Yüzyıldır Tarihin Dışında Bir Rejim: TC!
Türk devletinin
kuruluşunun yüzüncü yılında, Türk devletinin kuruluşu ve adına “Milli Mücadele”
ya da “Kurtuluş Savaşı” denilen süreci ve bu sürece önderlik eden sınıfları
kısaca ifade etmek, Türk devletinin hangi temeller üzerinden yükseldiğini ve
sınıfsal niteliğini tanımlamak açısından önemlidir.
Başlarken ifade etmek
gerekir ki, komünistler açısından bu sorunun yanıtı yarım asır önce İbrahim
Kaypakkaya tarafından netliğe kavuşturulmuştur. İbrahim Kaypakkaya’nın
“Kurtuluş Savaşı” ve özellikle Kemalizm tahlili bu açıdan yeterlidir. Bu
nedenle ayrıca bir değerlendirme yapmak gereksizdir.
Buna rağmen -aradan yüzyıl
geçtikten sonra bile-, halen Türk devletinin kuruluş sürecini ve dahası bu
sürecin coğrafyamız sınıflar mücadelesi açısından “ilerici” olduğunu
savunanların var olması, bu tezleri savunan çevrelerin sınıfsal niteliğiyle
açıklanabilir ancak. Ve bu objektif durum, ister istemez bizleri yeniden ve
yeniden “Kemalist Devrim” denilen harekete dair söz söylememizi zorunlu
kılmaktadır.
Günümüzde Türk
devletinin kuruluşunu ve özellikle Cumhuriyet’in ilanını burjuva demokratik
devrim olarak tanımlayan ve dahası yine bu “devrime önderlik edenlerin devrimi
yarım bıraktığı”nı savunup, kendine politik bir görev biçenlerin varlığında bu
zorunluluk ister istemez önem kazanmaktadır.
Aradan yüzyıl
geçtikten sonra adına “Kemalist Devrim” denilen harekete önderlik edenlerin
esas hareket noktalarının Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının ardından ortaya
çıkan gelişmelere karşı sınıfsal bir refleks içinde, kendilerine dayatılan
sömürge yapıya itiraz ettikleri; bu amaçla kuruluş gerekçeleri “Ermeni ve
Rum isteklerine karşı gelmek” olan soykırımcı İttihat Ve Terakki artığı “Müdafaa-i Hukuk
Cemiyet”lerini birleştirerek, bir “Milli Mücadele” örgütledikleri ve dönemin
galip emperyalistleriyle yarı-sömürge bir yapıda anlaşarak devlet
örgütlenmelerini yeniden kurdukları ifade edilebilir.
Bu anlamda TC devleti Osmanlı devletinin sömürge, yarı-sömürge
yarı-feodal yapısının doğrudan sömürgeliğinin yerine yarı-sömürge yarı-feodal
yapısının devamı olarak kendini var etmiştir.
İşte adına Kemalist Devrim denilen hareket bu durumu
netleştirmiştir. Bu anlamıyla “Milli Mücadele” denilen süreç gerçek anlamda bir
ulusal kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesi değil başından sonuna kadar dönemin
emperyalist güçleriyle anlaşma/uzlaşma süreci/mücadelesi olmuştur.
Dönemin politik koşulları ve özellikle “Milli Mücadele”ye
önderlik edenlerin taktik ustalıkları bu sürecin kendileri açısından
başarıya ulaştırılmasında tayin edici olmuştur.
Bu açıdan Türk ulus
devletinin tarihsel olarak ortaya çıkışı ve kendini var etmesi, ortaya çıktığı
tarihsel koşullardan bağımsız değildir.
Dahası
I. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında savaş yorgunu olan galip emperyalist
güçlerin 17 Ekim Devrimi’yle ortaya çıkan esas tehlike karşısında, “Milli
Mücadele”ye önderlik eden güçlerle anlaşması, onların görünüşte bağımsız
gerçekte ise emperyalist kapitalist dünya sistemi içinde yer alacağını ilan
eden bir devlet örgütlenmesine Lozan’da evet demeleridir söz konusu olan.
Kabaca “Türk
devletinin kuruluşunun anti emperyalist bir mücadele sonucunda, sonradan
Kemalist olarak adlandırılacak kadrolar tarafından bir devrimle
gerçekleştirildiği” tezi, TC devletinin kuruluşunun ilk on yıllarında, iktidar
kendisini sınıfsal olarak tahkim ettiği oranda, devletin ideolojik aygıtları
tarafından (kendine sol
diyen Kadro Hareketi ve dönemin Şefik Hüsnü önderliğindeki T“K”P gibi çevreler)
üretilmiş ve propaganda edilmiştir.
