11 Ağustos 2023 Cuma

Türkiye ve Kürdistan Devrimlerinin Perspektifleri Üzerine


Türkiye ve Kürdistan Devrimlerinin Perspektifleri Üzerine

Oysa, bütün tarihsel göstergeler Türkiye devrimi ve Kürdistan özgürlük mücadelesini birleşik bir anti faşist, anti emperyalist, anti feodal bir devrim mücadelesine zorlamaktadır.



Maoizm, Marksist literatüre birçok yeni kavram kazandırmıştır. Bunların en önemlilerinden biri de Halk Savaşıdır. Çin Halk Savaşı kimileri o dönemin Çin’ine özgü kimileri ise evrensel birçok özellik gösterir.  O dönemin Çin köylülüğü nüfusun % 90’ını oluşturan serf niteliğinde topraksız köylülükten oluşmaktaydı. Çin komprador kapitalizminin gelişimi cılız ve işçi sınıfı nüfusun azınlığını oluşturmaktaydı. Köylülüğün büyük oranda topraksız köylülükten oluşması toprak talebini Çin devriminin temel sorunu haline getiriyordu. Ayrıca, Japon işgalinin varlığı devrime aynı zamanda anti emperyalist bir karakter veriyordu.

 

   Çin Halk savaşı, Halk Ordusunun savaşma yeteneğindeki aşamalara bağlı olarak stratejik savunma, stratejik denge ve stratejik saldırı aşamaları olmak üzere üç aşamayı kapsar. Stratejik savunma aşaması gerilla kuvvetlerinin henüz bir Kızıl Siyasi İktidara, yani kendine yeterliliği olan bir askeri üsse sahip olmadığı Halk Savaşının başlangıç aşamasını kapsar. Stratejik Denge ve Stratejik Saldırı aşamalarında ise Halk Savaşı bir veya birden fazla Kızıl Siyasi Üsse sahiptir. Çin Devrimi’nde, köylülüğün, çoğunlukla serf niteliğinde topraksız köylülükten oluşması onun özgün bir niteliğidir. Buna karşılık Halk Savaşının aşamaları Çin Devriminin evrensel bir özelliğidir.

 

   Ülkemizdeki köylülük ise çoğunlukla kendi toprağını ekip biçen küçük ve orta köylülükten oluşur. Bu durum, devrimci bir talep olarak toprak talebini zayıflattığı gibi köylülüğün Halk Savaşına büyük kitleler halinde hızla politizasyonunu da engeller. Buna karşılık, Kürt ulusal sorunun varlığı ve Kürt köylülüğünün ve proletaryasının ulusal talepler etrafında politize olmuş olması, Demokratik Devrime, toprak talebinin ötesinde ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkı temelinde ayrı bir muhteva verir.

 

   Ancak, bu demek değildir ki toprak devriminin üstünden atlanarak bir Demokratik Devrim programı hayata geçirilebilir. Toprak devriminin zorunluluğu, her durumda doğrudan bir toprak talebiyle güncelleşmeye bilir. Coğrafyamızda olduğu gibi küçük ve orta ölçekli yarı feodal tarla tarımı, yarattığı kırsal kökenli artı nüfusla köyden kente göçün ve ucuz iş gücünün kaynağıdır. Kürt köylülüğü de kendi coğrafyası dışında metropol şehirlerde proleterleşmektedir. Bu durum, Kürt ulusal sorunuyla toprak devrimini iç içe süreçler haline getirmekte, bu sorunlardan birinin çözümünü doğrudan ya da dolaylı olarak diğerinin çözümüne koşullamaktadır. Köylü ve tarım sorunun çözümü için toprak devrimi Demokratik Devrimin zorunlu bir uğrağıdır.

 

   Diyelim ki dört farklı coğrafyaya yayılmış Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı mücadelesi, bugün de olduğu gibi komünist parti önderliğindeki bir sosyalizm mücadelesinden daha fazla kitleselleşmiş ve gelişmiş olsun, bu durum da dahi Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının tam olarak gerçekleşebilmesi için Kürt köylülüğünün kendi coğrafyası dışında, metropol şehirlerde proleterleşmesine zemin teşkil eden toprak sorununun çözülmesi gerekir.

 

    Kürt Ulusal Hareketi, programında toprak devrimini atlarken Kürt köylülüğünün kendi coğrafyası dışında proleterleşmesi gerçeğinin de üstünden atlamaktadır. Kürt Ulusal Hareketi’nin bugünkü önderliğinin bu yönelimi tesadüfi değildir. Burada gözetilen siyaset Kürt feodallerini yedekleme beklentisidir. İşte, tam da burada burjuva nitelikli bir ulusal programla, sosyalizm perspektifli bir ulusal program arasındaki fark kendini göstermektedir. Kendi kaderini tayin hakkı, esas olarak ayrı bir devlet kurma hakkı ise de farklı coğrafyalardaki her farklı ulusal sorun, söz konusu coğrafyanın sosyo ekonomik yapısının niteliğine bağlı olarak farklı çözüm biçimlerini günceller. Örneğin, İspanya’nın Bask bölgesindeki, ya da İrlanda’daki ulusal sorun burjuva karakterde ayrı bir devlet örgütlenmesiyle çözülebilirken, Türkiye ve Orta Doğu coğrafyasındaki Kürt ulusal sorununun çözümü, Kürt ulusal hareketinin kendi dinamiklerinin ötesinde, coğrafyanın demokratik devriminin geleceğiyle doğrudan ilişkili olduğu için burjuva karakterdeki bir ulusal program Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını gerçekleştirmek için yetersiz kalacaktır. Çünkü, yukarıda da belirttiğimiz gibi yalnızca ayrı bir devlet kurmayı hedefleyen ve hatta bugünkü biçimiyle bunun da gerisinde taleplerden  ibaret olan, coğrafyanın demokratik devriminin  toprak sorunu gibi diğer sorunlarına ilgisiz kalan  bir burjuva ulusal program, Kürt köylülüğünün kendi coğrafyası dışında metropol şehirlere doğru hareketine bir çözüm üretemeyeceği için  kendi kaderini tayin hakkının coğrafyanın sosyoekonomik karakteriyle tutarlı bir biçimde çözümüne de olanak tanımayacaktır.

 

   Kürt ulusal hareketinin açık bir toprak devrimi programına sahip olmaması, metropol şehirlerde Kürt proletaryasının ve yarı proletaryasının Kürt hareketine mesafeli durmasının temel nedenlerinden biridir. Çünkü, metropol şehirlerdeki proleter ve yarı proleter Kürt nüfusunun çok büyük bir kesiminin şehir yaşamından bir beklentisi yoktur. Bu kitlenin büyük bölümü vasıfsız işçi konumunda olup çoğunlukla güvencesiz geçici işlerde çalışmakta, şehir yaşamına mecbur oldukları için adapte olmaya çalışırken, köy yaşamına özlem duymakta ve olanak bulduklarında köylerine dönmenin hayaliyle yaşamaktadırlar. Öte yandan, Halk Savaşı stratejisine sahip olan Türkiyeli siyasal yapılar da kırk küsur yıldır Halk savaşının stratejik savunma aşamasını geçememişlerdir. Bunun temel nedeni, köylülüğün topraksız köylülükten ziyade küçük ve orta köylülükten oluşmasıdır. Ayrıca, merkezi devlet otoritesinin Çin Devrimi’nden farklı olarak parçalı bir nitelik göstermemesi ve orta sınıfları da yedekleyen nispeten güçlü bir yapıya sahip olması bu olgunun ikincil bir nedenidir.

 

   Halk savaşı sürdüren Türkiyeli siyasal yapılar, henüz, Halk Savaşı’nın stratejik savunma aşamasını geçememiş olmalarına rağmen, HBDH gibi önemli ama bugün için cılız bir girişim dışında, ne Kürt Hareketi’yle askeri ortak hareket konusunda ne de stratejik savunma aşamasının gereklerini yerine getirme konusunda mesafe alamamışlardır. Kürt hareketinin Irak ve Suriye Kürdistan’ında önemli askeri üsleri bulunmaktadır. Bu durum, Kürt ulusal hareketini askeri anlamda stratejik denge aşamasına yakın bir konuma getirmektedir. Halk savaşı sürdüren Türkiyeli siyasal yapıların Kürt Ulusal Hareketi ile koordineli hareket etmesi siyasal bir tercihin ötesinde stratejik savunma aşamasından stratejik denge aşamasına geçiş için bir zorunluluktur.

