28 Ağustos 2023 Pazartesi

ANALİZ | Marksist Düşüncenin Diyalektiği (1)

ANALİZ | Marksist Düşüncenin Diyalektiği (1)----------------------28 Ağustos 2023

 

Sonsuz harekete sahip maddenin yansıması olan düşüncenin de hareketi sonsuzdur. O tek bir noktada durup kalmaz ve maddeyle kendi arasında da bir çelişme vardır. O çelişme, doğru bildiği şeyden şüphe etmektir. Bu şüphecilik düşüncenin sonsuz gelişimini ve kendini ilk çıktığı hal olmaktan aşarak yeniden pratiğe dönmesinde bulur.

 Küçük burjuva mekanik ve pozitif düşünsel yaklaşımlar, maddeyi, madde kavramını, basitçe, her şeyin başına yerleştirerek dünyanın “türdeş” olduğundan hareket ederler ve “dünyanın sonal ve bir tek maddi yapısı”[1] olduğunu ileri sürerler. Böylece, farklı çelişmeleri görmezden gelerek “tek düzelik” düşüncesine sahip olurlar.

 

Düşüncenin nereden geldiği materyalistler için bir muamma olmaktan çıkması, Marx’tan bu yana daha bir nettir.

 

Marx şöyle diyor: “Düşünceyi, düşünen bir maddeden ayırmak olanaksızdır. O (düşünce, ÖG) bütün değişikliklerin öznesidir.”[2]

 

Felsefi olarak idealizmin ideolojik ölümü, Komünist Manifesto’nun bütün dünyaya ilan edilmesiyle birlikte gerçekleşti. Bu aynı zamanda diyalektik materyalist felsefenin tarih sahnesinde yerini bütün ideolojik ve teorik görkemiyle almasıydı.

 

Marx ve Engels, “toplumsal bilinç toplumsal varlığın yansımasıdır” derken, kendilerinden önceki filozofların açıklamalarının en üst noktasını, en son gelinen aşamayı ve toplumun geldiği maddi aşamanın bir yansımasının özlü ve dahice açıklamasını yapmışlardır. Marx’tan önce bu yapılamazdı. Çünkü bunun toplumsal temeli yoktu. Filozoflar, kendi çağlarının açıklamasını yapmakla yetinmişlerdi. Daha ileri de gidemezlerdi. Hegel diyalektiği ve Feuerbach materyalizmi kapitalist toplumun açıklanmasıydı.

 


Marx ve Engels bunu daha ileri götürdü. Ve kapitalist toplumun bir üyesi olan proletaryanın toplumu daha ileriye taşıyacak diyalektik materyalist felsefesini oluşturdular. Önceki filozoflar sadece bulundukları çağı yorumlamakla yetinmişlerdi. Marx ve Engels, yorumun yanında bunun değiştirilmesinin mücadelesinin de verilmesi gerektiğini söylediler ve düşündükleri gibi yaşadılar. Düşüncelerini eylemlerinden çıkardılar ve eylemlerine düşünceleri yol gösterdi. Onlar, Marksizm’i bir dogma değil, sınıfın eylemlerine yön verici bir bilim olarak ele aldılar.

 

Bu bölümde, düşüncenin maddeye nasıl yön verdiği ve madde üzerindeki etkilerini biraz daha açmaya çalışacağız. Madde-düşünce, varlık-bilinç ilişkisinin tanımlanması; Marksizm’in ortaya çıkmasından bu yana idealistlerle diyalektik materyalistler arasındaki mücadelede görülebilir. Bu tanımlama sorunu, bu kadar önemli ve etkileyici olmasaydı, maddenin hareketine bakar durur olurken; algısal bilgiden ussal bilgiye varmanın erdemine, pratikten çıkan teorinin daha üstün bir şekilde tekrar pratiğe müdahale etmesinin bilincine ulaşamaz ve eylemlerimizi, ereklerimizin gerçekleştirilmesi için kullanamazdık.

 

Maddenin hareketinin incelenmesi, düşünce ve bilinç ve nihayetinde derli toplu bilimsel bir düşünce haline getirilmesi, insan bilgisinin disiplinlere ayrılması, kavramlaştırılması, kategorileştirilmesi, soyutlanarak teori haline getirilip ve tekrar pratiğe dökülmesi insana ait, insanın düşünme yetisine özgü bir durumdur. Madde ve maddenin hareketi, tüm canlılardan ve de düşünen insandan önce de vardı.

 

İnsan gibi düşünme yetisine sahip olmayan hayvanların, maddenin hareketini soyutlama ve bir düşünce haline getirme ve onu pratiklerine yön vermek için kullanma özellikleri olmadığından, bu durum, düşünen insanın ortaya çıkmasını bekledi. Marx, şöyle der:

 

“Üretici güçlerde, sürekli büyüme; toplumsal ilişkilerde sürekli yok olma; düşüncelerde, sürekli oluşma hareketi vardır; değişmez olan tek şey, hareketin soyutlanmasıdır”[3]

 

Marx’ın belirttiği, değişmez olan tek şey hareketin soyutlanmasıysa, bu soyutlanmanın da pratiğe tekrar inmesi ve ona yön vererek somutlanması söz konusu olacaktır. Düşünen insan, yani özne, maddenin (nesnenin) hareketini soyutlarken, onu salt soyutlamak için değil, kendi yaşamına yön vermek ya da Marx’ın ünlü formülüyle söylersek “maddi yaşamını yeniden üretmek” için bu soyutlamayı pratiğe, yani, tekrar maddeye dönüştürmek, maddeye biçim vermek ve onu kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmek karşı karşıyadır.

 

Öznenin bu eylemi, insan olmanın olmazsa olmaz bir sonucudur. İnsan, nesneyi bilincinde düşünce olarak yansıtırken, onu birebir yansıtmanın ötesinde, onu yeniden üreterek, nesneye biçim verir.

 

Mekanik materyalistler, insan düşüncesini salt soyutlama kategorisinde bırakıp onun somuta inerek pratikle bütünleşmesini ve nesneye biçim verirken ve onu değiştirirken, kendisini de yeniden ürettiğini göremiyorlar.

 

Düşünce kapasitelerini mekanik materyalizmle sınırlayanlar, Lenin, ünlü; “Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” sözünün üzerinde, bunun felsefi olarak ne anlama geldiğini –sık sık tekrarlamalarına karşın- düşünmemişlerdir ya da soruna dogmatik olarak yaklaşmışlardır. Mao’yu “idealist” olarak eleştirenlerin, bunu görmezden gelmelerinin bir açıklaması vardır elbet, ama, gerçek şu ki; burada anlatılmak istenen insan bilincinin insan pratiğine yön verdiği, devrimci bir bilinç (teori) yoksa devrimci bir hareketin de olmayacağının anlatılmasıdır. Burada, düşünceyi öne çıkaran Lenin, düşüncenin nesnel dünyanın yansıması olduğunu reddetmemiştir.