Bu propagandanın
dönemin koşulları içinde özellikle işçi sınıfı ve emekçi hareketi ve Kürt
ulusal hareketleri gibi, devlet iktidarını tehdit eden gelişmeler karşısında
daha da artırıldığı, TC devletinin iktidarı kendini sağlamlaştırdıkça bu
argümanların daha fazla piyasaya sürüldüğü bir gerçektir.
İlginçtir cumhuriyet
yüzyılının ikinci yarısında başta işçi sınıfı ve öğrenci gençlik hareketi olmak
üzere, kitle hareketlerinin yükseldiği dönemde de yine bu tez gündeme
getirilmiş ve “Kuvayi Milliye” hareketi ve TC devletinin kuruluşu, ilericilik
ve devrimcilik adına olumlanarak propaganda edilmiştir.
Dönemin “eski tüfek” kimi T“K”P kadrolarından, devrimci
önderlerine kadar bir dizi çevre kendilerini “İkinci Kuvayi Milliye Hareketi”
olarak tanımlamış ve M. Kemal’in yarım bıraktığı “devrim”i tamamlamayacaklarını
propaganda etmişlerdir.
Bu kafa karışıklığına karşı öncelikle şunu ifade etmek gerekir.
“Milli Mücadele”
dönemin koşulları içinde ortaya çıkmış ve sonradan dönemin emperyalist
güçleriyle uzlaşma/anlaşma sağlanıp, rejim kendini tahkim ettikçe bir devrim
olarak propaganda edilmiştir. Sonradan Kemalist olarak adlandırılan M. Kemal’in
ve çevresinde toplanan kadroların önce “Milli Mücadele” ve ardından da
iktidarlarını sağlamlaştırmak için attıkları adımlarla yeni rejimin kurulması,
bir burjuva demokratik devrim olarak propaganda edilmiştir.
Bu anlamıyla Kemalist Devrim
denilen “şey”in bir burjuva demokratik devrim olup olmadığı sorusu önem
kazanmaktadır.
Bir yanılsamadan daha fazlası:
“Kemalist Devrim”!
Toplumlar tarihinin sınıflar mücadelesi tarihi
olduğunu kabul edenler açısından burjuva sınıfının ortaya çıkışı ve tarihsel
olarak 1789 Fransız Devrimi’yle iktidarı ele geçirdiği bilinmektedir.
Burjuvazi eskiyi temsil eden feodal sınıfa karşı yanına
işçileri ve köylüleri alarak bir devrimle iktidarı ele geçirmiştir. Bu tarihten
sonra burjuvazi, şu veya bu yöntemle, devrimle ya da uzlaşarak feodal sınıfı
tasfiye etmiş, kendi sınıf iktidarını tesis etmiştir.
Burjuvazi 1848 devrimleriyle
işçi sınıfı ayağa kalktığında ise gerçek sınıf düşmanının “farkına varmış”,
kendi mezar kazıcısı olan işçi sınıfını gerçeğiyle yüz yüze kaldığı için ürkmüş
ve kendisine karşı işçi sınıfının önderliğindeki bir devrim olasılığına karşı
gericileşmiştir.
Burjuvazinin
gericileşmesi olgusu kapitalizmin emperyalist aşamaya ulaşmasıyla dünya çapında
bir gerçeklik halini almıştır. Ve nihayet işçi sınıfının önderliğinde
gerçekleşen 1917 Ekim Devrimiyle birlikte, bütün dünyada burjuva önderliğinde
eski tip devrimler dönemi kapanmış, proletarya önderliğinde yeni-demokratik
devrimler ve sosyalist devrimler dönemi açılmıştı.
Artık çağ değişmiş emperyalizm ve proleter devrimler çağına
girilmişti.
Burjuvazi, bütün
dünyada başta işçi sınıfı olmak üzere halk hareketlerinden korkar hale
gelmişti.
İşte TC devletinin
kuruluş süreci tam da bu tarihsel alt üst oluşun yaşandığı, sınıflar
mücadelesinde yeni bir çağın başladığı döneme denk gelmiştir.
!!!!!!_Bu nedenle, TC rejiminin kuruluş sürecini
doğrudan 1789 Fransız Burjuva Devrimi’yle birebir
ilişkilendirmek/karşılaştırmak hatalı olacaktır. Çünkü artık çağ
değişmiş, başka koşullar hakim hale gelmiştir.!!!!