 

   Ancak, ne Kürt Ulusal Hareketi, özellikle, metropol kentlerdeki Kürt proletaryası ve yarı proletaryasını yedekleyecek bir toprak devrimi programına sahip olmadığı için stratejik denge aşamasından stratejik saldırı aşamasına geçme potansiyeli taşımakta ne de halk savaşı sürdüren Türkiyeli siyasal yapılar Kürt hareketinin olanaklarından yaralanarak mücadeleyi geliştirme perspektifi göstermektedirler. Oysa, Milli Demokratik Devrim geleneğinden gelen İbrahim Kaypakkaya, ne Türkiye solunun kendi dinamikleri ile MDD’nin temel görevlerini yerine getirebileceğini (köylülüğün topraksız köylükten ziyade küçük ve orta köylülükten oluşmasından dolayı) ne de Kürt Ulusal Hareketinin köylülüğü kendi coğrafyası dışında proleterleştiği için kendi dinamikleri ile özgür Kürdistan perspektifini gerçekleştiremeyeceği gerçeğini derin siyasal sezgileri ile önceden sezdiği için MDD perspektifini değil Demokratik Halk Devrimi perspektifini benimsemiştir. Öyle ki İbrahim Kaypakkaya’nın 12 mart sonrası silahlı mücadeleyi Kürt coğrafyasında, yakın tarihinde bir isyan geleneği olan Dersim’den başlatması Kürt ulusal sorunu ile DHD perspektifi arasındaki ilişkiye verdiği önemi göstermektedir ki söz konusu süreçte henüz ortada silahlanmış bir Kürt hareketi dahi yoktur. Dolayısıyla, ne Kürt ulusal sorunu bağlamındaki kendi kaderini tayin mücadelesi ve ne de Anadolu coğrafyasının demokratik devrim süreci iki ayrı MDD süreci olarak gerçekleşmesi olanaksız olan ve birleşik bir mücadeleyi gerektiren bir DHD sürecini güncellemektedir.

 

   Demokratik Halk Devrimi perspektifinin alabileceği siyasal biçimleri öngörmek için İbrahim Kaypakkaya’nın ömrü yetmemiştir. Bu görev Türkiyeli ve Kürdistanlı devrimcilerin görevi olarak muhatabını aramaktadır. Ancak, Türkiyeli ve Kürdistanlı siyasal hareketler, bugün, “körlerle sağırlar birbirini ağırlar” değişini doğrularcasına Demokratik Halk Devriminin temel sorunlarına kafa yormaktan çok kısır siyasal çekişmelerle perspektifsiz bir siyasal hatta varla yok arasında bocalamaktadırlar. Oysa, bütün tarihsel göstergeler Türkiye devrimi ve Kürdistan özgürlük mücadelesini birleşik bir anti faşist, anti emperyalist, anti feodal bir devrim mücadelesine zorlamaktadır.

 

   Coğrafyamızda köylülük, çoğunlukla kendi toprağını ekip biçen küçük ve orta köylülükten oluştuğu için toprak devrimi, köylülüğe toprak dağıtılması şeklinde bir toprak reformu niteliğinde değil doğrudan kolektif tarıma geçiş biçiminde devrimci bir dönüşüm niteliğinde sosyalist inşanın bir ayağını oluşturur. Bu durum, demokratik devrimle sosyalist devrimi iç içe süreçler halinde birbirine bağlar. Aynı şekilde, coğrafyamızda halk sınıflarının gerçekliği ve sosyoekonomik yapının özellikleri Kürt sorunun bilimsel çözümünün, iç içe geçmiş demokratik devrim ve sosyalist devrimin gerçekleşmesine bağlı olduğu gerçekliğini ortaya koymaktadır.

https://gazetepatika21.com/turkiye-ve-kurdistan-devrimlerinin-perspektifleri-uzerine-139122.html?_gl=1*18ymim6*_ga*MTgyMTY3MzEzMy4xNjkwMTE2ODAx*_ga_T6RMFJ83K5*MTY5MTc0MDYwMC4zLjAuMTY5MTc0MDYwMC42MC4wLjA.&_ga=2.207796306.1715233835.1691740606-1821673133.1690116801

 


 

24 Temmuz 2023 Pazartesi

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

 


Devrimci ve İlerici Kamuoyuna,

Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter

enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız.

Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz.

İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık

İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir.

Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır.

Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır.

Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz.

Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız.

Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz?

Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız.

Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz:

Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci

olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir.


Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız:

“Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.”

Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz.

İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve

ideolojik hattır.

Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci

yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar

antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir.

Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip

olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma

gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu

iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir.

Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan

görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir.

Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya


başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz.

Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur

saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir.

Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır.

Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir?

Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır.

İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil

Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

18 Temmuz 2023 Salı

 “Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?” | Gazete Patika (gazetepatika21.com)

https://gazetepatika21.com/kim-daha-kotu-kaypakkayaci-139440.html

 “Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

‘Daha kötü Kaypakkaya’cılar kimlerdir’ sorusunu biraz daha açıklarsak; ilk akla gelenler Kaypakkaya’nın komünist çizgisi adına hareket edip de O’nu geliştirmekten imtina eden tutucu dogmatiklerdir.

Bir önceki sayımızda, Kaypakkaya geleneği içinde bir sorun olarak gördüğümüz “Kaypakkaya’cılık yarışı” biçiminde görülen hatalı yaklaşım ya da anlayışı düzeltme gereğiyle eleştirerek, “Kim Daha İyi Kaypakkaya’cı?” başlığıyla bir makale yayımladık.

 Yayım tasarrufu gazetemizde olsa da okurun taktiri tamamen özgür bir alandır. Eleştiri bu taktirin ifadesi olduğu kadar, doğru-yanlış ekseninde kaçınılmaz olan fikir mücadelesinin de engellenemez bir biçimi ya da yansımasıdır. Fikir dünyasının eleştirisiz hali taşınması zor bir yüke dönüşür. Eleştirinin niceliğinden ziyade, niteliği daha dikkate değerdir.

 Aşağılayıcı, horlayıcı ve kırıcı kaba eleştiri Kaypakkaya’cı kültüre aykırı olup, acizliğin alametidir… Bizleri daha çok ilgilendiren boyut, eleştirinin doğruluğu ve yanlışlığıdır.

Bu bilinçle, “Kim Daha İyi Kaypakkaya’cı?” hicviyle başlık etiğimiz sorunu, gelen eleştiriler temelinde, “Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?” başlığıyla tamamlamak ihtiyaç oldu.

 Evet, bu kez sualin ikinci versiyonunu sormak için sebep doğdu…

Devrim Yılmaz
 

https://devrimcidemokrasi1.org/pusulasi-sasmislarin-birlik-cagrisi-halk-kitlelerini-manipulasyon-cabasidir/?fbclid=IwAR3JJCIV7LwkzlEHWbHFrgqFsKz_Q6NiJyH9JyRF1b7o-PiwkuqhUjg1k8I

Pusulası Şaşmışların Birlik Çağrısı Halk Kitlelerini Manipülasyon Çabasıdır!

 

5 Temmuz 2023 Tarihli Gazete Patikada “Doğru Düşünmek Doğru Davranmayı Şart Koşar” başlığıyla birlik üzerine yayınlanan yazıya ilişkin yanıt vermek hasıl olmuştur.

 

İdeolojik Birlik mi Ne Gerek Var Hepimiz Kardeşiz…

 

Konuya girerken dahi o büyük kapristen zerre taviz vermeyen “zekice” akılları zorlayarak analizler yapıp İçi boş cümlelerle babacan tavırlar takınıp tribünlere oynayabilirsiniz bu doğal hakkınız. Bizim de kullandığınız bu hak karşısında, haklı olarak doğruları işaret etme hakkımız var.

