https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/tcnin-yuzyillik-tarihinde-isci-sinifi-ve-mucadelesi
Bu örneklerinde gösterdiği gibi teorik olarak eleştirilen ve
karşı çıkılan Anarko sendikalist anlayışlar, pratikte öne plana çıkmıştır.
TC'nin Yüzyıllık Tarihinde İşçi Sınıfı
ve Mücadelesi
Giriş:TC'nin
Yüzyıllık Tarihinde İşçi Sınıfı ve Mücadelesi
İşçi sınıfının tarihi kapitalist sistemin gelişmesinden ve
burjuvaziden ayrı ele alınamaz. Burjuvazinin ortaya çıktığı yerde işçi sınıfı
da vardır. Ve bir çelişmenin iki yanı olan işçi sınıfı ve burjuvazi, birlikte
var olurlar. Bu iki zıt kutup hem birbiriyle mücadele ederler ve hem de biri
olmadan diğeri olmaz. Bu iki toplumsal sınıfı yaratan kapitalist sistem
olmuştur.
Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu'nun devamı olarak ele
alındığında, işçi sınıfının gelişimi ve mücadelesi de oradan başlamıştır.
Kapitalizmin bütün dünyada gelişmeye başlamasına koşut olarak, Osmanlı'da
bundan geç de olsa kısmen bundan nasibini almış ve kapitalizm burada da ağır
aksak gelişerek, işçi sınıfının doğuşuna ve mücadelesine zemin hazırlamıştır.
Burada Osmanlıdaki işçi sınıfı tarihine derinlemesine
girmeyeceğiz, ancak, kısa da olsa TC önceli işçi sınıfı tarihine değinmek
gerekir. Çünkü TC, her ne kadar Osmanlının yıkıntıları üzerinden doğmuşsa da
işçi sınıfının bir geçmişi vardır ve bu geçmiş onu daha sonraki süreçlere
hazırlamıştır.
1- Osmanlı'dan TC 'ye İşçi Sınıfı
Burjuvazi, daha işçi eylemleri ortaya çıkmadan işçi
direnişlerine karşı, polisiye önlemlerin yanında yasal önlemlerde almaya
başlamışlardır. Daha 1845 yılında Polis Nizamnamesinde “işini terk eden
işçilere işçi cemiyetlerine” karşı sert önlemlerin alınması yasallaştırılmıştı.
Çünkü bu dönemde de işçiler ile patronlar arasında işçi ücretleri ve iş
saatleri ilgili tartışmalar çıkmış ve işçiler patronların düşük ücret
uygulamalarına ve 12 saatten fazla çalıştırmalarına karşı tepki göstermeye
başlamışlardı.
Özellikle İngiltere'deki işçilerin mücadelesi kısıtlı oranda
da olsa kapitalizmin girdiği ülkelerde kendini gösteriyordu. Kapitalizm sadece
kendi götürmüyor, gittiği yerlere işçilerin sınıfsal çıkarları için mücadele
deneyimlerini de götürüyordu.
İşçi sınıfının olduğu yerde onun sınıf düşüncelerinin en
yüksek düzeyde dile getirmemesi söz konusu olamaz. Osmanlı aydınları tarafından
Marks'ın görüşleri ve birçok eseri parça parça çevrilip Osmanlı topraklarına
sokulmuştu.
Osmanlı'da, -tarihi tartışmalı olsa da-, ilk işçi
örgütlenmesi olarak 1871 yılında kurulan “Ameleperver Cemiyeti” kabul edilir.
Aynı yıllarda Beykoz Kundura Fabrikası’nda 300 işçinin gazetelerde ücretlerini
düzenli alamadığının bildirileri yer almıştır ve yine aynı yıllarda Paris
Komünü'ne katılan Osmanlı aydınların varlığı bilinir. Gotha Programı'nın
sosyalizm etkileri açıktan dile getirilir ve çevirisi yapılır.1
Özellikle yabancı şirketler (Kumpanya) de çalışan işçiler,
ücretlerin azlığı, zamanında ödenmemesi, iş saatlerinin uzunluğu nedeniyle
birçok defa direniş yapmışlardır.