Kuşkusuz 1789 burjuva
devrimi, coğrafyamız sınıf mücadelesini etkilemiştir. Ancak bunun oldukça geç
bir tarihte olduğunu, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı’da ortaya
çıkan gelişmelerden biliyoruz. İlan edilen Meşrutiyetler ve 1908 devrimi bu
sürecin ürünü olarak şekillenmiştir. Ne var ki yukarıda ifade ettiğimiz
koşulların değişimi ve burjuvazinin gericileşmesi nedeniyle, özellikle Doğu
Avrupa’da ve Asya’da ortaya çıkan ve gelişen ulusal hareketler, eylemlerinde
başarılı olmalarına rağmen sömürge yapıyı yarı-sömürge yapıyla değiştirmekten
ileri gidemediler; yarı-feodal yapıyı ise olduğu gibi muhafaza ettiler.
Burjuvazi ve
toprak ağaları sınıfları ittifak kurarak emperyalizmle işbirliğine girişmek
zorunda kaldılar. Diğer bir ifadeyle burjuvazi
ilerici barutunu tükettiği için, iktidarı almak için gerici olan ne varsa
onunla işbirliğine girdi ve uzlaştı.
Dolayısıyla sonradan
“Kemalist devrim” ve “burjuva demokratik devrim” ya da “yarım kalmış burjuva
demokratik devrim” olarak adlandırılan hareket; mutlaka ama mutlaka ortaya
çıktığı tarihsel koşullarla birlikte değerlendirilmelidir.
Adına sonradan “Kemalist Devrim” denilen
hareket, burjuva demokratik devrimler sürecinde ya da “ulusal kurtuluş
savaşları çağı”nda değil “emperyalizm ve proleter devrimler çağı”nda ortaya
çıkmış ve kaçınılmaz olarak bu çağın özellikleriyle karakterize olmuştur.
1917 Ekim Devrimi’yle
birlikte, karakteristik olan şey, -ki Kemalist hareket bundan ayrı ve kendine
özgü (sui genesis) değildir-, “burjuva önderliğinde devrimlerin sona ermesi,
burjuvazinin dünya çapında gerici çizgiye kayması, devrimden korkar hale gelmesi,
buna karşılık proletaryanın devrimci eyleminde büyük bir yükselmenin ortaya
çıkması, Doğu’da eski tip burjuva-demokratik devrimlerinin sona ermesi,
proletarya önderliğinde yeni tip demokratik devrimlerin başlaması ve bunların
Sosyalist Sovyetler Birliği’yle birleşmesidir.
1917 Ekim Devrimi ile başlayan yeni
tarihi döneme özelliğini veren ve damgasını vuran şeyler bunlardır. Bu yüzden,
sözkonusu tarihi dönem,
“milli kurtuluş savaşları çağı” değil, “proleter
devrimleri çağı”dır.”
(İbrahim Kaypakkaya, Bütün Eserleri,
Nisan Yayıncılık)
Özetle; adına
“Kurtuluş Savaşı” denilen hareketin gelişiminin bu tarihsel kesitte yaşanması,
onun sınıfsal niteliğini de doğrudan etkilemiştir.
Nitekim tam da bu
gerçek nedeniyle Mao Zedung yoldaşın “Kemalist
devrimin, proleter devrimleri çağında yer almasına rağmen, dünya proleter
devrimlerinin bir parçası değil, eski burjuva demokratik devrimlerinin bir
parçası olduğu” değerlendirmesi isabetlidir.
(Aktaran İ.Kaypakkaya)
Klasik burjuva
devrim, feodalleri yıkmak için işçi sınıfı ve köylülerden destek alırken,
emperyalizm ve proleter devrimler çağında gelişen burjuva hareketler,
burjuvazinin sınıfsal tecrübesinin de etkisiyle işçi sınıfı ve halk
hareketlerine karşı gelişti, bu hareketleri bastırmayı sınıfsal bir görev
olarak algıladı ve uyguladı.
Nitekim “Kemalist
Devrim” denen hareket tam da bunu yaptı.
Bırakalım demokratik
olmayı, işçi sınıfı ve halk hareketine, demokratik devrim olanak ve ihtimaline
karşı gelişti. Kendi iktidarını tahkim ettikçe de işçi sınıfı ve halk
hareketlerine, kendi iktidarını tehdit eden Kürt ulusal hareketleri gibi
gelişmelere azgın bir faşist terörle yöneldi. Tarihsel gerçekler bunu
fazlasıyla göstermektedir.
