ST’nin ayrılık noktalarından olduğunu ileri sürdüğü bir diğer konu da başlıca çelişmelere, ulusal sorunu meydana getiren “ezen ulus burjuvazisi ile ezilen ulus arasındaki çelişme”nin eklenmesidir. Kendileri ikinci kongrelerinde, sunduğumuz gibi tanımladıkları bu çelişmenin “başlıca çelişmeler” arasına konması gerektiğini ve Kaypakkaya’nın bu konuda eksik kaldığını belirtiyorlar.
Hemen şunu ifade
etmeliyiz;
Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı sorununun başlıca
sorunlardan biri olduğu şüphesizdir. Kaypakkaya’nın da buna “çok önem taşıyan
bir sorun” olarak baktığı aynı ölçüde tartışmasızdır. İbrahim yoldaşın başlıca
çelişmeler içinde saymayarak bu sorunu küçümsediğini, önemsiz addettiğini
söylemek için onun “Türkiye’de ulusal mesele” belgesini yok saymak gerekir.
İnceleyen herkesin kabul edeceği gibi orada yazılanlar ve bu
belgenin Kaypakkaya’nın 5 temel belgesinden biri olması böyle bir iddiayı kendi
başına geçersiz kılar. Biz bu konunun yüzeysel ele alınamayacağı ve daha
doğru/uygun açıklama ve tanımlarla ortaya konması gerektiği düşüncesindeyiz.
Öncelikle “başlıca çelişmeler”
kavramını tanımlamak gerekir;
Bir çelişmeyi neden “başlıca çelişmeler” arasına sokarız?
Bunun için onun devrim sürecindeki önemini mi incelemek
gerekir, yoksa devrimdeki rolünü mü saptamak? Yoksa bu kavram mevcut
iktisadi-siyasi yapının nedenselliğine mi işaret eder?
Elbette “başlıca”
kavramı aklımıza hemen “görünen”, “kendini belli eden”, “öne çıkan” gibi
tanımlar getirmekte ve bundan hareketle nedeni ile sonucu ne olursa olsun
ulusal sorunu başlıca çelişmelerden saymamak pek uygun görünmemektedir.
Ama şunu da görmemek olmaz; konu edilen, önder yoldaşın
ulusal sorunu var eden çelişmeyi, başlıca çelişmeler içinde görmemesidir! Biz,
bunun Kaypakkaya’nın konuya ilgisi ve çözümüne gösterdiği duyarlılık bakımından
“izah edilebilir” olmadığını düşünüyoruz.
O halde “başlıca çelişmeler” kavramına farklı yönlerden de
yaklaşmayı denemeliyiz. Başlıca çelişmeler tespitinin bir nedeni ve amacı
olmalıdır. Kaypakkaya’nın konu hakkındaki tartışması
(Seçme Yazılar, Umut
Yay. Nisan 2004, Sf. 164) ülkedeki “devrim” sürecini tanımlamaya yöneliktir.
Çelişmeleri, toplumsal yapıyı, sınıflar mücadelesini
inceleyerek ortaya koymak ve ülkenin iktisadi ve politik açıdan bulunduğu
aşamayı saptamak için belirlemek gerektiğini görmekteyiz bu yaklaşımda. Böyle
olduğunda Kaypakkaya’nın ezen ulus ile ezilen ulus ve azınlık uluslar
arasındaki çelişmeyi “başlıca çelişmeler” arasında saymaması anlaşılırdır.
Bu çelişmenin ne toplumsal yapıyı belirleme özelliği ne de
devrim sürecini tanımlamaya katkısı vardır. Kabaca şöyle ifade edebiliriz:
Bu çelişme olsa da olmasa da içinde bulunduğumuz yapı ve
dolayısıyla devrim süreci değişmeyecektir. Ulusal sorunu var eden çelişmenin
eğer pazara yönelik bir çatışmadan kaynaklandığını savunuyorsak, bunun
toplumsal süreci belirleyici özellik taşımadığını, hakeza bir sonraki aşamayı
da belirleyemeyeceğini kabul ediyoruz demektir.
Bu durumda
Kaypakkaya’nın söz konusu çelişmeyi “başlıca çelişmeler” arasında saymaması
anlaşılırdır; sayılan diğer çelişmelere göre daha tali bir unsur olarak görmesi
doğrudur.
İbrahim yoldaşın
kavramı kullanmadaki özgünlüğü ve ele alışı anlarsak onu eleştirirken en
azından haksız belirlemeler yapmaktan kendimizi alıkoymuş oluruz… Bu nedenle
ST’nin “başlıca çelişmeler”e ezen ulus burjuvazisi ile ezilen uluslar
arasındaki çelişmeyi eklerken ortaya koyduğu Kaypakkaya eleştirisini
onaylamıyoruz.
Bu ekleme ancak
kavramın anlamı ve süreç içindeki değişimlerle açıklandığında gerektiği
gibi/uygun biçimde tartışılabilecektir. Kavramın Kaypakkaya’nın kullandığı
yerdeki anlamı anlaşılır kıldıktan sonra, ST’nin yüklediği anlama uygun
olarak,söz konusu çelişmenin başlıca çelişmelere dahil edilmesi önerisine cevap
verebiliriz.
Ulusalsorunu meydana
getiren çelişmenin ülkedeki konumu, onu “belli başlı”, “öne çıkan” olarak
görme51 mizi neredeyse zorunlu kılmaktadır. Yukarıda da değindik, zaten
Kaypakkaya sorunun bu özelliğine yeterince ve layık olduğu ölçüde dikkat
çekmiştir. Ne var ki, komünist hareket birçok meselede olduğu gibi bu meselede
de önderlik misyonunu oynayamamıştır.
Bunu neden
vurguladık?
Şu sebeple; sözü edilen çelişmenin “başlıca çelişmeler”den
sayılmamış olmasının, o sıralamaya dahil edilmemesinin, başarısızlığın kaynağı
olarak gösterilmesine itirazımız var! Zira ancak bunun saptanmasından sonra
ulusal soruna kaynaklık eden çelişmenin “başlıca çelişmeler” arasına konması
gerekliliğini vurgulayabiliriz. Bunun tartışılmazlığının nedeni söz konusu
çelişmenin ülkedeki siyasi etkisinin nitelik ve boyutudur.
Devrimci hareketin gelişimini önemli oranda etkileyen; hem
Kürt halkının devrimcileşmesinde hem Türk halkının özgürleşmesinde/baskı ve
esaret altındaki bilincinin gerilikten arındırılmasında belirleyici fonksiyonu
olan bir sorundan bahsediyoruz. Başta Kürt ulusu olmak üzere ezilen ulus ve
azınlıklar üzerindeki ırkçı-şoven baskı ortadan kaldırılmadıkça ezen ulusun
halkı için de özgürlük elde edilemeyecektir.
Bilincinde egemen sınıfların ırkçışoven ideolojisini,
politikalarını taşıyanlar devrime kapalı olurlar, devrimi kavrayamazlar,
devrimi gerçekleştiremezler. Ulusal sorunun varlığına karşı mücadele devrim
için bir zorunluluktur. Bu tespit de bizim “başlıca çelişmeler”e konu edilen
soruna neden olan çelişmeyi eklememizde bir yanlış olmayacağını içerir. Aynı
zamanda soruna dikkat çekmeyi de içerdiğinden bu yaklaşıma zaten karşı
çıkmıyoruz.Ayrılık noktaları olarak tanımlanan bu meseledeki genel yaklaşımımız
böyledir.
Şimdilik “sonuçta” hemfikir olduğumuzu ifade edebiliriz ama
çelişmenin tanımı konusunda farklı düşünüyoruz. ST tanımı “burjuvazi ile ezilen
uluslar arasındaki çelişme” biçiminde yapmaktadır.