Osmanlı da en önemli ve ilk saptanan örgütlü grev, 1872
yılında, 600 işçinin Babıali'ye yürümeleridir. Ücretlerin azlığı nedeniyle iş
yerini terk edip yürüyüşe geçen işçiler sadrazama birer dilekçe vermişlerdir.
600 işçinin büyük bölümünün Müslüman olmayanlardan oluşmasına karşın ilk ortak
işçi grevi olması nedeniyle Osmanlı tarihindeki yerini almıştır.
İşçi grev ve direnişleri sendikal örgütlenme açısından işçi
örgütlerini de ortaya çıkarmıştır. Bunlardan bir diğeri de işçilerin gizli
olarak kurdukları “Osmanlı Amele Cemiyeti”dir.1
Bu yıllarda fabrikalarda çalışan kadın ve çocuk işçilerin
çokluğu da dikkat çekmektedir. Örneğin 1897 yılında İstanbul'da Kibrit
Fabrikası’nda çalışan 201 işçinin 121'i kadın ve genç kadındı. Bakırköy Bez
Fabrikası’nda çalışan 1.000 işçinin yarısı çocuk işçiydi.2
Osmanlı'da fabrikalar ve çoğu işletmeler genelde emperyalist
ülkelere ait şirketlerdi. Osmanlı Amele Cemiyeti üyelerinin tutuklanması ve
sonunda cemiyetin dağılması üzerine işçiler boş durmamış ve peşinden Osmanlı
Terakki Sanayi Cemiyeti’ni kurmuşlardır. Aynı şekilde Şark Demiryolları ve
Anadolu Demiryolları işçileri ayrı ayrı sendikalaşma çabalarına girişmişlerdir.
Gazete çalışanları ve diğer basın emekçileri ise Mürettibîni
Osmaniye Cemiyeti kurmuşlar ve 1908'den sonra işçilerin uluslararası işçiler
ile birleşme ve dayanışma çabaları daha fazla öne çıkmıştır.
Kapitalizmin gelişmesi ve işçi sınıfının mücadele alanlarına
çıkması, Osmanlı'da burjuva devriminin koşullarını da hazırlamıştı. Özellikle
Rusya’daki 1905 Devrimi, Osmanlı'yı da ciddi oranda etkilemiştir. 1908 Jön Türk
hareketi bu koşullar üzerinde doğmuştur. 1908 Jön Türk hareketinin arkasından
grevler daha da yaygınlaşmış, bir ay içinde 30 grev yapılmıştır.3 Aydın
Demiryolu İşçileri, Anadolu-Bağdat demiryolu işçileri, bu demir yollarını
işleten yabancı şirketlere karşı aktif direnişlere geçmişlerdir. İşçilerin
artan direnişlerine koşut olarak sendikalaşma ve örgütlenme çabaları ve
girişimleri de doğru orantılı bir şekilde artmıştır.
1908'de sosyalist ve ilerici partilerin kurulması (bunlar
kısa süre içinde yasaklanmasına karşın) yaygınlaşmıştır. Özellikle 1912 yılından itibaren işçilerin
sendikalaşma, esnafın cemiyet ve sandık kurma çabaları daha da artmış ve
çeşitlenmiştir. Örneğin, Cibali Tekel Fabrikası’nda çalışanlar, terzi,
şemsiyeci, döşemeci, mücellit, değirmenci, bira fabrikası işçileri ve eczacılar
arasında sendika, sandık ve cemiyet gibi örgütlenmeler artmıştır.
Bu dönemde işçilerin, işverene karşı talepleri, o günün
koşullarında oldukça ileri düzeydedir. Tazminat hakkı, aile sağlık sigortası,
ücretlerin makul düzeyde artırılması, işten çıkarılmaların önlenmesi, gece
çalışanlara iki kat gündelik ödenmesi, ikramiye verilmesi vb. gibi.
1908'de Jön Türkler kısmen işçilerin bazı haklarını ve sendikalaşmaları
kabul etmelerine karşın, iktidarlarını sağlamlaştırmanın peşinden, kısa süre
içinde bu hakları gasp etmeye ve işçiler üzerindeki baskılarını artırmaya
başlamışlardır.