Öte yandan “Kemalist
Devrim”in içinde bulunduğu çağa değil de, bir önceki çağa ait olması gerçeği,
bu harekete önderlik eden sınıf(lar)ın sınıfsal niteliği açısından da
önemlidir. “Milli Mücadele” denilen süreçte, “emperyalizme karşı verildiğini
iddia ettikleri” savaş, işçi sınıfı ve halk hareketine karşı gelişmiş ve
iktidarı ele geçirdiği oranda gerici sınıfsal niteliği daha da
belirginleşmiştir.
Nitekim hareketin
daha emperyalizme karşı kurtuluş savaşı verildiğinin iddia edildiği süreçte ve
dahası bu sürecin başlarında önce İtalyanlar ardından da Fransızlarla anlaşma
yoluna gitmiştir.
Diğer yandan, bu
harekete önderlik edenlerin sınıfsal niteliği ortaya konulduğunda, hareketin
hedefinin burjuva demokratik anlamda dahi bir devrim gerçekleştirmek olmadığı,
hareketin ortaya çıktığı koşulların karakteristik özelliklerine göre, siyasal
iktidarı dönemin emperyalistleriyle uzlaşarak ele geçirdikleri daha net olarak
görülür.
Her şey bir yana
örneğin bu hareketin önderlerinin, emperyalizme karşı bir ulusal kurtuluş
mücadelesi vermek amacıyla harekete katılmak isteyen TKP önderliğini, doğrudan
örgütledikleri bir komployla Anadolu’ya davet edip katlettikleri ve dahası hem
Sovyetler Birliği’nden yardım almak hem de dönemin emperyalistlerine şantaj
yapmak için sahte bir komünist partisi bile kurdurdukları bilinmektedir. Yine
bu hareketin önderleri daha “Milli Mücadele” içindeyken kendi denetimleri
dışında, halkçı özellikler taşıyan örgütlenmeleri çeşitli yol ve yöntemlerle
bastırıp dağıttıkları da ortadadır.
Harekete önderlik
edenler en başından itibaren sadece dönemin emperyalistleriyle uzlaşma çabası
içinde olmamışlar aynı zamanda, emperyalist işgale karşı gerçek anlamda direniş
ve örgütlenmeleri de bastırmışlardır. Bu eylemlerin asıl hedefi olası bir demokratik
devrim ihtimalini bastırmak olduğu kadar, dönemin emperyalist güçlerine de
mesaj vermekti.
“Milli
Mücadele” önderliğinin sınıfsal karakteri
Kemalist hareket daha
“Milli Mücadele” yılları içinde emperyalistlerle uzlaştıktan ve nihai olarak
iktidarı ele geçirdikten sonra, bu hareketin eylemi emperyalizme karşı bir
devrim olarak propaganda edilmiştir. Bunda iktidarı ele geçiren sınıfların
kendi iktidarlarını meşrulaştırma ve halk kitleleri üzerinde rıza üretme çabası
belirleyici olmuştur. Dahası Kemalist devrimin emperyalizme karşı gerçekleştirilen
“ilk devrim” olduğu, “bağımsızlık savaşıyla Asya’nın ve Afrika’nın ezilen
halklarına umut olunduğu” gibi,
gerçeklerden uzak bir propaganda yürütülmüştür.
Oysa sonradan Kemalist Devrim olarak
adlandırılacak bu süreçte, bu harekete önderlik edenler en başından beri
İttihat ve Terakki içindeki Türk komprador büyük burjuvazisi, toprak ağaları,
eşraf ve tefecilerdir.
“Milli Mücadele”ye önderlik edenler, Müdafaa-i
Hukuk Cemiyetleri içinde örgütlenen, çoğu ticaretle uğraşan Türk komprador
büyük burjuvaları, toprak ağaları, tefeciler, kasabaların eşraf takımı ve
ulusal karakterdeki orta burjuvazidir.
Bu sınıflar “Kurtuluş Savaşı”na
önderlik etmişleridir.
Ulusal karakterdeki orta burjuvazi, harekette önemli bir rol
oynamakla birlikte, tayin edici olmamıştır. Harekete damgasını vuran Türk
komprador büyük burjuvaları ve büyük toprak ağaları olmuştur. Bu sınıfların
sınıfsal çıkarları için bir “Milli Mücadele” yürütülmüştür.
Kimdir bu sınıflar?
