düzeltmek üzere eleştirmeliyiz (…) Kendini sorunların dışında gören tarzın hareketimize, yönelimimize hiçbir katkısı olmayacaktır. (…) Kitleselleşme kavramını fazlasıyla kullanıyoruz. Diğer devrimci hareketlerin de kullandığı bu kavramın içi boşalmış haldedir.

Çok genel olan kavramın içeriği üzerinde durulmalıdır. (…) Anladığımızşey, ne bir öncü savaşı mantığıdır ne de kendiliğinden harekete tabi kalmaktır. Anladığımız şey, kitlelere politik bilinç taşımaktır.” “Politik bilinç taşımak sürekli olarak düzeyin sorgulanmasını, ilerletilmesini ve doğallığında kitlelerden öğrenmeyi gerektirir. (…) “Kitle hareketlerinin yaratılması kitleselleşmenin kendisidir. Eğer bu hareketlerin dışında yer alıyorsak, kitle eylemlerinin (haklı, düzeni sorgulamayı içeren, hemen her biçimdeki eylemin) örgütlerinin yapısını analiz etmiyorsak bu görevi başarmamız mümkün değildir. A/P araçlarına yaklaşımlarımız politik bilinç taşıma görevini algılamamızla ve bundaki düzeyimizle yakından ilgilidir.

 Ancak hareket içinde çeşitli araçlara ihtiyaç belirecek ve artacaktır. Ancak hareketle birleşen, harekete tabi olan bir arayış olursa A/P araçları kavranabilir, bulunabilir, geliştirilebilir. Biz bu konuda özellikle araç tartışması yapmamalı bundan önce politika ile kitlelerle ilişki düzeyimizi sorgulamalıyız. Bunun başarılı bir şekilde gerçekleşmesi sayesinde … mümkün olacaktır.

 Özgüldeki sorunumuzun kökeninde ne olduğu anlaşılırsa çözüme gitmek daha kolay olacaktır. Bu noktadan sonra tanıdıkça, içinde yer aldıkça yığın hareketinin nitelikleri, kendi içinde ayrımları, farklı sınıf davranışları, bu davranışların örgütlerdeki yansımaları, birleştirici olmakla dağıtıcı olmak arasındaki ilişki ve bunun dinamikleri gibi hususlar görünür olacaktır. Henüz bu tartışmaların uzağında olduğumuz görülmektedir. Kimi tartışmalar olsa da bunların, kitlelerin talep ve karşı tutumlarıyla açıkla58 nabildiği söylenemez.

Oysa tüm tartışmalarımızın farklı fikirlere karşı mücadelemizin hedefi kitlelerin kazanılması; onlara önderlik ederek kurtulmalarını sağlamaktır. Bu çalışmalar, kitle çizgimizin somutlaşmasını beraberinde getirecektir.” (Komünist 59, Sf. 127-128) Şimdi de ST’nin bu alıntıları içeren konferans kararlarına yönelik olduğu iddia edilen ‘değerlendirmesi’nden alıntılar yapalım; “Gidip kitleleri kazanacağız ve kitleselleşeceğiz demekle sorunun çözüleceğini sanmak büyük bir yanılgıdır. (…)

Neden güç kaybedildiği açığa çıkarılmadan ilerlemek aynı hataların devamına izin vermektir. Bu biçimiyle teorik açılımımız özeleştirisiz politikasız kitleselleşme olurken, pratik adımımızise marjinalleşmeye devam olmaktan başkası değildir(…) Maoist parti de dahil TKP/ML’de “devrim kitlelerin eseridir. Kitlelerden kitlelere doğru” değer- lendirmeleri yapılmaktadır. Hatta diğer hareketlerin bu ilkelerin içini boşalttığını ifade etmekteyiz. Ama gelinen aşamada ciddi güç kaybına uğrayıp daralan hareketler durumuna gelmiş durumdayız. Savunu için buna da bir açıklama bulabiliriz. Ama bu sorunun özünden kaçmaktan başka bir şey olmaz.” (ST, Sayı 13, Sf. 32) Konferans kararları değerlendirmesi olarak hiç uygun olmayan bu cümlelerden sonra ST kitleselleşme için yöntem sunmayı da ihmal etmiyor ve üç biçim sıralıyor bunun için…

Parti birliğini sağlamak, kopanlarla hatalarımızın özeleştirisini vererek birleşmek; mümkün olanlarla birleşmek, ayrılıkları ve bizden kaynaklanan yanlışları özeleştiri ile bertaraf etmek, Maoistlerin birliğini politik bir odak haline getirip güven yaratmak; kitlelerin somut sorunları üzerinden örgütlenmelerinin doğru politikalarla hayata geçirilmesini başarmak…

Sonra da “devrimci eylem birlikleri olmalı, akademik, demokratik, ekonomik alanlarda, koşullara uygun araçlar yaratılmalı, kitlelere sahip çıkılmalı” (Sf. 32) deniyor. Nihai cümle de bizi sarsmayı amaçlıyor olmalı; “TKP/ML bu konuda da söylemin ilerisinde bir açıklama yapmamaktadır.”! (Sf. 33) “Söylemin ilerisinde açıklama” yapmayı henüz öğrenemedik ve bilmiyoruz.