2- 1923-1945 Arası İşçi Hakları ve Sınıfın Mücadelesi
I. Emperyalist Savaş sonrası Osmanlı'nın yenilmesi ve
dağılmasıyla birlikte diğer emperyalist güçlerce işgal edilmesi, özellikle de
sanayi kenti İstanbul'un işgali sonrası, işçi sınıfı ve diğer küçük burjuva ve
millici kesimler içinde örgütlenmeler artmıştır.
İşgale karşı çıkan burjuva kesim Rumeli ve Anadolu Müdafa-i
Hukuk Cemiyet'leri gibi örgütlemeler yaparken, sosyalist ve ilerici güçler ise
“İstanbul'da İşçi Sosyalist Fıkrası” gibi partiler kuruyordu.
Bununla birlikte işçi örgütlenmeleri de 1919'dan itibaren
hızla artmıştır. İşte bunlardan bazıları: Anadolu Şimendifer Amelesi Cemiyeti,
Kasımpaşa Seyrisefain Amelesi Cemiyeti, Tramvay Şirketi Amelesi Cemiyeti'yle
beraber işçi derneği kuruluyor ve ayrıca Beynelmilel İşçi İttihadına bağlı
Beynelmilel Deniz İşçileri İttihadı, Beynelmilel Marangoz İşçileri İttihadı,
Beynelmilel Bina İşçileri İttihadı vb. birçok sendikal ve işçi dernekleri
kuruluyor.
Bu denli yoğun işçi derneklerinin ve sendikaların kurulması
ve aynı şekilde sosyalist ve ilerici partilerin varlığı, 1917 Sovyet
Devrimi'nden ayrı düşünülemez. Bolşeviklerin önderliğindeki Sovyet Devrimi,
bütün dünya işçi sınıfı ve halklarına büyük bir moral verdiği gibi, yanı
başındaki Türkiye işçi ve emekçileri de büyük bir moral vermiş,
cesaretlendirmiş ve yol göstermiştir.
Osmanlı'nın dağılmasının arkasından harekete geçen Türk
burjuva kesimleri de (ki bunlar Türk ticaret burjuvazisinin ve toprak
ağalarının temsilcileriydi), ülkede kurulan işçi sınıfı temsilcisi partilere ve
işçi örgütlenmelerine karşı harekete geçmiş ve bunları bastırmak için yoğun bir
çaba harcamıştır. Bu amaçla örneğin kurucuları arasında başta M. Kemal ve diğer
ileri gelenlerin üye olduğu, 18 Ekim 1920'de bir sahte Komünist Fırkası dahi
kurmuşlardır. Oysa bu partinin amacı, Sovyet Devrimi'nin ülke içindeki etkisini
kırmak, işçi sınıfı ve ilerici kesimlerin gerçek sosyalist ve komünist
partileri safında örgütlenmelerini önlemek amaçlıydı. Ve esas olarak da Mustafa
Suphi önderliğinde kurulan ve 3. Komünist Enternasyonal üyesi olan Türkiye
Komünist Partisi'ni boşa çıkarmak amaçlıydı.
Konumuz bu süreçte işçi örgütlenmeleri ve mücadeleleri
olduğu için bu konulara fazla girmeyeceğiz. Ancak, işçi örgütlenmeleri ile
sosyalist örgütlenmeler birbiriyle bağlantılıdır. Yer yer bu bağlantılara da
gerektiği kadar değineceğiz.
1923 Ekim'de TC'nin kuruluşunun ilanından sonra kısmi
demokratik haklar varlığını koruyordu. Ancak Türk egemen sınıfları işçi direniş
ve grevlerinden ve işçi örgütlenmelerinden rahatsızlıklarını her fırsatta dile
getiriyorlardı.
Bu dönem içerisinde de pek çok işçi örgütlenmeleri kuruldu.