 

Felsefe soyutlamadır ama somuta götürür. Marksist, teori de pratiğin soyutlamasıdır ama o burada durmaz, soyutu somuta indirerek pratiği devrimcileştirip zenginleştirir. Bilinç nesnesinin karşıt niteliği, bilincin de karşıtlığını koşullar. Her nesne iki karşıt şeyin bir birliği ise, bu nesnenin bilinci de aynı şekilde karşıtıyla vardır. Yani, düşünce ya da bilinç karşıtsız varolamaz. Bu anlamda, Lenin, diyalektiği, Marksist bilgi teorisi olarak tanımlamıştır.

 

Ortada binlerce pratik var ve her sınıfın pratiği de kendi sınıfsal çıkarları doğrultusundadır. Bu sınıfların pratiklerine yol veren kendi sınıfsal düşünceleridir. Ancak, sınıfsal bilinç, o sınıfın maddi yaşamından gelir. Proletaryanın Marksist düşüncelere sahip olmadan hareket etmesi, sınıfsal çıkarlarını gerçekleştirmede başarılı olamayacaktır.

 

Ama sınıf bilinçli olarak hareket ettiğinde hareket tarzı sınıfsal çıkarları doğrultusunda olacaktır. Teori de bir bilinçtir ve maddenin hareketinin soyutlanması ve yeniden pratiğe dökülmesidir. Bu ise bilincin, gücünü ve madde üzerindeki etkisinin hareketini ortaya koyar.

 

Yapısalcı anlayışlarla Mao’nun felsefi anlayışı da aynı değildir. Örneğin Althusser’in “teorinin nesnesi” ile Mao’nun teorik nesnesi aynı şeyler değildir. Althusser[4] teoriyi yine teoriden çıkarırken, Mao’nun teorisinin kaynağı ise sınıf mücadeleleri pratiğidir. Felsefede yapısalcı anlayış, değişimin karşısında statik kalmayı yeğler, aynı Hocacılar gibi.

 

Mao’da, Marksizm, pratiğin önünü devrimci tarzda açan bir eylem kılavuzudur. Bundan dolayı da Mao’nun düşünceleri komünist partilerine, burjuvaziye karşı sınıf mücadelesinde yol gösterir ve burjuvazi karşısında devrimci kalmalarını ve sınıf mücadelesinde kararlı olmalarını sağlar.

 

Mao’nun görüşlerini savunanların örgütsel çalışmalarda en çok yineledikleri sözlerden biri; “siyasal çalışma bütün çalışmaların can damarıdır” sözüdür. Siyasal çalışma maddi değil düşünseldir. Düşüncelerin harekete geçirilmesi ve bunun pratiğe uygulanmasıdır. Mao’yu “idealistlikle” suçlayanların anlayışıyla hareket edecek olursak; “bu idealizmdir ve düşünceyi öne alıyor” yargısına varabilir; “pratik çalışma bütün çalışmaların can damarıdır” diye altı çizili bir not düşmekten kendini alamazlar.

 

Mao’nun bu özlü söylemi, Lenin’in “devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” önermesinin başka bir biçimdeki açıklamasıdır. Düz mekanik mantığın düşünce ile madde arasındaki ilişkiyi tek yönlü ele alan ve maddenin teori haline gelmiş kendi hareketini küçümseyen ve onu sıradanlaştıran yaklaşımlarla, sınıf bilinçli proleterler, sınıf mücadelesi içinde her zaman karşılaşacaklardır.

 

Siyasal mücadelede kendini dogmatik ve öznelcilik olarak gösteren bu felsefi yaklaşımlar, her zaman işçi sınıfının burjuvaziye karşı verdiği sınıf mücadelesinde ayak bağı olacak, onu yanlış yönlendirmelere sevk edebilecektir. Bu nedenle, bu tür anlayışlara karşı ideolojik ve siyasal mücadele, işçi sınıfının burjuvaziye karşı verdiği iktidar mücadelesinde belirleyici bir yere sahiptir. Mao’da “Pratik Üzerine” ve “Çelişme Üzerine” adlı makalesini ÇKP içindeki dogmatizmi geriletmek, diyalektik materyalist anlayışı egemen kılmak için yazmıştır. Yani, bir gereksinimin ürünü olarak ortaya çıkmıştır.

 

Yine Mao’nun “Kültür Devrimi” bu anlayıştan hareket eder ve bilincin maddeye dönüşmesi ve kitlelerin elinde bir silah olarak kullanılmasıyla, yeni ve komünizme kadar binlerce devrimin örneğini oluşturur.

 

Engels, diyalektiği şöyle tanımlar: “Gerçekte diyalektik, doğanın, insan toplumunun ve düşüncenin genel hareket ve gelişme yasaları biliminden başka bir şey değildir.”[5]

 

Düşünce önemsiz olsaydı, sosyal yaşama yön verici ve dönüştürücü bir niteliği olmasaydı, Marx gibi bir deha, ömrünü DAS KAPİTAL’in sayfaları arasında bitirmezdi. Maddenin hareketini bilince dönüştürebilen insan, bilinci de maddenin hareketini yönlendirmede kullanabilme yeteneğine sahip olabileceğini çıkarsaması zor olmasa gerek.

 

Düşüncenin dönüştürücü, maddeye şekil verici, değiştirici ve geliştirici olan bu diyalektik hareketini görmeyip onu salt maddenin kaba bir yansıması olarak ele almak, kendi tarihini yapan insanı hafife almak olduğu gibi aynı zamanda maddenin diyalektik hareketinin bilincinde de olmamaktır. Pratikten çıkan düşünce, kendini daha üst (yüksek) bir biçime bürünmüş haliyle yeniden pratiğe döndüğü taktirde, pratiği geliştirdiği oranda kendini üretebilir, maddileşebilir. Pratiği değiştirdiği oranda bir önceki düşüncenin daha ilerisi ve onun bir yadsıması olarak yeniden pratiğe dönecektir. Bu düşüncenin diyalektik hareketidir.

 

Mao’nun düşünce diyalektiği, sürekli olarak pratiğin devrimcileştirilmesi, devrimci pratikten çıkan düşüncelerin yine daha üst bir şekilde pratiği daha ileri bir noktada yeniden devrimcileştirmesinin felsefesidir. Bilincin maddeye maddenin bilince dönüşmesi önermesi, madde-düşünce diyalektiğinin özlü açıklamasıdır. Bu, diyalektik materyalist felsefenin ta kendisidir.

 

Sonsuz harekete sahip maddenin yansıması olan düşüncenin de hareketi sonsuzdur. O tek bir noktada durup kalmaz ve maddeyle kendi arasında da bir çelişme vardır. O çelişme, doğru bildiği şeyden şüphe etmektir. Bu şüphecilik düşüncenin sonsuz gelişimini ve kendini ilk çıktığı hal olmaktan aşarak yeniden pratiğe dönmesinde bulur.

 

Ancak, düşüncedeki devrimci dönüşüp düşüncenin pratiğe uygulanması ve pratiği daha ileriye götürmesinde ortaya çıkar ki, bu düşüncenin kendini yeniden üretmesi ve maddeye dönüşmüş halidir.

