26 Aralık 2023 Salı

Yüzyıldır Tarihin Dışında Bir Rejim: TC!

Yüzyıldır Tarihin Dışında Bir Rejim: TC!

 

Türk devletinin kuruluşunun yüzüncü yılında, Türk devletinin kuruluşu ve adına “Milli Mücadele” ya da “Kurtuluş Savaşı” denilen süreci ve bu sürece önderlik eden sınıfları kısaca ifade etmek, Türk devletinin hangi temeller üzerinden yükseldiğini ve sınıfsal niteliğini tanımlamak açısından önemlidir.

 

 Başlarken ifade etmek gerekir ki, komünistler açısından bu sorunun yanıtı yarım asır önce İbrahim Kaypakkaya tarafından netliğe kavuşturulmuştur. İbrahim Kaypakkaya’nın “Kurtuluş Savaşı” ve özellikle Kemalizm tahlili bu açıdan yeterlidir. Bu nedenle ayrıca bir değerlendirme yapmak gereksizdir.

 

 Buna rağmen -aradan yüzyıl geçtikten sonra bile-, halen Türk devletinin kuruluş sürecini ve dahası bu sürecin coğrafyamız sınıflar mücadelesi açısından “ilerici” olduğunu savunanların var olması, bu tezleri savunan çevrelerin sınıfsal niteliğiyle açıklanabilir ancak. Ve bu objektif durum, ister istemez bizleri yeniden ve yeniden “Kemalist Devrim” denilen harekete dair söz söylememizi zorunlu kılmaktadır.

 

 Günümüzde Türk devletinin kuruluşunu ve özellikle Cumhuriyet’in ilanını burjuva demokratik devrim olarak tanımlayan ve dahası yine bu “devrime önderlik edenlerin devrimi yarım bıraktığı”nı savunup, kendine politik bir görev biçenlerin varlığında bu zorunluluk ister istemez önem kazanmaktadır.

 

 Aradan yüzyıl geçtikten sonra adına “Kemalist Devrim” denilen harekete önderlik edenlerin esas hareket noktalarının Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının ardından ortaya çıkan gelişmelere karşı sınıfsal bir refleks içinde, kendilerine dayatılan sömürge yapıya itiraz ettikleri; bu amaçla kuruluş gerekçeleri “Ermeni ve Rum isteklerine karşı gelmek” olan soykırımcı İttihat Ve Terakki artığı “Müdafaa-i Hukuk Cemiyet”lerini birleştirerek, bir “Milli Mücadele” örgütledikleri ve dönemin galip emperyalistleriyle yarı-sömürge bir yapıda anlaşarak devlet örgütlenmelerini yeniden kurdukları ifade edilebilir.

 

 Bu anlamda TC devleti Osmanlı devletinin sömürge, yarı-sömürge yarı-feodal yapısının doğrudan sömürgeliğinin yerine yarı-sömürge yarı-feodal yapısının devamı olarak kendini var etmiştir.

İşte adına Kemalist Devrim denilen hareket bu durumu netleştirmiştir. Bu anlamıyla “Milli Mücadele” denilen süreç gerçek anlamda bir ulusal kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesi değil başından sonuna kadar dönemin emperyalist güçleriyle anlaşma/uzlaşma süreci/mücadelesi olmuştur.

 

Dönemin politik koşulları ve özellikle “Milli Mücadele”ye önderlik edenlerin taktik ustalıkları bu sürecin kendileri açısından başarıya ulaştırılmasında tayin edici olmuştur.

 

 Bu açıdan Türk ulus devletinin tarihsel olarak ortaya çıkışı ve kendini var etmesi, ortaya çıktığı tarihsel koşullardan bağımsız değildir.

Dahası I. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında savaş yorgunu olan galip emperyalist güçlerin 17 Ekim Devrimi’yle ortaya çıkan esas tehlike karşısında, “Milli Mücadele”ye önderlik eden güçlerle anlaşması, onların görünüşte bağımsız gerçekte ise emperyalist kapitalist dünya sistemi içinde yer alacağını ilan eden bir devlet örgütlenmesine Lozan’da evet demeleridir söz konusu olan.

 

 Kabaca “Türk devletinin kuruluşunun anti emperyalist bir mücadele sonucunda, sonradan Kemalist olarak adlandırılacak kadrolar tarafından bir devrimle gerçekleştirildiği” tezi, TC devletinin kuruluşunun ilk on yıllarında, iktidar kendisini sınıfsal olarak tahkim ettiği oranda, devletin ideolojik aygıtları tarafından (kendine sol diyen Kadro Hareketi ve dönemin Şefik Hüsnü önderliğindeki T“K”P gibi çevreler) üretilmiş ve propaganda edilmiştir.

 

 Bu propagandanın dönemin koşulları içinde özellikle işçi sınıfı ve emekçi hareketi ve Kürt ulusal hareketleri gibi, devlet iktidarını tehdit eden gelişmeler karşısında daha da artırıldığı, TC devletinin iktidarı kendini sağlamlaştırdıkça bu argümanların daha fazla piyasaya sürüldüğü bir gerçektir.

 

 İlginçtir cumhuriyet yüzyılının ikinci yarısında başta işçi sınıfı ve öğrenci gençlik hareketi olmak üzere, kitle hareketlerinin yükseldiği dönemde de yine bu tez gündeme getirilmiş ve “Kuvayi Milliye” hareketi ve TC devletinin kuruluşu, ilericilik ve devrimcilik adına olumlanarak propaganda edilmiştir.

 

Dönemin “eski tüfek” kimi T“K”P kadrolarından, devrimci önderlerine kadar bir dizi çevre kendilerini “İkinci Kuvayi Milliye Hareketi” olarak tanımlamış ve M. Kemal’in yarım bıraktığı “devrim”i tamamlamayacaklarını propaganda etmişlerdir.

 

Bu kafa karışıklığına karşı öncelikle şunu ifade etmek gerekir.

 

 “Milli Mücadele” dönemin koşulları içinde ortaya çıkmış ve sonradan dönemin emperyalist güçleriyle uzlaşma/anlaşma sağlanıp, rejim kendini tahkim ettikçe bir devrim olarak propaganda edilmiştir. Sonradan Kemalist olarak adlandırılan M. Kemal’in ve çevresinde toplanan kadroların önce “Milli Mücadele” ve ardından da iktidarlarını sağlamlaştırmak için attıkları adımlarla yeni rejimin kurulması, bir burjuva demokratik devrim olarak propaganda edilmiştir.

 

Bu anlamıyla Kemalist Devrim denilen “şey”in bir burjuva demokratik devrim olup olmadığı sorusu önem kazanmaktadır.

 

Bir yanılsamadan daha fazlası: “Kemalist Devrim”!

 

Toplumlar tarihinin sınıflar mücadelesi tarihi olduğunu kabul edenler açısından burjuva sınıfının ortaya çıkışı ve tarihsel olarak 1789 Fransız Devrimi’yle iktidarı ele geçirdiği bilinmektedir.

 

Burjuvazi eskiyi temsil eden feodal sınıfa karşı yanına işçileri ve köylüleri alarak bir devrimle iktidarı ele geçirmiştir. Bu tarihten sonra burjuvazi, şu veya bu yöntemle, devrimle ya da uzlaşarak feodal sınıfı tasfiye etmiş, kendi sınıf iktidarını tesis etmiştir.

 

 Burjuvazi 1848 devrimleriyle işçi sınıfı ayağa kalktığında ise gerçek sınıf düşmanının “farkına varmış”, kendi mezar kazıcısı olan işçi sınıfını gerçeğiyle yüz yüze kaldığı için ürkmüş ve kendisine karşı işçi sınıfının önderliğindeki bir devrim olasılığına karşı gericileşmiştir.

 

Burjuvazinin gericileşmesi olgusu kapitalizmin emperyalist aşamaya ulaşmasıyla dünya çapında bir gerçeklik halini almıştır. Ve nihayet işçi sınıfının önderliğinde gerçekleşen 1917 Ekim Devrimiyle birlikte, bütün dünyada burjuva önderliğinde eski tip devrimler dönemi kapanmış, proletarya önderliğinde yeni-demokratik devrimler ve sosyalist devrimler dönemi açılmıştı.

 

Artık çağ değişmiş emperyalizm ve proleter devrimler çağına girilmişti.

Burjuvazi, bütün dünyada başta işçi sınıfı olmak üzere halk hareketlerinden korkar hale gelmişti.

 

İşte TC devletinin kuruluş süreci tam da bu tarihsel alt üst oluşun yaşandığı, sınıflar mücadelesinde yeni bir çağın başladığı döneme denk gelmiştir.

 

!!!!!!_Bu nedenle, TC rejiminin kuruluş sürecini doğrudan 1789 Fransız Burjuva Devrimi’yle birebir ilişkilendirmek/karşılaştırmak hatalı olacaktır. Çünkü artık çağ değişmiş, başka koşullar hakim hale gelmiştir.!!!!

 

Kuşkusuz 1789 burjuva devrimi, coğrafyamız sınıf mücadelesini etkilemiştir. Ancak bunun oldukça geç bir tarihte olduğunu, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı’da ortaya çıkan gelişmelerden biliyoruz. İlan edilen Meşrutiyetler ve 1908 devrimi bu sürecin ürünü olarak şekillenmiştir. Ne var ki yukarıda ifade ettiğimiz koşulların değişimi ve burjuvazinin gericileşmesi nedeniyle, özellikle Doğu Avrupa’da ve Asya’da ortaya çıkan ve gelişen ulusal hareketler, eylemlerinde başarılı olmalarına rağmen sömürge yapıyı yarı-sömürge yapıyla değiştirmekten ileri gidemediler; yarı-feodal yapıyı ise olduğu gibi muhafaza ettiler.

Burjuvazi ve toprak ağaları sınıfları ittifak kurarak emperyalizmle işbirliğine girişmek zorunda kaldılar. Diğer bir ifadeyle burjuvazi ilerici barutunu tükettiği için, iktidarı almak için gerici olan ne varsa onunla işbirliğine girdi ve uzlaştı.

 

Dolayısıyla sonradan “Kemalist devrim” ve “burjuva demokratik devrim” ya da “yarım kalmış burjuva demokratik devrim” olarak adlandırılan hareket; mutlaka ama mutlaka ortaya çıktığı tarihsel koşullarla birlikte değerlendirilmelidir.

 Adına sonradan “Kemalist Devrim” denilen hareket, burjuva demokratik devrimler sürecinde ya da “ulusal kurtuluş savaşları çağı”nda değil “emperyalizm ve proleter devrimler çağı”nda ortaya çıkmış ve kaçınılmaz olarak bu çağın özellikleriyle karakterize olmuştur.

 

 

1917 Ekim Devrimi’yle birlikte, karakteristik olan şey, -ki Kemalist hareket bundan ayrı ve kendine özgü (sui genesis) değildir-, “burjuva önderliğinde devrimlerin sona ermesi, burjuvazinin dünya çapında gerici çizgiye kayması, devrimden korkar hale gelmesi, buna karşılık proletaryanın devrimci eyleminde büyük bir yükselmenin ortaya çıkması, Doğu’da eski tip burjuva-demokratik devrimlerinin sona ermesi, proletarya önderliğinde yeni tip demokratik devrimlerin başlaması ve bunların Sosyalist Sovyetler Birliği’yle birleşmesidir.

 

1917 Ekim Devrimi ile başlayan yeni tarihi döneme özelliğini veren ve damgasını vuran şeyler bunlardır. Bu yüzden, sözkonusu tarihi dönem,

 “milli kurtuluş savaşları çağı” değil, “proleter devrimleri çağı”dır.”

(İbrahim Kaypakkaya, Bütün Eserleri, Nisan Yayıncılık)

 

 Özetle; adına “Kurtuluş Savaşı” denilen hareketin gelişiminin bu tarihsel kesitte yaşanması, onun sınıfsal niteliğini de doğrudan etkilemiştir.

Nitekim tam da bu gerçek nedeniyle Mao Zedung yoldaşın “Kemalist devrimin, proleter devrimleri çağında yer almasına rağmen, dünya proleter devrimlerinin bir parçası değil, eski burjuva demokratik devrimlerinin bir parçası olduğu” değerlendirmesi isabetlidir.

(Aktaran İ.Kaypakkaya)

Klasik burjuva devrim, feodalleri yıkmak için işçi sınıfı ve köylülerden destek alırken, emperyalizm ve proleter devrimler çağında gelişen burjuva hareketler, burjuvazinin sınıfsal tecrübesinin de etkisiyle işçi sınıfı ve halk hareketlerine karşı gelişti, bu hareketleri bastırmayı sınıfsal bir görev olarak algıladı ve uyguladı.

Nitekim “Kemalist Devrim” denen hareket tam da bunu yaptı.

Bırakalım demokratik olmayı, işçi sınıfı ve halk hareketine, demokratik devrim olanak ve ihtimaline karşı gelişti. Kendi iktidarını tahkim ettikçe de işçi sınıfı ve halk hareketlerine, kendi iktidarını tehdit eden Kürt ulusal hareketleri gibi gelişmelere azgın bir faşist terörle yöneldi. Tarihsel gerçekler bunu fazlasıyla göstermektedir.