Örneğin 1924 yılında İstanbul'da kurulu olan işçi cemiyet ve dernekleri: Haliç
Şirketi Amelesi Cemiyeti, Şark Şimendiferleri Müstahdemin Teavün Cemiyeti,
Silâhtarağa Elektrik Fabrikası İşçileri Cemiyeti, İstanbul Umum Deniz ve
Madenkömürü Tahmil ve Tahliye İşçileri Cemiyeti, Dersaadet ve Biladıselase
İnşaat, Tarik Irgat ve Rençper Amele Cemiyeti, Tütün Fabrikası Amele İttihat
Cemiyeti, İstanbul Tramvay Amelesi Cemiyeti, Mürettipler Cemiyeti, Anadolu
Bağdat Şimendiferciler Cemiyeti.
İzmir'de kurulan cemiyetler: Aydın Demiryolları İşçiler ve
Memurlar Birliği, Mülteci ve Muhacirin Amele Cemiyeti, Tütün Amele Cemiyeti,
Şimendifer Fabrikası Amele Birliği, Tramvay İşçiler Cemiyeti, Liman Vapur ve
Kömür Amele Cemiyeti, Mavuna Amele Cemiyeti, Liman Rıhtım İthalât ve İhracat
Amele Cemiyeti, Müstakil Liman Vapur Amele Teavün Cemiyeti, İnşaat ve Madenî
Mevad Amele Teavün Cemiyeti. Edirne'de;
Türkiye İşçiler Birliği, Şark Şimendiferler Müstahdemin Teavün Cemiyeti.
Adana'da; Amele Teali Cemiyeti. Konya'da; İşçiler Derneği. Bursa'da; Yaprak
Tütün Amelesi Cemiyeti. Eskişehir'de; Anadolu Bağdat Şimendiferciler Cemiyeti.4
4 Mart 1925 tarihinde Takrir-i Sükun Kanunu (TSK) ile bütün
işçi örgütlenmelerine, sendikalara ve tüm sosyalist ve ilerici partilerin
örgütlenmesine son veriliyor.
Türk egemen sınıfları belli bir tarihe kadar Bolşevik
Devrimi korkusuyla TC'ni şekillendirmişlerdir. Bu tarihi 1990'lara kadar
uzatabiliriz. Ancak, 1920-1960'lar arası bu korku daha fazlaydı. Celal
Bayar'ın, “bu kış komünizm gelecek” sayıklamaları ile can vermesi, 1920'lerde
onun üzerinde kalan bir komünizm heyulasından başkası değildi.
Daha 1920'lerin başında Mustafa Suphi ve yoldaşlarının
katledilmesi, 1923'ten itibaren de “imtiyazsız, sınıfsız bir milletiz”
argümanlarının öne çıkarılması, işçi sınıfı önderliğinde demokratik bir
devrimin Türkiye'de gerçekleşmesini önlemek için ileri sürülen ideolojik temel
argümanlardı.
Başta M. Kemal olmak üzere dönemin ileri gelen burjuva
siyasetçileri, “sınıf eksenli” değil, “millet eksenli” “tek milletiz” demenin
yanında, özellikle “beynelminel cereyanlara kapılmanın felaket olacağını”
dillendirerek topluma komünizm korkusu salmayı, siyasi taktiklerinin birinci
argümanı haline getirmişlerdir.
CHP'nin 1938 yılındaki kongresinde Başbakan Recep Peker
şöyle diyor: “... komünizm cereyanlılarının 1919 senesinden itibaren
memleketimizde de bazı muhit ve zümreler arasında yer tutmaya başladığı
görülmektedir. ... kanuni yollardan istifade ederek muhtemel namlar altında
fakat komünist bir gaye ile Amele Cemiyetleri kuruluyor ve ayrıca gizli
hücreler tesis edilerek şümullü ve teşkilatlı bir hareket yaratılmak
isteniyordu. Komünist propagandaları pek mahsus bir hal almıştı. Cumhuriyet
zabıtasının lazım gelen kanuni ve idari tedbirleri alarak bu cereyanları
tamamıyla önledi. Üçüncü Enternasyonalle irtibat temin etmeğe çalışan bazı ele
başları tespit ve tevkif ederek adaletin pençesine verdi. Memleketimizde günden
güne inkişaf eden sanayi hayatlarımızın icapları olarak yer yer taksüf etmekte
bulunan amele kitleleri arasına bu muzır ve fesatçı unsurların girmemesi için
icap eden bütün tedbirler alınmış bulunmaktadır.”5
Tek parti yönetimli TC tarihini özetleyen; işçi sınıfına ve
onun örgütlenmesine, dünya görüşlerine Türk burjuvazisinin yaklaşımıdır.