 

Konuya vesile olan yazıda ne kadar muhatap görüldük bilemiyoruz. Ancak muhatap değilsek bile cevap verme hakkını kendimizde görmemiz birlik meselesine olan duyarlılığımızdan kaynaklanıyor.

 

Ayrıca “ana akım baba akım evlat” gibi söylemlerle konuya yaklaşıp muhatapları kategorize etmek samimiyetin bir başka ölçüsü olarak tarihe geçsin. Nicel güce tapınma kuşkusuz ki ideolojik bir sorundur, fakat ideoloji ne menem bir şeyse size uğramamış olduğu anlaşılıyor. Bizim sorunlar karşısındaki formülümüz azınlık çoğunluk değil doğru yanlış paralelinde ilerler. O yüzdendir ki sayısı 100’leri bulmayan nicel olarak bugün açısından zayıf olan bizler, nitelik olarak sizin durup baktığınız yerden yani aynı odaktan durup resme bakamıyoruz.

 

Bir yandan birlik çağrıları yaparsınız, bir yandan bazı bölgelerde etkinliklerimize katılmama kararları alırsınız. Yetmezmiş gibi devrimci dost kurumlara da katılmayın diye telkinlerde bulunursunuz. Birlik çağrısı yaparsınız katıldığımız etkinliklerinizde “gömülme” tehditiyle karşılaşırız. Sonra samimiyet çığırtkanlığı yaparsınız. Kamil Turanlıoğlu yoldaşımızın ölümsüzlüğü üzerinden prim kasar, halk kitlelerine kendi yoldaşınızmış gibi lanse edersiniz ama her ne hikmetse Kamil yoldaşımız için hapishanelerde tutsak yoldaşlarımızın düzenlediği anma  etkinliklerine katılmadığınız gibi, diğer dost kurumlara da katılmama çağrısı yaparsınız. Sizin birimleriniz arası iletişim  kopukluğunuz mu var yoksa demokratik merkeziyetçilik ilkesini terkedip ademi  merkeziyetçiliği mi benimsediniz? Zeytin yağı mısınız? Acı katran mısınız? Yazılı olarak sunduğumuz eleştirilerimize yanıt vermeyi zayıflık sanarak görmezlikten gelirsiniz. Ama siz ‘birlikçisiniz’ ve DABK kitlesine yaptığınız propaganda ölçütünde biz birlik karşıtıyız öyle mi?

 

Beyler birlik böyle bir şey değil. Birlik doğrularımız ve yanlışlarımızın tartışıldığı ve üzerinde anlaşabildiğimiz konuların önemi üzerinden gerçekleşir. Mesela biz bir devrimciyi aleni tehdit edip “sizi gömerler” gibi akıl dışı bir cümle kuramayız. Biliriz ki azınlıkta da olsa karşımızda halen yoldaş diyebileceğimiz, devrimci olduğuna inanıp güvendiğimiz dostlarımız ve yoldaşlarımız var. Biz sizin birlik anlayışınızı anlayamadık. Akıl işi işte ne yaparsın….

 

Konuyla alakalı kullandığınız her kelime her cümle tamamen ideolojik argümanlardır ve bir sınıfa tekabül eder. Mesela darbe demişsiniz. Ne var bunda der gibi durmuşsunuz. Hatta darbe yaptığınızı itiraf eder durumdasınız.

 

Darbe itirafının tarihi olarak ‘94’ü kastediyorsanız: Birincisi; darbe örgütsel bir sorun olmaktan öte bir şeydir ve tam olarak ideolojik dokunun bozuma uğramasından kaynaklanır. Parti içinde bir sınıfın diğer sınıfı farklı bir şekilde ekarte etme, bir sınıfın diğer sınıfı devirerek iktidar olabilme girişimidir. Kaşını gözünü beğenip beğenmeme sonucu olarak ortaya çıkmış aksiyon değildir. Ve genelde de burjuvazinin parti içi temsilcileri tarafından gerçekleşir. Ancak komünistler, bir komünist parti, komünist niteliğini korusun veya korumasın darbeye karşıdır. Komünistler parti içinde çizgi mücadelesiyle ideolojik önderlikte yerini alır. Burjuvalaşmış ve iflah olmaz ise ayrılır veya parti iradesi ile partiye sahip çıkar. iktidar değişimi kongre ve konferanslarda gerçekleşir, cebirle olmaz. Ve burda da komünist partisi içinde iki çizgi yani yanlış ve doğru, yani burjuvazi ve proletarya arasındaki mücadele süreklidir ve esastır.

 

‘94’de kimse kimseye darbe yapmadı, en azından taraftarı oduğumuz kurum yapmadı. Düşmandan alınan silahla bir manipülasyon ve kara propagandadan ibaret algı yaratmaktı, ‘Darbecilik’ suçlaması. Anlaşılan başarılmış. O dönemki gelişmeler iki satırla değerlendirilip itiraflarla kapatılacak tarihi bir sapma değil asla böyle değerlendirilemez. Bugün açısından yapılan bütün yanlışlardan ancak ders çıkarma gibi bir sorumluluğumuz olabilir yanlışları tekrar tekrar karşılıklı olarak gündeme taşımak sorunu çözmez aksine çıkmaz sokağa yönlendirir.

 


Darbe yaptık ne var bunda demek gerçekten cüretkarca. Birlik çağrısını yırtıp atın hemen darbeyi kime karşı yaptıysanız gerekeni yapın ve geri katılın. Çünkü bu suçlama dönemsel olarak ayrılığın nedenlerinden biriydi. Bu o dönemin özeleştirisi ise konuyu anlamamışsınız. Burda da tarih bilincinizde sorun var. Ayrılık olmalı mıydı yoksa olmamalı mıydı tartışmasına kesin ve kati olarak cevabımız olmamalıydı. Ama süreç ayrılığı dayattıysa darbe vb. kavramları bilerek bilmeyerek kullanmak dönemin ruhundan kopmak demektir. Ve evet darbe her şeydir. Ve her şeyin üstündedir. Ve tam olarak ideolojiktir bunu sıradan bir atak olarak düşünmek sınıflar arası çelişkiyi anlamamaktır. Ne yazık ki bu cümleleri kuranın iddiası sınıf hareketi olduğuna dairdir. Darbe, tasfiyecilik, kariyerizm, sekterlik, liberalizm, postmodernizm sayıp sayamadığımız ne varsa burjuvazinin içimizdeki uzantıları ve hareket mekanizmalarıdır ve evet hepsi ideolojiktir, sınıfsaldır ve bize ait değildir.

 

‘’Örneğin, muhtelif tartışma ve konular kast edilerek, ‘‘bizim görüşlerimiz alınmadı, bize bilgi verilmedi, irademiz alınmadı, haberimiz yoktu‘‘ gibi gerekçelerle ayrılık ilan eden yoldaşlar oldu. Hâlâ da ayrı kalmakta ısrar etmektedirler. Bu yoldaşların yukarıda ifade ettiğimiz meali söylem ve gerekçelerinin haklılığı-haksızlığı ayrı bir tartışmayken, iddiaları doğru olsa bile gerekçe ettikleri sorunun aslı astarı örgütsel sorunu geçmez-geçmemektedir.’’ (GAZETE PATİKA)

 

İnsan ne diyeceğini şaşırıyor. Buna verceğimiz yanıt tam anlamıyla bir tez konusu ve gerçekten buraya sığdırmak mümkün değil. Bahsi geçen konular köy kahvesinde muhtar, köy heyeti ve azaların toplantısı değil. Komünist Partisinin konferans veya kongre oturumlarıdır. Yani her çizgi ve anlayışın direkt parti iradesini ilgilendiren ve hatta onsuz bu oturumun bir anlam taşımadığını nasıl anlatacağız bu arkadaşlara. Parti Programının, yol haritasının, bir dizi ideolojik, askeri konuların tartışılıp karar altına alındığı, dahası bütün bir iradenin katılımının tüzükle hak olarak zorunlu kılındığı ve bu katılımında bahşedilmiş bir şey olmadığı, her üyenin bu sürece aktif olarak katılması gerektiğinin önemsiz olduğunu mu anlamalıyız. Ve bununda sadece örgütsel sorunu dahi geçmez belirlemesine şapka çıkarıyorum. İktidar burjuvaziye nasıl teslim edilirin teorisi tam olarak bu. Bu arada oturumlar boş işler ne gerek var; bak 9’ları 17’leri bu yüzden kaybettik. Konformizmin başka bir versiyonu…