 

Öte yandan “Kemalist Devrim”in içinde bulunduğu çağa değil de, bir önceki çağa ait olması gerçeği, bu harekete önderlik eden sınıf(lar)ın sınıfsal niteliği açısından da önemlidir. “Milli Mücadele” denilen süreçte, “emperyalizme karşı verildiğini iddia ettikleri” savaş, işçi sınıfı ve halk hareketine karşı gelişmiş ve iktidarı ele geçirdiği oranda gerici sınıfsal niteliği daha da belirginleşmiştir.

Nitekim hareketin daha emperyalizme karşı kurtuluş savaşı verildiğinin iddia edildiği süreçte ve dahası bu sürecin başlarında önce İtalyanlar ardından da Fransızlarla anlaşma yoluna gitmiştir.

 

 Diğer yandan, bu harekete önderlik edenlerin sınıfsal niteliği ortaya konulduğunda, hareketin hedefinin burjuva demokratik anlamda dahi bir devrim gerçekleştirmek olmadığı, hareketin ortaya çıktığı koşulların karakteristik özelliklerine göre, siyasal iktidarı dönemin emperyalistleriyle uzlaşarak ele geçirdikleri daha net olarak görülür.

 

 Her şey bir yana örneğin bu hareketin önderlerinin, emperyalizme karşı bir ulusal kurtuluş mücadelesi vermek amacıyla harekete katılmak isteyen TKP önderliğini, doğrudan örgütledikleri bir komployla Anadolu’ya davet edip katlettikleri ve dahası hem Sovyetler Birliği’nden yardım almak hem de dönemin emperyalistlerine şantaj yapmak için sahte bir komünist partisi bile kurdurdukları bilinmektedir. Yine bu hareketin önderleri daha “Milli Mücadele” içindeyken kendi denetimleri dışında, halkçı özellikler taşıyan örgütlenmeleri çeşitli yol ve yöntemlerle bastırıp dağıttıkları da ortadadır.

 

 Harekete önderlik edenler en başından itibaren sadece dönemin emperyalistleriyle uzlaşma çabası içinde olmamışlar aynı zamanda, emperyalist işgale karşı gerçek anlamda direniş ve örgütlenmeleri de bastırmışlardır. Bu eylemlerin asıl hedefi olası bir demokratik devrim ihtimalini bastırmak olduğu kadar, dönemin emperyalist güçlerine de mesaj vermekti.

 

“Milli Mücadele” önderliğinin sınıfsal karakteri

 

Kemalist hareket daha “Milli Mücadele” yılları içinde emperyalistlerle uzlaştıktan ve nihai olarak iktidarı ele geçirdikten sonra, bu hareketin eylemi emperyalizme karşı bir devrim olarak propaganda edilmiştir. Bunda iktidarı ele geçiren sınıfların kendi iktidarlarını meşrulaştırma ve halk kitleleri üzerinde rıza üretme çabası belirleyici olmuştur. Dahası Kemalist devrimin emperyalizme karşı gerçekleştirilen “ilk devrim” olduğu, “bağımsızlık savaşıyla Asya’nın ve Afrika’nın ezilen halklarına umut olunduğu” gibi, gerçeklerden uzak bir propaganda yürütülmüştür.

 

Oysa sonradan Kemalist Devrim olarak adlandırılacak bu süreçte, bu harekete önderlik edenler en başından beri İttihat ve Terakki içindeki Türk komprador büyük burjuvazisi, toprak ağaları, eşraf ve tefecilerdir.

 “Milli Mücadele”ye önderlik edenler, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri içinde örgütlenen, çoğu ticaretle uğraşan Türk komprador büyük burjuvaları, toprak ağaları, tefeciler, kasabaların eşraf takımı ve ulusal karakterdeki orta burjuvazidir.

 

Bu sınıflar “Kurtuluş Savaşı”na önderlik etmişleridir.

Ulusal karakterdeki orta burjuvazi, harekette önemli bir rol oynamakla birlikte, tayin edici olmamıştır. Harekete damgasını vuran Türk komprador büyük burjuvaları ve büyük toprak ağaları olmuştur. Bu sınıfların sınıfsal çıkarları için bir “Milli Mücadele” yürütülmüştür.

 

 Kimdir bu sınıflar? Önce Abdülhamit Diktatörlüğüne karşı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde (İTC) örgütlenen Türk burjuvazisinin, subaylar ve kimi feodallerle birlikte “1908 Jön Türk Devrimi”ne önderlik eden ve iktidarı ele geçirdikten sonra ise o günün konjonktürel gelişmeleri ve Osmanlı’nın yarı-sömürge yapısı nedeniyle Alman emperyalizmiyle işbirliğine girişen ve bu işbirliği sayesinde özellikle bir kısmının giderek palazlanmasıyla ortaya çıkan Türk büyük burjuvazisidir.

 

 Öte yandan bu dönemde Abdülhamit iktidarı sırasında gelişen ve genellikle azınlık milliyetlere mensup komprador burjuvazi varlığını devam ettiriyordu. İTC iktidarı birinci kesiminin sınıfsal çıkarlarını temsil ediyordu. Türk burjuvazisinin büyüyen ve kompradorlaşan kanadı, -Türk komprador büyük burjuvazisi-, birinci emperyalist paylaşım savaşı sürecinde savaş araç ve gereçleri alım satımı, vagon tekeli, zorunlu ihtiyaç maddeleri üzerinde yapılan vurgunlar, vb. yoluyla muazzam zenginleşti. Büyük servetler, sermayeler edindi.

Ne var ki paylaşım savaşında Alman emperyalizminin yenilgiye uğraması, Alman emperyalizmiyle işbirliği içinde hareket eden bu kesimin hakimiyetini de tehlikeye düşürdü. Dahası emperyalist paylaşım savaşında başta soykırım olmak üzere işlenen suçların varlığı ve bu sınıfların ellerindeki servetleri kaybederek kesin tasfiyesi tehlikesinin baş göstermesi, bir yandan bu sınıfları emperyalist paylaşım savaşının galipleriyle uzlaşma/anlaşma yollarını aramaya, diğer yandan ise bu amacı güçlendirmek için özellikle “Ermeni ve Rumların geri dönme ihtimaline karşı” ortaya çıkan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’ni tek bir çatı altında toplama ve bir direniş örgütlemeye itti. Bu direnişe de “Milli Mücadele” adı verildi.

 

 

 

Bu sınıflar “devrimci olmadıkları halde” neden bir “Milli Mücadele” vermişlerdir? Bu sorunun yanıtı basittir. Emperyalist paylaşım savaşında yenilen ve tarihsel süreci sona eren Osmanlı Devleti’nin hakimiyetindeki pazarın doğrudan bir sömürge olmasına karşı bir itiraz söz konusudur. Koşullar Türk burjuvazisini “devrimci” kılmıştır! Ancak bu devrimcilik en başından itibaren bir bağımsızlıktan çok emperyalizmle uzlaşma/anlaşma amacındadır. Sömürge olmaya itiraz, yarı-sömürgelikte karar kılmadır.

 

 “Bu koşullar altında, Türkiye, Avrupa kapitalistlerine yenilmiş olsaydı, yabancılar en kısa zaman içinde bütün ticareti ve sanayii ele geçireceklerdi. Türk burjuvazisi bir ölüm kalım sorunu ile karşı karşıya idi. Kapitalistlerin işgali altındaki liman şehirleri olmazsa, devlet kendilerini desteklemezse, yabancılara verilen imtiyazlar devam edip Türkiye her bakımdan yabancı kapitale bağlı kalırsa, yurdun öz ticareti ve sanayii er geç ölecekti. Tüccarı, sanayiciyi, tarım ürünlerini yabancı ülkelere satan ağa ve büyük toprak sahiplerini devrimci kılan işte bu tehlike idi. Köylü, işçi ve küçük esnafın kapitalistler ve toprak ağalarına karşı duyduğu hoşnutsuzluk, ustalıkla yabancı kapitalistlerle mücadeleye dönüştürüldü. Bunun için devrim, bütün yurda yayılarak milli bir karakter aldı”.

(Şnurov’dan aktaran İbrahim Kaypakkaya, age)

 

 

 

Burada hemen belirtmek gerekir ki Türk komprador burjuvazisi ve büyük toprak ağalarının bir kısmının direniş nedeninin asıl motivasyonu yabancı kapitalistler de değildir. Özellikle Ermeni-Rum ve Süryani soykırımının gerçekleştirildiği bölgelerde, bu ulus ve milliyetlerin servetlerine ve mallarına çökenler, Ermeni ve Rumların geri dönme ve gasp edilen mülklerini geri alma ihtimaline karşı “Milli Mücadele”ye katılmışlardır. “Milli Mücadele”nin üzerinde yükseldiği Müdafaa-i Hukuk örgütlerinin asıl olarak Ermeni ve Rum soykırımının gerçekleştirildiği yerlerde kurulması ve dahası bu derneklerin kuruluş amaçları arasında “Ermeni ve Rum tehlikesine karşı” olması bu açıdan anlamlıdır.

 

 Diğer bir ifadeyle sadece sömürgeleşme tehlikesine değil aynı zamanda Ermeni ve Rumlardan gasp edilen mal ve servetlerin geri verilmesi ihtimaline karşı da bir direniş söz konudur. Bu Müdafaa-i Hukuk örgütlenmelerinin dönemin emperyalist güçleriyle ilişkileri ve bu güçlere yönelik talepleri bu direniş motivasyonunu fazlasıyla özetlemektedir.

 

 Nitekim “Milli Mücadele”den kısa bir süre sonra yapılan doğrudan gözlemlerden bu sınıfın nasıl ortaya çıktığına dair şu doğru şu vurgular önemlidir: “Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde yaptığımız soruşturmalardan öğreniyoruz ki, ağaların ve büyük toprak sahiplerinin bir kısmı da, aynı şekilde yani boşalan Ermeni ve Rum topraklarına el koyarak ortaya çıkmışlardır. Demek oluyor ki, eski komprador burjuvazinin bir kısmının (ki bunlar çoğunlukla azınlık burjuvazisi idi) ve toprak ağalarının bir kısmının hakimiyeti yerine, komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının başka bir kesiminin hakimiyeti geçmiştir.”

(Şnurov’dan Aktaran, İK, age)

Rejimin inşası ve tahkim edilmesi

Dört yıl gibi oldukça kısa bir süren “Milli Mücadele”yle sömürge, yarı-sömürge ve yarı-feodal toplumsal formasyonun yerini yarı-sömürge ve yarı-feodal bir toplumsal formasyon almış, Kemalistler devamcısı oldukları İttihatçılar gibi yarısömürge yapıyı olduğu gibi muhafaza etmişlerdir. Öte yandan Kemalistler, İttihatçıların yarım bıraktıkları kimi adımları da tamamlamışlardır. Örneğin saltanatı ve halifeliği kaldırmışlar, cumhuriyet ilan etmişlerdir vb.

 

Geçerken belirtelim. Kemalist iktidarın dönemin koşulları gereği attığı bu türden adımları “devrimin doğal sonucu” olarak tanımlamak ve “devrimin kazanımları” olarak propaganda etmek günümüzde kendisine ilerici diyen kimi çevreler tarafından savunulmaktadır. Oysa iktidarı ele geçiren komprador burjuvazi ve toprak ağaları açısından bu adımlar, “taçların ve şahların devrildiği” o günün koşulları içinde biçimsel olmaktan öte bir anlam taşımamaktadır. Temel mesele o günkü koşullarda ele geçirilen iktidarın sağlamlaştırılmasıdır. Bu amaçla toplumsal dayanağı ortadan kalkmış ve içinden geçilen tarihsel süreç açısından eskimiş kurum ve unvanların lağvedilerek, kendi iktidarlarını güçlendirme adımları atmaları eşyanın tabiatı gereğidir.

 

Bu ilerici ve devrimci bir hamleden ziyade zaten eskimiş ve yıpranmış kurumların yerini, yeni iktidarın tesis edilmesine hizmet edecek yeni kurum ve unvanların örgütlenmesinden başka bir şey değildir. Saltanatın yerini cumhuriyet, hilafetin yerini diyanet almış, iktidar ilişkileri ise korunarak sürdürülmüştür. Elbette, saltanata yakın kompradorlar, toprak ağaları, ulema ve feodaller güç kaybetmişlerdir. Ancak yüzyıl başında başlayan ve 1908 devrimiyle iktidar olan komprador burjuvazi ve büyük toprak ağalarının iktidarı sürmüştür.

 

Burada önemli olan hususlardan birisi de “Milli Mücadele”ye önderlik eden komprador burjuva ve büyük toprak ağalarının yanında Milli Mücadele’de etkin olan Türk ticaret burjuvazisinin bir kısmının da kompradorlaşmasıdır. Elbette “Milli Mücadele” sonrasında eski toprak ağalarının önemli bir kısmı hakimiyetlerini devam ettirmişlerdir.