Bu da ülkedeki ulusal sorunun neye dayandığı, daha doğrusu
hangi çelişmenin ürünü olduğu konusunda bir belirsizlik olduğunu
göstermektedir. Ezen ulus burjuvaları ile ezilen uluslar arasındaki
“anlaşmazlık” nedir? Ülkedeki ulusal sorunun kaynağı nedir? Belli bir
nedene/nedenlere dayanan bu sorun nasıl bir kutuplaşmaya neden olmuş ve
olmaktadır?
Bu
konuda savuna geldiğimiz görüş, ulusal sorunun özünün pazar sorunu olduğudur.
Pazar sorunu olarak saptandıktan sonra çelişmeyi ST’nin
belirlediği gibi tanımlamak doğru değildir; biliyoruz ki pazarda rekabet edecek
olanlar burjuvalar ile ezilen uluslar değildir; ezen ve ezilen uluslardan
burjuvalardır. Gelişmekteki pazar üzerinde kimin hakim olacağı sorunu, mevcut
ulusal sorunun kaynağı olmuştur.
Uluslar içindeki diğer unsurların ulus bilinci ilk zamanlar
geri olmakla beraber rekabetin varlığına ve ilerlemesine bağlı olarak
gelişmiştir. Bu sadece ezilen ulus için değil ezen ulus için de geçerlidir.
Ezen ulusun da egemenleri dışındaki sınıfları “ulusalcı” akıma, daha önce
değil, rekabetten sonra yönelmiştir. Kısacası ulusal soruna neden olan çelişme
konu olan ulusların bütün unsurları arasında başlamamıştır. İki ulusun da
egemenleri arasında başlamıştır.
Burada şuna dikkat
çekmek gerekiyor; bu çelişmeden kaynaklanan ulusal sorunun henüz vücut
bulmadığı zamanlarda konu edilen toplumlar arasında sorun olmadığı
düşünülmemelidir.
Kuşkusuz vardı ve
bunlar feodalizme dayalıydı. Zaten buna dayalı sorunlar (dinsel, mezhepsel,
aşiretsel) varlığını henüz sürdürmektedir.
Egemenler arasındaki çelişme bilindiği gibi orada kalmaz.
Egemenler kendi sorunlarını toplumun diğer sınıf ve katmanlarına ait hale
getirirler. Ulusların burjuvaları arasındaki çelişme de nihayet ulusların tüm
toplumsal unsurlarına yayılmıştır. Ezen ulus burjuvaları pazar üzerindeki
hakimiyetini kendi dili etrafında bir birlik yaratarak sağlamaya giriştiğinde
diğer ulusların/milliyetlerin dillerini yasaklar. Bu yasak sadece ezilen ulus
burjuvalarına konmaz.
Ama onun gelişimini engellemek için tüm ulusa konur. Bu tür
engellemeler ulusun diğer tüm özellikleri (sözlü ve yazınsal, tarihsel ve
kültürel vs.) için de uygulanır. Hakeza ezilen ulus egemenleri de buna karşı
“ulusalcı” bir mücadeleye girişir. Bu mücadelede hem ezilen ulus bütününe
yönelmeyi meşrulaştırır hem de arkasına kendi ulusundan halkı almaya çalışır.
Ezen ve ezilen
ulusların burjuvaları arasındaki çelişme kendi koşullarının belirlediği bir
süreç içinde yaşanır ve nihayet gelişen koşula bağlı olarak ezen uluslar ile
ezilen uluslar veya milliyetler arasındaki çelişme haline evrilir.
Dolayısıyla
ne başında ne de sonrasında “ezen ulus burjuvaları ile ezilen uluslar
arasındaki çelişme” olarak tanımlanabilir bir süreç vardır.
Nihayet, yukarıdaki
anlamda “başlıca çelişmeler” arasına konulmasında sorun olmayan çelişme, ezen
ve ezilen uluslar arasındaki; Türk ulusu ile Kürt ulusu arasındaki çelişmedir.
ST’nin çelişmeyi tanımlama biçimi gerçekliğin doğru
yorumlanışından çok “arzu
edilene” dayanmaktadır.
O, ezen
ulusun tüm sınıflarındaki ezilen ulus “düşmanlığı”nı görmemeyi tercih
etmektedir.
Politik olarak,
ezilen ulusun, ezen ulusun bütününe karşı değil onun egemenlerine karşı
yöneltilmesi gerektiğinden, çelişmenin de buna göre tanımlanacağı düşünülmektedir.
Çelişmeleri saptamada doğru yöntem bu değildir. Hem ulusal sorunun kaynağı
hakkında belirsizlik yaratma, hem de mevcutta bu sorunun ulusların tüm
sınıflarını “ciddi” derecede etkilediğini görmezden gelmeye karşı uyanık olmak
gerekir.
Ezen ve ezilen uluslar arasındaki ilişki, bu ulusların
halkları arasında çıkara dayalı bir özellik taşımadığından, yaptığımız, çelişme
tanımlamasına itiraz edilecektir. Ancak bir çelişmeyi tanımladığımızda
çelişmenin kaynağından bağımsız olarak onu oluşturan başka etmenler (siyasi,
ideolojik ve kültürel) çelişmenin iki tarafı açısından “düşmanlık” nedeni
haline gelebilir.
Konumuz olan çelişme de çıkara dayalı bir husumet değil
ideolojik, politik ve kültürel ayrışmaların milliyetçi temelde körüklenmesinden
ileri gelen bir husumettir. Yani ulusların ezilen sınıfları, fertleri tamamen
ulus bilinci ile ulus adına çelişmenin tarafları haline gelebilirler.
Feodalizmde mezhepsel, aşiretsel, dinsel çelişmeler tamamen
böyledir. Bu çelişmeleri tanımlarken mezheplerin imamları ya da aşiretlerin
reisleri veya dinlerin önderleri arasındaki “çelişmeler”e benzer tanımlardan
bahsetmiyoruz. Gene aşiretler arasındaki çelişmeyi mesela aşiretin reisi ile
bir başka aşiretin üyeleri arasındaki çelişme olarak tanımlamıyoruz…
Tanımlamalarımız mezhepler, aşiretler, dinler arasındaki
çelişmeler biçiminde olmaktadır. Dolayısıyla adı geçen topluluklardaki
fertlerin, katmanların birebir çıkarları nedeniyle düşmanlaşmaları karşı
karşıya gelmiş olmaları şart değildir
.................................................
8. PARTİ KONFERANSI…
ST yetersiz bilgileri ve gizleyemediği önyargılarıyla bu
“birlik” gündemli yazısına bir de 8. Konferans değerlendirmesini sıkıştırmayı
başarmıştır. Buradaki sözler ve iddiaların hangisine yanıt vermenin anlamı ve
gereği vardır, doğrusu şaşırıyoruz.
ST, 8. Konferansın “ideolojik-politik meseleleri
tartışmaktan çok örgütsel meselelerle ilgilendiği”ni ve sonuç olarak “Marksist
Leninist Maoist yaklaşımı yeterince TKP/ML’de görememekte” olduğunu belirtiyor.
Oysa 8. Konferansın örgütsel meselelerle sınırlı bir gündemi
ve de çalışması olmamıştır. Ana teması “Halk Savaşı” olan 8. Konferans,
belgelerinden de rahatlıkla görülebileceği gibi, aynı zamanda sürecin etraflıca
tartışıldığı, önümüzdeki döneme dair genel politikaların da belirlendiği bir
konferans olmuştur. Halk Savaşı’nı geliştirememe nedenleri, hatalar ve
yanlışlar üzerinde durulurken; esas yönelim, esas alanlar, alanlara dair
görevler belirlenmiş ve bir hareket planı oluşturulmuştur.
ST bunların olmadığını iddia ediyor ama hangi verilerle?