 

Oysa yapılması gereken sınıf kibrinden sıyrılıp dönemi objektif değerlendirip her üyenin hukukunu savunup tüzüğü ortak hareket noktamız olarak kabul edip buradan meseleye bakmak. Bu sizi de rahatlatacak. Oysa kalkmışsınız hukuksuzluğun edebiyatını yapıyorsunuz. Bir tek geri adım atmadan ve bunun bir tasfiyecilik olduğunu bilince çıkarmadan soruna yaklaşmak ne kadar akılcı. Devrim akıllıların işidir. Köylü kurnazları ancak kendi tarlasının sınırlarını büyütmeye çalışır.. İdeolojik sorun yok deniliyor ya bu akıl karı değil. Darbenin tek başına bir örgütsel sorun olmadığını, tasfiyeciliğin nihayetinde sonuç itibariyle karşı devrim olduğunu kaybedilen sosyalist kalelere bakarak dahi anlayabiliriz. Bunun için uzun cümleler kurup kafa karıştıran postmodernist paragraflarla günahınızı temize çekmek olsa olsa komedi olur. Gülelim mi ağlayalım mı beyler ne istiyorsunuz?

 

Açıkcası Gazete Patika şaşırtmaya devam ediyor. 2 Nisan 2023 tarihinde “Bizler Yanlış Yapıyoruz!” başlıklı perspektif yazısı aslında durumun vahametini ortaya koyuyor.

 

Cümleyi tam olarak aktarırsak eğer;

 

“İdeolojik mücadele ve yanlışlar bu bağlamda, sıklıkla ve ekseri olarak yaptığımız hatalardan birinin, siyasi ve teorik mücadeleyi zayıflatırcasına ideolojik mücadeleye ağırlık ve öncelik verme hatası olarak tarif edebiliriz. Ve kanaatimizce, bu hatayı yalnızca belli şartlara özgü değil, genel yaklaşım olarak sergiliyoruz. Yazınsal çalışmalar alanında çıkarılan dergi, gazete gibi mücadele veya örgütlenme araçlarına baktığımızda, diğer devrimci harekete dönük eleştiri tutumu öne çıkarak göze batmaktadır. Daha da ilginci, devrimci hareket safları ve tabanının bu polemik ve eleştirilere daha hevesli, duyarlı-meraklı olup, ilgi gösteriyor olmasıdır. Elbette bu eleştiri ve polemikler, çizgi ve anlayış sorunlarında yürütülmek kaydıyla yadsınamaz önemdedir ve kesinlikle gereklidir. Ancak bunların abartılması ya da siyasi mücadele alanının önüne çıkarılması bir hatadır. Hatanın bir boyutu da politik enerjinin siyasi mücadeleden alınıp ideolojik mücadeleye aktarılmasıyla alan kaymasına düşmesidir. Yani, alan kayması neticesinde siyasi mücadele gücünün bölünerek azaltılmasıdır…” (GAZETE PATİKA)

 

Bir sınıf hareketi düşününki, ideojik davranmak her zaman kazandırmaz kaybettirir gibi bir sonuç çıkarıyor ve bu sınıf hareketi şimdi aklımızı çalıştıralım diye nasihatlarda bulunuyor. Yukarıdaki paragrafın kendisi dahi ideolojik bir sorun olduğunu, kurulan cümlelerin ideolojik olduğunu ve proletaryayı temsil etmediğini göremiyor mu dersiniz?

 

Ya da başat bir şey söyleyelim;

 

Troçkinin ne günahı vardı, ya Kruşçev? Peki İbrahimin ideolojik kavgaya tutuşup revizyonizm tespitlerine maruz kalanların ne günahı var? Buna mutlaka yanıtınız vardır. Mao’nun Stalin’i %30 hatalı değerlendirmesi ne kadar lüks gereksiz ve abartılı (mı?)

 

Sonsöz yerine; aynaya sırtını dönüp silüetini gördüğün yanılgısından çıkmadan cepheden bütün parçalara birleşelim çağrısı yapmak aslında birlik istememektir. Olsa olsa bu bir manipülasyon olur, “bakın biz birlikçiyiz fakat diğerleri birlikçi değil” gibi bir sonuca yatmak gerçekten ucuz politika.

 

Bu yazıda yazarın hakkını vermemiz gereken bir konu var. Sorunlarımızın bir çoğu örgütsel olarak başladı ve ayrışıma kadar götürdü. Ve fakat yazarımızın yanılgısı şu ki örgütsel sorunların kendisi de ideolojik bir sorun. Bir kalem uyanıklığıyla “İbrahimin neyine karşısınız” gibi bir soruyu da sormayı ihmal etmemiş. Sorun tek başına İbrahime karşımıyız değilimiyiz sorunu olsaydı keşke. Sorun bu değil baylar bu değil. Sorun Marksizm, sorun Leninizm ve onun parti anlayışı, sorun Maoizm… Sorun devrim ve zor ilişkisi, sorun sosyalizm ve proletarya diktatörlüğü. Sorun legalizm, parlamentarizm, radikal demokrasicilik saplantısı. Saydıkça çoğalan bir denklem, ortak nokta aramaya çalışsak sanırım bu kadar rahat cümleler kuramazdık. Biraz daha basitleştirelim. Marksizm adına Marksizm retoriğini ters yüz edip kanıksatıp sonra “İbrahimin neyine karşısınız” diye bir soruya verilecek en iyi yanıt olsa olsa sizin savunduğunuz İbrahimin her şeyine karşıyız demek olur.

 

Sonuç itibariyle ilkeli ve ideolojik birlik mi kesinlikle evet, günahlarımızı temize çekecek bir ortaklık mı kesinlikle ve asla hayır! Eşiğini Marksist bilimin oluşturmadığı hiçbir kapı bizim bile isteyerek açıp, sizlerin geçebileceğiniz kapı değildir. Kitleletin duygularıyla oynayacağınıza hiçbir şey olmamış gibi davranacağınıza önce iç birliğinizi pekiştirin ki dışla birleşmenin koşulları oluşabilsin. Tek bir doğru vardır ve ne yaparsak yapalım doğruların bir gün mutlaka açığa çıkma gibi bir huyu vardır buna engel olma şansına kimse nail olamadı.

 

Bizler Marksist devrrimci komünist dünya görüşüyle doğa ve toplumsal olayları ele alıp, ordan verili koşulların doğru sonuçlarına ulaşırız. Birliği adeta Aleviler’ın “gelin canlar bir olalım” iyi niyet desturuyla ele alamayız. Devrim bilimi Marksizm, Leninizm, Maoizmin kantarına dogru ve yanlışlarımızı koyup tartacağız. Dogru ve yanlışın ideolojik görüngüler olduğunu unutmadan ideolojik mücadele denizine varlığımızın butün içtenliğiyle dalacağız. Öyle kaptan köşkünde pusulası hiç yanlış rota göstermeyen bir kibirle, sağa sola “politik abilik” yapma esasını bir tarafa bırakacaksınız. Varsanız buyrun! Biz hazırız.

 

Ya da bunca teferruat ve sıkıntıya ne gerek var değil mi, sonuçta hepimiz kardeşiz…

 

Devrim Yılmaz

10 Temmuz 2023 Pazartesi


 Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur. Çünkü farklı toplumsal kesimlerin günü ve geleceği yorumlayışları, güne ve geleceğe dair istem ve beklentileri birbirinden farklı olduğundan; bunların her birinin kendi siyasal programları ve şiarlarıyla, bunun ifadesi olan kendi öz siyasal örgütlükleriyle toplumsal mücadelede yer edinme istem ve gayretleri, eşyanın tabiatı gereği, normal bir durumdur.