 

Düşünce maddenin iç çelişkilerin bütünlüklü bir yansıması olarak da algılanmalıdır. Maddenin bu iç çelişmelerinden hareket eden düşünce, onu yönlendirmesi ve ona yeni bir biçim vermesi gibi diyalektik bir harekete de sahiptir. Düşüncenin diyalektiğini maddeye hareketi veren onun iç çelişmelerinden soyutlayarak ele alanların “vülger marksizm” ile de felsefi bağlamda bir akrabalıkları olduğu bir gerçektir.

 

İnsan bilgisinin durmadan ilerlemesi, üretici güçlerin gelişmesi, bilimsel buluşlarla birlikte maddi üretimin ve insan bilgisinin gelişmesi ve bunların toplumsal yaşama yansıması, düşüncenin maddeye dönüşmesinin en yalın örneklerini bize verir. Bilgi, maddenin hareketinin kavranması, çelişmelerinin ortaya çıkarılması, çözülmesi ve bu bilgiler ışığında maddenin hareketine yön verilmesidir.

 

Teori, hareketin temel özelliklerini, onun yasalarını, gelişme yönünü, kaçınılmaz olarak nereye evrileceği ve izlenmesi gereken yönü ortaya koymaktır. Nesnel gerçekliği en yakın bir şekilde düşüncede somutlaştırmak ve ortaya çıkarmaktır. Yapısalcılığın ve dogmatizmin düşünce sistematiğinde, düşüncenin maddeyi dönüştürme eylemi yoktur. Madde ve düşünce arasındaki diyalektik ilişkiyi reddedenler, “düşünce maddenin yansıması”nı kabul etseler de düşünceyi nesnesinden kopararak, diyalektik materyalizmi, dogmatizmin yavan totolojisine kurban ederler.

 

Marx, Grundrisse’nin Giriş’inde şöyle der: “Genel olarak üretim soyut bir kavramdır, ama ortak özellikleri gerçekten saptayıp belirlediği ölçüde bizi yinelemelerden kurtaran ussal bir soyutlamadır. Bununla birlikte, bu genel niteliğin, ya da karşılaştırma yoluyla yalıtılan bu ortak öğenin kendisi, öğeleri birbirinden ayrılarak değişik belirlemelere bürünen eklemlenmiş karmaşık bir bütün oluşturur”[6]

 

Soyutlanma algısal bilgiyse, somutlama ise ussal bilgiye ulaşmaktır. Yani, düşünce maddenin soyutlanması ve en yüksek ürünü olarak da somutlanması olarak nitelendirilebilir. Maddenin hareketinin tüm ayrıntılarının bilincine varılması, çelişmeli yönlerinin bilince çıkarılması ve bunların niteliğinin kavramsallaştırılması düşüncenin bu sürecinde gerçekleşir ve düşüncenin maddeye hükmetmesi (onu değiştirip dönüştürmesi) ise ancak bu sayede gerçekleşebilir.

 

Ressam, heykeltraş, film senaristi vb. sanatçıların ortaya çıkardıkları eserleri, onların düşüncelerinin maddileşmiş halidir. Ressam, resim yapmadan önce onun düşüncesini oluşturur ve ondan sonra o düşüncelere fırçalarıyla tuval üzerinde hayat verir. Heykeltraş da aynı şekilde, düşüncelerine hayat verir. Bu bilinçli bir insan etkinliği olarak ele alınmalıdır. Toplumların tarihsel gelişmelerindeki entellektüel (bilinçli) insan (onu biçimlendiren toplumsal nesnellik içinde) etkinliğinin rolü yadsınamaz. (Devam edecek)

 

1- Ivan T. Frolov, Biyolojide Diyalektik Yöntem, s. 7

 

2- Karl Marx-Friedrich Engels, Kutsal Aile ya da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi, s. 196, 1. Baskı, Sol Yayınları

 

3- K.Marx, Felsefenin Sefaleti, s. 118, Üçüncü Baskı, Sol Yayınları

 

4- Bkz. Louis Althusser, Kapitali Okumak, İthaki Yayınları

 

5- Engels, Anti-Dühring, s. 240, 2. Baskı, Sol Yayınları

 

6- Marx, Grundrisse 1, s. 23, Birinci Baskı, Sol Yayınları





 

 

27 Ağustos 2023 Pazar

Esas hakkındaki mütalaya karşı son sözleri sorulan;

Sanık MÜSLÜM ELMA:

Beni bin sefer ölüme mahkum et­ seniz dahi her seferinde daha yüksek sesle haykıracağım; yaşasın Halk Demokrasisi ve sosyalizm mücadelesi, yaşasın TKP/ML ve TİKKO, yaşasın devrimcilerin mücadelesi, başka diyeceğim yok­ tur dedi.

Sanık HASAN HAYRI ASLAN:

İyi, güzel, nazlı ne varsa onların zincire vurulduğu bir ülkede halkının yanında zalimlere ve emperyalistlere karşı karınca kararınca da olsa bir mücadele vermekten şeref duyarım. Biz olmasak da devam edecek olan devrim kervanına selam olsun, başka diyeceğim yoktur dedi.

 Sanık CAFER CANGÖZ:

Bağımsızlık, Demokrasi Sosya­ lizm mücadelesinde şehit düşen yoldaşları, devrimcileri, yurtse­ verleri saygıyla anar, emperyalizm ve yerli gericiliği bu ülkeden kovmak için mücadele veren çeşitli milliyetlerden Türkiye halkının önderi TKP/ML'ye son güvenimi belirtir, bu uğurda mücadelelerinde başarılar dilerim, başka diyeceğim yoktur dedi.

Sanık İBRAHİM EKİNCİ:

Emperyalizm, gericilik zulüm ve sömürünün çok yakın bir zamanda yok olacağı inancındayım, başka bir diyeceğim yoktur dedi.

https://partizanarsiv8.net/wp-content/uploads/2023/08/DIYARBAKIR-SAVUNMA.pdf 

21 Ağustos 2023 Pazartesi

Modern Fizik Klasik Fiziğin Bunalımını Halen Aşamadı- 2

 


Modern Fizik Klasik Fiziğin Bunalımını Halen Aşamadı- 2

   Marks, “devlet iş bölümümden doğar’’ der. Toplumda iş bölümü üzerinden başat yarılma, kafa emeği ile kol emeği arasındaki yarılmadır. Fakat, görelilik yasasının parametreleri üzerinden düşündüğümüzde, sınıflı toplumunda, görünen iş bölümünden başka, bir de görünmeyen iş bölümü olduğunu söylemek gerekir. Görünmeyen iş bölümü, elektriksel alanlar arasındaki ilişki ve karşıtlık üzerinden gerçekleşmektedir. Görünmeyen iş bölümünde, sizin elektriksel alanınız, sizi bir üslü sayı haline getirir ve iş bölümü, sizin üssünüzle sizin aranızda gerçekleşir. Fizikte, mekanik iş formülü: W=F.S olarak ifade edilir. Bu formülde, W=İş, F= kuvvet, S=Yer değiştirmedir.