Dediğine göre “kamuoyuna” yansıyanlarla! Arkadaşlar eğer elinizde değerlendirme
yapacak yeterlilikte belge yok ise bu işe soyunmazsınız. Bununla beraber belki
bilgi verilmediğini eleştirirsiniz; hali hazırda pratik gidişatı değerlendirirsiniz;
olanağı olmadığı için “bu olumlulukları yanında 8. Konferans kararlarına
yönelik bazı eleştiriler yapmayı da devrimcisorumluluk olarak görmek”ten imtina
ettiğinizi belirtirsiniz…
Ne var ki arkadaşlar “kamuoyuna yapılan açıklamaları”, “kısa
hatlarla yapılacak bir değerlendirme” için yeterli kabul etmişler! Gerçekten
öyle ise, 8. Konferans’ın “gelişemememizin nedenleri, hatalarımız ve
başarılarımız biçiminde teorik-pratik sorunların ele alınması” tarzına uymayan
bir konferans olduğunu nasıl iddia edebiliyor? Son iki Konferansın belirgin
özelliği, sorunların kaynağı olarak önderlik sorunu ve partinin ideolojik ve
politik seviyesindeki geriliği göstermeleridir.
Önceki bölümlerde arkadaşların meselelerin ana kaynağında
Maoizm’den uzaklığı görmediğimize ilişkin iddiaların yanlışlığına değindik. Bu
iddiaların gerçek dışı olduğunu 8. Konferans belgelerini okuyan herkes tam bir
netlikle görecektir. Kullanılan kavramlar öne çıkan vurgular ST tarafından
hemen hiç sorgulanmamaktadır.
Sorunların kaynağında Maoizm’den uzaklaşma olduğunu görmenin
mihenk taşı olduğunu özellikle belirten ST’ne soruyoruz:
“İdeolojik politik
yetmezlik”ten sizin anladığınız nedir? “Partinin deneyimine ve birikimine
yakışmayan bir seviyede olması”nın sizin literatürünüzdeki karşılığı nedir?
Mao’nun ölümünden sonra tüm dünya komünist hareketi ve
ezilenlerin önderlik sorunu yaşadığı belirtildiğinde bu sizin “sorunların
kaynağında Maoizm’den uzaklaşma vardır” söyleminizin açık ve anlaşılabilir bir
karşılığı değil midir? Partinin, dolayısıyla kitlelerin önderlik sorunuyla
karşı karşıya olduğunu özellikle vurguladığımızda sorunlarımızın nedenlerini
dışarıda mı aramış oluyoruz?
İnsaf!
Ya ne dediğinizi
bilmiyorsunuz ya da okuduklarınız bizimle ilgili değil. Alıntılarla, tartışmayı
uzatmanın gereğinin olmadığını gösterelim:
“7. Konferans
karmaşık, henüz partimiz tarafından yeterince aydınlatılmamış bir dönemden
yalnızca ana çizgilerini görmeye başladığımız yeni bir döneme geçildiği
koşullarda yapılmıştı. Söz konusu dönemin genel bir görüntüsünü verecek olursak
eğer, şu tabloyu sunmak mümkündür:
Mao’nun ölümünü
fırsat bilerek modern revizyonistlerin ÇHC’de gerçekleştirdikleri darbe ve
hemen onunla başlayan sosyalizmden geriye dönüşle birlikte dünya çapında
Kruşçev revizyonizmine, Russosyal emperyalizmine ve çeşitli gerici burjuva
akımlara karşı büyük zaferler kazanmış komünist hareketin etkisini gerilemeye,
revizyonist ve diğer burjuva akımların görüşlerinin ise görece rağbet gördüğü
bir döneme geçilmiştir.
7. Konferans, sönmekte olan bir sürecin özgün bir anında
gerçekleşti. Bu uzun dönem kapsamında kalan ve kimi ülkelerde, bölgelerde
farklı biçim ve özelliklerde gelişim gösteren devrimci yükselişlere,
parlamalara ve kimi ülkelerde ise gerçek anlamda devrime yönelen silahlı
komünist hareketlere rağmen bütün döneme damgasını vuran şey emperyalist
burjuvaların ideolojisi ve görece ekonomik istikrarı olmuştur. Kuşkusuz bu
istikrar aynı zamanda onun bunalımlarını ve yıkımını da içermektedir. Ve bu
gerçek kimi krizlerde görüldüğü gibi gizlenebilir değildir.
Ülkemizde de esas olarak ’80’lerden bu yana devam eden ve
değindiğimiz sürecin genel bir parçası olan bir dönemin sonlamaya başladığı
görülmektedir. Ülkede ’88’den 92’ye kadar uzanan dönemde ve 90’lı yılların
ortasında hem devrimci harekette hem de kendiliğinden harekette yükselişler
olmuştur. Ancak bu yükselmelerin yukarıda değindiğimiz dönemin sonunu getirecek
özelliklerden yoksun olduğunu; komünist önderliğin bulunmadığını, uluslar arası
burjuvalara ve modern revizyonizme karşı geliştirilen yeni saldırılara cevap
verebilecek kadar gelişim içermediğini vurgulamak gerekmektedir.” “7. Konferans
bu olumsuz gidişata karşı bir duruş içinde şekillendi.
Parti Konferansı,
halk savaşı, önderlik ve kitle çizgisinde sözünü ettiğimiz anlayışların
ışığında durmaya ve MLM kurallarını sahiplenmeye çalıştı. Ancak kabul etmeliyiz
ki, konferans sonrasında bunu gerçekleştirmede, örgütü buna göre kavramada ve
eğitmede yeterli olunamamıştır.”
(8. Konferans
belgeleri, K-59)
Benzer alıntıları daha da sıralamak mümkün. Kötü olan şu ki,
ST bunlara; bunca vurguya, açıklamaya karşın mevcudu inkâr etmeye denk
“değerlendirme”ler yapmakta, üstelik bunu devrimci sorumluluk gereğine
dayandırmaktadır! Sanırız sorumluluk ağır geliyor arkadaşlara! Okunacak bu
satırlar söz konusu değerlendirmeye imza atanları hiç olmazsa devrimci
sorumluluk konusunda düşündürtmelidir… Devrimci sorumluluk yerine konan
ukalalığın, yüzeyselliğin ve kara çalmanın gereği üzerinde durulmalıdır!
8. Konferansın, birikmiş birçok sorunu ertelediği iddiası
neye dayanılarak ileri sürülüyor, bunu da bilmiyoruz. Arkadaşların
önyargılarının yol açacağı benzeri iddiaların oluşum biçimini ve bu derecede
“cüretli” ileri sürülüşünü biliyor olmak mümkün de olmaz zaten. Buna karşı
belirteceğimiz şey, bunun doğru olmadığıdır sadece. ST’nin alıntılayacağımız
paragraftaki yaklaşımı onun bizim hakkımızda değerlendirmesinin özetidir. Bu
değerlendirmenin mevcut tartışmalarımızla, ele alışımızla, sorunlarımızla
esasen ilgili olmadığını, bize çok uzak olduğunu belirtelim:
“Yapılan 8. Konferansta aynı hataları devam etmektedir.
Birikmiş birçok sorun olmasına rağmen bunları gündemine almaması, bu durumda
olmamıza neden olan sorunların siyasi, ideolojik, örgütsel, askeri ve kültürel
nedenlerine eğilmemesi bu hatalarını hala dışarıda görmesinden
kaynaklanmaktadır. Uygulanan yanlış pratikler, her alanda yaşanan
başarısızlıklar, kitlelerden koparak marjinalleşme vb. pratik politika ve
siyasetlerin hepsinin teorik sebepleri vardır.
Başarısız yürüyen tüm
örgütlenmelerde hatalarımızın nereden kaynaklandığını, ideolojik nedenlerini
mutlaka bulup ortaya çıkaramazsak ne yaparsak yapalım, aynı sonucu almaktan
kurtulamayız.
” (Sf. 31) Sanırız ST bizi “kendinden” kabul ettiği için bu
derecede cüretli yazmaktadır, söyleminde ileri gitmektedir. Aksi halde, bu
cümleler fütursuz bir karalama çabasının, kendine rakip görmekten kaynaklanan
bir tahammülsüzlüğün ürünü olabilir!