Cumhuriyetin erken tarihinde, Türk burjuvazisinin işçi sınıfına ve onun öz
örgütlerine yönelik yaklaşımı, Türk egemen sınıflar tarafından esas alınarak
günümüze kadar korunmaya çalışılmıştır.
TC'nin ilk yıllarında sanayinin genel ekonomi içindeki payı
çok az olmasına karşın yıllar geçtikçe artmaya başlamıştır. Sanayinin GSMH
içindeki payı, 1927'de %12 olarak gerçekleşirken, 1933’te 14,5; 1934'te ise %
15.5 olarak gerçekleşmiştir.6 Sanayinin gelişmesi aynı zamanda işçi sınıfının
gelişmesi olduğu için, burjuvaziyi komünizm korkusu, daha doğrusu işçi
sınıfının mücadelesi korkusu da aynı oranda artmıştır. R. Peker ve diğer
siyasilerin sık sık “komünizm” den, “beynelmilel nifak örgütlenmelerinden” söz
etmeleri bundandır.
Burjuvazi, işçi sınıfı ve onun mücadele hedefi açısından
korkularında da haksız değillerdi. Bu nedenle de en sert şekilde, daha baştan
işçi sınıfının öncü örgütlerinin gelişmesini bastırmışlar ve devamlı olarak
işçilerin örgütlenmesini çıkardıkları yasalarla ve doğrudan devlet şiddetiyle
önlemeye çalışmışlardır. Buna karşın, üretim ilişkilerinden kaynaklanan nesnel
temel çelişmeler, zorla yok etmenin yolu olmadığı için,1923 yılında kuruluşu
ilan edilen TC devleti'nin daha ilk yıllarında -sayı olarak çok az olmasına
karşın-, işçi grevleri ve direnişleri, o günün koşullarına göre yüksek
sayılacak düzeyde olmuştur.
İnceleme konumuz olmamakla birlikte Osmanlı döneminde ilk
grev 1863 yılında Zonguldak Maden işletmelerinde olmuştur. Bu bağlamda maden
işçileri bu toprakların ilk grev yapan işçi öncüleri olarak anılmayı hak
ediyorlar. Maden işçileri, TC döneminde de önemli grevlere imzaları atmış bir
işçi kitlesidir. Kapitalizmin evrensel oluşu, işçi sınıfına da evrensel bir
karakter vermiştir. Osmanlı döneminde Rumeli bölgesinde 1830-1908 arası
işçilerin makinelere saldırısını görmekteyiz. İşçi sınıfı kapitalizmin erken geliştiği
ülkelerdeki sınıf kardeşlerinin eylemlerini aynı şekilde Osmanlı ve peşinden
Türkiye'de gerçekleştirmişlerdir. “Makinelere savaş açmakla” direnişe başlayan
işçiler, savaşlarının hedefine sonunda esas düşmanı, sermaye sınıfını
yerleştirmiş, kendi sınıf deneyimlerinden öğrenmişlerdir.
TC kurulduğunda kapitalist işletmelerin büyük bir bölümü
yabancı (emperyalist) şirketlerdi. 1923 yılında İngiliz şirketinin işlettiği
İzmir-Aydın demiryolunda çalışan 1500 işçi, işçi ücretlerinin artırımı için
grev yapmışlardır. Aynı şekilde Fransız şirketinin işlettiği Zonguldak-Ereğli
Kömür Havzası'ndaki demiryolu işçileri, asgari ücret uygulaması, günlük 8
saatlik mesai, yabancı işçilerin çalıştırılmaması gibi taleplerinin kabul
edilmemesi nedeniyle Ağustos 1923'te direnişe geçerek üretimi durdurmuşlardır.
1923 Kasım ayında, Şark Şimendifer işçileri ücretlerinin düşürülmesine tepki
olarak greve gitmişler ve daha sonra işverenin geri adım atmasıyla on gün süren
grev sona ermiştir.