 

Gelişmiş kapitalist toplumların aksine, toplumun sınıfsal ayrışmasının henüz yeterince tamamlanmadığı geri sosyo-ekonomik yapılardaki ara tabakaların yaygınlığı ve çok parçalı oluşunun da etkisiyle, bu tür toplumlarda devrimci hareket zaten çok parçalı bir yapı özelliğinde olur. Buna birde aynı sınıfsal kesimlerin farklı, nispeten farklı veya tamamen farklı siyasal program/strateji ve taktiklere sahip, ‘gerçek temsilci benim’ iddiası güden birden çok öznenin ortaya çıkması durumu da eklendiğinde, tablo daha da karmaşık ve ‘zengin’ bir görünüm kazanmış olur.

 

Sınıf savaşımının doğası, ‘aynıları aynı, ayrıları ayrı yerde’ konumlanmaya yönlendireceğinden; mücadelenin seyri içerisinde, bir kısmı elenerek saf dışı kalırken, bir kısmı da bir şekilde birleşerek, yoluna devam edecektir.

 

Yani bu anlamda TKKDH’nin çok parçalı yapısının hiçte öyle ‘anormal’   bir durum olmayıp, toplumsal realitenin bir tezahürü olduğunun görülmesi gerekiyor.

 

Ve keza görülmesi gerekiyor ki bu türden toplumlarda hem toplumun demokrasi bilinci ve düzeyinin geriliği ve hem de günün gelişen ve değişen koşullarının ele alınıp yorumlanmasında ve tutum belirlenmesinde gösterilen tavırlar üzerinden de örgütler kendi içlerinde kolayca kopuşup, farklı örgütsel yapılar olarak, bölünebiliyor. Öyle ki taktiksel veya örgütsel işleyişe ilişkin bazı anlaşmazlıklar üzerinden bile bölünebildiklerinin yığınca örneği söz konusu olabiliyor. Kuşkusuz ki burada küçük burjuvaziye has o tipik ‘mülkiyet’ hırsı ve tutkusunun da arka planda etkin rol oynadığı, yadsınamaz bir olgudur.

 

Ayrıca altı çizilmesi gereken bir diğer olgu da şu ki; düşmanın ‘böl parçala yönet’ siyasetinin de bu bölünüp parçalanmalarda önemli bir rolü söz konusu olabilmektedir. Bu yöntemle düşman hem toplumu din/inanç, milliyet, cins ve sınıfsal farklılıkları üzerinden sürekli bir şekilde ayrıştırarak bölüp parçalamakta ve hem de işçi sınıfı ve diğer devrimci-ilerici emekçi kesimleri ve bunların siyasal, iktisadi ve kültürel örgütlü yapılarını, içlerine sızdırdığı veya bir şekilde sattın aldığı elemanları aracılığıyla her vesileyle bölüp parçalayarak zayıf düşürmeye çalışmaktadır. (Tarih, bunun tipik ve ibretlik örneğine 1994 yılında TKP/ML saflarında yaşanan parçalanmayla tanık oldu. Başka bir örneği de yok herhalde. Karpuzu ortadan ikiye böler gibi Partiyi bölüp parçalayan bu karşı-devrimci darbenin kimler tarafından nasıl gerçekleştirildiğinin tüm detayları gerek “MKP’ de Siyasal Öznelcilik Ve Dogmatizm” ve gerekse de “Dersim Dağlarında” isimli kitaplarda okunabilir.)[1]

 

Devrimci hareketin neden bu kadar çok örgütten oluştuğu ve neden bu kadar çok bölünüp parçalandığı meselesi işte bütün bunların toplamıyla izah edilebilir ancak ki.

 

Tabii ki bu, sorunun sadece genel ele alınışına ilişkin olarak böyledir. Fakat bu kadarı TKKDH de ortaya çıkan ve yaşanan bölünme ve parçalanmaları izah etmeye yeterli gelmez. Çünkü özgün olan yanlar var ve bunların mutlak surette hesaba katılması gerekiyor.

 

’71 devrimci kopuşuyla vücut bulan TKKDH nin taşıyıcı kolonları olarak THKP/C, THKO ve TKP/ML baz alınarak bir değerlendirme yapılacak olursa, şöylesi çarpıcı ve tipik bir ortak payda ile yüz yüze gelinecektir.

 

Bu her üç oluşum da içerisinde yer aldıkları reformist, pasifist ve parlamentarist yapılardan, devrimci alternatif bir itirazla kopmuşlardı. Ve her üçü de karizmatik birer lider etrafında bir araya gelen çok az sayıda kadrodan oluşan bir ‘kadro hareketi’ özelliğindedir. Ancak özellikle THKP/C ve TKP/ML de, lider dışındaki diğer kadrolar, teorik ve siyasal donanımları bakımından yolun daha çok başında olan, bir bakıma ‘vasat’ denilebilecek özelliklere sahip kadrolardı. Dolayısıyla da denilebilir ki THKPC Mahir Çayan ile, TKP/ML ise İbrahim Kaypakkaya ile özdeştir. Yani bu iki tarihi şahsiyettir örgütünün beyni ve kalbi.

 

THKO biraz daha istisnadır bu konuda. Çünkü her ne kadar da Deniz Gezmiş ile özdeşleşmişse de ama Deniz örgütün her şeyi, özelliklede beyni, yani baş ideoloğu ve teorisyeni değildir. Örgütün beynin esasen Hüseyin İnan ve Sinan Cemgil olduğu yönündedir yaygın kanı.

 

Ve bu her üç örgüt de uzun soluklu bir ideolojik-siyasi mücadele seyrinde ideolojik-siyasi hatlarını oluşturup olgunlaştırarak, gerçek anlamda bir “öncü kadro hareketi” olarak vücut bulmuş değildir. Ve bu ayırt edici özellik, aslında bunların en başta gelen handikaplarından biridir de.

 

Her üç hareket de liderlerinin kafasında belli yönleriyle şekillenip formüle edilmiş devrimci itiraz ve alternatif siyasal hat ile kopuşmuş ve alelacele oluşturulmuş ve ama kuruluşunu dahi tamamına erdiremedikleri birer örgütsel formasyon ile sıcak mücadeleye adeta balıklama dalıvermişlerdir.

 

Yani her üç örgüt de hem kolektif bir irade ürünü olarak devrim teorisini, hem bunu hayata geçirecek asgari bir önder kadro gücü oluşturamadan ve hem de örgütlü yapılarına henüz gerçek savaşçı bir örgüt kabiliyeti kazandıramadan, düşmanın azgın saldırılarıyla, başta örgütün beyni ve kalbi olan lider ve önder kadrolarının ezici çoğunluğu fiziki olarak tasfiye oldu.

 

Bu aşama itibariyle bu her üç örgüt de adeta kaptanını yitirmiş, tayfasıyla okyanusun azgın suları arasında ‘can havliyle’ hayatta kalma ve sakin bir limana ulaşmaya kilitlenmiş bir ‘gemi’ haline düşmüşlerdi. Yani özetle, kaotik bir durum oluşmuştu.

 

Başsız kalan ikinci-üçüncü kademeden kadroları bir arada tutacak ikinci bir ‘güçlü lider’ profili de olmadığından, her biri kendince yorumlamaya başladı kendilerine kalan ‘mirası’. Ve böylece o üç yapıdan her biri önce ikiye, sonra üçe, beşe ayrışarak ‘çoğaldılar’.

 

Ayrışanların ayrışması esaslı ideolojik-siyasi tartışmalar üzerinden ortaya çıkan farklı ideolojik-siyasi çizgiler ayrışması tarzında olmadığından (özellikle de Kaypakkaya ardıllarında ki), bölünüp parçalanmaların sonu bir türlü gelmek bilmedi.

 

Süreç içerisinde yapı içi ideolojik, siyasi ve örgütsel sorunlar toplamında yaşanılan verimli tartışmalarla ortaya çıkan kolektif iradeyle örgütlerini yeniden inşa etmeyi bir şekilde becerenler, nispeten bir iç istikrara kavuşmuş olarak, örgütsel birliklerini sağlamayı ve sürdürmeyi başarmışlardır (buna iyi bir örnek olarak TKP/ML Hareketi, TKİH ve TKP/ML Yeniden İnşa Örgütü’nün MLKP çatısı altında kendilerini yeniden örgütlemeyi başarmaları gösterilebilir) denilebilir. Elbette ki bunlar göreceli ve koşullu hallerdir. Sınıf mücadelesi sürdükçe, bu mücadelenin koşullarındaki değişim-dönüşümlere koşut olarak, irili ufaklı yeni yeni saflaşmalar ve ayrışmalar da ille ki ortaya çıkabilecektir. Bu, sınıf mücadelesinin iç bünyedeki yansısı, yan etkileri ve sonuçlarının bir ifadesi olarak, bir bakıma ‘normal’ ve ‘kaçınılmazdır’ da.