ST’nden bize yansıyan yaklaşım çok açık bir “kardeş-düşman”
ikilemine-tutumuna sahip.
Mümkün olduğunca
kötüleyerek “kardeşe” kucak açma tutumunun bariz bir örneği, köşe yazısındaki
“12 Eylül baş celladı”na bize dediğiniz kadar darbeci demediniz” ifadesiydi.
Arkadaşlar bu cümlenin içini doldurduklarında neleri karşımıza dikebilirler,
tahmin etmek zor! Ama bu “kıyas” en azından çok çirkin kabul edilmelidir...
ST’nin bu yaklaşımı Partiyi karalama niyetini apaçık ele veriyor. Hem konferansın salt örgütsel
olduğunu güçlü bir biçimde ima/iddia ediyorsunuz hem “yakın çevre”ye
saldırganlıkta sınır tanımadığımızı ileri sürüyorsunuz, hem de düşmanla en
azından “darbeci”lik üzerinden sizinle uğraştığımız kadar uğraşmadığımızı ifade
edebiliyorsunuz!..
Kimle
nasıl tartışmakta olduğunuzu bilmiyor olmalısınız…
Bunlarla kendinizi, yakın çevrenizi aldatabilirsiniz; her
seferinde kol kanat gerdiğiniz ve “birliğe” çağırdığınız “partiyi terk
eden”lerin sınıf mücadelesini kirletmeye dönük çabalarına ortak olursunuz.
(Emin olun, onlar sizi bu tutumlarınızdan dolayı alkışlıyorlardır!).
Ama onun dışında sadece karanlığa konuşmuş olursunuz.
Konferansın geçmiş ve şimdiki sürecin politik ve iktisadi şartlarını
değerlendirmeyi içerdiği, özeleştiriler barındırdığı ve örgütsel sorumluluk ve
görevleri de bunlara göre saptadığı bilinemez değildir. Kuşku yok ki bunu
yapmak bir meziyet değildir, ama bilin ki, bunu nasihat etmek de hiç akıllıca
sayılmaz!
8. Konferansın birlik önerisini gündeme almamasına dair
eleştiri yine çarpıtma ve onun üzerinden geliştirilen yorumlardan ibaret.
Birlik konusunda kararlı görünüp de bu kadar karalama, gerçeği çarpıtmada dur
durak bilmeme hali, eşine az rastlanan bir tutarsızlık ve yol bilmezliktir.
Bizi tanımayanlar veyahut yeterince bilmeyenler bu
yazılanlardan sonra ne desek inanmazlar artık sanırız! Amaç buysa “kapsam
dışında”kileri bu amaca ulaştırabilirsiniz belki…
Öyle ya, muazzam bir grupçuluk, kariyerizm, antibirlikçilik,
kendinden ayrılana, kopana, olmayana (uçana, kaçana…) saldırganlık, sığ bakış
açısı vb. olduğuna göre iflah olmazlığımız tartışmasız! Dolayısıyla “kitlemiz
TKP/ML’nin birlik karşıtı duruşu ve savundukları üzerinden bakarak TKP/ML’nin
hayatta değişmeyeceği” (Sf. 43) öngörüsü buna göre yanlış değildir.
O halde bu öngörü
tarafınızdan “yanılgı” olarak değerlendirilmemeliydi. Bu konuda çok “duygusal”
davrandığınız aşikar!!!
8. Konferansın konuyu gündeme almaması bu meselenin epey
uzun bir süre önce mektup aracılığıyla gündeme gelmesi ve mektuba verilen
yanıtın tüm parti iradesi tarafından benimsenmiş olmasındandır.
Konferans iradesi yeni bir durum olmadığından görüş de zaten
oluşturulmuş ve iletilmiş olduğu için tartışmaya, yeni bir karara ihtiyaç
duymamıştır. Üstelik “oy birliği” ile! MKP iradesi mektuptan ve yanıtından
haberdar olmalıdır.
İçeriği hakkında bir tartışmaya bizce ihtiyaç yok. Sadece
bütünlüklü birlik istencinizin “büyüklüğü” ile birleşmeyi umduklarınızın
niteliği hakkındaki tespitlerin uyumsuzluğu, çelişkili oluşu, bilmelisiniz ki
yanıtı da buna uygun koşullayan bir özelliktir. Parti kitlesini, genel kitleyi
önderliğe karşı olmaya çağıran, kışkırtan, bunun için de neredeyse her türlü
kötülemeyi, karalamayı yapan sizlerin hemen hiç değişmediğini gösteriyor bu…
2. Kongrenizin çağrısına cevap vermemek çok özel bir neden
barındırmadığı gibi herhangi bir açmazdan da kaynaklanmamaktadır. Bugüne kadar
’92 birlik ve ’94 darbesine tavır konusunda savunduklarımızı alt üst edebilecek,
yadsıyabilecek yeni bir durumla karşılaşmadık.
1. ve 2. Kongre kararlarının özü genel olarak tavrımızın
devamını, değişmemesini sağlar içeriktedir. Bizi “açmaza” sokacak bir
değerlendirme, değişim yaşanmamıştır. Eğer kongreleriniz ve “tarihi muhasebe”
gerekçe olarak gösteriliyorsa, buna sadece kendinizi inandırabilirsiniz,
başkalarını değil!
Şunları hatırlatmak gerekiyor:
Herhangi bir konunun “toplantı gündemi” kabul edilmesi o
konunun daha önce gündeme alınmamış olmasını, eğer alındıysa hakkında görüş
değişikliğinin önerilmesini gerektirir. Her iki özelliği de barındırmayan ve
daha önce gündemleştirilip hakkında karar alınmış, henüz bu kararın da tümüyle
savunulduğu bir durumda her hangi bir konunun “gündeme alınmamasına” başka bir
neden aramak, bunun üzerinde bir sis perdesi oluşturmak, kötü niyetli, ön
yargılı bir yaklaşımdır.
ST böyle yaparak “birlik” konusunu, kitleleri aldatmanın bir
parçasına dönüştürmektedir. Bu ifadelerimizi “niyet okuması” olarak
eleştirebilirsiniz veya içinizdeki gerçekten samimi, bu olumsuzluğun farkında
olanları görmezden gelmek biçiminde de değerlendirebilirsiniz. Ancak dikkatleri
daha önce yazılanlara, “birlik metni” olduğu söylenen ama bize göre “birlik
politikasını baltalayıcı” tanımını daha çok hak eden mektuba ve buna verilmiş
yanıta çekiyoruz.
Bu olumsuzluğu
görmemek olası değil, görüp de karşı çıkmamak ise siyasal açıdan suçtur.
Sonuçta süreci adamakıllı takip edenler ve gelişmelerden haberdar olanlar,
“niyet okumasını” (deşifresini) doğru kavrayacaklardır.
8. Konferansın “birlik
çağrısı”nı gündemleştirmemesi ile ilgili “siyasal gerilik” değerlendirmesi
yapmak ve dahası partiyi önderliğe, kitleleri partiye yönelik hesap sormaya
çağırmak kendini bilmezliğin daniskasıdır.
Son konferansta parti yetmezliklerine, zayıflıklarına,
önderlik zafiyetine vs. dikkat çekti ve bunların giderilmesinin yolu hakkında
kendiyle hesaplaştı. Kısacası bu berbat yaklaşıma karşı parti kendini her zaman
olduğu gibi gene hazırlamıştır. Bu hazırlığın kökeninde kendine karşı tam bir
açıklık, hesap vermişlik ve özgüven vardır.
Umuyoruz ki, bunu anlar ve bundan böyle benzer türden
“kışkırtıcı” ve devrimci etiğe aykırı yöntemlere başvurmazsınız!
HALK SAVAŞI…
ST, daha giriş bölümünde konferansın gündemiyle ilgili
bilgisizliğini (sadece bilgi yoksunu değil, nezaketten de mahrum) ele veriyor.