İktidarı ele geçiren Türk burjuvazisinin bir kısmı zaten “Milli Mücadele” öncesinde de komprador nitelik taşımaktadır. Bunun yanında bir kısım burjuvazinin -ki devlet olanaklarını kendi çıkarları için kullanan- komprador niteliği ise, “Milli Mücadele”den hemen sonra başlamış ve bunlar gittikçe de daha çok kompradorlaşmıştır.

Bu burjuva kesimlerinin “Milli Mücadele” sırasında İtilaf Devletleri olarak adlandırılan dönemin galip emperyalist güçleriyle başlayan gizli kapaklı siyasal ilişkisi ve işbirliği, savaş sonrasında ekonomik alanda da devam etmiştir.

 

TC rejiminin kuruluşuyla birlikte bu işbirliği “ülkenin kalkınması adına” daha da geliştirilmiştir. Bu nedenle “Milli Mücadele”yle zaten tasfiye edilmeyen, -ki Milli Mücadele’nin böyle bir hedefinin olmadığına değindik-, yarı-sömürge yarı-feodal toplumsal formasyon derinleşerek sürmüştür. “Kemalist Devrim” denilen sürecin, rejimin kuruluşu ve sonrasındaki pratiği de gerçekte bu hareketin bir burjuva demokratik devrim olmadığına fazlasıyla kanıt sunmaktadır. İktidarı ele geçiren komprador büyük burjuvazi ve büyük toprak ağaları sınıfları, siyasal temsiliyetlerini, devletin kurucu partisi CHP içinde ifade etmişlerdir.

Rejimin kuruluşu ilan edildikten sonra adım adım önce hakim sınıf klikleri içinde farklı eğilimleri barındıran kesimler, çeşitli gerekçelerle tasfiye edilmiş ve tek parti diktatörlüğü kurulmuştur. Hakim sınıf kliklerinin bütün eğilimleri kendilerini iktidardaki tek parti CHP içinde ifade etmişlerdir. Bu dönemde “demokrasi” söylemleri adı altında kurulan ya da kurulmasına izin verilen partiler ise gerçekte, halk kitlelerinin kurulan yeni rejime duyduğu tepkiyi giderme ve dahası gerek hakim sınıf klikleri ve gerekse de halk kitleleri içinde gelişmesi muhtemel muhalefeti bastırma hamleleri olarak anlaşılmalıdır.

Rejimin kuruluşu ve ardından tek parti diktatörlüğü döneminde sadece hakim sınıf klikleri içinde farklı eğilimlere yönelik bastırma ve kendi siyasetine tabi hale getirme çizgisi izlenmemiştir. Rejim asıl tehlikenin nereden ve hangi sınıflardan geleceğinin bilincinde olarak davranmış, başta işçi sınıfını olmak üzere halk hareketleri üzerinde acımasız bir faşist terör uygulamıştır.

Rejim yine bu dönemde kendi hakim ulus devletine tehlike oluşturacak başta Kürt ulusu olmak üzere, azınlık milliyetler üzerinde de faşist terör uygulamış, her türlü demokratik hakkın kullanılmasını yasaklamıştır. Kürt ulusu üzerinde ayaklanmalar gerekçe gösterilerek uygulanan katliamlar, göç ettirmeler olağan hale gelmiştir.

 

Gerek işçi sınıfı ve gerekse de başta Kürt ulusu olmak üzere azınlık milliyet ve inançlara yönelik uygulanan politikaların muhtevası, yeni rejimin her türden ilerici demokratik harekete düşmanlığı ve elbette emperyalist sermayeyle kurulan ilişkinin niteliğiyle doğrudan bağlantılıdır. Bu süreçte işçi sınıfı ve halk kitlelerine, Kürt ulusuna ve azınlık milliyet ve inançlara yönelik uygulamaya konulan politikalar, baskı ve katliamlara yönelik ayrıca değerlendirileceği için detayına girmemekle birlikte, kurulan rejimin sınıfsal niteliğine dair somut birer gösterge olarak değerlendirilmelidir.

 

Kurulan rejimin resmi ideolojisi olarak savunulan Kemalizm’in iki karakteristik sınıfsal özelliğini bilmek, bu dönem ve sonrası açısından TC rejiminin üzerinde yükseldiği temelleri anlamak için yeterlidir. Bunlardan birincisi, Kemalist ideolojinin komprador burjuvazi ve büyük toprak ağalarının ideolojisi olması ve bunun gereği olarak her koşul ve şartta halk düşmanlığıdır.

Başta işçi sınıfı olmak üzere devrimden çıkarı olan bütün kesimler olarak tanımlayabileceğimiz halk, Kemalist ideolojinin ve TC rejiminin hedefinde olmuştur. Yine bu kapsam içinde başta Kürt ulusu olmak üzere, azınlık milliyet ve inançlar her daim TC rejiminin düşman olarak kodladığı kesimler olmuş, bu değerlendirmeye tabi politikalara maruz bırakılmışlarıdır.

Kemalizm’in ve TC rejiminin üzerinde yükseldiği bir diğer zemin ise, emperyalist sermaye işbirlikçiliğidir. Türk burjuvazisinin sermaye yapısının güçsüzlüğü beraberinde yarı-sömürge koşullarını ortaya çıkarmış ve derinleştirmiştir. Emperyalist sermayeyle işbirliği kuruluşundan günümüze TC rejiminin politikalarının belirleyen bir etken olmuştur.

Örneğin “Kemalist Devrim”e atfedilen çeşitli “devrimler” (harf devrimi, şapka devrimi ve diğerleri gerçekte, emperyalist sermayeyle işbirliği içindeki yarı-sömürge alt yapı için atılan adımlardır.

Osmanlı Devleti’nin serbest rekabetçi kapitalizmin çıkarları doğrultusunda tanzim (Tanzimat Reformları) edilmesine benzer bir şekilde, Kemalist rejim de bu adımları atmıştır.

Yarı-sömürge yapının emperyalist sermayenin sömürüsüne daha uygun hale getirilmesi amacıyla, medeni kanundan hukuki alt yapıya bir dizi düzenleme hayata geçirilmiş ve adına da “devrim” denilmiştir.

Kurulan yeni rejimin emperyalist sermayeye bağımlılığı izlediği politikalarda belirleyici olmuştur. Örneğin rejimin kuruluş sürecinde kapitalist sistemin krizi, Türk burjuvazisinin sermaye güçsüzlüğüyle birleşince, Türk hakim sınıfları, sermaye birikimlerini sağlamak ve artı-değer sömürüsünü sürdürebilmek için devlet aygıtının olanaklarını fazlasıyla kullanmışlarıdır.

 

Bu anlamda TC rejiminin kuruluş dönemlerine atfedilen “devlet eliyle milli burjuvazi yaratmak” söylemi doğru değildir. Devlet denilen olgunun sınıfsal niteliğini ve onun bir sınıfın başka sınıf(lar) üzerinde baskı aracı olduğu gerçeğini yok sayan bu yaklaşım bir yana, gerçekte rejimin kuruluşundan itibaren komprador burjuvazi ve büyük toprak ağalarının devlet olanaklarının kullanarak kendi sermayesini güçlendirdiğini, bu amaçla azgın bir sömürü yürüttüğünü gizlemeye hizmet eder.

 

TC rejimini kuranların rejimin kuruluşundan itibaren emperyalizmle bir sorunu olmadığını, dahası burjuvazinin sermaye birikiminin güçsüzlüğü nedeniyle emperyalist sermayeye ihtiyaç duyduğunu ve bunun da yarı-sömürge yapıyı daha da derinleştirdiğini bilmek önemlidir. Önemlidir çünkü rejimin kuruluşundan günümüze uygulamaya konulan politikaların temel hareket noktası, emperyalist sermayenin çıkarları ve güvenliği olmuştur.

TC rejimi ve onu kuranlar, emperyalist sermayeye yaptıkları hizmet karşılığında belli bir pay almışlardır.

 

Nitekim TC rejiminin “çok partili döneme” geçişi de emperyalist kapitalist sistemin dönemsel yönelimiyle ilgilidir. II. Paylaşım Savaşından sonra kurulan “yeni dünya düzeni”nde, TC rejiminin yeniden düzenlenmesinden ibarettir.

Siyasal alanda ise Almancı faşist CHP kliğinin yerine Amerikan ve İngiliz işbirlikçisi DP kliğinin geçmesidir. Dolayısıyla demokrasiye geçiş söz konusu değildir. Olan rejimin emperyalist sistemin yeni yönelimine göre devlet aygıtının yeniden yapılandırılmasından ibarettir.

 

25 Aralık 2023 Pazartesi

TC'nin Yüzyıllık Tarihinde İşçi Sınıfı ve Mücadelesi

 Örneğin İleri Maden-İş'in örgütlendiği ve grev yaptığı bir iş yerinde, işyeri sahibi; “İleri Maden-İş ile toplu sözleşme yapmak TİKKO ile anlaşma yapmaktır”,

 “TİKKO ile anlaşma yapmaktansa DİSK ne isterse imzamı atarım” demiştir. Yine İleri Maden İş'in çıkardığı dergi bir nevi parti yayın organı yayınlanmış, içerik açısından parti yayınlarıyla sendika yayını arasında bir fark bulunmuyordu.

https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/tcnin-yuzyillik-tarihinde-isci-sinifi-ve-mucadelesi

Bu örneklerinde gösterdiği gibi teorik olarak eleştirilen ve karşı çıkılan Anarko sendikalist anlayışlar, pratikte öne plana çıkmıştır.

TC'nin Yüzyıllık Tarihinde İşçi Sınıfı ve Mücadelesi

  Giriş:TC'nin Yüzyıllık Tarihinde İşçi Sınıfı ve Mücadelesi

İşçi sınıfının tarihi kapitalist sistemin gelişmesinden ve burjuvaziden ayrı ele alınamaz. Burjuvazinin ortaya çıktığı yerde işçi sınıfı da vardır. Ve bir çelişmenin iki yanı olan işçi sınıfı ve burjuvazi, birlikte var olurlar. Bu iki zıt kutup hem birbiriyle mücadele ederler ve hem de biri olmadan diğeri olmaz. Bu iki toplumsal sınıfı yaratan kapitalist sistem olmuştur.

 

 

 

Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu'nun devamı olarak ele alındığında, işçi sınıfının gelişimi ve mücadelesi de oradan başlamıştır. Kapitalizmin bütün dünyada gelişmeye başlamasına koşut olarak, Osmanlı'da bundan geç de olsa kısmen bundan nasibini almış ve kapitalizm burada da ağır aksak gelişerek, işçi sınıfının doğuşuna ve mücadelesine zemin hazırlamıştır.

 

 

 

Burada Osmanlıdaki işçi sınıfı tarihine derinlemesine girmeyeceğiz, ancak, kısa da olsa TC önceli işçi sınıfı tarihine değinmek gerekir. Çünkü TC, her ne kadar Osmanlının yıkıntıları üzerinden doğmuşsa da işçi sınıfının bir geçmişi vardır ve bu geçmiş onu daha sonraki süreçlere hazırlamıştır.

 

 

 

1- Osmanlı'dan TC 'ye İşçi Sınıfı

 

Burjuvazi, daha işçi eylemleri ortaya çıkmadan işçi direnişlerine karşı, polisiye önlemlerin yanında yasal önlemlerde almaya başlamışlardır. Daha 1845 yılında Polis Nizamnamesinde “işini terk eden işçilere işçi cemiyetlerine” karşı sert önlemlerin alınması yasallaştırılmıştı. Çünkü bu dönemde de işçiler ile patronlar arasında işçi ücretleri ve iş saatleri ilgili tartışmalar çıkmış ve işçiler patronların düşük ücret uygulamalarına ve 12 saatten fazla çalıştırmalarına karşı tepki göstermeye başlamışlardı.

 

 

 

Özellikle İngiltere'deki işçilerin mücadelesi kısıtlı oranda da olsa kapitalizmin girdiği ülkelerde kendini gösteriyordu. Kapitalizm sadece kendi götürmüyor, gittiği yerlere işçilerin sınıfsal çıkarları için mücadele deneyimlerini de götürüyordu.

 

İşçi sınıfının olduğu yerde onun sınıf düşüncelerinin en yüksek düzeyde dile getirmemesi söz konusu olamaz. Osmanlı aydınları tarafından Marks'ın görüşleri ve birçok eseri parça parça çevrilip Osmanlı topraklarına sokulmuştu.

 

 

 

Osmanlı'da, -tarihi tartışmalı olsa da-, ilk işçi örgütlenmesi olarak 1871 yılında kurulan “Ameleperver Cemiyeti” kabul edilir. Aynı yıllarda Beykoz Kundura Fabrikası’nda 300 işçinin gazetelerde ücretlerini düzenli alamadığının bildirileri yer almıştır ve yine aynı yıllarda Paris Komünü'ne katılan Osmanlı aydınların varlığı bilinir. Gotha Programı'nın sosyalizm etkileri açıktan dile getirilir ve çevirisi yapılır.1

 

Özellikle yabancı şirketler (Kumpanya) de çalışan işçiler, ücretlerin azlığı, zamanında ödenmemesi, iş saatlerinin uzunluğu nedeniyle birçok defa direniş yapmışlardır.