Modern Fizik Klasik Fiziğin Bunalımını Halen Aşamadı -1

 

https://gazetepatika21.com/modern-fizik-klasik-fizigin-bunalimini-halen-asamadi-1-141068.html

Modern Fizik Klasik Fiziğin Bunalımını Halen Aşamadı -1


 

Komünist toplumun ikinci aşamasında, üretici güçlerdeki muazzam gelişme ‘’herkese ihtiyacı kadar’’ şiarının gerçekleşmesine olanak tanıdığında, değişim değerinin fiilen sıfıra karşılık gelmesi, yani, metanın iç çelişkisinin yadsınarak çözülmesiyle, meta da kullanım değeriyle değişim değerinin çatışmalı birliği olarak ortadan kalkar ve ilkel komünal toplumda olduğu gibi salt bir kullanım değerine dönüşür.

15 Ağustos 2023 Salı

 Proletaryasız Burjuva Çağı Hayali (!)

Proletaryasız Burjuva Çağı

ve

Sınıf Mücadelesiz Sınıflı Toplum Hayali (!)

Yusuf Köse




 Sevgili yoldaşım Mehmet Akkaya, Nisan ayında, Nisan yayımcılık tarafından yayınlanan; “Dijitalleşme: İşçinin Üretim Sürecinin Denetleyicisi ve Düzenleyicisi Olacağı Tarih” adlı kitabımla ilgili bir değerlendirme yayınladı. Öncelikle, kendisine teşekkür ediyorum. Çünkü kendine Marksist Leninist diyen örgütlerde eleştiri kültürü uzun zamandır oratadan kalktı. Daha doğrusu birbirini pek eleştirmedikleri gibi, sınıf mücadelesinin teorik sorunlarından mümkün oldukça uzak durmaya çalışıyorlar. Oysa, devrimci eleştiri, sınıf mücadelesinin olmazsa olmazlarındandır. Eleştiri olmayan yerde gelişmede olamaz.

 

 

Akkaya, üretken bir felsefeci. Bu nedenle de kendisini kutluyorum.

 

 

Şimdi söz konusu kitabıma yönelik eleştirilere gelebiliriz.

 

 

Bir çok okuyucu ve yoldaşım, kitabın isminin uzun olması yanında isabetli olmadığı eleştirilerini getirdiler. Akkaya'da aynı görüşte. Kitabın ismi “Artı-Değerin Kaynağı” da olabilirdi. Ancak, tartışılan konu bağlamında, üretici güçlerin gelişimi ve bunun sonucunun işçinin üretim sürecinin denetleyicisi ve düzenleyicisi olacağını vurgulamak için bu adı seçtim. Dijitalleşme olarak adlandırılan ve üretim sürecinin yoğun bir şekilde makineleşmesiyle, kaçınılmaz bir son olan işçi sınıfının konumudur. Böylesi bir durumda işçiler bir sınıf olmaktan çıkacaktır. Bugün yoğun olarak tartışılan “yapay zeka” vb. gibi kavramlar ve bunların üretim süreci içinde yer almaları, komünist toplumun nasıl olacağınında ön habercisidir.

 

 

Kitabı burada yeniden tekararlamayacağım elbette. Ama, güncel ideoljik tatışmaları esas alan, ve proletaryanın “öldüğünden” ve de makinelerin artı-değer ürettiği gibi burjuva ideolojik manipülasyonların etkisi altında kalan anlayışların MLM temelde sert bir eleştirisidir. Bu tür tartışmalar kitap içinde var ve üretim sürecine makinelerin giriş tarihinden beri de vardır ve hala devam etmektedir.

 

 

En önemli sorun, “işçi sınıfının üretim sürecinin dışında kaldığı”, burjuvazinin artık “yapay zekası var”, “işçiye gereksinimi kalmadığı” gibi, sınıftan kaçan küçük burjuvaların anlayışının mahkum edilmesi gerekiyordu.

 

 

Küçük burjuva oportünizmi burjuvaziden daha da geri. Burjuvazi “daha fazla ihtiyacımız var” diye basbas bağrıyor ve buna uygun yeni yasalar çıkarıyor. Uzun zamandan beri, “işçi açığımız var ve daha fazla göçmen işçi almalıyız” diye çaba harcıyorlar. Alman tekelleri, hükümeti eleştiriyor, “işçi açığımızı giderecek önlemler almıyorsunuz” diye. Göçmen düşmanı İtalyan faşist hükümeti ve onun başkanı Meloni, “acilen 400 bin işçiye ihtiyacımız var” diyor ve dışardan işçi alımını kolaylaştıracak yasalar çıkarıyorlar.

 

 

“İşçilerin sayısı azalıyor” bilinçli çarpıtmasına istatistikler yanıt veriyor. İşçilerin sayısı azalmıyor, tersine artıyor. Kitabın içinde de istatistiki verilerle ortaya konduğu gibi, nispi azalmaya karşı mutlak bir artış sözkonusudur. Bu gerçek, hiç bir küçük burjuva liberal yaklaşımlarla karartılamaz.

 

 

Akkaya;

 

“Köse'nin, paylaştığı ülke ve dünya çapındaki istatistiklere inanılacak olursa işçi sınıfı niceliksel olarak azalmak şöyle dursun, tam tersine artmıştır. "İnanılırsa" diye ihtiyatla söylüyorum. Çünkü verilerin hemen hepsi sistem içi kurumların yayımladığı istatistiki bilgilerden oluşuyor. Bunlar ne derece doğruları yansıtıyor, akılda tutmak gerekir. Şu da var ki, burjuva kurumların istatistiklerin de bile işçi sınıfının büyüdüğü gösteriliyorsa yazar iyiden iyiye haklı bir noktada bulunmaktadır.”

 

diyor.

 

 

Bu yanlış bir vargı. Burjuva istatistiklerde kısmen çarpıtmalar olsada genel anlamda doğrudur ve kendileri de bu istatistiki verilere göre faaliyet yürütmektedir. Özellikle, burjuvazi işçi sayısını az göstermeye çalışıyor, anacak tam olarak gerçek verileri gizliyemiyor. TÜİK bile temel gerçekleri gizleyemez ve gizliyemiyor. En göze çarpanı enfalsyon oran belirlemesidir ki, bunu bile tam olarak gizliyemiyor, enflasyon içine aldığı kalemleri değiştirerek “az” göstermeye yolunu izliyor.

 

 

Akkaya'nın “burjuva istatistiklerine güvenmeme” “ihtiyatı” bana bir olayı anımsattı. Bir zamanlar “ülke yarı-feodal mi kapitalist mi” tartışmaları yapılırken, bazı arkadaşlarımız; “bölgelere özel ekip çıkarıp ekonomik araştırma yapsın” önerileri getirmişlerdi. Yani, “burjuvazinin istatistiklerine güven olmaz, biz yapalım” demekle, olmayacak, yapılamayack bir öneri ile, anti-bilimsellikte ısrarla diretiyorlardı.

 

 

Ve ben o zamanlar şöyle demiştim: “Marx, Kapitali burjuva istatistikleri temel alarak yazmıştır. Yine Lenin, “Rusya'da Kapitalizmin gelişmesi” adlı kitabını Rus monarşisinin istatistiklerini temel alarak yazmıştır. Küçük burjuva sol çocukluğu, gerçekleri kabullenemeyince, işi yokuşa sürer. Ve bizler analizler yaparken burjuva istatistiklerini temel almak zorundayız. Bütün bilgiler onların elinde.