Kendince dört maddelik gündem sıralıyor ve arkasından bunu eleştiriyor. Hem de
ne eleştiri?! Konferansın üzerinde asıl olarak durduğu konu Halk Savaşı
olmuştur.
ST’nin sözünü ettiği ve edemediği diğer gündemler de hemen
her konferansta olduğu gibi tartışılmış, değerlendirilmiş ve bu çalışmaların
sonucunda karara dönüştürülmüştür. Kısacası ST’nin öne sürdüğü gibi bir ele
alış mevzu bahis değildir.
ST’nin konu ettiklerinin dışında bir bütün parti
değerlendirmesi; önderlik, bölge, alan değerlendirmeleri, uluslararası durum ve
özel olarak bölge ve ülkedeki politik, ekonomik gelişmeler, bunun içinde özel
olarak ulusal sorun/Kürt hareketi, genel olarak örgüt sorunları ve örgüt
çizgisi, yönelim, gündem olarak bu konferansta tartışılmış ve nihayet
kararlaştırılmıştır.
Halk savaşı, konferansın ana temasıdır, doğal olarak
diğerleri ile aynı seviyede ele alınmamıştır. Bunun nedeni halk savaşı
konusundaki kavrayışsızlığın, eksikliğin, yetmezliğin tartışılma
zorunluluğudur.
Bu konuda 7. Konferansta da subjektivizmin, halk savaşını
somutlaştıramamanın altı çizilmişti. Hatta ST şimdi oradaki belirlemeleri
işaret edip “coğrafyamızda “farklı biçimler alacak” ya da “aynı olmayacak”
açıklaması yeterli değildir.” diyor. Ona göre “Yapılması gereken tüm görevlerin
birbiriyle ilişkileri, gerilla savaşının biçimi, kızıl iktidarların alacağı
biçimler, milis ve köy örgütlerinin boyut ve biçimleri, şehirlerin ona uygun
örgütlenmesi ve ortaya çıkan yeni görevler vb. ifade.” (Sf. 31) etmekmiş…
Burada yanıtı istenenlerin bir çırpıda, kalemin bir iki
oynatılmasıyla dile geldiği çok açık. Biz ülke özgünlüğü ile savaşın somut hali
ve alacağı somut biçimler hakkındaki yetmezliği aşma yöneliminden bahsederken
arkadaşlar reçeteyi yazmaktan bahsediyorlar. Konuya dair kararlarımız ne ST’nin
sunduğu sığlıktadır ne de “reçete”dir.
ST’nin ifade etmemizi istediği konular ve daha bir dizi
mesele adım adım çözmemiz gereken, nihayet “yönelimimiz”in hedefi olan
konulardır. Genel perspektifin somutlaştırılması için öngörülen çalışmalar
içindeyiz. Bu koşullarda partinin örgütlenmesi, bütünlüklü hareketi, süreci
yönetmesi belirleyici olmakla beraber gerilla savaşının somut, belli yerlerde
alacağı biçimler, savaşçıların niteliği, diğer hareketlerle ilişkiler, eylem
biçimleri, eylemlerdeki amaç, köylülerin örgütlenmesi ve bu örgütlenmenin
savaşla bağlantısı, köylülerin devrim ve devrimci harekete henüz var olan
güvensizliğinin dönüştürülmesi gibi meseleler öne çıkmaktadır.
Son konferans bu konudaki arayışların merkezi olmuştur
diyebiliriz. ST’nin “bir çırpıda” sıraladığı meseleler içinde “kızıl
iktidarların alacağı biçimler” hakkında ise şunları ifade edebiliriz:
Hâlihazırda bu konudaki görüşümüz somutlaşmış değildir. Genel, savunageldiğimiz
görüş geçerliliğini korumaktadır. Bunun somutta alacağı biçimler “temel
kaideler” korunmak şartıyla ve elbette onların ışığında, eminiz ki “özgün”
olacaktır.
Üstelik bu konuda
belirleyici olan kitlelerin, özellikle Kürtlerin yaşam koşulları ve biçimleri
olduğundan sürecin kızıl iktidarların yaşam bulacağı olgunluğa gelmesini
beklemek (pasif değil aktif bir beklemeden söz ediyoruz) gerekir. Bu sürecin
oluşması da politikalarımızın gerçekleşmesiyle ilgilidir. Nihayet bunun alacağı
biçimler hakkında şimdiden konuşmak reçete yazmaktır.
ST’nin bu konuda somut açılımları talep etmesi mevcut
durumla çelişkilidir. Muhtemel ki bu talep, olgunun derinliğini ve karşısındaki
“yüzeyselliğimizi” göstermek, “Kızıl iktidar biçimleri hakkında somut birşey
ifade edemiyorlar” demek içindir. Bir tür “köylü kurnazlığı” denmez mi buna?
HAPİSHANELER VE ÖLÜM ORUCU…
ST tarafından 8. Konferansın temel gündemlerinden olduğu
belirtilip eleştirilen konulardan biri de hapishanelerdir. ST, hapishanelere
dair genel bir politikamız olmadığını iddia ettikten sonra Ölüm Orucu’nda bir
yenilginin yaşandığı ve buradaki hakların ortak mücadeleyle geri
alınabileceğini vurgulamaktadır.
Fakat burada;
TKP/ML’nin hataları nelerdir?
Hangi taktikleri boşa
çıkmıştır? Devrimci hareketin bölünmesindeki payı nedir? gibi sorular
yanıtsızdır. “Genel söylemler yeterli bilinci yaratamaz” gibi öncekilerle aynı
biçim ve içerikte bir eleştiri yapmaktadır. Hemen belirtelim ki hapishanelere
yönelik genel bir politikamızın olmadığı
iddiası bugüne kadarki hapishaneler sürecinde kesintisiz devam eden tutarlı
duruşumuzla çelişkilidir.
Üzerinde kuşku oluşturulmasına müsamaha etmeyeceğimiz
konulardan biri de partimiz ve önderliğindeki militanlarımızın bugüne kadarki
açık, anlaşılır ve esasta en ileri duruşla kendini ispatlamış olmasıdır.
Partimiz bundan sonra da yarattığı çizgide ısrarlı ve tavizsiz duruşunu
sürdürecektir. Ayrıca belirtelim, hapishaneler sürecindeki devrimci direniş
hattının oluşmasında kendimizi bütünün parçası olarak görüyoruz.
Bu hattın oluşmasına birçok devrimci örgüt önemli katkılar
sunmuştur. Bunun sadece parçası olmak ise onurdur. Bugüne kadarki genel duruşu
esasen olumlu ve etkin bir devrimci duruş olarak görüyoruz. Elbette yer yer ve
kimi zamanlarda önemli olumsuzluklar yaşandığı göz ardı edilemez. Her biri
uygun bir yer ve zamanda değerlendirilmiştir. Bu saptamaya özellikle şunu da
eklemek gerekli görülmektedir. Hapishanelerdeki mücadelenin “hapishanelerle
sınırlı” olmadığı da tarafımızdan daima vurgulanmıştır.
Dolayısıyla “hakların ortak mücadeleyle alınabileceği”ne
dair eleştiri cümlesindeki vurgu, görüşümüzü içermekte eksiktir, esasen
zaaflıdır. Son yıllarda aleyhe koşulların oluşmasında genel sınıf
mücadelesindeki kendiliğinden gidiş ve devrimci hareketin güçsüzlüğünün önemli
pay sahibi olduğunu ve bunun olumlu yöne evrilmesinin zorunluluğunu da
özellikle vurguluyoruz. Son Ölüm Orucu eyleminin siyasi bir yenilgiyle
sonuçlandığı şüphesizdir.