Önce Abdülhamit Diktatörlüğüne karşı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde (İTC)
örgütlenen Türk burjuvazisinin, subaylar ve kimi feodallerle birlikte “1908 Jön
Türk Devrimi”ne önderlik eden ve iktidarı ele geçirdikten sonra ise o günün konjonktürel
gelişmeleri ve Osmanlı’nın yarı-sömürge yapısı nedeniyle Alman emperyalizmiyle
işbirliğine girişen ve bu işbirliği sayesinde özellikle bir kısmının giderek
palazlanmasıyla ortaya çıkan Türk büyük burjuvazisidir.
Öte yandan bu dönemde
Abdülhamit iktidarı sırasında gelişen ve genellikle azınlık milliyetlere mensup
komprador burjuvazi varlığını devam ettiriyordu. İTC iktidarı birinci kesiminin
sınıfsal çıkarlarını temsil ediyordu. Türk burjuvazisinin büyüyen ve
kompradorlaşan kanadı, -Türk komprador büyük burjuvazisi-, birinci emperyalist
paylaşım savaşı sürecinde savaş araç ve gereçleri alım satımı, vagon tekeli,
zorunlu ihtiyaç maddeleri üzerinde yapılan vurgunlar, vb. yoluyla muazzam
zenginleşti. Büyük servetler, sermayeler edindi.
Ne var ki paylaşım savaşında Alman emperyalizminin yenilgiye
uğraması, Alman emperyalizmiyle işbirliği içinde hareket eden bu kesimin
hakimiyetini de tehlikeye düşürdü. Dahası emperyalist paylaşım savaşında başta
soykırım olmak üzere işlenen suçların varlığı ve bu sınıfların ellerindeki
servetleri kaybederek kesin tasfiyesi tehlikesinin baş göstermesi, bir yandan
bu sınıfları emperyalist paylaşım savaşının galipleriyle uzlaşma/anlaşma
yollarını aramaya, diğer yandan ise bu amacı güçlendirmek için özellikle “Ermeni
ve Rumların geri dönme ihtimaline karşı” ortaya çıkan Müdafaa-i Hukuk
Cemiyetleri’ni tek bir çatı altında toplama ve bir direniş örgütlemeye itti. Bu
direnişe de “Milli Mücadele” adı verildi.
Bu sınıflar “devrimci olmadıkları halde” neden bir “Milli
Mücadele” vermişlerdir? Bu sorunun yanıtı basittir. Emperyalist paylaşım
savaşında yenilen ve tarihsel süreci sona eren Osmanlı Devleti’nin
hakimiyetindeki pazarın doğrudan bir sömürge olmasına karşı bir itiraz söz
konusudur. Koşullar Türk burjuvazisini “devrimci” kılmıştır! Ancak bu
devrimcilik en başından itibaren bir bağımsızlıktan çok emperyalizmle
uzlaşma/anlaşma amacındadır. Sömürge olmaya itiraz, yarı-sömürgelikte karar
kılmadır.
“Bu koşullar altında,
Türkiye, Avrupa kapitalistlerine yenilmiş olsaydı, yabancılar en kısa zaman
içinde bütün ticareti ve sanayii ele geçireceklerdi. Türk burjuvazisi bir ölüm
kalım sorunu ile karşı karşıya idi. Kapitalistlerin işgali altındaki liman şehirleri
olmazsa, devlet kendilerini desteklemezse, yabancılara verilen imtiyazlar devam
edip Türkiye her bakımdan yabancı kapitale bağlı kalırsa, yurdun öz ticareti ve
sanayii er geç ölecekti. Tüccarı, sanayiciyi, tarım ürünlerini yabancı ülkelere
satan ağa ve büyük toprak sahiplerini devrimci kılan işte bu tehlike idi.
Köylü, işçi ve küçük esnafın kapitalistler ve toprak ağalarına karşı duyduğu
hoşnutsuzluk, ustalıkla yabancı kapitalistlerle mücadeleye dönüştürüldü. Bunun
için devrim, bütün yurda yayılarak milli bir karakter aldı”.
(Şnurov’dan aktaran İbrahim Kaypakkaya, age)
Burada hemen belirtmek gerekir ki Türk komprador burjuvazisi
ve büyük toprak ağalarının bir kısmının direniş nedeninin asıl motivasyonu
yabancı kapitalistler de değildir. Özellikle Ermeni-Rum ve Süryani soykırımının
gerçekleştirildiği bölgelerde, bu ulus ve milliyetlerin servetlerine ve
mallarına çökenler, Ermeni ve Rumların geri dönme ve gasp edilen mülklerini
geri alma ihtimaline karşı “Milli Mücadele”ye katılmışlardır. “Milli
Mücadele”nin üzerinde yükseldiği Müdafaa-i Hukuk örgütlerinin asıl olarak Ermeni
ve Rum soykırımının gerçekleştirildiği yerlerde kurulması ve dahası bu
derneklerin kuruluş amaçları arasında “Ermeni ve Rum tehlikesine karşı” olması
bu açıdan anlamlıdır.