 

 

Akkaya'nın, makalesinin içinde bir başlık var; “Köse'nin Kitabı ve Sol Sapma”

 

 

Burayı dikkatlice okudum. Akkaya bu kitabı övüyor. Ama birden bir “sol sekter ve sol sapma” saptamasında bulunuyor. Kitap içindeki hangi anlayışı “sol sekter ve sol sapma” bulduğunu ise somut olarak belirtmediği için, söylemiş olmak için söylenmiş gibi duruyor. Yani, Akkaya'nın kitabı bütünlüklü değerledirmesiyle çelişen bir saptama.

 

 

“Köse'nin kitabına, Marksizmin ortodoks yorumu hakimdir diyebiliriz. Eser, şüphesiz devrimci çizgidedir. Referans noktaları Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Mao Zedung olarak verilmiştir. Yine de kitabın bunları da aşan, "sol sapma" diyebileceğimiz bir boyutunun da olduğu ileri sürülebilir. 'Önderler, ne söylediyse doğru söylemiş, ne yaptılarsa doğru yapmışlardır' gibi bir yaklaşım var. Dolayısıyla temel, devrimci kaynaklara gözü kapalı bu yaklaşım tarzının da sorgulanması gerekiyor.

 

Batı Marksizminin getirdiği eleştirileri görmezden gelmek, yeni toplumsal hareketleri yok saymak ya da önemsememek, kadın hareketini, ezilen ulus mücadelesini ve bugünlerde gündem olan Akmelen'de (Muğla) olduğu gibi köylü direnişlerini paranteze alan bir bakışın ve teorinin kendisi de başlı başına bir problematiktir.” (Akkaya'nın makalesinden)

 

 

“Marksizmi ortadoksca Savunmak” adı altında bir kitabım var. Ancak, “Marksizmin ortadoks yorumu” gibi sözler genelde burjuva liberallerine ait. Marksizmi savunanlara bu argümanı kullanıyorlar. Evet ben, MLM savunuyor ve bu dünya görüşünün çarpıtılmasına, burjuva lieberal ve küçük burjuva oportünist “yorum”larına kesinlikle karşıyım ve kitaplarım bunun kanıtıdır. Ama aynı zamanda marksimin bir doğma değil bir eylem kılavuzu olduğundan da hareket ederim ve tüm kitap ve diğer yayınlanan araştırmalarımda buna örnektir.

 

 

Sevgili Akkaya, bu kitapta neyin “sol sekter” ve neyin sol sapma” olduğunu göstermesi iyi ve böylece “sol sekter” hatamı görmekte bana yardımcı olmuş olurdu. Maalesef bunu benden esirgemiş.

 

 

“Önderler, ne söylediyse doğru söylemiş, ne yaptılarsa doğru yapmışlardır” böyle bir görüşüm olmadığı gibi, kitap için böyle bir izlenim verecek bir anlayış ya da düşünce tarzı da gösterilemez. Akkaya bunu nereden çıakrmış bilemiyorum.

 

 

“Batı marskizmin getirdiği eleştirileri görmezden gelmek...” böyle diyor Akkaya. “Batı marksizm”den neyi kastediyor anlaşılmıyor. Batıya ait özel bir marksizm yok. Marksizm evrensel bir ideolojidir. Çünkü burjuvazi evrensel bir sınıf olduğu gibi proletarya da evrensel bir sınıftır. Bunların dünya görüşleri de evrenseldir.

 

 

Batılı burjuva liberallerin Marksizme ve Leninizme getirdikleri eleştirilerden söz ediyorsa, elbette bunlara karşıyım ve bunların proletaryanın ML dünya görüşüyle bir ilişkileri olmadığı gibi, bütünüyle emperyalist burjuvaziye hizmet eden görüşlerdir. “Batı marksizm”inden “Frankfurt Okulu”, “Euro Komünizm” vb. gibi akımlar kastediliyorsa, bunların “marksizmi aşma” adına getirdikleri bütün argümanlar yine ML tarafından burjuva çöplüğüne geri atıldı. Ama “Batı Marksizm”inden kasıt MLPD1 gibi ML partilerin ve Stefan Engel gibi ML teorisyenlerin görüşleri ise, kabulümdür. Bunlar ML görüşlerdir.

 

 

Ancak, Akkaya'nın kastettiği (net olarak isim belirtmemiş olmasına karşın) yukarıda sözünü ettiğim revizyonist ve reformist çevreler olsa gerek. Oysa bunlar çoktan fiziksel olarak da burjuva tekelleriyle içiçe geçtiler.

 

 

“.. toplumsal hareketleri yok saymak..” bu eleştiriyi bana getiriyor Akkaya yoldaşım. Kitap bu tür hareketleri yok mu sayıyor? Nereden çıkıyor bu eleştiri. Kitap içinde hangi görüşüme dayandırılıyor? Belli değil. Temelsiz bir eleştiri yöntemi? Ayrıca doğa katliamına karşı mücadelenin sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olduğu, kapitalizm yıkılmadan insan ve doğa yıkımının önelenemeyeceği bu kitap içinde yer alır.

 

 

Kitabın tartştığı konu esas olarak doğanın kapitalizm tarafından yıkımı ya da toplumsal hareketler değil. Ancak, hiçbir komünist bunlara karşı duyarsız değildir. Kitabın “Son Söz” bölümünde şöyle söyleniyor:

 

 

“Buradaki inceleme ve araştırma nesnemiz, esas olarak, gelinen aşamada kapitalizmin işgücüne gereksinim kalmadığı, onun yerini makinelerin aldığı anlayışının, kapitalizmin nesnel gerçekliğini doğrulamadığını ortaya koymaktı. Bu da, güncel verilerle ortaya konduğu inancındayım.”2

 

 

ve toplumsal hareketlere ve doğanın yıkımına karşı da es geçilmemiştir.

 

“.... Son 20 yıl içinde gelişen kitle hareketleri, kapitalizm karşıtı gösteriler ve nüfusun %99’un, nüfusun %1’inin yönetimi altında yaşamak istemeyişini her defasında ve büyük kitlesel gösterilerle ortaya koyması, doğanın tahribatıyla kronik hale gelen çevre krizi, ekonomik krizlerin eskiye oranla daha fazla sıklaşması, mülteci ve genel toplumsal sağlık (virüs salgınları vb.) kronikleşmiş krizleri, kapitalist sistemin çanlarının çaldığını ve yeni toplumsal bir sistem olan uluslararası sosyalist toplumun tohumlarının çoktan filizlendiğini ve bu filizlenen toplumun artık kapitalist toplumun yerini almasının zorunluluğunun açık ve net göstergeleridir.”3

 

 

Akkaya, bende olmadığını söylediği ve eleştirdiği konular, kısaca var. Ancak, Akkaya anlaşılan ikna olmamış ki, Frankfurt okulu vb. gibi reformist burjuva liberallerin eleştirilerini kabullenmemi beklemiş? Diye düşünmeden edemiyorum.

 

 

Akkaya devam ediyor.