Zira bu eylem önce F tiplerinin hayata geçmesini engellemeyi
sonra da görece tecrit koşullarından arındırılmasını hedefliyordu. Bununla
beraber yenilgi, devrimci direnişi teslim almaya yönelik saldırıya karşı
mücadelenin sona ermesi anlamına gelmiyor. Hedefe varamamak ile direniş hattını
korumak farklı şeylerdir. Ölüm Orucu eylemi amaca ulaşmayı sağlamadıysa da
büyük ve kitlesel olması itibariyle tarihe önemli bir direniş olarak
yazılmıştır.
ST devrimci hareketin bölünmesindeki payımızı ortaya
koymadığımızı ifade edip bu konudaki görüşümüzü de öğrenmek istemiştir! Burası
ilginç…Ama öncelikle siyasi nedenlere dayanan kaygılarımızın konu olan sürece
yönelik esaslı bir tartışmaya girmemizi bugüne kadar engellediğini belirtelim.
Bu tutumumuz değişmemiştir. Ciddi olumsuzlukların, politik hataların, hatta
suçların gerçekleştiğini düşünsek de hapishanelerdeki saldırının ve direnişin
neredeyse tüm keskinliğiyle devam ettiği durumda kapsamlı değerlendirmemizi
sunmayı uygun bulmadık, bulmuyoruz.
Burada devrimci
hareketin içinde bulunduğu darlık, zayıflık, dolayısıyla birlik ihtiyacı
belirleyicidir. Özel olarak hiçbir harekete yönelik ithamda bulunmuyoruz, bu
değerlendirmemiz geneldir ve deneyimlerimiz bunun haklı ve doğru olduğuna
işaret etmektedir. Nihayet bu bizim politik tercihimizdir. Ve anlayışla
karşılanacağını umuyoruz... Bununla beraber, şansını fazla zorlayanlara,
sınırlı olmak kaydıyla beli yanıtlar vermek ve bazı açıklamalarda bulunmaktan
kaçınmamız söz konusu olmayacaktır. Genel manada izlediğimiz tutum geçerlidir
ve “bölücülük” suçlamasına yanıt vermemizin önünde engel değildir.
Ölüm Orucu eylemi
bilinmektedir ki, merkezi koordinasyona ve bölünmeye neden olacağı bilinmesine
rağmen başlatıldı. Eylemi zamanlaması nedeniyle uygun görmediğimizi, önerildiği
andan itibaren açıkladık. Özellikle ortaklığa verilmekte olan zarara dikkat
çektik. Bu eylemle onu başlatanlarla katılmamış olmaktan dolayı “devrimci
hareketi bölmekte payımız olduğu” iddiası doğru/uygun bir iddia değildir.
Bölünmeden söz etmek birliğin ön kabulünü gerektirir. Sonuçta birliğin esas
alınmadığı ve birliğe rağmen iş yapıldığı yerde, bölünme kaçınılmazdır. Birliğe
uymamak, birliğin inisiyatifini görmezden gelmek onu bozmaktır.
Birlik, Ölüm Orucu
eylemi başladığında dağılmıştır; bölünme birliğe rağmen başlayan Ölüm Orucuyla
gerçekleşmiştir. Eyleme başlayanlar bölünmeyi göze almıştır. ST bu sürecin
sorumlularındandır.
Eğer göze alınıyorsa,
birliğin bozulmasına başka neden aramak ve buradaki sorumluluğun hesabını
sormaya kalkmak bir tür kendini bilmezlikten başka bir şey olamaz. Devrimci
hareketin bölünmesine en başından beri karşı durduğumuzu inkâr edebilir
misiniz?
Eylemin öncesinde ve esnasında olduğu gibi bitirirken de
merkezi ortaklığı savunduğumuzu ve buna uygun hareket ettiğimizi yadsıyabilir
misiniz? Devrimci hareketin bölünmesindeki gerçek pay sahipleri Ölüm Orucu
eylemini birliğe rağmen başlatanlardır.
Diyebiliriz ki, konu olan birliğin zaafını kavramada ve
gidermede en azından kontrol etmede nihayet başarısız olduk. Bu ise “devrimci
hareketin bölünmesinde pay sahibi olmak” değildir. Yaklaşımlarımızın merkezinde
her zaman, ortak hareket etme politikasının bulunduğunu rahatlıkla
belirtebiliriz. Hatta eylem sürmekteyken eylemin başarı şansının artık epey
azaldığını saptayarak, direnişin başka araçlarla sürdürülmesine karar verdiğimizde,
bunun da gene ortak bir kararla yaşama geçirilmesi gerektiğini düşünerek
hareket ettik.
Tüm hareketlere kararımızı açıp ortaklık sağlamayı
benimsedik… Sonuç olarak, “bölünmedeki payımız” konusunda ST’nin bizden
beklediği yönlü bir olumsuz tavrımızın olduğunu düşünmüyoruz. Ama, ortaklığı
koruma ve sonrasında bunu yeniden yakalamada elbette yerinde ve kabul
edilebilir eleştiriler olabilir. Bunun da süreci kavrama düzeyinde ortaya
konması gerekir.
Sonuçta her şey gibi konu edilen birlik türleri de genel
politik sürecin esasen doğru kavranmasına paralel olarak kurulup korunabilir,
geliştirilebilir.
KİTLESELLEŞME VE KİTLE ÇİZGİSİ…
ST kitleselleşme
üzerinde durmayı ihmal etmeyerek 8. Konferansı “tamamen” ama kısaca ana
hatlarıyla değerlendirmiş olmaktadır! Onun kitleselleşme hakkında yazdıkları da
bütün yazının bizde yarattığı “iç sıkıntısı”nı aratmaz niteliktedir.
Eleştiri-değerlendirme elbette gereklidir, hatta ihtiyaçtır; ancak ST girdiği
hemen her konuda bunun kötü örneği olmaktan ileriye gidememiştir.
Öyle ki bizim
“eleştirileri” yanıtlarken ortaya koyduğumuz “eleştiri kabul etmezliğimiz”,
bizi bile rahatsız eder oldu!!! Yine konferans karar alıntılarıyla eleştirileri
birlikte sunma yöntemini uygulayacağız. Bu sayede ST’nin bizi düşürdüğü
“eleştirileri kabul etmez” görüntüsünün gerçekliği rahatlıkla anlaşılacak ve
eleştirenin yarattığı doğal bir sonuç olduğu kabul edilecektir.
Okuyucudan
istediğimiz, yapılan değerlendirmelerin, eleştirilerin kararlara hangi yönde,
nasıl etki yapılabileceğine kafa yormasıdır. Kısacası, bu eleştiriler haklı ve
de faydalı mıdır diye düşünülsün! “… Bu da dün olduğu gibi karşımıza kitlelerle
ilişkilerimizin sorgulamasını ertelenemez görev olarak çıkartmaktadır.
7. Konferans aynı yönelim genelde uygulanmadı, eski ve
mahkum edilen tarzın -kitleler dışında ve kitlelerin sorunları, talepleri
dışında örgütlenme; kitleselleşmeyi, devrimci, komünist hareketin sorunu olarak
değil, kitlelerin kendiliğinden hareketin bir ürünü olarak kavrama, ona
önderlik etmeyi, ondan öğrenme süreci olarak da irdeleme- belki farklı
biçimleri ama özde aynısı, devam ettirildi. Önderlik müdahaleleri yetersizleşti
ve farklı sorunlarımız çözüme gidilmesinin önüne geçti.
Öncelikle örgüt olma bilincini, kolektif tarzı her alanda ve
düzeyde politik sürece katılımı benimsemeli ve uygulamalıyız. Komitelerin
çalışma alanlarının, tartışma konularının, ilgi alanlarının, raporlarının vs.
ne kadar kitle sorunları örgütleri politika, parti sorunları olduğunu tespit
etmek, açığa çıkarmak ve bunu getiren etmenleri netleştirmek esas sorunlar
kabul edilmelidir.
Bir komitenin ne kadar çalıştığını nasıl çalıştığını anlamak
için öncelikle bu konularda neler yaptığını ve yöntemlerini sorgulamalıyız.