 

Özetle, TKKDH’ deki bölünüp parçalanma kısır döngüsünün işte böylesi özgün bir boyut ve özelliği de söz konusudur.

 

2-Birlik sorunu.

 

Farklı muhtevalar arz ettiğinden ötürü birlik sorununu; 

1) sürecin baş çelişmesi ve baş düşmanına karşı aktif siyasal mücadelenin bir unsuru olarak, birleşilebilecek tüm güçler ile birleşme siyaseti olarak,

 2) sol-sosyalist devrimci güçlerin birliği ve

 3) komünistlerin birliği şeklinde olmak üzere, farklı kategorilerde ele almak gerekiyor.

 

1 ve 2. Kategorideki birlik sorunu, daha çok, dönemsel ve taktiksel ve de çok farklı biçim ve kapsamlar arz ederken; 3. Kategorideki birlik sorunu ise esasen stratejik olup (değişen modeller arz etmekle birlikte) tek biçimlidir.

 

İlk iki kategoride ki birlik sorunu, dönemin verili somut sorun ve görevlerinin çözümü temelinde varlık koşulu bulabilirken; bu anlamıyla da geçici ve taktiksel güç birliktelikleri, işbirlikleri ve cephesel ittifaklar biçimlerinde kurulup, sürecin sona ermesiyle de dağılıp, tekrardan gündeme gelmesi ise, yeni koşulların ihtiyacına uyarlıyken; komünistlerin birliği ise, temel ve ilkesel/stratejik konularda aynı ideolojik ve siyasal programa sahip olmalarına rağmen dağınık duran, çok parçalı ve çok başlı olan güçlerin gerek ülkesel ve gerekse de uluslararası bazda tek bir çatı altında birleşip merkezileşmesini ifade eder.

 

Ve tabii ki bu her iki halde de ‘birlik sorunu’, birliğin kuruluş amacına uygun olarak hedeflenene varıncaya dek, sağlanması ve korunarak güçlendirilmesi sorunudur da aynı zamanda. Yani birliği gerekli kılan koşullar ortadan kalkmadan ve amaçlar üzerinde ilkesel ve stratejik konularda ayrışma ve saflaşmalar yaşanmadığı sürece o birliğin özenle korunması, korunmasının becerilip başarılması sorunudur da aynı zamanda.

 

Bilinir ki toplumsal sorunların çözümü, çözümü talep eden güçlerin asgari müşterekler üzerinden birliği ve mücadelesi sağlanamadan pek mümkün olmuyor/olamıyor. Bu yüzden de her sürecin özgün siyasal ve toplumsal sorun veya sorunlarının çözümünü sağlamak amacıyla, sorunların çözümünü isteyen ve bu çözümden menfaat elde edecek güçlerin birliğini oluşturarak onları mücadeleye ortak etmek hem bir görev ve sorumluluktur ve hem de çözümü mümkün kılmanın olmazsa olmaz şartlarından biridir. İktidar hedefli, halk saflarında mücadele yürütme ve siyaset yapma iddiasına sahip her siyasal öznenin varlık nedenidir de bu.

 

1.Kategori bağlamında, örneğin Erdoğan iktidarının özellikle de son süreçte daha bir tırmandırıp keskinleştirerek gündeme oturtma hesapları yaptığı ve giderek de keskinleşeceği besbelli olan bir şeriat-laisizm sorunu söz konusudur. Toplumu ciddi şekilde tehdit eden bu yakın tehlikenin savuşturulmaya çalışılması, başta kadınlar ve aleviler olmak üzere tüm ilerici demokrat toplum kesimlerinin ortak talebi olarak şekillenmişken, böylesine güncel bir demokrasi talebi ve mücadelesinin elbette ki sahiplenilmesi gerekiyor değil mi, kendilerini en azından demokrat sayan siyasi özneler tarafından (Tabii sürecin bu özgün yanını göremeyen veya süreci böyle okuyamayanlar için diyecek bir şey yok.).

 

Bu yakın tehdit ve tehlikenin engellenerek bertaraf edilmesi gerekiyorsa (ki elbette hem de çok ivedilikle bunun yapılması gerekiyor; aksi takdirde her şey için çok geç kalınmış olunacağını İran ve Afganistan örneğinde görmek pek ala mümkün.), bu durumda elbette ki sınıf, etnik köken ve cins ayrımı yapmadan, şeriat karşıtı tüm toplumsal kesimlerin bu hedefte buluşmalarını ve karşı koymalarını istemek ve bunu sağlamaya çalışmak, sürecin belki de en isabetli siyasi taktiği olacaktır.

 

Öylesi kritik tarihi süreçler olur ki sınıf ayrımı yapma lüksünüz olamaz. Bundandır ki  ‘ortak düşmana karşı birleşebilecek tüm güçlerle birleşme’ taktiği, savaş stratejisinin en önemli ve en kritik yasalarından biri olagelmiştir. Bu çelişme somutunda işte böylesi bir durum ile karşı karşıya gelinmiştir. Bu çelişmenin laisizm lehine çözümünü bulabilmesinin bir fırsatı olarak Cumhurbaşkanlığı seçimleri gündeme geldi. Erdoğan iktidarının bu yolla engellenmesi mümkündü ve bunun başarılması halinde şeriat rejimine geçiş emellerinin önüne geçmek de böylece mümkün olabilecekti.

 

Bu, ciddi ve büyük bir muharebeydi elbet. Güçler dengesi muazzam derecede laisizm cephesinin aleyhine olmasına karşın; ama seçimde ortaya çıkan sonuçlar da gösteriyor ki şayet daha güçlü ve organize olmuş birliktelikler sağlanabilseydi, daha canla başla mücadele edilebilseydi, boykot ve protesto seçeneğinin uygun bir taktik olmadığı görülebilseydi ve de ittifak güçleri daha az taktiksel hatalar yapabilseydi; kuvvetle muhtemeldir ki şeriatçı tehdidi bu muharebede bertaraf etmek pek ala da mümkün olabilecekti.

 

Ama maalesef ki böylesi bir performans gösterilemedi ve haliyle de o ‘tarihi’ muharebe yitirildi. Ve ama henüz her şey bitmiş değil; daha farklı mücadele yöntem ve araçlarıyla anti şeriatçı bir cephe oluşturarak ve güçlü bir toplumsal barikat kurarak bu tehdidin önünü kesmek hala mümkün.

 

2. kategorideki sol-sosyalist devrimci güçlerin birliği sorunu da tıpkı 1. Kategoride olduğu gibi taktiksel ve dönemsel bir karakter arz eder. Fakat bu, 1. ye göre daha özel ve daha dar bir birlik olup, işçi sınıfının ve geniş emekçi halk sınıf ve tabakalarının sınıfsal, etnik, inançsal ve cinsel temelde burjuva iktidarına karşı yürütülen demokrasi ve sosyalizm hedefli devrimci mücadelesini daha aktif ve etkin kılabilmek için ihtiyacı olan bir birliktir. Örneğin halihazırda varlığını devam ettiren HBDH oluşumu gibi oluşumlar bu birliğin farklı modellerindendir.

 

3. kategorideki komünistlerin birliği sorunu ise daha özgün ve daha kendisine has özellikler taşır. Bu birlik öncelikle aynı ideolojik zeminde bulunmayı gerektirir. Yani komünizm ideal ve ilkelerinin amasız fakatsız benimsenip savunulmasını ve bu uğurda mücadele edilmesini şart koşar. Ve ancak bu koşul uluslararası komünist partilerin enternasyonal birliği için yeterli koşul olabilirken; her bir ülke komünist parti, grup ve kesimlerinin birliği için asla yeterli koşul olamaz. 