 

Osmanlı da en önemli ve ilk saptanan örgütlü grev, 1872 yılında, 600 işçinin Babıali'ye yürümeleridir. Ücretlerin azlığı nedeniyle iş yerini terk edip yürüyüşe geçen işçiler sadrazama birer dilekçe vermişlerdir. 600 işçinin büyük bölümünün Müslüman olmayanlardan oluşmasına karşın ilk ortak işçi grevi olması nedeniyle Osmanlı tarihindeki yerini almıştır.

 

 

 

İşçi grev ve direnişleri sendikal örgütlenme açısından işçi örgütlerini de ortaya çıkarmıştır. Bunlardan bir diğeri de işçilerin gizli olarak kurdukları “Osmanlı Amele Cemiyeti”dir.1

 

 

 

Bu yıllarda fabrikalarda çalışan kadın ve çocuk işçilerin çokluğu da dikkat çekmektedir. Örneğin 1897 yılında İstanbul'da Kibrit Fabrikası’nda çalışan 201 işçinin 121'i kadın ve genç kadındı. Bakırköy Bez Fabrikası’nda çalışan 1.000 işçinin yarısı çocuk işçiydi.2

 

 

 

Osmanlı'da fabrikalar ve çoğu işletmeler genelde emperyalist ülkelere ait şirketlerdi. Osmanlı Amele Cemiyeti üyelerinin tutuklanması ve sonunda cemiyetin dağılması üzerine işçiler boş durmamış ve peşinden Osmanlı Terakki Sanayi Cemiyeti’ni kurmuşlardır. Aynı şekilde Şark Demiryolları ve Anadolu Demiryolları işçileri ayrı ayrı sendikalaşma çabalarına girişmişlerdir.

 

Gazete çalışanları ve diğer basın emekçileri ise Mürettibîni Osmaniye Cemiyeti kurmuşlar ve 1908'den sonra işçilerin uluslararası işçiler ile birleşme ve dayanışma çabaları daha fazla öne çıkmıştır.

 

 

 

Kapitalizmin gelişmesi ve işçi sınıfının mücadele alanlarına çıkması, Osmanlı'da burjuva devriminin koşullarını da hazırlamıştı. Özellikle Rusya’daki 1905 Devrimi, Osmanlı'yı da ciddi oranda etkilemiştir. 1908 Jön Türk hareketi bu koşullar üzerinde doğmuştur. 1908 Jön Türk hareketinin arkasından grevler daha da yaygınlaşmış, bir ay içinde 30 grev yapılmıştır.3 Aydın Demiryolu İşçileri, Anadolu-Bağdat demiryolu işçileri, bu demir yollarını işleten yabancı şirketlere karşı aktif direnişlere geçmişlerdir. İşçilerin artan direnişlerine koşut olarak sendikalaşma ve örgütlenme çabaları ve girişimleri de doğru orantılı bir şekilde artmıştır.

 

 

 

1908'de sosyalist ve ilerici partilerin kurulması (bunlar kısa süre içinde yasaklanmasına karşın) yaygınlaşmıştır.  Özellikle 1912 yılından itibaren işçilerin sendikalaşma, esnafın cemiyet ve sandık kurma çabaları daha da artmış ve çeşitlenmiştir. Örneğin, Cibali Tekel Fabrikası’nda çalışanlar, terzi, şemsiyeci, döşemeci, mücellit, değirmenci, bira fabrikası işçileri ve eczacılar arasında sendika, sandık ve cemiyet gibi örgütlenmeler artmıştır.

 

 

 

Bu dönemde işçilerin, işverene karşı talepleri, o günün koşullarında oldukça ileri düzeydedir. Tazminat hakkı, aile sağlık sigortası, ücretlerin makul düzeyde artırılması, işten çıkarılmaların önlenmesi, gece çalışanlara iki kat gündelik ödenmesi, ikramiye verilmesi vb. gibi.

 

 

 

1908'de Jön Türkler kısmen işçilerin bazı haklarını ve sendikalaşmaları kabul etmelerine karşın, iktidarlarını sağlamlaştırmanın peşinden, kısa süre içinde bu hakları gasp etmeye ve işçiler üzerindeki baskılarını artırmaya başlamışlardır.

 

 

 

2- 1923-1945 Arası İşçi Hakları ve Sınıfın Mücadelesi

 

I. Emperyalist Savaş sonrası Osmanlı'nın yenilmesi ve dağılmasıyla birlikte diğer emperyalist güçlerce işgal edilmesi, özellikle de sanayi kenti İstanbul'un işgali sonrası, işçi sınıfı ve diğer küçük burjuva ve millici kesimler içinde örgütlenmeler artmıştır.

 

 

 

İşgale karşı çıkan burjuva kesim Rumeli ve Anadolu Müdafa-i Hukuk Cemiyet'leri gibi örgütlemeler yaparken, sosyalist ve ilerici güçler ise “İstanbul'da İşçi Sosyalist Fıkrası” gibi partiler kuruyordu.

 

 

 

Bununla birlikte işçi örgütlenmeleri de 1919'dan itibaren hızla artmıştır. İşte bunlardan bazıları: Anadolu Şimendifer Amelesi Cemiyeti, Kasımpaşa Seyrisefain Amelesi Cemiyeti, Tramvay Şirketi Amelesi Cemiyeti'yle beraber işçi derneği kuruluyor ve ayrıca Beynelmilel İşçi İttihadına bağlı Beynelmilel Deniz İşçileri İttihadı, Beynelmilel Marangoz İşçileri İttihadı, Beynelmilel Bina İşçileri İttihadı vb. birçok sendikal ve işçi dernekleri kuruluyor.

 

 

 

Bu denli yoğun işçi derneklerinin ve sendikaların kurulması ve aynı şekilde sosyalist ve ilerici partilerin varlığı, 1917 Sovyet Devrimi'nden ayrı düşünülemez. Bolşeviklerin önderliğindeki Sovyet Devrimi, bütün dünya işçi sınıfı ve halklarına büyük bir moral verdiği gibi, yanı başındaki Türkiye işçi ve emekçileri de büyük bir moral vermiş, cesaretlendirmiş ve yol göstermiştir.

 

 

 

Osmanlı'nın dağılmasının arkasından harekete geçen Türk burjuva kesimleri de (ki bunlar Türk ticaret burjuvazisinin ve toprak ağalarının temsilcileriydi), ülkede kurulan işçi sınıfı temsilcisi partilere ve işçi örgütlenmelerine karşı harekete geçmiş ve bunları bastırmak için yoğun bir çaba harcamıştır. Bu amaçla örneğin kurucuları arasında başta M. Kemal ve diğer ileri gelenlerin üye olduğu, 18 Ekim 1920'de bir sahte Komünist Fırkası dahi kurmuşlardır. Oysa bu partinin amacı, Sovyet Devrimi'nin ülke içindeki etkisini kırmak, işçi sınıfı ve ilerici kesimlerin gerçek sosyalist ve komünist partileri safında örgütlenmelerini önlemek amaçlıydı. Ve esas olarak da Mustafa Suphi önderliğinde kurulan ve 3. Komünist Enternasyonal üyesi olan Türkiye Komünist Partisi'ni boşa çıkarmak amaçlıydı.

 

 

 

Konumuz bu süreçte işçi örgütlenmeleri ve mücadeleleri olduğu için bu konulara fazla girmeyeceğiz. Ancak, işçi örgütlenmeleri ile sosyalist örgütlenmeler birbiriyle bağlantılıdır. Yer yer bu bağlantılara da gerektiği kadar değineceğiz.

 

 

 

1923 Ekim'de TC'nin kuruluşunun ilanından sonra kısmi demokratik haklar varlığını koruyordu. Ancak Türk egemen sınıfları işçi direniş ve grevlerinden ve işçi örgütlenmelerinden rahatsızlıklarını her fırsatta dile getiriyorlardı.

 

Bu dönem içerisinde de pek çok işçi örgütlenmeleri kuruldu. Örneğin 1924 yılında İstanbul'da kurulu olan işçi cemiyet ve dernekleri: Haliç Şirketi Amelesi Cemiyeti, Şark Şimendiferleri Müstahdemin Teavün Cemiyeti, Silâhtarağa Elektrik Fabrikası İşçileri Cemiyeti, İstanbul Umum Deniz ve Madenkömürü Tahmil ve Tahliye İşçileri Cemiyeti, Dersaadet ve Biladıselase İnşaat, Tarik Irgat ve Rençper Amele Cemiyeti, Tütün Fabrikası Amele İttihat Cemiyeti, İstanbul Tramvay Amelesi Cemiyeti, Mürettipler Cemiyeti, Anadolu Bağdat Şimendiferciler Cemiyeti.

 

 

 

İzmir'de kurulan cemiyetler: Aydın Demiryolları İşçiler ve Memurlar Birliği, Mülteci ve Muhacirin Amele Cemiyeti, Tütün Amele Cemiyeti, Şimendifer Fabrikası Amele Birliği, Tramvay İşçiler Cemiyeti, Liman Vapur ve Kömür Amele Cemiyeti, Mavuna Amele Cemiyeti, Liman Rıhtım İthalât ve İhracat Amele Cemiyeti, Müstakil Liman Vapur Amele Teavün Cemiyeti, İnşaat ve Madenî Mevad Amele Teavün Cemiyeti.  Edirne'de; Türkiye İşçiler Birliği, Şark Şimendiferler Müstahdemin Teavün Cemiyeti. Adana'da; Amele Teali Cemiyeti. Konya'da; İşçiler Derneği. Bursa'da; Yaprak Tütün Amelesi Cemiyeti. Eskişehir'de; Anadolu Bağdat Şimendiferciler Cemiyeti.4

 

 

 

4 Mart 1925 tarihinde Takrir-i Sükun Kanunu (TSK) ile bütün işçi örgütlenmelerine, sendikalara ve tüm sosyalist ve ilerici partilerin örgütlenmesine son veriliyor.

 

Türk egemen sınıfları belli bir tarihe kadar Bolşevik Devrimi korkusuyla TC'ni şekillendirmişlerdir. Bu tarihi 1990'lara kadar uzatabiliriz. Ancak, 1920-1960'lar arası bu korku daha fazlaydı. Celal Bayar'ın, “bu kış komünizm gelecek” sayıklamaları ile can vermesi, 1920'lerde onun üzerinde kalan bir komünizm heyulasından başkası değildi.

 

 

 

Daha 1920'lerin başında Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesi, 1923'ten itibaren de “imtiyazsız, sınıfsız bir milletiz” argümanlarının öne çıkarılması, işçi sınıfı önderliğinde demokratik bir devrimin Türkiye'de gerçekleşmesini önlemek için ileri sürülen ideolojik temel argümanlardı.

 

 

 

Başta M. Kemal olmak üzere dönemin ileri gelen burjuva siyasetçileri, “sınıf eksenli” değil, “millet eksenli” “tek milletiz” demenin yanında, özellikle “beynelminel cereyanlara kapılmanın felaket olacağını” dillendirerek topluma komünizm korkusu salmayı, siyasi taktiklerinin birinci argümanı haline getirmişlerdir.

 

 

 

CHP'nin 1938 yılındaki kongresinde Başbakan Recep Peker şöyle diyor: “... komünizm cereyanlılarının 1919 senesinden itibaren memleketimizde de bazı muhit ve zümreler arasında yer tutmaya başladığı görülmektedir. ... kanuni yollardan istifade ederek muhtemel namlar altında fakat komünist bir gaye ile Amele Cemiyetleri kuruluyor ve ayrıca gizli hücreler tesis edilerek şümullü ve teşkilatlı bir hareket yaratılmak isteniyordu. Komünist propagandaları pek mahsus bir hal almıştı. Cumhuriyet zabıtasının lazım gelen kanuni ve idari tedbirleri alarak bu cereyanları tamamıyla önledi. Üçüncü Enternasyonalle irtibat temin etmeğe çalışan bazı ele başları tespit ve tevkif ederek adaletin pençesine verdi. Memleketimizde günden güne inkişaf eden sanayi hayatlarımızın icapları olarak yer yer taksüf etmekte bulunan amele kitleleri arasına bu muzır ve fesatçı unsurların girmemesi için icap eden bütün tedbirler alınmış bulunmaktadır.”5

 

 

 

Tek parti yönetimli TC tarihini özetleyen; işçi sınıfına ve onun örgütlenmesine, dünya görüşlerine Türk burjuvazisinin yaklaşımıdır. Cumhuriyetin erken tarihinde, Türk burjuvazisinin işçi sınıfına ve onun öz örgütlerine yönelik yaklaşımı, Türk egemen sınıflar tarafından esas alınarak günümüze kadar korunmaya çalışılmıştır.