Türkiye'de cumhuriyetin ilanından kısa bir süre sonra
gerçekleşen grevlerin sayısı fazladır. Tramvay Kumpanya'sının Beşiktaş
Deposu'nda çalışan işçiler, arkadaşlarının haksız yere işten atılması üzerine
1924 yılının 1 Temmuz’unda iş bırakmışlar ve hükümet direnişi bastırmak için
jandarma ile işçilere saldırmış, çok sayıda işçi yararlanırken, 27 işçi de
tutuklanmıştır.
1927 yılında Fransız tekeline ait Adana-Nusaybin Demiryolu
yapımında çalışan işçiler, ücretlerinin artırılması istemiyle greve gitmişler
ve bu grev tam 13 gün sürmüştür. İşçiler, devletin grevi kırmak için trenle
başka yerlerden getirdiği işçileri grev yerine sokmamak için tren yollarına
yatarak engel olmuşlardır. Kemalist hükümet, grevi kırmak için askerleri
işçilerin üzerine salmış, askerlerin ateş açmasıyla birçok işçi yaralanmış,
buna rağmen işçi direnişi kırılamamış ve demiryolu yapımında sorumlu Fransız
tekeli işçilerin ücret artırımını sonunda kabul etmiştir.6
1923-1930 arasında toplam 67 grev gerçekleşmiştir.
Sırasıyla, 1923 yılında 18, 1924’te 11, 1925’te 10, 1926'da 3,
1927-1928-1929'da 7'şer ve 1930'da 4 grev gerçekleşmiştir.7
Burada dikkat çeken, Mart 1925’te çıkarılan Takrir-i Sükûn
Kanunu'na (TSK) rağmen gerçekleşen grevlerdir. Her türlü işçi örgütlenmesinin
yasaklandığı bir ortam da işçiler, tüm baskıları göze alarak ve göğüsleyerek
grev yapmışlardır. İşçilerin ileri sürdükleri taleplerden biri olan 8 saatlik
mesai uygulaması ise SSCB'de çoktan uygulanmaya başlanmıştı. Kemalistlerin
yoğun baskı ve yasaklamalarına karşı bu grevlerin yapılması ve sürdürülmesi,
Rus Devrimi'nin bütün dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarına verdiği moral üstünlüğünden
ve onun siyasi ve ideolojik rüzgarından ayrı ele alınamaz. Türkiye'deki
kapitalist gelişmeye göre oldukça yüksek sayılabilecek bir sayıda işçi
grevlerinin yapılmasının, Kemalist iktidara komünizm korkusu salmasında önemli
bir payı vardır.
TC'nin ilk yıllarında işçi sayısı konusunda değişik rakamlar
olsa da 1927 yılında yapılan sanayi sayımına göre yaklaşık 13,5 milyon nüfuslu
Türkiye'de 256.855 sanayi işçisi vardı. Bu da toplam iş gücünün oluşturan
işçilerin ancak %5,5'u kadardı. Bu işçilerin de % 46'sı en az dört kişi
çalıştıran küçük işletmelere aitti. Sanayi işçilerinin, yaklaşık 110 bini tarım
sanayinde, 48 bini de dokuma sanayinde istihdam ediliyordu.8
Erişçi'nin aktarımına göre; “1927 de yalnız 4 kişiden fazla
işçi çalıştıran sınai müesseselerde 147.712 işçi sayılıyordu. Bu miktarın
37.640'ı kadın, 22.941'i 14 yaşından küçük çocuklardı.” Özellikle çalıştırılan
çocuk işçilerin sayısı (sanayide çalıştırılanların yaklaşık % 7'si çocuk)
oldukça fazladır. Özetle; “derisi senin kemiği benim” denilerek; Kemalist tek
partili faşist rejimin sermayeye hediyesidir bu çocuklar!