Sorunların aşılması için atılması gereken adımlar işlerin başarısı için ölçüt
olmalıdır. “Bunun için sorunların tam açıklaması yapılmalıdır. Bunları
kavramaya engel olan yaklaşımları, tutumları açığa çıkartmalı ve düzeltmek
üzere eleştirmeliyiz (…) Kendini sorunların dışında gören tarzın hareketimize,
yönelimimize hiçbir katkısı olmayacaktır. (…) Kitleselleşme kavramını
fazlasıyla kullanıyoruz. Diğer devrimci hareketlerin de kullandığı bu kavramın
içi boşalmış haldedir.
Çok genel olan kavramın içeriği üzerinde durulmalıdır. (…)
Anladığımızşey, ne bir öncü savaşı mantığıdır ne de kendiliğinden harekete tabi
kalmaktır. Anladığımız şey, kitlelere politik bilinç taşımaktır.” “Politik
bilinç taşımak sürekli olarak düzeyin sorgulanmasını, ilerletilmesini ve
doğallığında kitlelerden öğrenmeyi gerektirir. (…) “Kitle hareketlerinin
yaratılması kitleselleşmenin kendisidir. Eğer bu hareketlerin dışında yer
alıyorsak, kitle eylemlerinin (haklı, düzeni sorgulamayı içeren, hemen her
biçimdeki eylemin) örgütlerinin yapısını analiz etmiyorsak bu görevi başarmamız
mümkün değildir. A/P araçlarına yaklaşımlarımız politik bilinç taşıma görevini
algılamamızla ve bundaki düzeyimizle yakından ilgilidir.
Ancak hareket içinde
çeşitli araçlara ihtiyaç belirecek ve artacaktır. Ancak hareketle birleşen,
harekete tabi olan bir arayış olursa A/P araçları kavranabilir, bulunabilir, geliştirilebilir.
Biz bu konuda özellikle araç tartışması yapmamalı bundan önce politika ile
kitlelerle ilişki düzeyimizi sorgulamalıyız. Bunun başarılı bir şekilde
gerçekleşmesi sayesinde … mümkün olacaktır.
Özgüldeki sorunumuzun
kökeninde ne olduğu anlaşılırsa çözüme gitmek daha kolay olacaktır. Bu noktadan
sonra tanıdıkça, içinde yer aldıkça yığın hareketinin nitelikleri, kendi içinde
ayrımları, farklı sınıf davranışları, bu davranışların örgütlerdeki
yansımaları, birleştirici olmakla dağıtıcı olmak arasındaki ilişki ve bunun
dinamikleri gibi hususlar görünür olacaktır. Henüz bu tartışmaların uzağında
olduğumuz görülmektedir. Kimi tartışmalar olsa da bunların, kitlelerin talep ve
karşı tutumlarıyla açıkla58 nabildiği söylenemez.
Oysa tüm tartışmalarımızın farklı fikirlere karşı
mücadelemizin hedefi kitlelerin kazanılması; onlara önderlik ederek
kurtulmalarını sağlamaktır. Bu çalışmalar, kitle çizgimizin somutlaşmasını
beraberinde getirecektir.” (Komünist 59, Sf. 127-128) Şimdi de ST’nin bu
alıntıları içeren konferans kararlarına yönelik olduğu iddia edilen
‘değerlendirmesi’nden alıntılar yapalım; “Gidip kitleleri kazanacağız ve
kitleselleşeceğiz demekle sorunun çözüleceğini sanmak büyük bir yanılgıdır. (…)
Neden güç kaybedildiği açığa çıkarılmadan ilerlemek aynı
hataların devamına izin vermektir. Bu biçimiyle teorik açılımımız özeleştirisiz
politikasız kitleselleşme olurken, pratik adımımızise marjinalleşmeye devam
olmaktan başkası değildir(…) Maoist parti de dahil TKP/ML’de “devrim kitlelerin
eseridir. Kitlelerden kitlelere doğru” değer- lendirmeleri yapılmaktadır. Hatta
diğer hareketlerin bu ilkelerin içini boşalttığını ifade etmekteyiz. Ama
gelinen aşamada ciddi güç kaybına uğrayıp daralan hareketler durumuna gelmiş
durumdayız. Savunu için buna da bir açıklama bulabiliriz. Ama bu sorunun
özünden kaçmaktan başka bir şey olmaz.” (ST, Sayı 13, Sf. 32) Konferans
kararları değerlendirmesi olarak hiç uygun olmayan bu cümlelerden sonra ST
kitleselleşme için yöntem sunmayı da ihmal etmiyor ve üç biçim sıralıyor bunun
için…
Parti birliğini sağlamak, kopanlarla hatalarımızın
özeleştirisini vererek birleşmek; mümkün olanlarla birleşmek, ayrılıkları ve
bizden kaynaklanan yanlışları özeleştiri ile bertaraf etmek, Maoistlerin
birliğini politik bir odak haline getirip güven yaratmak; kitlelerin somut
sorunları üzerinden örgütlenmelerinin doğru politikalarla hayata geçirilmesini
başarmak…
Sonra da “devrimci eylem birlikleri olmalı, akademik,
demokratik, ekonomik alanlarda, koşullara uygun araçlar yaratılmalı, kitlelere
sahip çıkılmalı” (Sf. 32) deniyor. Nihai cümle de bizi sarsmayı amaçlıyor
olmalı; “TKP/ML bu konuda da söylemin ilerisinde bir açıklama yapmamaktadır.”!
(Sf. 33) “Söylemin ilerisinde açıklama” yapmayı henüz öğrenemedik ve
bilmiyoruz.
Ama ne bizim ne de sizin sorunu budur; bundan eminiz.
Konferans kararlarını okuyanlar için bu değerlendirme; tek kelime ile “hayal
kırıklığı”dır. Anlaşılan arkadaşlar kararları okumamış ya da okuyamamışlar.
Okuyamayıp bizi de bu olanağı sağlayamamış olmakla eleştirmiş olsalardı kuşkusuz
“hayal kırıklığı”ndan söz etmeyecektik. Lütfen kıyaslayın alıntıları ve
gerçekten ne yapıldığını, yapılmak istendiğini görün…
Okuyucu “değerlendirmenin” kararlara rağmen yapıldığını
anlayacaktır. Çünkü “sorunu dışında arama”, “politikasız kitleselleşme”, “salt
‘gidip kazanacağız’söylemi” vb. bu kararlardan yola çıkılarak iddia edilemez.
Kararların mantığı, çağrısı, savunduğu anlayışlar bunlarla tamamen zıt! Bir an
“kararların okunduğu” sanısını veren “…diğer hareketlerin bu ilkelerin içini
boşalttığını ifade etmekteyiz” cümlesi dikkat çekmektedir.
Çünkü kararlarda da “için boşalması” ifadesi bulunmakta. Ne
var ki az zamanlı bir inceleme bu ifadelerin aynı şeyi hem de aynı biçimde
içermediğini gösterir. Konferans kararı “kitleselleşme” kavramının anlamının
genel olduğunu, birçok devrimci hareketin (anlayışına uygun olarak) aynı
kavramı kullandığını belirtmekte ve “bizim” kullanmamızın, ayrımları ortaya
koymada yetersiz olduğunu belirtmektedir. Bundan kaynaklı da kavramın içinin
boşaldığını açıklamaktadır.
Oysa ST
“kitleselleşme” kavramının değil “devrim kitlelerin eseridir” ve “kitlelerden
kitlelere” ilkelerinin, üstelik diğer hareketlerce içinin boşaltıldığını iddia
ediyor. Bunlar çok farklı şeylerdir! Bizim açımızdan sorun kitleselleşme
kavramında. Kavramın yalın hali yanlış anlayışlar için de aynen geçerlidir. O
halde partimize bu kavramın içeriğini tartışmasını ve kavramın anlaşılır, somut
ve devrimci bir karaktere kavuşturulmasını söylemiş oluyoruz… Bu söylemimiz
yetmezliği kendinde arama ve düzelmeye de oradan başlama anlayışını
içermektedir.