 

TC'nin ilk yıllarında sanayinin genel ekonomi içindeki payı çok az olmasına karşın yıllar geçtikçe artmaya başlamıştır. Sanayinin GSMH içindeki payı, 1927'de %12 olarak gerçekleşirken, 1933’te 14,5; 1934'te ise % 15.5 olarak gerçekleşmiştir.6 Sanayinin gelişmesi aynı zamanda işçi sınıfının gelişmesi olduğu için, burjuvaziyi komünizm korkusu, daha doğrusu işçi sınıfının mücadelesi korkusu da aynı oranda artmıştır. R. Peker ve diğer siyasilerin sık sık “komünizm” den, “beynelmilel nifak örgütlenmelerinden” söz etmeleri bundandır.

 

 

 

Burjuvazi, işçi sınıfı ve onun mücadele hedefi açısından korkularında da haksız değillerdi. Bu nedenle de en sert şekilde, daha baştan işçi sınıfının öncü örgütlerinin gelişmesini bastırmışlar ve devamlı olarak işçilerin örgütlenmesini çıkardıkları yasalarla ve doğrudan devlet şiddetiyle önlemeye çalışmışlardır. Buna karşın, üretim ilişkilerinden kaynaklanan nesnel temel çelişmeler, zorla yok etmenin yolu olmadığı için,1923 yılında kuruluşu ilan edilen TC devleti'nin daha ilk yıllarında -sayı olarak çok az olmasına karşın-, işçi grevleri ve direnişleri, o günün koşullarına göre yüksek sayılacak düzeyde olmuştur.

 

 

 

İnceleme konumuz olmamakla birlikte Osmanlı döneminde ilk grev 1863 yılında Zonguldak Maden işletmelerinde olmuştur. Bu bağlamda maden işçileri bu toprakların ilk grev yapan işçi öncüleri olarak anılmayı hak ediyorlar. Maden işçileri, TC döneminde de önemli grevlere imzaları atmış bir işçi kitlesidir. Kapitalizmin evrensel oluşu, işçi sınıfına da evrensel bir karakter vermiştir. Osmanlı döneminde Rumeli bölgesinde 1830-1908 arası işçilerin makinelere saldırısını görmekteyiz. İşçi sınıfı kapitalizmin erken geliştiği ülkelerdeki sınıf kardeşlerinin eylemlerini aynı şekilde Osmanlı ve peşinden Türkiye'de gerçekleştirmişlerdir. “Makinelere savaş açmakla” direnişe başlayan işçiler, savaşlarının hedefine sonunda esas düşmanı, sermaye sınıfını yerleştirmiş, kendi sınıf deneyimlerinden öğrenmişlerdir.

 

 

 

TC kurulduğunda kapitalist işletmelerin büyük bir bölümü yabancı (emperyalist) şirketlerdi. 1923 yılında İngiliz şirketinin işlettiği İzmir-Aydın demiryolunda çalışan 1500 işçi, işçi ücretlerinin artırımı için grev yapmışlardır. Aynı şekilde Fransız şirketinin işlettiği Zonguldak-Ereğli Kömür Havzası'ndaki demiryolu işçileri, asgari ücret uygulaması, günlük 8 saatlik mesai, yabancı işçilerin çalıştırılmaması gibi taleplerinin kabul edilmemesi nedeniyle Ağustos 1923'te direnişe geçerek üretimi durdurmuşlardır. 1923 Kasım ayında, Şark Şimendifer işçileri ücretlerinin düşürülmesine tepki olarak greve gitmişler ve daha sonra işverenin geri adım atmasıyla on gün süren grev sona ermiştir.

 

 

 

Türkiye'de cumhuriyetin ilanından kısa bir süre sonra gerçekleşen grevlerin sayısı fazladır. Tramvay Kumpanya'sının Beşiktaş Deposu'nda çalışan işçiler, arkadaşlarının haksız yere işten atılması üzerine 1924 yılının 1 Temmuz’unda iş bırakmışlar ve hükümet direnişi bastırmak için jandarma ile işçilere saldırmış, çok sayıda işçi yararlanırken, 27 işçi de tutuklanmıştır.

 

 

 

1927 yılında Fransız tekeline ait Adana-Nusaybin Demiryolu yapımında çalışan işçiler, ücretlerinin artırılması istemiyle greve gitmişler ve bu grev tam 13 gün sürmüştür. İşçiler, devletin grevi kırmak için trenle başka yerlerden getirdiği işçileri grev yerine sokmamak için tren yollarına yatarak engel olmuşlardır. Kemalist hükümet, grevi kırmak için askerleri işçilerin üzerine salmış, askerlerin ateş açmasıyla birçok işçi yaralanmış, buna rağmen işçi direnişi kırılamamış ve demiryolu yapımında sorumlu Fransız tekeli işçilerin ücret artırımını sonunda kabul etmiştir.6

 

1923-1930 arasında toplam 67 grev gerçekleşmiştir. Sırasıyla, 1923 yılında 18, 1924’te 11, 1925’te 10, 1926'da 3, 1927-1928-1929'da 7'şer ve 1930'da 4 grev gerçekleşmiştir.7

 

 

 

Burada dikkat çeken, Mart 1925’te çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu'na (TSK) rağmen gerçekleşen grevlerdir. Her türlü işçi örgütlenmesinin yasaklandığı bir ortam da işçiler, tüm baskıları göze alarak ve göğüsleyerek grev yapmışlardır. İşçilerin ileri sürdükleri taleplerden biri olan 8 saatlik mesai uygulaması ise SSCB'de çoktan uygulanmaya başlanmıştı. Kemalistlerin yoğun baskı ve yasaklamalarına karşı bu grevlerin yapılması ve sürdürülmesi, Rus Devrimi'nin bütün dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarına verdiği moral üstünlüğünden ve onun siyasi ve ideolojik rüzgarından ayrı ele alınamaz. Türkiye'deki kapitalist gelişmeye göre oldukça yüksek sayılabilecek bir sayıda işçi grevlerinin yapılmasının, Kemalist iktidara komünizm korkusu salmasında önemli bir payı vardır.

 

 

 

TC'nin ilk yıllarında işçi sayısı konusunda değişik rakamlar olsa da 1927 yılında yapılan sanayi sayımına göre yaklaşık 13,5 milyon nüfuslu Türkiye'de 256.855 sanayi işçisi vardı. Bu da toplam iş gücünün oluşturan işçilerin ancak %5,5'u kadardı. Bu işçilerin de % 46'sı en az dört kişi çalıştıran küçük işletmelere aitti. Sanayi işçilerinin, yaklaşık 110 bini tarım sanayinde, 48 bini de dokuma sanayinde istihdam ediliyordu.8  

 

Erişçi'nin aktarımına göre; “1927 de yalnız 4 kişiden fazla işçi çalıştıran sınai müesseselerde 147.712 işçi sayılıyordu. Bu miktarın 37.640'ı kadın, 22.941'i 14 yaşından küçük çocuklardı.” Özellikle çalıştırılan çocuk işçilerin sayısı (sanayide çalıştırılanların yaklaşık % 7'si çocuk) oldukça fazladır. Özetle; “derisi senin kemiği benim” denilerek; Kemalist tek partili faşist rejimin sermayeye hediyesidir bu çocuklar!

 

 

 

Aynı kaynağın verdiği bilgilere göre, İstanbul ve İzmir Türkiye nüfusunun %10'una sahip iken, çalışan nüfusun ise %20'e sahipti. Daha sonraki yıllarda da bu iki kent, işçi nüfusu ve genel nüfus yoğunluğu ve elbette sanayinin merkezileştiği alanlar olarak da öne çıkmışlardır. Ancak, 1980'lerden itibaren kısmen bu değişim göstermiş ve işçi yoğunluğu başka kentlerde yayılmıştır. Kentlerdeki nüfus yoğunluğu, o kentlerde kapitalist gelişmenin yoğunluğu ile at başı gitmiştir. Sanayinin geliştiği kentler, adeta bir vantuz gibi köy nüfusunu da çeken bir özelliğe sahip olmuşlardır.

 

İşçilerin milli gelirden aldığı payla işverenlerin aldığı pay arasında büyük bir uçurum vardı. Bu uçurum genelde hep korunmuştur. Örneğin, “1932-1939 döneminde sinai karın Gayri Safi Milli Gelir’deki payı yüzde 3.4’ten yüzde 6.2’ye çıkarken, ücretlerin toplam ürün değeri içindeki payı değişmemiştir; bu pay belli rakamlar arasında oynamakla birlikte 1932’de yüzde 8.87 ve 1939’da yüzde 8.56 dolayındaydı ki bu da sanayinin ortalama reel ücretlerinde nispeten gerilemeye işaret etmektedir.”9

 

 

 

Vasıflı işçiler ve bürokrasi de çalışan devlet memurlarının o günün koşullarına göre ücretlerinin “iyi” durumda olması, işçi hareketini bölen etkenlerden birisi olarak söylenebilir. Nüfusun ezici çoğunluğunun köylü olması, şehirde gelişen sanayide işçi bulma sıkıntısı da çekiliyordu. Ancak, en yoksul kesim köylülüktü. 1931 yılında faal işgücünün % 1.2'sini oluşturan memurlar, ulusal gelirin % 7'si gibi bir pay alıyorlardı.10 Memurların ve çoğunluğu memur statüsünde çalışan vasıflı işçilerin o günün koşullarında “iyi” ücret alması, Kemalist düzenin de onlar tarafından sahiplenilmesini getirdi.

 

 

 

1923-1945 arası işçi ücretleri, genel ortalamanın altındaydı. Burjuvazi, aşırı sermaye birikimi için işçi ücretlerini düşük tutmaya özel bir önem vermiştir. Özellikle 2. emperyalist savaş süreci içinde de işçiler yer yer zorla çalıştırılmıştır. Özellikle kömür havyalarında çalışan işçiler çalışmaya mecburi kılınmıştır. 2. emperyalist savaş koşullarında çalışma yaşamı ve ücretler her açıdan kötüleşmiş ve devlet, işçi ve emekçilerin ekonomik-demokratik haklarını adeta tırpanlamıştır. Bu nedenle de halk arasında; dönemin devlet Başkanı İsmet İnönü’ye ithafen, “geldi İsmet kesildi kısmet” sloganı yaygınlaşmıştır.

 

 

 

3- 1945-1960 Arası İşçi Hareketleri ve Köyden Kente Göçlerin Hızlanması

 

2. Emperyalist paylaşım savaşının sonunda Hitler faşizmi ve müttefiklerinin yenilmesiyle, Türk egemen sınıfları da saf değiştirerek ABD emperyalizmin yanında yer aldı. ABD'nin dayatması sonucu “çok partili demokrasi”ye geçen TC egemenleri, bazı kısmi burjuva demokratik haklar üzerindeki yasakları kaldırarak “demokrasiye” geçtiklerini ilan ettiler.

 

 

 

Bu süre içinde onu aşkın burjuva partisi kurulurken, bazı sosyalist ve ilerici partilerinde kurulmasına izin verdiler. Haziran 1946 yılında çıkarılan “Cemiyetler Kanunu” ile, sınıf esasına dayalı örgütlenmelere üzerindeki yasaklar kısa bir süreliğine kaldırıldı ve bir yıl sonra 1947 yılında “demokrasi” sadece ve sadece egemen sınıflar için geçerli oldu, sosyalist ve ilerici partiler yasaklandı, bazı sendikalar kapatılırken, yöneticileri hakkında da hapis cezaları istendi.

 

 

 

ABD'nin istediği “iki partili demokrasi” idi. CHP yıpranmış ve CHP içinde yer alıp Demokrat Parti (DP)'yi kuran burjuva siyasetçilere gün doğmuştu. DP'nin parti programı CHP'nin programından farklı olmamasına karşın, 1950'de büyük bir oy patlamasıyla iktidar olmuştur. Birçok ilerici ve kendine “sosyalist” diyen aydınlarda bu partinin “özgürlük” vaadine inanmışlardı. Oysa DP'de komprador burjuvazi ve toprak ağalarının temsilcisi bir partiydi.

 

 

 

1946 yılında çıkarılan sendikalar kanunu, hükümetin denetiminde sendikaların faaliyetini, siyasi faaliyet göstermemek kaydıyla serbest bırakıyordu. Bu nedenle de o süreçte 73 sendika kuruldu ve bunların toplam üye sayısı yaklaşık 52 bindi.10

 

CHP grev hakkına karşı çıkarken, muhalefet partisi DP grev hakkını savunuyordu. DP iktidara geldikten sonra bu sözünü unutarak sendikaların grev yapma hakkı üzerindeki yasağını kaldırmadı.

 

 

 

Sendikalar, toplu iş sözleşmelerinin olmamasını, grevlerin ve siyasi faaliyetlerin yasaklanmasını protesto etmelerine karşın, yasa CHP ve DP onayıyla mecliste olduğu gibi kabul edildi. Ve bunun üzerine birçok sendika yasaklandı ve kapatıldı. Kurucuları hakkında hapis istemiyle soruşturmalar açıldı. Kısacası, bir yıllık “özgürlük”, burjuvazi ve toprak ağaları temsilcisi siyasilere ağır gelmişti. Emperyalist ABD güdümlü “demokrasi” de bundan daha ileri olamazdı.