Bu birlik için ikinci zorunlu koşul, devrim teorisinin temel siyasal sorunlarında ve devrimin asgari ve azami programı üzerinde hem fikir olmaktır. Eğer bu her iki koşul da mevcut ise, bu zeminde komünist parti, grup ve kesimlerin birliğini sağlamanın koşulları var ve olgundur demektir. Taraflara düşen tarihi görev ve sorumluluk, bu birliği oluşturmaktır.

 

Tabii bu genel olarak böyleyken; adeta ‘sudan gerekçeler’ ve 1994 sürecinde olduğu gibi doğrudan bir kontra operasyonuyla partiyi bölüp parçalayarak tarih sahnesinde yer alan ve bugün hala kendilerini Kaypakkaya ardılı KP ler olarak tanımlayan yapılar arası birlik sorunu, tabiatı gereği, biraz daha karmaşık ve daha zorlu bir hal arz eder.

 

Çünkü öncelikle bu yapılar arasında, halihazırda, ‘Kaypakkaya ardılı’ ve komünizm idealine sahip olma vasfı dışında, örgütsel birliğe zemin sunacak başka hiçbir şey bulunmamaktadır. Yani yukarıda ifade edilen iki esaslı koşuldan sadece birincisi mevcuttur. Bununla örgütsel birliği oluşturmak ise mümkün olmayacaktır.

 Bu koşul bu yapıları ancak ki ‘kardeş parti ve gruplar’ olarak vasıflandırmaya yeterli gelir. Örgütsel birlik için bununla birlikte olması zorunlu olan devrim teorisinin temel siyasal sorunlarında ve devrimin asgari ve azami programı üzerinde her biri farklı ‘resmi görüş’ sahibi olduklarından; bu yapılar arasında en azından bu koşullarda örgütsel birliğin zemininin olmadığı zaten kendiliğinden rahatlıkla anlaşılır olmaktadır.

 

Ama olur da ilerleyen süreçte bu yapılar devrim teorisi ve partinin tarihi muhasebesi (ki bu mevzu oldukça kritiktir. Örneğin bugün kendisini MKP olarak tanımlayan yapı, bilinir ki yukarıda bahsedilen 1994 karşı-devrimci darbesinin mirasçısı bir yapıdır.

 Böylesi ilkesel bir sorunda dört kongre süreci yaşamasına rağmen özeleştiri yapmasını bir kenara bırakın, bu tarihi ve ilkesel suçu dillendirmekten bile özenle imtina etmekte, olayı basit işleyiş kusurları ürünü olduğunu ve bunda da esas sorumluluğun kendilerinde değil, öbür kanatta olduğunun savunusu yapma pişkinliği içinde olmaya devam ediyorken; tüm diğer konularda mutabık kalınsa bile, muhtemelen bu tarihi muhasebe tutumu birliğin gerçekleşmesini imkansız kılacaktır.) üzerine kendi iç bünyelerinde, kongre ve konferanslarında ve gerekse kardeş yapılar olmanın avantajıyla kendi aralarında sürdürecekleri geliştirici-dönüştürücü siyasal/teorik tartışmalarla, mümkündür ki en azından bazıları arasında bir konsensüs yakalanabilir. Ve bu aşama itibariyle bu yapılar arasında birlik sorunu artık güncel bir taleptir.

 

Peki bu gerçekleşebilir bir şey midir? 

Evet elbette,

 en azından teorik olarak, mümkün; ancak siyaset biliminin ve devrimci sorumlulukların gereğinin yerine getirilip getirilmemesine bağlıdır esasen de.

 

Aradan geçen koca yarım asra rağmen, hayatın dayatmaları karşısında oluşturulan körkütük dogmatik saplantılarla bugüne yanıt olunabileceğinin karar altına alınmış olmasını kongrelerinin ‘tarihi başarısı’ olarak propaganda edenlerin ve keza gerek kendi kongre kararlarının, ‘tarihi muhasebe’ dahil temel bir çok başlığına ve özelde de devrim teorilerine getirilen eleştiri ve değerlendirmeleri özenle es geçmeyi büyük bir marifet sayan; yani bunları ele alıp tartışma ve yanıtlayarak daha doğruya varmanın vesilesi yapma irade ve cüretine sahip olamayan ve keza siyasi yapılar arası ideolojik-siyasi tartışmaları rafa kaldırarak, ‘suya sabuna dokunmadan’ ‘dost’ kalmayı tercih eden yaklaşımların egemen olduğu realiteleri göz önünde bulundurulduğun da doğrusu, insan çokta umutlu olamıyor.

 

Tabi silkinip kendilerine gelmeleri halinde, bu görev ve sorumlulukları yerine getirme potansiyeline sahip oldukları da vurgulanması ve altı çizilmesi gereken bir başka gerçeklikleridir elbet.

 

Kendilerini Kaypakkaya ardılı olarak tanımlayan TKP-ML, MKP, TKP/ML, Bolşevik Parti (Kuzey Kürdistan Türkiye) ve diğer MKP gibi bu beş örgüt arasında birlik potansiyelinin bulunduğunu tespit etmek yanlış olmaz. Ancak potansiyelin olması, birlik koşullarının olgunlaşmış olarak var olduğu anlamına gelmiyor/gelmez de.

 

Evet, her ne kadar da tamamının resmi devrim teorileri farklı farklı olsa da ama şu bir gerçek ki özellikle ’72 devrim teorisini hala (evet, maalesef ki hala) ‘resmi görüş’ olarak ileri sürmekte ısrar eden iki örgütün ve sosyalist devrim stratejisini ‘sosyalist halk savaşı stratejisi’ olarak belirleyen MKP nin bu resmi görüşlerinin bugünün realitesinde gerçek anlamda bir karşılığının bulunmadığı, tartışma götürmeyecek kadar açık ve nettir de.

 

İşte bu esaslı konuların bilimsel olarak tartışılmaya başlanması halin de hem devrim ve hem de birlik mücadelesinde yol alınabileceğini söylemek mümkün olabilecektir.

 

Taraflara, yol alabilmelerinin pratik bir yöntemi olarak gerek Kaypakkaya ve MKP’nin ve gerekse de TKP/ML’nin (bu çalışma, TKP/ML de yaşanan son parçalama fiilinden önce yapılmıştı) devrim teorisinin eleştirisi üzerinden alternatif bir devrim teorisi çalışması olan (en azından yazarının iddiasıdır bu.)

“‘Türkiye’ Ve Sosyalist Devrim Gerçekliği” başlıklı çalışma (*), bir ‘tartışma taslağı’ olarak önerilebilir mesela.

 

Böylece, özellikle MKP ve TKP/ML hiç olmazsa bugüne değin itinayla es geçip yok saydıkları bu eleştirel değerlendirme ve alternatif devrim teorisini tartışma imkanı sunmuş olurlar kendilerine.

 

Tartışmalar, doğru temelde ele alınabilirse, mutlaka ki öncelikle hem dogmatik statüko yıkılacak ve hem de yeni fikirlerin yeşererek boy vermesinin bereketli zemini oluşacaktır. Devamında ortaya çıkacak yeni tartışma taslakları üzerinden yürütülecek yapıcı tartışmalarla, en azından, aynılar aynı, ayrılar ayrı yerlerde buluşma şans ve imkanına erişmiş olacaktır ki bu da devrimci mücadele açısından hiç de az buz bir gelişme olmayacaktır.

 

MKP’nin devrim teorisi adına ileri sürdüğü bariz sol-subjektif aşırılıklarını törpülemesi ve ‘tarihi muhasebe’ adına ’94 karşı-devrimci darbesinde önder kadrolarıyla yer almış olması gerçekliğini açık ve net bir dille mahkum etmesi halinde ve diğer TKP/ML ve TKP-ML’nin ’72 nin devrim teorisini, somut şartların somut tahlili Leninist ilkesi buyruğuna uyarak, güncellemesi ve karşılıklı olarak 2017 deki partiyi sudan gerekçelerle parçalamalarının özeleştirisini vermeleri halinde; birlik zemininin oluşması pekala mümkün olabilecektir.

 

Böylesi bir platformun oluşması hem Bolşevik Parti (KKT)’yi ve hem de kendilerini Kaypakkaya ardılı görmeye devam etmekte olan ve ama mevcut yapılar içerisinde örgütlü olmayan tek tek komünist bireylerin tartışmalara dahil edilmesinin koşullarını oluşturacaktır.