 

 

“Köse, kapitalizmin tarihindeki dönüm noktalarını işaret ederken tartışmayı, 200 yıldır güneşin altında yeni bir şey yoktur demeye getiriyor. Hadi dünyada nitel değişiklik olmadı diyelim, olan nicelik değişiklikler teorilerde bazı farklılıklara yol açmaz mı? Köse, farkında olmadan, ekonomik gerçekliklere oranla ideolojiye daha çok önem verdiğinin ayırdında değil.”

 

 

Bu yaklaşımın yüzeysel olduğunu söylemek durumundayım. “200 yıldır güneşin altına hiçbir şey değişmedi” gibi bir yaklaşım olmadığı gibi, gelişmeler ele alınmıştır. Her şeyden önce sosyalist ülkelerin doğuşu ve sonra yıkılması, kapitalizmin emperyalist aşamaya gelmesi vb. Ve ayrıca, kapitalist üretim sürecinin temel yapısı değişmedi, ama makineleşmeler (yapay zeka vb.) artması ... Diğer yandan kapitalizmin kendi içinde çalişmelerin keskinleşmesi vb. Ama, ücretli işgücü sömürüsü, sermaye birikiminin temli, kapitalist sistemin sınıfsal yapısı ve bu sınıflar arasındaki emek sermaye çelişmesi değişmemiştir. Sevgili Akkaya'nın eleştirdiği kitabımın içeriği,

 

kapitalizmin diyalektik gelişiminin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Veriler bunun bir göstergesidir. Aakkaya eleştirinde yanlış kapı çalıyor ve burjuva liberal okulların ortaya koyduğu ideolojik izi takip ediyor izlenimini veriyor.

 

 

“Anlaşılıyor ki, sol sekter bakış açısının etkisinde kalan Köse, esas-tali diyalektiğini yapamıyor. 'Sınıf dinamiği ve mücadelesi esastır, diğer dinamikler ve mücadeleler talidir, ikisi arasında diyalektik bir ilişki vardır' deme düzeyine yükselemiyor. Her şeyi sınıfla başlatıp sınıfla bitiriyor. Sonuçta ortodoks Marksizm ile birebir örtüşmeyen - hadi Max Weber neyse- post modern, yeni Marksist, post yapısalcı bütün düşünceler de adeta birer hurafe olarak değerlendiriyor.” (aç Akkaya)

 

 

Bu eleştiriye “pes” demek gerekiyor ve dürüstçe bir yaklaşımda değil. “Esas ve tali ayrımı yokmuş”. “Esas ve tali arasındaki diyalektik bağ yokmuş.” Sonunda, Akkaya, söylemek istediği gerçeği, -okuyucuyu fazla merakta bırakmadan- ağzının içinde fazla bekletmeden dışarı bırakıyor ve şöyle diyor:

 

 

“Her şeyi sınıfla başlatıp sınıfla bitiriyor. Sonuçta ortodoks Marksizm ile birebir örtüşmeyen - hadi Max Weber neyse- post modern, yeni Marksist, post yapısalcı bütün düşünceler de adeta birer hurafe olarak değerlendiriyor.” (açAkkaya)

 

 

Akkaya'ya, önce bir soru sormama izin verin. Akkaya'nın incelediği felsefeciler, hizmet ettikleri sınıfların dışında mı felsefe üretmişler, düşünce ileri sürmüşler acaba? Almanların dediği gibi; Gibt es einen klassenlosen Philosophen?4

 

 

Bir kere daha ve ısrarla yineliyorum. Her şey sınıfla başlar sınıfla biter. Sınıflı toplumlara damgasını vuran temel neden budur. Bunu belirleyende elbette ekonomik nedenlerdir. Yani, toplumu var eden alt yapıdır. Üretim ilişkileridir. Deyim yerindeyse dünya öküzün boynuzunda değil, sınıflar arası mücadelede döner. Küçük burjuva popülizmi, sınıflı toplumda ve esas olarak iki sınıfa ayrılmış kapitalist toplumda, “sınıf mücadelesinin dışında kalanlar da var” der. Sınıf ve sınıf mücadelesi tartışmalarından kaçınırlar. Burjuvazinin her adımının (ideolojik, politik, kültürel, hukuksal, ekonomik vb.) kendi sınıf çıkarlarını korumak ve daha da ileri götürmek amaçlı olduğunu göremezler. Burjuva devletin en ince kılcal damarlarına kadar burjuvazinin sınıf çıkarları etrafında örüldüğünü görmezden gelirler.

 

 

Sınıf mücadelesinin dışında kalan hiç bir toplumsal gelişme yoktur ve olamaz. Kapitalist toplumda sınıfları kaldırırsan geriye kapitalizm diye bir şey kalmaz. Akkaya ve bu tür düşüncelere sahip olanlar bunu göremiyor ya da görmemeyi yeğliyorlar. Bu tür düşünce sahiplerinin esas olarak görmek istemedikleri ya da görmezden gelmek istedikleri tek bir sınıf var: İşçi Sınıfı. O da maalsef var ve burjuvazi olduğu sürece var olacak. Zıtların birliği ve mücadelesi burada görülür ve burada esas olan birlik değil mücadeledir. Kapitalist toplumun şaşmaz ve çarpıtılamaz sınıf diyalektiğidir bu. Burjuva liberal entellektüeller proletaryasız bir burjuva çağı diliyorlar, ancak bu olası değildir.

 

 

Evet bu konuları ele aldığım makale ve incelemelerde ısrarla değindiğim gibi, bütün postlar birer burjuva “hurafeleri”dir ve “post yapısalcı”, “post modern yeni marksist” vb. gibi ne kadar püsküllü postlar varsa marksizmi revize eden ve ondan sapan tam teşekkülü birer burjuva anlayışları ve burjuva zırvalarıdır. Sevgili Akkaya'nın “beni sol sekter” olarak nitelemesinin altında yatan esas nedenler bunlar olsa gerek diye düşünüyorum. O Frankfurt burjuva ekolunun izinden gitmekte ısrar ediyor. Burjuva feslsefecilerin adını sık sık anmakla Marksist-Leninist felsefeci olunmuyor maalsef.

 

 

Burjuva liberallerle, revizyonist ve oportünistlerle uzlaşmayan ve onları acımasızca eleştiren

 

Lenin'e, de “sol sekter” deniyordu. Bunu daha çok da Menşevikler ileri sürüyordu, daha sonra buna Kautsky'de katıldı. Burjuvazi ve onun etkisi altında kalan küçük burjuva solcuları Marksizmin revize edilmesine karşı çıkan marksistlere bu nitelemeleri hemen yapıştırırlar. Nedense burjuvazinin dolaylı da olsa yanında yer aldıklarını, ML'e saldırmanın burjuvazinin nezdinde büyük bir kabul gördüğünü anlayamazlar ve bunu sorgulamaya asla yanaşmazlar.