 

1946 yılında, 400’den fazla insan hakkında “komünizm propagandası” yapmaktan dava açılıp hapse atılmıştı. ABD'nin anti-komünizm karşıtı faaliyetleri Türkiye'de de üst boyutta ilerliyordu.

 

 

 

1946 yılında getirilen kısmi demokratik hakların sonucu Mayıs 1946 yılında, sosyalizm ile fazla ilgisi olmayan reformist ve küçük burjuva ulusalcı eğilimli Türkiye Sosyalist Partisi kuruldu. Ancak ömrü bir yıl sürdü ve kapatıldı. Bu partinin çıkardığı Gerçek ve Gün adlı yayın organlarının yazarları arasında, Aziz Nesin, Sabahattin Ali ve Rıfat Ilgaz gibi ilerici yazarlarda vardı.

 

 

 

1946 Haziran'ında Şefik Hüsnü önderliğinde, TKP'nin legal partisi olan Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi kuruldu. Bu partinin programında ülkede sosyalist devrime geçilmesi için koşulların hazırlanması vardı. Bu parti, kısa süre içinde işçilerin yoğun olduğu illerde örgütlendi. Ancak, bu partinin de ömrü kısa oldu. Daha 6 ayı bile doldurmadan, Aralık 1946 tarihinde kapatıldı. Yöneticileri ağır hapis cezalarına çarptırıldı. O süreçte kurulan bütün burjuva partileri sosyalist isimli bu iki partinin kapatılmasını istemişler ve desteklemişlerdir.

 

 

 

Türk egemen sınıfları işçi sınıfı ve onun en asgari demokratik ekonomik örgütü olan sendikalar üzerindeki baskılarını sürdürmelerine karşın, Türk-İş'in 31 Temmuz 1952 tarihinde kurulmasını önleyememiştir. Türk-İş'in ilk tüzüğünde “işçi sınıfı” kavramı yer almıştı. Ancak aynı sendika, sendika yöneticilerinin herhangi bir siyasi partiye üye olamayacaklarını da tüzüğüne koymuştu.11

 

 

 

14 Mayıs 1950'de iktidara gelen DP döneminde de işçi haklarını düzenleyen yasa esas olarak 1936 İş kanunu ve 1947 Sendikalar Kanunu yıllarında kanunlaştırılan yasalar -bazı değişiklikler yapılsa da- temel alınmıştır. Türk egemen sınıfları arasında sömürüden pay alma konusunda ciddi iktidar savaşımları olsa da onlar her zaman baş düşmanları olan işçi sınıfına karşı birleşmişler ve işçi haklarını mümkün olduğunca en alt seviyede tutmaya ve işçi hareketlerinin gelişmesini önlemeye çalışmışlardır.

 

1950'ler aynı zamanda toplumda işçileşme sürecinin arttığı bir dönemdir. 1955 nüfus sayımına göre 1,6 milyon olan ücretliler, 1960’ta 2.5 milyona, yani % 13.3 olan toplam faal nüfus içindeki payları % 18.7'e çıkmıştır. Bu değişim, on yıl içinde işçi sınıfının nicel ve nitelik olarak ciddi bir gelişme göstergesi olarak okunmalıdır. Aynı kaynağın verilerine göre; 1945-1950 arası köyden kente göç edenlerin sayısı 214.000 iken, 1950-1955 arasında 904.000'e çıkmıştır. Ve yapılan bir işçi anketine göre, katılımcıların % 81.4'ü İstanbul dışında doğduklarını, % 62'sinin imalat sanayinde çalıştıklarını bildirmişlerdir.12

 

 

 

Ücretli işçiliğin artması, kapitalizmin gelişmesine bağlı iken, köylerden kentlere akan yoksul ve mülksüzleştirilmiş köylülüğü bütünüyle istihdam etmeye, -kapitalizmin bu gelişmişliği- yetmiyordu. Büyük ölçüde emperyalist tekellerin kontrolünde, kapitalizmin yeni geliştiği bütün ülkelerde de genelde böyle bir gelişim seyri olmuştur. Bir tarafta yoğun işsizlik var iken bir yanda ise ücretli işçi sayısında artış olmuştur. İşsizliğin yoğun olması sermaye birikiminin adeta itici gücü olmuştur.

 

 

 

1950'lerin sonuna doğru kitle hareketlerinde bir gelişme yaşanmıştır.

 

İşçi sınıfı daha doğduğu andan itibaren, sınıfsal yapısı gereği sermaye kesimiyle karşı karşıya gelmiştir. Haklarını almak için devamlı bir mücadele içinde olmuş ve giderek sınıf deneyimi kazanmış, örgütlenme ve mücadele biçimlerini geliştirmiştir. Bu onu kendisi için bir sınıf haline getirerek içinden sınıf bilinçli işçi önderleri çıkarmıştır.

 

 

 

4- İşçi Sınıfının Kendi Tarihine Sahip Çıkması

 

Çeşitli ulus, milliyet ve inançlardan Türkiye işçi sınıfı 31 Aralık 1961'de Saraçhane Mitingi ile 40 yıllık baskılara karşı ayağa kalkarken, 15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişi ile kendi tarihine sahip çıkıyordu. Saraçhane Mitingi olmasaydı 15-16 Haziran belki de gerçekleşemezdi. Ama, bu iki dönem de egemenlere karşı işçi sınıfının birikmiş sınıf öfkesinin açığa vurması; burjuvaziye meydan okuması ve sınıfın kendi tarihi açısından önem kazanıyordu.

 

 

 

Saraçhane Mitingi işçi sınıfının nicel birikimiyse, 15-16 Haziran direnişi bir nitel sıçramaydı. 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi, 1971 devrimci militan hareketini ve TKP-ML gibi MLM bir partinin doğuşuna da temel kaynaklık yaptı. Bu tarihten sonra Türkiye Devrimci Hareketi (TDH) canlandı, ideolojik olarak şekillendi ve politik olarak yetkinleşti. İşçi sınıfının şanlı 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi olmasaydı, revizyonist TKP'nin çember içine aldığı işçi sınıfının devrimci ufkunun önündeki engeller kaldırılamaz ve 50 yıllık pasifizm ve revizyonizm yıkılamazdı.

 

15-16 Haziran'ı, salt işçilerin tankların üzerine çıkarak sermayenin barikatlarını yıkması olarak okumak yetersiz ve eksik bir tanımlamayla sonuçlanır. Esas olarak işçi sınıfı kendi sınıf ideolojisinin; ayağa dikilmesini, üzerindeki pasifist ve revizyonist küllerin atılmasını ve sınıf çizgisinin berraklaştırmasını sağlamış, onun yolunu açmıştır.

 

 

 

15-16 Haziran'ı Kaypakkaya şöyle değerlendiriyor: “İşçi sınıfımızın kendiliğinden gelme mücadelesi 15-16 Haziran’da doruğuna ulaştı. İşçiler bütün burjuva ve küçük burjuva kliklerini tepeleyip geçtiler. 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi ve arkasından gelen sıkıyönetim, bazı kadroların bilincinde önemli sıçramalar yarattı. Bu arkadaşlar, işçi hareketinden ve onu izleyen zor mücadele günlerinden önemli dersler çıkardılar.

 

 

 

İşçi hareketi, birinci olarak, devrimin şiddete dayanacağını, bunun zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu gösterdi. Aybar-Aren oportünizmine ve bütün pasifist, parlamentarist görüşlere ağır bir darbe indirdi.

 

 

 

İkinci olarak, işçi hareketi, burjuva devlet teorilerine ağır bir darbe indirdi. Halkın kurtuluşunu egemen sınıfların ordusundan beklemenin ne derece ahmakça bir hayal olduğunu gözler önüne serdi. Çünkü işçi direnişi tanklarla, süngülerle, sıkıyönetimle bastırılmıştı. Süngülerin gölgesine sığınan patronlar, sıkıyönetim makamlarıyla birlikte yüzlerce işçiyi işten atmışlardı. Yüzlerce devrimci işçi ve aydın, sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandı. Bütün bunlar M. Belli’nin, D. Avcıoğlu’nun ve H. Kıvılcımlı’nın cuntacı hayallerinin ve anti-Marksist-Leninist devlet ve ordu tahlillerinin saçmalığını ortaya çıkardı.

 

 

 

Üçüncüsü, 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi, gerçek kahramanın kitleler olduğunu bir kere daha gösterdi. Ve bir avuç seçkin aydın grubuna dayanarak devrim yapmayı hayal eden bireyci küçük-burjuva akımlarına ağır bir darbe indirdi.”13

 

Ve 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi, devrimin yolu ve karakterinin ne olacağını ortaya koymuş ve işçi sınıfı öncülüğünde demokratik devrime giden güzergahı netleştirmişti. Sorun, bu direnişi MLM düşünce doğrultusunda doğru analiz ederek diyalektik materyalist yöntemi esas almak ve işçi sınıfının devrimci sınıf hareketinin yönelimini doğru okunması gerekirdi. Bunu Kaypakkaya yoldaş tahlil ederek ortaya koydu.

 

 

 

O dönemde TDH'ne subjektivizmin hakim olduğu, işçi sınıfının sınıf devrimciliğini tam olarak kavrayamadığı rahatlıkla söylenebilir. 1972 Nisan'ın da kurulan proletarya partisi TKP/ML'nin ise, yeni olması, genç ve deneyimsiz bir parti olması, partinin kurucu önderi Kaypakkaya'nın yukarıya aldığımız 3 şıkta belirtiği konular üzerine daha fazla yoğunlaşmasına ve geliştirememesinde o'nun esir alınması ve katledilmesi vb. etkili olmuştur.

 

 

 

5- Askeri Darbeler ve İşçi Sınıfı

 

İşçi sınıfının mücadelesinin geliştiği, devrimciler ve komünistlerle birleştiği süreçlerde, Türk egemen sınıfları askeri darbeleri gündeme sokmuşlardır. 1960 askeri darbesi esas olarak egemen sınıf kliklerinin arasındaki keskin çatışmanın sonucu olsa da 1957'lerden itibaren halk hareketlerinin gelişiminden bağımsız olmadığı görülmelidir.

 

 

 

12 Mart 1971 Askeri Muhtırası ve on yıl sonra gelen 12 Eylül 1980 faşist askeri darbeleri, Türkiye'de işçi sınıfı hareketinin gelişmesiyle doğrudan ilişkilidir. Birincisinin adı her ne kadar “muhtıra” olsa da esas olarak askeri bir darbeydi.  Ve 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi ve peşinden gelişen işçi ve öğrenci ve militan devrimci hareketin bastırılması ve kitleler üzerinde kontrolünü kaybetmiş egemen sınıfların yeniden kontrolü sağlamak amaçlı yapılan bir darbedir. Özellikle, başta sanayi burjuvazi olmak üzere Türk egemen sınıfları, “düzenin sağlanması” için “askeri muhtıra”yı yeterli görmüştü.

 

 

 

1973'ten sonra içerde ve uluslararası alandaki gelişmeler, 1974 emperyalist sistemin iktisadi yapısının tıkanması ve “Petrol krizi” olarak anılan yeni bir ekonomik ve finans krizin ortaya çıkmasıyla ezilen dünya halklarının ve işçi sınıfının mücadelesinde de gelişmeler oldu. Emperyalist burjuvazi yeni bir sermaye birikim modeli olan daha saldırgan neoliberal ekonomi politikaları devreye sokmaya başladı. Bu, özelleştirmelerin yayınlaştırılması, bütün sınırların (ve ulusal korumacı gümrük duvarlarının) emperyalist sermaye için açılması, uluslararası üretimin yaygınlaştırılması ve emperyalizme bağımlı ülkelerde “kemer sıkma” politikasının en üst seviyede uygulanması, neoliberal ekonomik politikaların önüne “engel çıkaran” ülkelerde askeri darbelerle, sermayenin önünün açılması hızlı bir şekilde yaşama geçirildi.

 

 

 

Türk egemen sınıfları bu politikayı ancak 12 Eylül 1980 Askeri faşist cunta ile yürürlüğe sokabildi. Çünkü 1973-1980 arası Türkiye'de işçi sınıfı tarihinin en yaygın ve kitlesel mücadele süreci olarak geçmişti.

 

 

 

1975-12 Eylül 1980'e kadar işçi sınıfı hareketinin yanı sıra TDH içinde en iyi yıllarıydı denebilir. İşçi sınıfı hareketi ekonomik grevlerin ötesinde yaygın olarak siyasal grevlere ve fabrika işgallerine de baş vurmaktaydı. Öte yandan sendikalaşma ve diğer emekçilerin kitlesel örgütlenmelerinde ciddi bir gelişme vardı. Örgütlenmeyen kesim yok gibiydi. Aynı şekilde burjuvazide işçi sınıfı ve TDH karşı faşist örgütlenmeleri güçlendirmeye çalışıyordu.

 

 

 

Aşağıda bu yıllar içinde resmi olarak sendika ve bu sendikalara üye olan işçi sayısına dair bir tablo aktarılmıştır.