 

Bugün bu tarz bir tartışmayla sürecin fitilini fiilen ateşleme görev ve sorumluluğu, herhalde ki en başta ve en çok da birliği adeta tek taraflı bir ısrarla gündemde tutmaya gayret gösteren MKP’ye düşüyor olsa gerek. Demiş ya Ziya Paşa: “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz/Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.” dir, diye.

 

Samimi kanaatim odur ki “’Türkiye’ Ve Sosyalist Devrim Gerçekliği” başlıklı ‘tartışma taslağı’nda, devrim teorisi kapsamında ortaya konulan görüşler ve tezler, ana hatlarıyla üzerinde konsensüse varılabilecek özelliktedir.

 

Taraflar buyursun, ele alıp iç bünyelerinde iradeye sunarak tartışıp, böyle olup olmadığını görsünler.  

7.07.2023

---------------

https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/kaypakkaya-ardili-hareketin-bolunme-ve-birlik-sorunu-uzerine


(*) halilgundogan.blogspot.com

[1]    Bkz. Halil Gündoğan, MKP'nin “Tarihi Muhasebesi”nde Öznelcilik ve Dogmatizm.  Halil Gündoğan, “Dersim Dağlarında”.

 

 

3 Temmuz 2023 Pazartesi

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair: Halil Gündoğan

  Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair:

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye.

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

MKP’li arkadaşların birlik çağrı ve tartışma istemlerinin “devrimci kaygılar”ından doğduğu muhakkak; ancak doğru tarzda ele alınmayan her şey gibi bu çağrı ve tartışma istemleri de amaca hizmet etmeyen, önemli oranda ona ters düşen ve de aslında böylesi stratejik bir sorunu güncelleştirme kabiliyetini de esasen yitirmiş olan; dejenerasyona uğramış bu haliyle de aslında basbayağısından bir suiistimal aracına dönüşmüş olan bu ısrarlı çağrı gerçekliğinin görülmesi gerekiyor artık.

MKP’nin " komünistlerin birliği" çalgılarında ki gerçek muhataplarının tam olarak kimler olduğu ve bunların her biriyle, örgütsel birliğin üzerinde inşa olacağı devrim teorilerinde, bir araya gelmelerinin nasıl mümkün olabileceğine dair kamuoyuna yapılmış doyurucu bir açıklamaları da yok üstelik.

MKP’nin, “komünistlerin birliği”yle meramı, farklı renk ve tondaki oportünist yapı ve gurupların aynı çatı altında bir oraya toplaşması değilse şayet; o halde, kimleri hangi kriterler üzerinden komünist gördüğünü net olarak ortaya koyması gerekmektedir öncelikle. 

Öte yandan bunu sırf MKP nin yapması da yeterli gelmez; birleşmesi istenen yapıların karşılıklı olarak birbirlerini komünist olarak değerlendirmeleri gerekiyor. 

Ama biliniyor ki, başka sebepleri de olmakla birlikte, birlik çağrılarının muhatapları öncelikle MKP’yi komünist olarak görmemekte, bu bir gerçek. 

Öte yandan bu muhataplar, kendileri dışındaki diğer çağrılanları da komünist olarak görmemekteler. Hatta bazıları, tabiri caizse, birbirleriyle adeta “kanlı bıçaklı” vaziyeteler. Peki böylesi bir realite içinde MKP’nin bu birlik çağrılarının nasıl bir gerçekliği olabilir ki?!

MKP, birlik için her hâldeki sadece ideolojik olarak “kardeş yapılar” olma kriterini baz alıyor ve bunu da yeterli görüyor olmalı. Bu temel üzerinden, birbirlerini oportünist değerlendiren yapıların birleşebileceğine ve bununda komünistlerin birliği olacağına kendisini ikna etmiş olmalı ki, çağrısını yıllardır ısrarla tekrarlayıp duruyor. Biraz Nasrettin Hoca mizacı mı var acaba: “Ya tutarsa!”

Evet, keşke tutsa...

Ama maalesef ki hayatın gerçekleri farklı mecradan akıyor; “boş hayaller”e pek şans tanımıyor gibi.

Neden “boş hayal”?

 Çünkü her şeyden önce MKP’nin komünist olarak addettikleri birbirlerini komünist olarak değerlendirmiyor.

 Öte yandan, örgütsel birliğin olmazsa olmazı olan, üzerinde ortaklaşabilecekleri bir devrim teorisine sahip değiller. 

Örneğin MKP sosyo-ekonomik yapı tahlilinde ve devrim stratejisinde kiminle ortaklaşabileceğini sanıyor mesela?


 Kendi görüşlerinden vazgeçmeyi mi düşünüyor, yoksa diğerlerinin, kendi çizgilerini benimseyeceği beklentisinden midir?

MKP birlik uğruna kendi devrim teorisini terk etmeye, diğerleriyle uzlaştırmaya evet diyorsa, o zaman öncelikle bunu kamuoyuna deklere etmesi gerekmez mi?

Keza, dışındaki muhatabı yapıları birbirlerini komünist görmeye ikna etmesi gerekmez mi? 

Yapılar birbirlerini komünist olarak görmüyor, ama MKP tutturmuş, “biz komünistiz gelin birleşelim.” Komik ötesi…

İşte tüm bu sebeplerden ötürü MKP’nin birlik çağrıları, hali hazırda karşılığı bulunmayan ham hayallerden ibarettir.

Bu gerçekliğe rağmen yapılıyor ve ısraren sürdürülüyor olması da kusura bakılmasın ama, o kadarda masumane çünkü niyetlerden bağımsız olarak alenen bir suiistimale dönüşmüş durumda.

 Takdir edilecektir ki buda nahoş bir durum.

Halil Gündoğan

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Oysa Başbağlar Köyünde de toplam 33 insanımız hunharca katledilmişti (28 erkek kurşuna dizilerek, 5 kadın ise yakılan evlerden çıkamayarak, yanarak can vermişti).
Çarpık bir intikam ve misilleme anlayışıyla, PKK güya Madımak katliamının hesabını sormuş, öcünü almıştı.

Madımak katliamını devletin üst aklı ve 'karanlık' güçlerinin gerçekleştirdiği besbelliyken, buna misilleme ve intikam yapılacaksa, adresi masum halk olmasa gerek.

Ve ama ne yazık ki, muhtemelen devletin üst akıl odaklarının da yönlendirmesiyle, PKK böylesi ağır bir suça ortak olmuş ve sonuçta üç gün arayla 70 insanımız hunharca katledilmiş oldu.
Burada şöylesi çok özgün bir yan var: Madımak katliamı ile Başbağlar katliamı aynı senaryonun birbirini tamamlayan iki perdesidir. Dolayısıyla da bu her iki katliam karşısında 'tarafgirli' bir pozisyon sergilenemez. Madımak katliamı  yüreklerimizde nasıl sönmeyen bir  sızı ve acı olarak anlam kazanıyorsa,  Madımak ateşinde yakılan, kıyıma uğratılan Başbağlar'da ki 33 masum, günahsız halktan insanımız da aynı şekilde karşılık bulmak zorundadır. Aksi takdirde bizim hem vicdan terazimizde ve hem de adil olma desturumuzda sorunlu yanlar var demektir.

Madımak katliamının kınandığı her vesileyle, doğrudan Madımak ateşiyle gerçekleştirilen  Başbağlar katliamını da kınamak, o masum insanlarımızı da unutmadığımızı ifade etmek, bu özgün ilişkilerinden ötürü, gerekli bir şarttır.

Daha önceleri çeşitli vesilelerle dikkat çekmeye çalıştığım bu sorunu, 30. yılı vesilesiyle bir çok kesimce yapılan açıklamalarda buna dair suskunluğun ve es geçme tavrının devam ettirilmekte olduğunu görünce, bunları yazma gereği duydum. Umarım en azından komünist ve sol- sosyalist kesimlerin bu hatalı tutumlarından vaz geçmelerine vesile olur.

Temmuz 2023.

https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/katliaminin-30-yilinda-madimak-ve-es-gecilen-basbaglar

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)