 

 

Akkaya'nın kitap içinde el alınan bir konuyu es geçmiş ya da önemsemimiş. “Burjuvazinin işgücünü üretemediği eğilimi” tezimi. Bunu ilk defa ben getirdim ve kitap içinde teorik temellerini ortaya koyduğum inancındayım ve son gelişmeler bütünüyle bu tezimi doğrulamaktadır. Çin gibi bir ülkenin bile gelinen aşamada dışardan işgücü alımına başladığını görüyoruz. Bu neden önemli? Kapitalist sistem artık son sınırına gelmiştir ve kendini üreten artıdeğerin birikiminde krizleri derinleşecektir. Her toplum kendi nüfus yasasını da belirler. Kapitalist sistemin gelinen aşamada toplumsal nüfus yasası da iflas etmiştir. Kapitalizm giderken, etrafını da yıkarak gidiyor. Aynı, işgalci güçlerin geri çekilirken geçtikleri her yeri -tüm canlılarıyla beraber- ateşe vermeleri, yakıp yıkmaları gibi. Şu an içinde yaşadığımız emperyalist sistem aynen böyle değil mi?

 

 

Sonuç olarak, her eleştiriye değer veririm ve ciddiye alırım. Görüşlerimin yalnışğlığını bana gösterenlere devrimci minnetim daha da artar. Ancak, Marksist ustalar yerine “batı marksizmi” olarak ileri sürülen burjuva liberal entelektüel okulların ve akımları refarans alamamı istemelerine “gülüp geçerip demekle” yetinmeyip, devrimci eleştiri de olması gerekenleri yerine getirmeye çalışırım.5

 

 

1MLPD: (Marxistisch-Leninistische Partei Deutschlands -Almanya Marksist-Leninist Partisi)

 

2Yusuf Köse, Dijitalleşme, sf. 174

 

3Age, sf. 174

 

4(Sınısız bir felsefeci var mı?)

 

5Bkz. https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/cianin-anti-komunist-ozgur-dusunceli-entellektuelleri 

 


11 Ağustos 2023 Cuma

Türkiye ve Kürdistan Devrimlerinin Perspektifleri Üzerine


Türkiye ve Kürdistan Devrimlerinin Perspektifleri Üzerine

Oysa, bütün tarihsel göstergeler Türkiye devrimi ve Kürdistan özgürlük mücadelesini birleşik bir anti faşist, anti emperyalist, anti feodal bir devrim mücadelesine zorlamaktadır.



Maoizm, Marksist literatüre birçok yeni kavram kazandırmıştır. Bunların en önemlilerinden biri de Halk Savaşıdır. Çin Halk Savaşı kimileri o dönemin Çin’ine özgü kimileri ise evrensel birçok özellik gösterir.  O dönemin Çin köylülüğü nüfusun % 90’ını oluşturan serf niteliğinde topraksız köylülükten oluşmaktaydı. Çin komprador kapitalizminin gelişimi cılız ve işçi sınıfı nüfusun azınlığını oluşturmaktaydı. Köylülüğün büyük oranda topraksız köylülükten oluşması toprak talebini Çin devriminin temel sorunu haline getiriyordu. Ayrıca, Japon işgalinin varlığı devrime aynı zamanda anti emperyalist bir karakter veriyordu.

 

   Çin Halk savaşı, Halk Ordusunun savaşma yeteneğindeki aşamalara bağlı olarak stratejik savunma, stratejik denge ve stratejik saldırı aşamaları olmak üzere üç aşamayı kapsar. Stratejik savunma aşaması gerilla kuvvetlerinin henüz bir Kızıl Siyasi İktidara, yani kendine yeterliliği olan bir askeri üsse sahip olmadığı Halk Savaşının başlangıç aşamasını kapsar. Stratejik Denge ve Stratejik Saldırı aşamalarında ise Halk Savaşı bir veya birden fazla Kızıl Siyasi Üsse sahiptir. Çin Devrimi’nde, köylülüğün, çoğunlukla serf niteliğinde topraksız köylülükten oluşması onun özgün bir niteliğidir. Buna karşılık Halk Savaşının aşamaları Çin Devriminin evrensel bir özelliğidir.

 

   Ülkemizdeki köylülük ise çoğunlukla kendi toprağını ekip biçen küçük ve orta köylülükten oluşur. Bu durum, devrimci bir talep olarak toprak talebini zayıflattığı gibi köylülüğün Halk Savaşına büyük kitleler halinde hızla politizasyonunu da engeller. Buna karşılık, Kürt ulusal sorunun varlığı ve Kürt köylülüğünün ve proletaryasının ulusal talepler etrafında politize olmuş olması, Demokratik Devrime, toprak talebinin ötesinde ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkı temelinde ayrı bir muhteva verir.

 

   Ancak, bu demek değildir ki toprak devriminin üstünden atlanarak bir Demokratik Devrim programı hayata geçirilebilir. Toprak devriminin zorunluluğu, her durumda doğrudan bir toprak talebiyle güncelleşmeye bilir. Coğrafyamızda olduğu gibi küçük ve orta ölçekli yarı feodal tarla tarımı, yarattığı kırsal kökenli artı nüfusla köyden kente göçün ve ucuz iş gücünün kaynağıdır. Kürt köylülüğü de kendi coğrafyası dışında metropol şehirlerde proleterleşmektedir. Bu durum, Kürt ulusal sorunuyla toprak devrimini iç içe süreçler haline getirmekte, bu sorunlardan birinin çözümünü doğrudan ya da dolaylı olarak diğerinin çözümüne koşullamaktadır. Köylü ve tarım sorunun çözümü için toprak devrimi Demokratik Devrimin zorunlu bir uğrağıdır.

 

   Diyelim ki dört farklı coğrafyaya yayılmış Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı mücadelesi, bugün de olduğu gibi komünist parti önderliğindeki bir sosyalizm mücadelesinden daha fazla kitleselleşmiş ve gelişmiş olsun, bu durum da dahi Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının tam olarak gerçekleşebilmesi için Kürt köylülüğünün kendi coğrafyası dışında, metropol şehirlerde proleterleşmesine zemin teşkil eden toprak sorununun çözülmesi gerekir.

 

    Kürt Ulusal Hareketi, programında toprak devrimini atlarken Kürt köylülüğünün kendi coğrafyası dışında proleterleşmesi gerçeğinin de üstünden atlamaktadır. Kürt Ulusal Hareketi’nin bugünkü önderliğinin bu yönelimi tesadüfi değildir. Burada gözetilen siyaset Kürt feodallerini yedekleme beklentisidir. İşte, tam da burada burjuva nitelikli bir ulusal programla, sosyalizm perspektifli bir ulusal program arasındaki fark kendini göstermektedir. Kendi kaderini tayin hakkı, esas olarak ayrı bir devlet kurma hakkı ise de farklı coğrafyalardaki her farklı ulusal sorun, söz konusu coğrafyanın sosyo ekonomik yapısının niteliğine bağlı olarak farklı çözüm biçimlerini günceller. Örneğin, İspanya’nın Bask bölgesindeki, ya da İrlanda’daki ulusal sorun burjuva karakterde ayrı bir devlet örgütlenmesiyle çözülebilirken, Türkiye ve Orta Doğu coğrafyasındaki Kürt ulusal sorununun çözümü, Kürt ulusal hareketinin kendi dinamiklerinin ötesinde, coğrafyanın demokratik devriminin geleceğiyle doğrudan ilişkili olduğu için burjuva karakterdeki bir ulusal program Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını gerçekleştirmek için yetersiz kalacaktır. Çünkü, yukarıda da belirttiğimiz gibi yalnızca ayrı bir devlet kurmayı hedefleyen ve hatta bugünkü biçimiyle bunun da gerisinde taleplerden  ibaret olan, coğrafyanın demokratik devriminin  toprak sorunu gibi diğer sorunlarına ilgisiz kalan  bir burjuva ulusal program, Kürt köylülüğünün kendi coğrafyası dışında metropol şehirlere doğru hareketine bir çözüm üretemeyeceği için  kendi kaderini tayin hakkının coğrafyanın sosyoekonomik karakteriyle tutarlı bir biçimde çözümüne de olanak tanımayacaktır.