Diğer bir ifadeyle
sadece sömürgeleşme tehlikesine değil aynı zamanda Ermeni ve Rumlardan gasp
edilen mal ve servetlerin geri verilmesi ihtimaline karşı da bir direniş söz
konudur. Bu Müdafaa-i Hukuk örgütlenmelerinin dönemin emperyalist güçleriyle
ilişkileri ve bu güçlere yönelik talepleri bu direniş motivasyonunu fazlasıyla
özetlemektedir.
Nitekim “Milli
Mücadele”den kısa bir süre sonra yapılan doğrudan gözlemlerden bu sınıfın nasıl
ortaya çıktığına dair şu doğru şu vurgular önemlidir: “Türkiye’nin çeşitli
bölgelerinde yaptığımız soruşturmalardan öğreniyoruz ki, ağaların ve büyük
toprak sahiplerinin bir kısmı da, aynı şekilde yani boşalan Ermeni ve Rum
topraklarına el koyarak ortaya çıkmışlardır. Demek oluyor ki, eski komprador
burjuvazinin bir kısmının (ki bunlar çoğunlukla azınlık burjuvazisi idi) ve
toprak ağalarının bir kısmının hakimiyeti yerine, komprador burjuvazinin ve
toprak ağalarının başka bir kesiminin hakimiyeti geçmiştir.”
(Şnurov’dan Aktaran, İK, age)
Rejimin inşası ve
tahkim edilmesi
Dört yıl gibi oldukça
kısa bir süren “Milli Mücadele”yle sömürge, yarı-sömürge ve yarı-feodal
toplumsal formasyonun yerini yarı-sömürge ve yarı-feodal bir toplumsal
formasyon almış, Kemalistler devamcısı oldukları İttihatçılar gibi yarısömürge
yapıyı olduğu gibi muhafaza etmişlerdir. Öte yandan Kemalistler, İttihatçıların
yarım bıraktıkları kimi adımları da tamamlamışlardır. Örneğin saltanatı ve
halifeliği kaldırmışlar, cumhuriyet ilan etmişlerdir vb.
Geçerken belirtelim.
Kemalist iktidarın dönemin koşulları gereği attığı bu türden adımları “devrimin
doğal sonucu” olarak tanımlamak ve “devrimin kazanımları” olarak propaganda
etmek günümüzde kendisine ilerici diyen kimi çevreler tarafından savunulmaktadır.
Oysa iktidarı ele geçiren komprador burjuvazi ve toprak ağaları açısından bu
adımlar, “taçların ve şahların devrildiği” o günün koşulları içinde biçimsel
olmaktan öte bir anlam taşımamaktadır. Temel mesele o günkü koşullarda ele
geçirilen iktidarın sağlamlaştırılmasıdır. Bu amaçla toplumsal dayanağı ortadan
kalkmış ve içinden geçilen tarihsel süreç açısından eskimiş kurum ve unvanların
lağvedilerek, kendi iktidarlarını güçlendirme adımları atmaları eşyanın tabiatı
gereğidir.
Bu ilerici ve
devrimci bir hamleden ziyade zaten eskimiş ve yıpranmış kurumların yerini, yeni
iktidarın tesis edilmesine hizmet edecek yeni kurum ve unvanların
örgütlenmesinden başka bir şey değildir. Saltanatın yerini cumhuriyet,
hilafetin yerini diyanet almış, iktidar ilişkileri ise korunarak
sürdürülmüştür. Elbette, saltanata yakın kompradorlar, toprak ağaları, ulema ve
feodaller güç kaybetmişlerdir. Ancak yüzyıl başında başlayan ve 1908 devrimiyle
iktidar olan komprador burjuvazi ve büyük toprak ağalarının iktidarı sürmüştür.
Burada önemli olan
hususlardan birisi de “Milli Mücadele”ye önderlik eden komprador burjuva ve
büyük toprak ağalarının yanında Milli Mücadele’de etkin olan Türk ticaret
burjuvazisinin bir kısmının da kompradorlaşmasıdır. Elbette “Milli Mücadele”
sonrasında eski toprak ağalarının önemli bir kısmı hakimiyetlerini devam
ettirmişlerdir.