Ama ne bizim ne de sizin sorunu budur; bundan eminiz. Konferans kararlarını okuyanlar için bu değerlendirme; tek kelime ile “hayal kırıklığı”dır. Anlaşılan arkadaşlar kararları okumamış ya da okuyamamışlar. Okuyamayıp bizi de bu olanağı sağlayamamış olmakla eleştirmiş olsalardı kuşkusuz “hayal kırıklığı”ndan söz etmeyecektik. Lütfen kıyaslayın alıntıları ve gerçekten ne yapıldığını, yapılmak istendiğini görün…

Okuyucu “değerlendirmenin” kararlara rağmen yapıldığını anlayacaktır. Çünkü “sorunu dışında arama”, “politikasız kitleselleşme”, “salt ‘gidip kazanacağız’söylemi” vb. bu kararlardan yola çıkılarak iddia edilemez. Kararların mantığı, çağrısı, savunduğu anlayışlar bunlarla tamamen zıt! Bir an “kararların okunduğu” sanısını veren “…diğer hareketlerin bu ilkelerin içini boşalttığını ifade etmekteyiz” cümlesi dikkat çekmektedir.

Çünkü kararlarda da “için boşalması” ifadesi bulunmakta. Ne var ki az zamanlı bir inceleme bu ifadelerin aynı şeyi hem de aynı biçimde içermediğini gösterir. Konferans kararı “kitleselleşme” kavramının anlamının genel olduğunu, birçok devrimci hareketin (anlayışına uygun olarak) aynı kavramı kullandığını belirtmekte ve “bizim” kullanmamızın, ayrımları ortaya koymada yetersiz olduğunu belirtmektedir. Bundan kaynaklı da kavramın içinin boşaldığını açıklamaktadır.

 Oysa ST “kitleselleşme” kavramının değil “devrim kitlelerin eseridir” ve “kitlelerden kitlelere” ilkelerinin, üstelik diğer hareketlerce içinin boşaltıldığını iddia ediyor. Bunlar çok farklı şeylerdir! Bizim açımızdan sorun kitleselleşme kavramında. Kavramın yalın hali yanlış anlayışlar için de aynen geçerlidir. O halde partimize bu kavramın içeriğini tartışmasını ve kavramın anlaşılır, somut ve devrimci bir karaktere kavuşturulmasını söylemiş oluyoruz… Bu söylemimiz yetmezliği kendinde arama ve düzelmeye de oradan başlama anlayışını içermektedir.

 Yani ST’nin “hiç” olmadığını iddia ettiği şeyi! Bu “uygunsuz” değerlendirme üzerinde durmaya gerek olmadığı çok açık. Peki, sıralanan üç madde anlamlı mıdır? Savunduklarımıza, yaptıklarımıza, durumumuza yönelik tespitleriniz kitleselleşme hakkında bu üç maddeyi mi akla getiriyor?

 Sanırız ilk iki maddenin şimdiye kadar yazdıklarımızla ne derecede “tartışmalı”, “sorunlu” olduğunu ortaya koymuş olduk. Hiç kuşku yok ki, “bölünmeler” kitlelerde güvensizliğe neden olur ve aynı zamanda bunlar örgütsel zayıflamaya, iyi yönetilmedikleri, doğru analiz edilip sentezlenmediklerinde ideolojikpolitik gerilemeye de neden olur. Bunlar gerçektir ve reddi inkarcılığa denk düşer.

Ama arkadaşların baştan sona görmekten malul oldukları meseleye burada yeniden ışık tutulmalıdır. “Beraber yürüyemediklerimizle”, “yolumuzu terk edenlerle”, “yürümekte olduğumuz yolu kötüleyenlerle” birlikte inşa edilebilecek/yaratılabilecek bir kit59 leselleşmeyi “içi boş” ve devrime hizmet edemeyecek bir kitleselleşme olabileceği için benimsemiyoruz. Konferans kararlarında vurgulandığı gibi kavramın içeriği tartışılmalı, doğru tanımlanmalı ve devrimci öğelerle somutlaştırılmalıdır.

 

” MALİ POLİTİKA…

Bir başka “bozuk” ve samimiyetsiz eleştiri tarzıyla ele alınan konu da mali politikaya ilişkindir. Tarz bozukluğu, her şeyden önce, ilk başta damgayı vurmak, “haraççı”, “çeteci”, “gaspçı” gibi gösterip, sonra da olası tepkileri göğüslemek adına, “bu çizgisini sistemli hale getirmediğinden ayrılığın (“birliğin” olması gerek –pn) önünde bir engel olarak görmemekteyiz” (Sf. 29) denmek suretiyle gösterilmektedir.

Hem bunu bir “politika” olarak adlandırıp hem de “sistemleşmemiş” olduğundan bahsetmek hangi akla hizmettir? Arkadaşlar yine de lütufta bulunmuşlar ve böylesi kötü yönlerimize karşın vize vermekte engel çıkarmamışlardır. Yine tamamen spekülasyon üzerinden çirkin iftiralar atılmaktadır. İbret olsun diye bu bölümü olduğu gibi aktarıp yorumsuz bırakmak, yani hiç yanıt yazmamak belki daha iyi olacaktır.