 

   Kürt ulusal hareketinin açık bir toprak devrimi programına sahip olmaması, metropol şehirlerde Kürt proletaryasının ve yarı proletaryasının Kürt hareketine mesafeli durmasının temel nedenlerinden biridir. Çünkü, metropol şehirlerdeki proleter ve yarı proleter Kürt nüfusunun çok büyük bir kesiminin şehir yaşamından bir beklentisi yoktur. Bu kitlenin büyük bölümü vasıfsız işçi konumunda olup çoğunlukla güvencesiz geçici işlerde çalışmakta, şehir yaşamına mecbur oldukları için adapte olmaya çalışırken, köy yaşamına özlem duymakta ve olanak bulduklarında köylerine dönmenin hayaliyle yaşamaktadırlar. Öte yandan, Halk Savaşı stratejisine sahip olan Türkiyeli siyasal yapılar da kırk küsur yıldır Halk savaşının stratejik savunma aşamasını geçememişlerdir. Bunun temel nedeni, köylülüğün topraksız köylülükten ziyade küçük ve orta köylülükten oluşmasıdır. Ayrıca, merkezi devlet otoritesinin Çin Devrimi’nden farklı olarak parçalı bir nitelik göstermemesi ve orta sınıfları da yedekleyen nispeten güçlü bir yapıya sahip olması bu olgunun ikincil bir nedenidir.

 

   Halk savaşı sürdüren Türkiyeli siyasal yapılar, henüz, Halk Savaşı’nın stratejik savunma aşamasını geçememiş olmalarına rağmen, HBDH gibi önemli ama bugün için cılız bir girişim dışında, ne Kürt Hareketi’yle askeri ortak hareket konusunda ne de stratejik savunma aşamasının gereklerini yerine getirme konusunda mesafe alamamışlardır. Kürt hareketinin Irak ve Suriye Kürdistan’ında önemli askeri üsleri bulunmaktadır. Bu durum, Kürt ulusal hareketini askeri anlamda stratejik denge aşamasına yakın bir konuma getirmektedir. Halk savaşı sürdüren Türkiyeli siyasal yapıların Kürt Ulusal Hareketi ile koordineli hareket etmesi siyasal bir tercihin ötesinde stratejik savunma aşamasından stratejik denge aşamasına geçiş için bir zorunluluktur.

 

   Ancak, ne Kürt Ulusal Hareketi, özellikle, metropol kentlerdeki Kürt proletaryası ve yarı proletaryasını yedekleyecek bir toprak devrimi programına sahip olmadığı için stratejik denge aşamasından stratejik saldırı aşamasına geçme potansiyeli taşımakta ne de halk savaşı sürdüren Türkiyeli siyasal yapılar Kürt hareketinin olanaklarından yaralanarak mücadeleyi geliştirme perspektifi göstermektedirler. Oysa, Milli Demokratik Devrim geleneğinden gelen İbrahim Kaypakkaya, ne Türkiye solunun kendi dinamikleri ile MDD’nin temel görevlerini yerine getirebileceğini (köylülüğün topraksız köylükten ziyade küçük ve orta köylülükten oluşmasından dolayı) ne de Kürt Ulusal Hareketinin köylülüğü kendi coğrafyası dışında proleterleştiği için kendi dinamikleri ile özgür Kürdistan perspektifini gerçekleştiremeyeceği gerçeğini derin siyasal sezgileri ile önceden sezdiği için MDD perspektifini değil Demokratik Halk Devrimi perspektifini benimsemiştir. Öyle ki İbrahim Kaypakkaya’nın 12 mart sonrası silahlı mücadeleyi Kürt coğrafyasında, yakın tarihinde bir isyan geleneği olan Dersim’den başlatması Kürt ulusal sorunu ile DHD perspektifi arasındaki ilişkiye verdiği önemi göstermektedir ki söz konusu süreçte henüz ortada silahlanmış bir Kürt hareketi dahi yoktur. Dolayısıyla, ne Kürt ulusal sorunu bağlamındaki kendi kaderini tayin mücadelesi ve ne de Anadolu coğrafyasının demokratik devrim süreci iki ayrı MDD süreci olarak gerçekleşmesi olanaksız olan ve birleşik bir mücadeleyi gerektiren bir DHD sürecini güncellemektedir.

 

   Demokratik Halk Devrimi perspektifinin alabileceği siyasal biçimleri öngörmek için İbrahim Kaypakkaya’nın ömrü yetmemiştir. Bu görev Türkiyeli ve Kürdistanlı devrimcilerin görevi olarak muhatabını aramaktadır. Ancak, Türkiyeli ve Kürdistanlı siyasal hareketler, bugün, “körlerle sağırlar birbirini ağırlar” değişini doğrularcasına Demokratik Halk Devriminin temel sorunlarına kafa yormaktan çok kısır siyasal çekişmelerle perspektifsiz bir siyasal hatta varla yok arasında bocalamaktadırlar. Oysa, bütün tarihsel göstergeler Türkiye devrimi ve Kürdistan özgürlük mücadelesini birleşik bir anti faşist, anti emperyalist, anti feodal bir devrim mücadelesine zorlamaktadır.

 

   Coğrafyamızda köylülük, çoğunlukla kendi toprağını ekip biçen küçük ve orta köylülükten oluştuğu için toprak devrimi, köylülüğe toprak dağıtılması şeklinde bir toprak reformu niteliğinde değil doğrudan kolektif tarıma geçiş biçiminde devrimci bir dönüşüm niteliğinde sosyalist inşanın bir ayağını oluşturur. Bu durum, demokratik devrimle sosyalist devrimi iç içe süreçler halinde birbirine bağlar. Aynı şekilde, coğrafyamızda halk sınıflarının gerçekliği ve sosyoekonomik yapının özellikleri Kürt sorunun bilimsel çözümünün, iç içe geçmiş demokratik devrim ve sosyalist devrimin gerçekleşmesine bağlı olduğu gerçekliğini ortaya koymaktadır.

https://gazetepatika21.com/turkiye-ve-kurdistan-devrimlerinin-perspektifleri-uzerine-139122.html?_gl=1*18ymim6*_ga*MTgyMTY3MzEzMy4xNjkwMTE2ODAx*_ga_T6RMFJ83K5*MTY5MTc0MDYwMC4zLjAuMTY5MTc0MDYwMC42MC4wLjA.&_ga=2.207796306.1715233835.1691740606-1821673133.1690116801

 


 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)