İktidarı ele geçiren
Türk burjuvazisinin bir kısmı zaten “Milli Mücadele” öncesinde de komprador
nitelik taşımaktadır. Bunun yanında bir kısım burjuvazinin -ki devlet
olanaklarını kendi çıkarları için kullanan- komprador niteliği ise, “Milli
Mücadele”den hemen sonra başlamış ve bunlar gittikçe de daha çok
kompradorlaşmıştır.
Bu burjuva
kesimlerinin “Milli Mücadele” sırasında İtilaf Devletleri olarak adlandırılan
dönemin galip emperyalist güçleriyle başlayan gizli kapaklı siyasal ilişkisi ve
işbirliği, savaş sonrasında ekonomik alanda da devam etmiştir.
TC rejiminin
kuruluşuyla birlikte bu işbirliği “ülkenin kalkınması adına” daha da
geliştirilmiştir. Bu nedenle “Milli Mücadele”yle zaten tasfiye edilmeyen, -ki
Milli Mücadele’nin böyle bir hedefinin olmadığına değindik-, yarı-sömürge
yarı-feodal toplumsal formasyon derinleşerek sürmüştür. “Kemalist Devrim”
denilen sürecin, rejimin kuruluşu ve sonrasındaki pratiği de gerçekte bu
hareketin bir burjuva demokratik devrim olmadığına fazlasıyla kanıt
sunmaktadır. İktidarı ele geçiren komprador büyük burjuvazi ve büyük toprak
ağaları sınıfları, siyasal temsiliyetlerini, devletin kurucu partisi CHP içinde
ifade etmişlerdir.
Rejimin kuruluşu ilan
edildikten sonra adım adım önce hakim sınıf klikleri içinde farklı eğilimleri
barındıran kesimler, çeşitli gerekçelerle tasfiye edilmiş ve tek parti
diktatörlüğü kurulmuştur. Hakim sınıf kliklerinin bütün eğilimleri kendilerini
iktidardaki tek parti CHP içinde ifade etmişlerdir. Bu dönemde “demokrasi”
söylemleri adı altında kurulan ya da kurulmasına izin verilen partiler ise
gerçekte, halk kitlelerinin kurulan yeni rejime duyduğu tepkiyi giderme ve
dahası gerek hakim sınıf klikleri ve gerekse de halk kitleleri içinde gelişmesi
muhtemel muhalefeti bastırma hamleleri olarak anlaşılmalıdır.
Rejimin kuruluşu ve
ardından tek parti diktatörlüğü döneminde sadece hakim sınıf klikleri içinde
farklı eğilimlere yönelik bastırma ve kendi siyasetine tabi hale getirme
çizgisi izlenmemiştir. Rejim asıl tehlikenin nereden ve hangi sınıflardan
geleceğinin bilincinde olarak davranmış, başta işçi sınıfını olmak üzere halk
hareketleri üzerinde acımasız bir faşist terör uygulamıştır.
Rejim yine bu dönemde
kendi hakim ulus devletine tehlike oluşturacak başta Kürt ulusu olmak üzere,
azınlık milliyetler üzerinde de faşist terör uygulamış, her türlü demokratik
hakkın kullanılmasını yasaklamıştır. Kürt ulusu üzerinde ayaklanmalar gerekçe gösterilerek
uygulanan katliamlar, göç ettirmeler olağan hale gelmiştir.
Gerek işçi sınıfı ve
gerekse de başta Kürt ulusu olmak üzere azınlık milliyet ve inançlara yönelik
uygulanan politikaların muhtevası, yeni rejimin her türden ilerici demokratik
harekete düşmanlığı ve elbette emperyalist sermayeyle kurulan ilişkinin niteliğiyle
doğrudan bağlantılıdır. Bu süreçte işçi sınıfı ve halk kitlelerine, Kürt
ulusuna ve azınlık milliyet ve inançlara yönelik uygulamaya konulan
politikalar, baskı ve katliamlara yönelik ayrıca değerlendirileceği için
detayına girmemekle birlikte, kurulan rejimin sınıfsal niteliğine dair somut
birer gösterge olarak değerlendirilmelidir.
Kurulan rejimin resmi
ideolojisi olarak savunulan Kemalizm’in iki karakteristik sınıfsal özelliğini
bilmek, bu dönem ve sonrası açısından TC rejiminin üzerinde yükseldiği
temelleri anlamak için yeterlidir. Bunlardan birincisi, Kemalist ideolojinin
komprador burjuvazi ve büyük toprak ağalarının ideolojisi olması ve bunun
gereği olarak her koşul ve şartta halk düşmanlığıdır.