 

 

 

Tablo 1: Sendika ve Sendika üye Sayısı (1975-1980)

 

 

 

Yıl

 

Sendika Sayısı

 

Sendika Üye Sayısı

 

1976

 

800

 

3,269,356

 

1977

 

863

 

3,807,577

 

1978

 

912

 

3,897,290

 

1979

 

750

 

5,464,792

 

1980

 

733

 

5,721,074

 

 

 

Bu tabloda da görüldüğü gibi, işçilerin sendikalaşma oranı oldukça yüksekti. Özellikle 1979 ve 1980 arasında 5 milyondan fazla işçi sendikalıydı. Sendika hakkı olmayan memur, öğretmen polis örgütlenmeleri de vardı. TÖB-DER en ilerici ve devrimci öğretmenlerin örgütüydü ve 200 binden fazla üyesi vardı. İlerici ve demokrat polislerin kurduğu Pol-Der'in ise 18 binden fazla üyesi vardı.

 

 

 

Kısaca toplumun önemli bir kısmı örgütlenmişti. İşçisiyle, köylüsüyle, memuruyla, küçük esnafıyla örgütlü ilerici ve devrimci örgütler içinde örgütlenmiş bir toplum vardı ve bu durum sermayeyi oldukça ürkütmüştü. Aşağıdaki tablo, burjuvazinin işçi sınıfı hareketinden neden korktuğunu ve askeri cuntaya neden başvurduğunu net olarak anlatıyor.

 

 

 

Tablo 2: Grev Sayısı, Greve Katılan İşçi Sayısı ve Grevde Kaybolan İşgünü Sayısı (1975-1980)14

 

 

 

Yıllar

 

Grev Sayısı

 

Greve Katılan

 

İşçi Sayısı

 

Kaybolan İşgünü

 

Sayısı

 

1975

 

90

 

25398

 

1,102,682

 

1976

 

105

 

32899

 

1,768,201

 

1977

 

167

 

52889

 

5,778,205

 

1978

 

175

 

27208

 

1,598,905

 

1979

 

190

 

39901

 

12,2017,347

 

1980

 

227

 

46216

 

5,408,618

 

 

 

Türk egemen sınıfları, 12 Eylül 1980 Askeri Faşist Cunta yönetimini bu tabloyu ortadan kaldırmak ve onların “güleceği”, işçi sınıfı ve emekçilerin “ağlayacağı” bir tabloyla değiştirmek için göreve getirdi ve bunu önemli ölçüde de başardı. 12 Eylül 1980, burjuvazinin işçi sınıfına devrimci harekete sınıfın öncüsüne karşı saldırısıydı.

 

Elbette, sonucun böyle olmasında, TDH önemli yanlışları ve zaafları ve özellikle de proletarya partisinin süreci doğru okuyamaması, sınıfla bağını daha sıkı bir şekilde kuramaması ve bu yönde mücadele ve örgütlenme biçimlerini geliştirememesinin de payını görmek gerekir.

 

 

 

6- 1989 Bahar Eylemleri'nden Gezi'ye İşçi Sınıfının Mücadelesi

 

12 Eylül 1980 işçi sınıfı ve onun komünist ve devrimci örgütlerine yönelik burjuvazinin topyekün saldırısıyla geriye çekilen sınıf, ancak 1986 yılında kendini toparlayan işçi sınıfı 1989 Bahar Eylemleri ile güçlü bir cevap verebildi. İlk büyük grev 18 Kasım 1986 yılında NETAŞ (Northern Elektrik Malzemeleri Anonim Şirketi) Fabrikası’nda başladı.15

 

 

 

Fabrika; Kanadalı Northern şirketi ile PTT ortak yatırımı olan, telefon santralleri ve malzemeleri üreten, İstanbul Ümraniye’de 1969 yılından bu yana faaliyette bulunan bir fabrikadır. Toplu iş sözleşme anlaşmasının yapılamaması üzerine 3150 işçinin çalıştığı fabrikadaki grev tam 93 gün sürdü ve kazanımla sonuçlandı. Netaş, işçileri 1975 yılında da işçi sınıfının direnişçilerindendir. O geleneğini hep sürdürdü. Netaş işçilerinin grev boyunca söyledikleri şarkı: “aşk olsun da Netaş (işçileri) sana aşk olsun, iki kaşın arasına taş koydun” oldu. İşçiler, 12 Eylül faşist yasalarını çiğneyip geçti. Örneğin, yasa, “grev yerinde sadece en fazla 4 işçi grev sözcülüğü yapar” demesine karşın, yüzden fazla işçi bu görevi toplu olarak yerine getirmiştir. DİSK'e bağlı Maden-İş'in örgütlü olduğu iş yerinde grev başarıyla sonuçlandı. Bu grev, 1989 Bahar Eylemleri'nin öncüsü olmuştur. Ve Netaş grevinin başarısından sonra, tüm yasaklara rağmen grev ve direnişler yükselmeye başladı ve bu yükseliş dalgası 1989 Baharı'nda adeta grev patlaması yapacaktı.

 

 

 

Faşist cuntanın etkisinin zayıflaması ve işçi sınıfı içinde biriken öfke 1989 Mart’ından itibaren dışla vurdu. Özellikle kamu işyerlerinde çalışan işçiler, ücretlerin düşük olmasına ve gasp edilen diğer haklarının geri alınması için adeta ayağa kalktı ve yaygın bir grev ve direniş dalgası ülkeye yayıldı.

 

 

 

7 Mart-18 Mayıs 1989 arası yüzbinlerce işçinin katıldığı 224 grev oldu. Türk-İş gibi devlet sendikasının daha fazla örgütlü olduğu kamu işyerlerindeki direnişler artmış ve sarı sendika ağaları istemeye istemeye işçilerin direnişlerine boyun eğmişti. Çünkü yapılmak istenen toplu sözleşme yaklaşık 600 bin işçiyi kapsıyordu.

 

Bu yıllar içinde işçi sınıfının durumu ve mücadelesine dair işçi sınıfı üzerine araştırmalarıyla bilinen Aziz Çelik'ten bir aktarım: “Türk-İş’e bağlı 26 sendikanın oluşturduğu Koordinasyon Kurulu’yla üç kamu işveren sendikası arasında sürdürülen toplu sözleşme görüşmelerinde ilerleme sağlanamamasını protesto eden 600 bin civarında kamu işçisi 1989’un bahar aylarında üç ay boyunca etkili eylemler yaptı.”

 

 

 

Ve, alıntı uzun olsa da, A. Çelik'ten aktarmaya devam edelim: “1990’lı yıllar Türkiye işçi mücadeleleri tarihinde gerek katılan işçi sayısı ve gerekse grevde geçen işgünü açısından en yoğun grevlerin yaşandığı dönemdir. 1987, 1988 ve 1989’da yıllık ortalama 30 bin işçinin katıldığı grevlere 1990 ve 1991 yıllarında ortalama 160 binin üzerinde işçi katıldı. 1995 yılında ise greve katılan işçi sayısı 200 bine yaklaştı. 1995 yılı Türkiye tarihinde en çok işçinin greve çıktığı yıldır. Bu sayı 1960 ve 1970’lerin ortalamalarının çok çok üzerindedir. Bu grevler hem kamu hem de özel sektörde yaşandı. 1990 ve 1991 grevlerinin ezici çoğunluğu özel sektörde yaşanırken 1995’teki yoğun grevler kamu sektöründe yaşandı.

 

 

 

1990-1995 arası greve katılan işçi sayısı 605 bin civarına ulaştı. Grevde geçen iş günü sayısı ise 14 milyonu aştı. 1984-2013 arasındaki 30 yılda greve katılan işçi sayısının toplamının 809 bin ve grevde geçen iş günü sayısının 25 milyon gün olduğu düşünülecek olursa 1990-1995 arası grevlerin yoğunluğu çok daha iyi anlaşılabilir.  Son 30 yılın grevci işçilerinin yüzde 75’i 1990-1995 arasındaki 5 yılda greve katıldı.”16

 

 

 

1990'lı yıllara damgasını vuran işçi direnişlerinden biri de yaklaşık 60 bin madenciyi kapsayan Zonguldak Maden İşçilerinin grevi, Ankara yürüyüşü oldu. Grev 30 Kasım 1990 başladı ve sendika ağalarının ihaneti sonucu 6 Şubat 1991 yılında bitirildi.

 

Zonguldak Madenci direnişinin arifesinde birçok direniş ve grevler oldu. Türk-İş ilk defa 3 Ocak 1991 tarihinde işi durdurma kararı aldı. Bu eyleme 200 binden fazla işçi katıldı. İşçi sınıfı Türk-İş'i zorluyordu.

 

 

 

2000'li yıllara girildiğinde, bütün dünyada emperyalist sermayenin işçi sınıfına azgınca saldırısı karşısında, başta ABD olmak üzere bütün ülkelerde işçi ve emekçiler ayağa kalkmış ve direnişler gerçekleştirmişlerdi. Uluslararası emperyalist sermaye, kapitalizmin krizini bütünüyle işçi sınıfına yıkması karşısında halklar ayağa kalktı. Başta Kuzey Afrika ülke halklarının isyanları olmak üzere, Türkiye (Gezi), Mısır ve en son 2019 yılında tam 40 ülkede, doğrudan siyasal iktidarı hedef alan ayaklanma ve isyanlar, kitlelerin kapitalist sermayenin saldırısı karşısında susmadığını, eğer MLM bir önderlik olursa bu isyanların başarı kazanabileceğini gösterdi.

 

 

 

Bu yıllar içinde diğer önemli bir işçi eylemi ise 78 gün süren Tekel işçilerinin Ankara'da Türk-İş'in önüne çadır kurup direnişe geçmeleridir. TEKEL işçi eylemi, 15 Aralık 2009 tarihinde Türk-İş'e bağlı Tekgıda-İş Sendikası'na kayıtlı TEKEL işçileri tarafından Ankara'da başlatılan ve 4 Şubat 2010 tarihinde 1980 sonrasının en büyük toplu iş bırakma eylemiyle tüm Türkiye'ye yayılan işçi eylemidir. Bu eyleme katılan bir işçinin ; “buraya gelmeden önce 5 vakit namaz kılarken, şimdi 5 vakit komünizmi öğreniyoruz” sözü direnişin işçi sınıfına kendi sınıf bilincini de öğrettiğini göstermesi açısından önemliydi.

 

 

 

Ankara Tekel eylemi Gezi'yi hazırladı. Burjuvazinin azgınca işçi sınıfının tüm kazanımlarını parça parça gasp etmesi, var olan burjuva demokratik kırıntıları da yok etmesini, Gezi'yi (Haziran Ayaklanması) ortaya çıkaran sınıfsal sorunlar olarak ele alabiliriz. Haziran Ayaklanması, ekonomik nedenlerle değil, politik nedenlerle ve doğudan politik özgürlüklerin gasp edilmesi üzerine ortaya çıkmıştır. Temel istemde politik özgürlükler üzerindeki yasakların kaldırılması olmuştur.

 

 

 

Haziran Ayaklanması’nın sınıfsal niteliğini, işçi ve emekçiler dışında aramak anlamsız ve aynı zamanda sorunu çarpıtmaktır. Bu eyleme başından beri katılanlar işçi ve emekçilerdir. Bunun yanında şehir küçük burjuvazisi de güçlü bir şekilde eylemde yer almışlardır. Öğrenci gençliğin de yer alması, eylemin işçi ve emekçi eylemi olduğunu yadsımaz. Onlar da emekçi sınıfın içinde yer almaktadır. Ayrıca, kısmen laik orta sınıf da bu eylem içinde yer almıştır. Daha genel bir ifadeyle, mavi yakalı ve beyaz yakalı işçilerin güçlü bir şekilde katıldığı bir ayaklanma olmuştur. Özellikle büyük şehirlerin işçi semtlerinde direnişe katılımların kitleselliği bu savı doğrulamaktadır. İstanbul gibi büyük bir şehrin Gazi, 1 Mayıs Mahallesi, Sarıgazi, Kartal, Maltepe ve daha sayısız işçi semtlerindeki direnişler, işçi sınıfının katılımının büyüklüğü açısından özel bir yere sahiptirler.

 

 

 

Toplumsal hareketin devrimci dinamiği hiç kuşkusuz işçi sınıfıdır. İşçiler, hareketin içinde güçlü bir şekilde yer almalarına karşın, sınıfın örgütsüzlüğü ve sınıf bilincinden yoksunluğu, örgütlü bir şekilde, bu hareket içinde öne çıkmasını önleyen etmenlerin başında gelmiştir. Ancak, örgütlü gücünü kullanamamasının nedeni ise, sarı sendikaların onların önünde engel olmasındandır. Bu da işçiler içinde örgütlü ve etkin bir sınıf partisinin olmadığının göstergesi oluyor.