Yani ST’nin “hiç”
olmadığını iddia ettiği şeyi! Bu “uygunsuz” değerlendirme üzerinde durmaya
gerek olmadığı çok açık. Peki, sıralanan üç madde anlamlı mıdır?
Savunduklarımıza, yaptıklarımıza, durumumuza yönelik tespitleriniz
kitleselleşme hakkında bu üç maddeyi mi akla getiriyor?
Sanırız ilk iki
maddenin şimdiye kadar yazdıklarımızla ne derecede “tartışmalı”, “sorunlu”
olduğunu ortaya koymuş olduk. Hiç kuşku yok ki, “bölünmeler” kitlelerde
güvensizliğe neden olur ve aynı zamanda bunlar örgütsel zayıflamaya, iyi
yönetilmedikleri, doğru analiz edilip sentezlenmediklerinde ideolojikpolitik
gerilemeye de neden olur. Bunlar gerçektir ve reddi inkarcılığa denk düşer.
Ama arkadaşların baştan sona görmekten malul oldukları meseleye
burada yeniden ışık tutulmalıdır. “Beraber yürüyemediklerimizle”, “yolumuzu
terk edenlerle”, “yürümekte olduğumuz yolu kötüleyenlerle” birlikte inşa
edilebilecek/yaratılabilecek bir kit59 leselleşmeyi “içi boş” ve devrime hizmet
edemeyecek bir kitleselleşme olabileceği için benimsemiyoruz. Konferans
kararlarında vurgulandığı gibi kavramın içeriği tartışılmalı, doğru
tanımlanmalı ve devrimci öğelerle somutlaştırılmalıdır.
” MALİ POLİTİKA…
Bir başka “bozuk” ve samimiyetsiz eleştiri tarzıyla ele alınan
konu da mali politikaya ilişkindir. Tarz bozukluğu, her şeyden önce, ilk başta
damgayı vurmak, “haraççı”, “çeteci”, “gaspçı” gibi gösterip, sonra da olası
tepkileri göğüslemek adına, “bu çizgisini sistemli hale getirmediğinden
ayrılığın (“birliğin” olması gerek –pn) önünde bir engel olarak görmemekteyiz”
(Sf. 29) denmek suretiyle gösterilmektedir.
Hem bunu bir “politika” olarak adlandırıp hem de
“sistemleşmemiş” olduğundan bahsetmek hangi akla hizmettir? Arkadaşlar yine de
lütufta bulunmuşlar ve böylesi kötü yönlerimize karşın vize vermekte engel
çıkarmamışlardır. Yine tamamen spekülasyon üzerinden çirkin iftiralar
atılmaktadır. İbret olsun diye bu bölümü olduğu gibi aktarıp yorumsuz bırakmak,
yani hiç yanıt yazmamak belki daha iyi olacaktır.
Ama doğrusu bir de kendi yazımız içerisinde görmeye tahammül
edemeyeceğimiz “belirlemeler” bulunmaktadır. ST, tıpkı emperyalist ve faşist
devletlerin yürüttükleri propaganda içeriğinde olduğu gibi, zorla para
toplandığını (“limit belirleme”, “vergilendirme”) söylemekte, halkın
sorunlarına yardımcı olma rolünde sahtekârca davranıp onlardan kazanç sağlamaya
çalışıldığını iddia etmektedir. Bunlara karşı gelmenin “tehdit ve zor alımla”
sonuçlandığına dair saptamayla “mali portremiz” tamamlanmaktadır.
Devrimci ahlaktan zerre kadar nasibini alamamış, dahası
devrimci değerlerden yoksun kişilerin yapabileceği türden pratiklerin
“çetecileşme” iması ile sunulması, olsa olsa “birlik” konusunda ne kadar
içtenlik taşıdıklarına kanıttır. Aksi halde, husumet ölçümünde bulunup da böyle
yazıp çizmenin derdini kurcalamaya kalkarsak, farklı sorunlara kapı
aralanabilecektir.
SONUÇ YERİNE…
Nihayet yazımızın son
bölümüne gelmiş bulunmaktayız. Bir bölümü kesinlikle değmese de, dikkate
alınabilecek her şeyi yanıtladığımızı, daha önemlisi “sorun”a ilişkin esas
noktaları açıkladığımızı düşünüyoruz. ST’nin inceleme ve eleştiri yapma
tarzının bizi siyasi açıdan “zorlanmak”la beraber, etik açıdan ve özellikle
somut tartışma yürütmek bakımından zorladığını belirtmeliyiz.
Umarız ki bu içerik
ve biçimdeki tartışmalar bundan sonra karşımıza çıkmaz. Niyetimiz mümkün
olduğunca gerçekleri göstermek ve ancak gerçeklere yaklaşımlarımızın
tartışılmasını, anlaşılmasını sağlamak oldu. Kuşku duyulmasın ki ancak bunlar
üzerinden gerçekleşecek polemik faydalı olacaktır.
Aksi nitelikteki yazılar ise değersiz malzemeler olarak
tanımlanmaktan kurtulamayacaktır. İlk bölümlerde, ST’nin “örgütsel ilkelerde
birlik ve partiden kopmanın yanlışlığı” etrafında dönmekte olan bir anlaşmazlık
yaşadığımızı anlamadığını ve bunu kavrayamadığını belirtip bunun nedenini
yazının sonunda açıklayacağımızı ifade etmiştik. Bunu açıklayarak bitirelim.
Kavramak gereğini yapmaktır. ST “örgütsel ilkelerde birlik
ve partiden kopmanın yanlışlığı” hakkında ahkâm kestiği halde kendi sürecini
değerlendirmeye geldiğinde görmez, duymaz, anlamaz olmaktadır. Körlük, sağırlık
ve anlama kıtlığı “fiziksel” nedenlerle değil, bakış açısıyla, duruşla ve var
olma biçimiyle ilgilidir.
ST öteden beri bakış açısını, duruşunu ve var olma biçimini
değiştirmek istemiyor. Bunu bir tür yok olma olarak anlıyor-algılıyor ki bunda
ısrar ediyor. Yoksa “darbe” tanımını, darbe dediğimiz olayı çarpıtabilir miydi
olanca rahatlığıyla? Ya da yazı bütününde sunduğumuz ve kuşku duyulmayacak
ölçüde kanıtladığımız gerçeklerden bu derece uzak ve neredeyse sürekli bir
manipülasyonla hareket eder miydi? Birlik amacına kilitlenmiş olduğunu “büyük
bir özgüven” görüntüsüyle takdim eden ST aynı duruşu tarihe, gerçeklere karşı
gösterememektedir.
Evet, ST yazar ve
okurları;
darbeyi, 2. MK toplantısını,
partililerin konferans önerisini, bunu haksız biçimde reddeden MK tavrını,
belli anlayış ve duruştaki kadroların tasfiyesini “örgütsel ilkelerde birlik”in
neresine uygun kabul ediyorsunuz?
Darbe ile partiyi
tahakküm altına almaya çalışıp bunu başaramayanların partiden kopma yanlışına
kesin ve açık bir biçimde düştüğünü neye dayanarak inkâr ediyorsunuz?
Sözü daha fazla uzatmaya gerek yok;
baştan sona güven
vermiyorsunuz! Körlük, sağırlık ve anlama kıtlığı benzeri daha başka iddialara neden
olabilir ama zaafların bu iddialarla giderilmesi mümkün değildir.
Bunun için bakış
açınızın, duruşunuzun, var olma biçiminizin değişmesi gerekir.
Gerçekler gün ışığındadır, sadece oraya bakmak ve öyle
düşünmek; düşündüğünü tam bir dürüstlükle açıklamak yeterlidir…
Devamı var