Başta işçi sınıfı
olmak üzere devrimden çıkarı olan bütün kesimler olarak tanımlayabileceğimiz
halk, Kemalist ideolojinin ve TC rejiminin hedefinde olmuştur. Yine bu kapsam
içinde başta Kürt ulusu olmak üzere, azınlık milliyet ve inançlar her daim TC
rejiminin düşman olarak kodladığı kesimler olmuş, bu değerlendirmeye tabi
politikalara maruz bırakılmışlarıdır.
Kemalizm’in ve TC
rejiminin üzerinde yükseldiği bir diğer zemin ise, emperyalist sermaye
işbirlikçiliğidir. Türk burjuvazisinin sermaye yapısının güçsüzlüğü beraberinde
yarı-sömürge koşullarını ortaya çıkarmış ve derinleştirmiştir. Emperyalist
sermayeyle işbirliği kuruluşundan günümüze TC rejiminin politikalarının
belirleyen bir etken olmuştur.
Örneğin “Kemalist Devrim”e atfedilen çeşitli “devrimler”
(harf devrimi, şapka devrimi ve diğerleri gerçekte, emperyalist sermayeyle
işbirliği içindeki yarı-sömürge alt yapı için atılan adımlardır.
Osmanlı Devleti’nin
serbest rekabetçi kapitalizmin çıkarları doğrultusunda tanzim (Tanzimat
Reformları) edilmesine benzer bir şekilde, Kemalist rejim de bu adımları
atmıştır.
Yarı-sömürge yapının
emperyalist sermayenin sömürüsüne daha uygun hale getirilmesi amacıyla, medeni
kanundan hukuki alt yapıya bir dizi düzenleme hayata geçirilmiş ve adına da
“devrim” denilmiştir.
Kurulan yeni rejimin
emperyalist sermayeye bağımlılığı izlediği politikalarda belirleyici olmuştur.
Örneğin rejimin kuruluş sürecinde kapitalist sistemin krizi, Türk
burjuvazisinin sermaye güçsüzlüğüyle birleşince, Türk hakim sınıfları, sermaye
birikimlerini sağlamak ve artı-değer sömürüsünü sürdürebilmek için devlet
aygıtının olanaklarını fazlasıyla kullanmışlarıdır.
Bu anlamda TC
rejiminin kuruluş dönemlerine atfedilen “devlet eliyle milli burjuvazi
yaratmak” söylemi doğru değildir. Devlet denilen olgunun sınıfsal
niteliğini ve onun bir sınıfın başka sınıf(lar) üzerinde baskı aracı olduğu
gerçeğini yok sayan bu yaklaşım bir yana, gerçekte rejimin kuruluşundan
itibaren komprador burjuvazi ve büyük toprak ağalarının devlet olanaklarının
kullanarak kendi sermayesini güçlendirdiğini, bu amaçla azgın bir sömürü
yürüttüğünü gizlemeye hizmet eder.
TC rejimini
kuranların rejimin kuruluşundan itibaren emperyalizmle bir sorunu olmadığını,
dahası burjuvazinin sermaye birikiminin güçsüzlüğü nedeniyle emperyalist
sermayeye ihtiyaç duyduğunu ve bunun da yarı-sömürge yapıyı daha da
derinleştirdiğini bilmek önemlidir. Önemlidir çünkü rejimin kuruluşundan
günümüze uygulamaya konulan politikaların temel hareket noktası, emperyalist
sermayenin çıkarları ve güvenliği olmuştur.
TC rejimi ve onu
kuranlar, emperyalist sermayeye yaptıkları hizmet karşılığında belli bir pay
almışlardır.
Nitekim TC
rejiminin “çok partili döneme” geçişi de emperyalist kapitalist sistemin
dönemsel yönelimiyle ilgilidir. II. Paylaşım Savaşından sonra kurulan “yeni
dünya düzeni”nde, TC rejiminin yeniden düzenlenmesinden ibarettir.
Siyasal alanda ise
Almancı faşist CHP kliğinin yerine Amerikan ve İngiliz işbirlikçisi DP kliğinin
geçmesidir. Dolayısıyla demokrasiye geçiş söz konusu değildir. Olan rejimin
emperyalist sistemin yeni yönelimine göre devlet aygıtının yeniden yapılandırılmasından
ibarettir.