 

 

 

Bu ayaklanma öncesi, yıllardır Kürt Ulusal Hareketi’nin ayağa kaldırdığı, politize ettiği Kürt işçileri, yoksul köylüleri ve emekçileri vardı. Bu ayaklanma sırasında, ulusal hareket için oynadıkları rolü oynayamamışlardır. Bunun ilk nedeni, Türk işçi ve emekçileri üzerindeki sosyal şovenizmin etkisinin olmasıdır. Devletin milliyetçi-ırkçı politikasının geniş bir kesim üzerinde hala etkisini sürdürmesi, Kürt ulusal hareketine karşı uzak durmalarında önemli bir etken oldu. Ve bu ayaklanmanın öncesi devlet ile Kürt ulusal hareketi arasındaki “çözüm süreci”nin varlığı, Kürt ulusal hareketinin bu eylemde direkt yer almasının önünü de kesti.

 

 

 

Kendiliğinden halk ayaklanması içinde yer alan ve çatışmaların önünde yürüyen gençliğin, salt öğrenci gençlik olduğunu söylemek de yanıltıcı ve doğru bir belirleme değildir. Her toplumsal halk hareketinde, hareketin ileri mevzilerinde yürüyen ve çatışan işçi ve öğrenci gençlik olur. Haziran Ayaklanması’nın ileri mevzilerinde yer alanlarda bunlar olmuştur. Bu durum, genç insanların, başta sınıfsal konumları olmak üzere, dinamikliğiyle de yakından ilgilidir. Ayrıca, bunlar işçi ve emekçi sınıfından ayrı değil, onunla iç içe ve onun bir parçasıdır. Bazı “sol” liberallerin, işçi sınıfının devrimci dinamiğini yadsımak için ayrı bir gençlik “sınıfı” yaratmaları, bilinçli bir çarpıtma ve yanıltma çabasıdır.

 

 

 

Taksim Gezi Parkı’nda başlayan ve dalga dalga bütün Türkiye’yi kapsayan Haziran Ayaklanması ile birlikte Türkiye’de devrimci durum doruğuna çıktı. Ondan önce devrimci durumda yok denebilecek kadar çok az bir gelişme vardı. Ancak, bir kıvılcımla beraber, kitlelerin ayaklanması, bir devrim durumu ortaya çıkardı. Fakat, ayaklanmanın kendiliğinden olması, kitlelerin örgütsüzlüğü ve kendine devrimci diyen örgütlenmelerin ayaklanan kitleler içinde etkinliklerinin oldukça cılız olması, bu devrimci durumu bir devrime çevirmeye yetmedi. Hatta, eğer örgütlü bir kitle ayaklanması olsaydı, talepler daha ileri ve net olacağı gibi, taleplerin alınması ve kabul ettirilmesi daha kolay olabilirdi. Burjuvazi iyice köşeye sıkıştırılırdı. Elbette, her devrimci durum bir devrime yol açmayabilir. Bu ayaklanma özelinde de, öncesi ve sırasındaki öznel ve nesnel durumlar, bir devrim durumunu doğuracak koşullardan uzaktı.

 

 

 

Gezi, proleter öncünün önderliğinden yoksundu. Kitle hareketlerinin başarısı öncünün kitlelerle birleşmesi ve onlara önderlik etmesiyle olasıdır. Komünist önderlikten yoksun işçi sınıfı ve emekçi hareketleri bazen başarı kazansa da bu geçicidir. Bu da gösteriyor ki, komünist önderliğin işçi sınıfı içinde inşası ve geliştirilmesi, kitleler ile içiçe olması, kitlelerin güvenini kazanarak onları doğru politik hedeflere yönlendirmesini esas görevimiz haline getirmeliyiz.

 

Devrim için devrimin dinamiği ve öznesi işçi sınıfıdır. Bundan başka esas özne ve kitle temeli aramak, var olan gerçeklere gözleri kapayarak kitlelerden uzaklaşmak anlamına gelir. Acil görev işçi sınıfı ve kitleler içinde Bolşevik bir örgütlenme ve proletarya partisini burada inşa etmek olmalıdır. Gezi'den çıkarılması gereken temel öğreti budur.

 

 

 

7- İşçi Sınıfı İçinde Çalışma Tarzımız ve Öğrettikleri

 

1975'lerden itibaren proletarya partisi şehirlerde işçi sınıfı içinde örgütlendi. Proletarya Partisi’nin önderliğinde İleri Maden -İş ve Tüm Maden-İş (2015 yılında bu adla bir sendika daha kurulmuştur ve sözünü ettiğimiz sendikayla bir ilişkisi yoktur), Bank-Sen gibi sendikalar vardı ve Kadıköy Otosan'da işçiler içinde proletarya partisinin güçlü bir örgütlenmesi vardı. Örneğin, Otosan'da DİSK'e bağlı Maden-İş örgütlüydü. Maden-İş'in Kadıköy Şubesi seçimlerini, sınıf sendikacılığını savunan aday bir oyla kaybetti. Maden-İş ise bütünüyle revizyonist TKP’nin denetimi altındaydı ve yönetiminde TKP Merkez Komitesi üyeleri vardı.

 

 

 

Ancak, bu dönemin sendikal çalışma ve anlayışının sol olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu dönemde sendikalar, işçi sınıfının ekonomik-demokratik bir örgütlenmesi değil, adeta bir parti gibi ele alınmış ve programlarında ve yayınladıkları bildirilerde, komünist partisinin kullanabileceği hedefler savunulmuştur.

 

 

 

Örneğin İleri Maden-İş'in örgütlendiği ve grev yaptığı bir iş yerinde, işyeri sahibi; “İleri Maden-İş ile toplu sözleşme yapmak TİKKO ile anlaşma yapmaktır”, “TİKKO ile anlaşma yapmaktansa DİSK ne isterse imzamı atarım” demiştir. Yine İleri Maden İş'in çıkardığı dergi bir nevi parti yayın organı yayınlanmış, içerik açısından parti yayınlarıyla sendika yayını arasında bir fark bulunmuyordu.

 

 

 

Bu örneklerinde gösterdiği gibi teorik olarak eleştirilen ve karşı çıkılan Anarko sendikalist anlayışlar, pratikte öne plana çıkmıştır. Bu tür sol anlayışlar genelde diğer devrimci örgütlenmelerde de vardı. Devrimci durumun var olduğu bir koşulda genelde sol anlayışlar öne geçer. Ne var ki, proletarya önderliğinde devrim yapmak isteyen işçi sınıfının öncü partisi, sol ve sağ anlayışlara prim vermeden uzun vadeli mücadeleyi dikkate alarak, illegal ve legal çalışma ve örgütlenmenin diyalektik bağlarını doğru kurmalıdır. Sendikal çalışma ve sendikal örgütlenmeyle parti örgütlenme ve çalışmasını birbirine karıştırmamalıdır.

 

Bu nedenle işçi sınıfı içinde uzun süreli, sabırlı ve daha geniş işçi kitlelerini kapsayıcı bir örgütlenme yaratılamadığı gibi, sendikaların yasaklandığı bir süreçte kalıcı örgütlenmeler yapılamadı.

 

 

 

Kapitalistlerin, kendi sınıfsal çıkarları gereği, elbette illegal devrimci bir örgüt olan TİKKO ile değil reformist DİSK'le anlaşma yapmak istemesi kadar doğal bir şey yoktur. Ancak, yine de bu objektif durum sendikal çalışma tarzı ile parti çalışmasını aynılaştırılmasını haklı çıkarmaz.

 

 

 

Bu dönemde proleter hareket açısından teorik olarak kırsal alandaki mücadele esas alınsa da, işçi sınıfı içindeki çalışma ön plana çıkmıştı. Bunu varolan nesnellik zorlamıştı. Başka türlü de olamazdı. Çünkü, şehirlerde işçi sınıfının mücadelesi toplumsal gelişmelere ve sınıflar arası mücadeleye damgasını vuruyordu. Köylülük her geçen gün hızla erirken aynı oranda işçi sınıfı nicel olarak da gelişiyordu.

 

 

 

12 Eylül 1980 öncesi Otasan'daki örgütlenmenin yanı sıra daha birçok fabrikalarda küçümsenmeyecek örgütlenmeler yapılmıştı. İzmit ve İzmir'de de aynı şekilde fabrikalarda işçi örgütlenmeleri yapılmıştı ve işçi sınıfı proletarya partisini tanıyordu. Burada hemen anımsatalım 1975 yılında İstanbul Pendik'te kurulu ELKA fabrikasındaki grevi proletarya partisi örgütlemişti.17 Elka'da kazanılan birçok işçi daha sonra proletarya partisi saflarında aktif olarak mücadeleye katılmıştır.

 

 

 

Yine bu dönemde proleter hareketin Bursa'da Otomobil fabrikalarında yeni yeni ilişki kurduğunu ve özellikle Bursa Orhangazi ilçesinde kurulu Asil Çelik Fabrikası’nda çok etkin bir çalışmasının ve örgütlenmesinin bulunduğunu hatırlatmak gerekir. Yine, bu dönemde Bursa Merinos Fabrikasında doğrudan proletarya partisine bağlı parti komiteleri kurulmuştu.

 

 

 

Ne var ki, proleter hareketin işçi sınıfı içindeki örgütlenmenin uzun vadeli ele alınmaması sınıf içi çalışmasına ve sınıfla daha sıkı ve derinlemesine bağ kurulmasına engel oluyordu.

 

Bu nedenle proleter hareketin İleri Maden-İş, Tüm maden-İş, Bank-Sen ve daha başka sendikalardaki çalışmaları ve özellikle Otosan, Petkim, Tüpraş gibi yerlerdeki örgütlenme ve çalışmalar tam olarak değerlendirilemedi.

 

 

 

Proleter hareketin yönelimi işçi sınıfını örgütleme ve onun üzerinden partiyi inşa etme anlayışı daha ileri ve üst boyuta taşınamadığı için, Askeri Cunta gelir gelmez bütün örgütlenme ve çalışmaları durma noktasına geldi, ağır bir yenilgi alındı.

 

Somut koşulların somut analizi MLM olmanın temel öğretisidir. Bu yapılmadan proletaryanın öncüsü, öncülük görevini asla yerine getiremez. Bu bilinçle hareket edildiğinde işçi sınıfı içinde güçlü örgütlemeler yaratabilir, proletarya partisi işçi sınıfı ve kitleler ile buluşturabilir.

 

 

 

Kaynaklar

 

1 Lütfi Erişçi, Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi, sf. 4, pdf

 

2 Dimitır Şişmanov, Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi Kısa Tarihi (1908-1965) sf. 32, Belge     Yayınları, 1990

 

3 Aktaran L. Erişçi, age, Devleti Osmaniyenin 1313 senesine mahsus istatistik umumisi, İstanbul                      1316

 

4 Dimıtri Şişmanov, age, sf.39

 

5 L. Erişçi, age

 

6 Yüksel Akkaya, Türkiye'de İşçi sınıfı ve Sendikacılık Kısa Özet-1, Praksis (5) 2002, sf. 131-176

 

7 Der. DONALD QUATAERT - ERİK JAN ZURCHER „Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine işçiler

 

                1 8 3 9 -1 9 5 0“ sf. 159, İletişim Yayınları

 

 

 

8 Dimitri Şişmanov, Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi kısa Tarihi (1908-1965), sf. 130

 

9 Meltem Tekerek, Cumhuriyet Halk Partisi İktidarında İşçiler (1923-1938), Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları       Dergisi, XX/40 (2020-Bahar ss. 175-199.

 

 

 

10 Yüksel Akkaya, Türkiye'de İşçi sınıfı ve Sendikacılık Kısa Özet-1, Praksis (5) 2002, sf. 131-176

 

 

 

11 Akataran, L. Erişçi, age, sf. 20,  Sanayi İstatistikleri. İstanbul 1927.

 

 

 

12 Der. DONALD QUATAERT - ERİK JAN ZURCHER „Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine İşçiler

 

            1 8 3 9 -1 9 5 0“ sf. 159, İletişim Yayınları

 

 

 

13  Yıldırım Koç, Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi Osmanlı'dan 2010'a, sf. 131, epos Yayınları, 2010

 

 

 

14 Dimitri Şişmanov; Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi Kısa Tarihi (1908-1965), sf. 152, Belge             Yayınları

 

 

 

15 Y. Koç, age, sf. 169

 

 

 

16 Hazırlayan Mete Kaan Kaynar, Türkiye'nin 1950'li Yılları, sf. 71, İletişim Yayınları

 

 

 

17 İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, sf. 277-278, Umut Yayımcılık

 

 

 

18 Yusuf Köse, Tarihin Önünde Yürümek, sf.41, El Yayınları

 

 

 

19 Netaş, (Northern Elektrik Malzemeleri Fabrikası) Kanadalı Northern Tewkeli ile PTT'nin 1969              yılımnda İstanbul Ümraniye'de kuruluydu. Şimdi Tuzla'da. Şirketin %15'i TSK Güçlendirme             Vakfı'na ait.

 

20 https://m.bianet.org/bianet/emek/161305-isci-sinifinin-ayaga-kalktigi-yillar

 

21 https://blog.milliyet.com.tr/elka-grevi---ibretlik--/Blog/?BlogNo=281328


TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)