Ama doğrusu bir de kendi yazımız içerisinde görmeye tahammül edemeyeceğimiz “belirlemeler” bulunmaktadır. ST, tıpkı emperyalist ve faşist devletlerin yürüttükleri propaganda içeriğinde olduğu gibi, zorla para toplandığını (“limit belirleme”, “vergilendirme”) söylemekte, halkın sorunlarına yardımcı olma rolünde sahtekârca davranıp onlardan kazanç sağlamaya çalışıldığını iddia etmektedir. Bunlara karşı gelmenin “tehdit ve zor alımla” sonuçlandığına dair saptamayla “mali portremiz” tamamlanmaktadır.

Devrimci ahlaktan zerre kadar nasibini alamamış, dahası devrimci değerlerden yoksun kişilerin yapabileceği türden pratiklerin “çetecileşme” iması ile sunulması, olsa olsa “birlik” konusunda ne kadar içtenlik taşıdıklarına kanıttır. Aksi halde, husumet ölçümünde bulunup da böyle yazıp çizmenin derdini kurcalamaya kalkarsak, farklı sorunlara kapı aralanabilecektir.

 

 SONUÇ YERİNE…

 Nihayet yazımızın son bölümüne gelmiş bulunmaktayız. Bir bölümü kesinlikle değmese de, dikkate alınabilecek her şeyi yanıtladığımızı, daha önemlisi “sorun”a ilişkin esas noktaları açıkladığımızı düşünüyoruz. ST’nin inceleme ve eleştiri yapma tarzının bizi siyasi açıdan “zorlanmak”la beraber, etik açıdan ve özellikle somut tartışma yürütmek bakımından zorladığını belirtmeliyiz.

 Umarız ki bu içerik ve biçimdeki tartışmalar bundan sonra karşımıza çıkmaz. Niyetimiz mümkün olduğunca gerçekleri göstermek ve ancak gerçeklere yaklaşımlarımızın tartışılmasını, anlaşılmasını sağlamak oldu. Kuşku duyulmasın ki ancak bunlar üzerinden gerçekleşecek polemik faydalı olacaktır.

Aksi nitelikteki yazılar ise değersiz malzemeler olarak tanımlanmaktan kurtulamayacaktır. İlk bölümlerde, ST’nin “örgütsel ilkelerde birlik ve partiden kopmanın yanlışlığı” etrafında dönmekte olan bir anlaşmazlık yaşadığımızı anlamadığını ve bunu kavrayamadığını belirtip bunun nedenini yazının sonunda açıklayacağımızı ifade etmiştik. Bunu açıklayarak bitirelim.

Kavramak gereğini yapmaktır. ST “örgütsel ilkelerde birlik ve partiden kopmanın yanlışlığı” hakkında ahkâm kestiği halde kendi sürecini değerlendirmeye geldiğinde görmez, duymaz, anlamaz olmaktadır. Körlük, sağırlık ve anlama kıtlığı “fiziksel” nedenlerle değil, bakış açısıyla, duruşla ve var olma biçimiyle ilgilidir.

ST öteden beri bakış açısını, duruşunu ve var olma biçimini değiştirmek istemiyor. Bunu bir tür yok olma olarak anlıyor-algılıyor ki bunda ısrar ediyor. Yoksa “darbe” tanımını, darbe dediğimiz olayı çarpıtabilir miydi olanca rahatlığıyla? Ya da yazı bütününde sunduğumuz ve kuşku duyulmayacak ölçüde kanıtladığımız gerçeklerden bu derece uzak ve neredeyse sürekli bir manipülasyonla hareket eder miydi? Birlik amacına kilitlenmiş olduğunu “büyük bir özgüven” görüntüsüyle takdim eden ST aynı duruşu tarihe, gerçeklere karşı gösterememektedir.

 Evet, ST yazar ve okurları;

 darbeyi, 2. MK toplantısını, partililerin konferans önerisini, bunu haksız biçimde reddeden MK tavrını, belli anlayış ve duruştaki kadroların tasfiyesini “örgütsel ilkelerde birlik”in neresine uygun kabul ediyorsunuz?

 Darbe ile partiyi tahakküm altına almaya çalışıp bunu başaramayanların partiden kopma yanlışına kesin ve açık bir biçimde düştüğünü neye dayanarak inkâr ediyorsunuz?

Sözü daha fazla uzatmaya gerek yok;

 baştan sona güven vermiyorsunuz! Körlük, sağırlık ve anlama kıtlığı benzeri daha başka iddialara neden olabilir ama zaafların bu iddialarla giderilmesi mümkün değildir.

 Bunun için bakış açınızın, duruşunuzun, var olma biçiminizin değişmesi gerekir.

Gerçekler gün ışığındadır, sadece oraya bakmak ve öyle düşünmek; düşündüğünü tam bir dürüstlükle açıklamak yeterlidir…

Devamı var

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)