Aynı kaynağın verdiği bilgilere göre, İstanbul ve İzmir
Türkiye nüfusunun %10'una sahip iken, çalışan nüfusun ise %20'e sahipti. Daha
sonraki yıllarda da bu iki kent, işçi nüfusu ve genel nüfus yoğunluğu ve
elbette sanayinin merkezileştiği alanlar olarak da öne çıkmışlardır. Ancak,
1980'lerden itibaren kısmen bu değişim göstermiş ve işçi yoğunluğu başka
kentlerde yayılmıştır. Kentlerdeki nüfus yoğunluğu, o kentlerde kapitalist
gelişmenin yoğunluğu ile at başı gitmiştir. Sanayinin geliştiği kentler, adeta
bir vantuz gibi köy nüfusunu da çeken bir özelliğe sahip olmuşlardır.
İşçilerin milli gelirden aldığı payla işverenlerin aldığı
pay arasında büyük bir uçurum vardı. Bu uçurum genelde hep korunmuştur.
Örneğin, “1932-1939 döneminde sinai karın Gayri Safi Milli Gelir’deki payı
yüzde 3.4’ten yüzde 6.2’ye çıkarken, ücretlerin toplam ürün değeri içindeki
payı değişmemiştir; bu pay belli rakamlar arasında oynamakla birlikte 1932’de
yüzde 8.87 ve 1939’da yüzde 8.56 dolayındaydı ki bu da sanayinin ortalama reel
ücretlerinde nispeten gerilemeye işaret etmektedir.”9
Vasıflı işçiler ve bürokrasi de çalışan devlet memurlarının
o günün koşullarına göre ücretlerinin “iyi” durumda olması, işçi hareketini
bölen etkenlerden birisi olarak söylenebilir. Nüfusun ezici çoğunluğunun köylü
olması, şehirde gelişen sanayide işçi bulma sıkıntısı da çekiliyordu. Ancak, en
yoksul kesim köylülüktü. 1931 yılında faal işgücünün % 1.2'sini oluşturan
memurlar, ulusal gelirin % 7'si gibi bir pay alıyorlardı.10 Memurların ve
çoğunluğu memur statüsünde çalışan vasıflı işçilerin o günün koşullarında “iyi”
ücret alması, Kemalist düzenin de onlar tarafından sahiplenilmesini getirdi.
1923-1945 arası işçi ücretleri, genel ortalamanın
altındaydı. Burjuvazi, aşırı sermaye birikimi için işçi ücretlerini düşük
tutmaya özel bir önem vermiştir. Özellikle 2. emperyalist savaş süreci içinde
de işçiler yer yer zorla çalıştırılmıştır. Özellikle kömür havyalarında çalışan
işçiler çalışmaya mecburi kılınmıştır. 2. emperyalist savaş koşullarında
çalışma yaşamı ve ücretler her açıdan kötüleşmiş ve devlet, işçi ve emekçilerin
ekonomik-demokratik haklarını adeta tırpanlamıştır. Bu nedenle de halk arasında;
dönemin devlet Başkanı İsmet İnönü’ye ithafen, “geldi İsmet kesildi kısmet”
sloganı yaygınlaşmıştır.
3- 1945-1960 Arası İşçi Hareketleri ve Köyden Kente Göçlerin
Hızlanması
2. Emperyalist paylaşım savaşının sonunda Hitler faşizmi ve
müttefiklerinin yenilmesiyle, Türk egemen sınıfları da saf değiştirerek ABD
emperyalizmin yanında yer aldı. ABD'nin dayatması sonucu “çok partili
demokrasi”ye geçen TC egemenleri, bazı kısmi burjuva demokratik haklar
üzerindeki yasakları kaldırarak “demokrasiye” geçtiklerini ilan ettiler.
Bu süre içinde onu aşkın burjuva partisi kurulurken, bazı
sosyalist ve ilerici partilerinde kurulmasına izin verdiler. Haziran 1946
yılında çıkarılan “Cemiyetler Kanunu” ile, sınıf esasına dayalı örgütlenmelere
üzerindeki yasaklar kısa bir süreliğine kaldırıldı ve bir yıl sonra 1947
yılında “demokrasi” sadece ve sadece egemen sınıflar için geçerli oldu,
sosyalist ve ilerici partiler yasaklandı, bazı sendikalar kapatılırken,
yöneticileri hakkında da hapis cezaları istendi.
ABD'nin istediği “iki partili demokrasi” idi. CHP yıpranmış
ve CHP içinde yer alıp Demokrat Parti (DP)'yi kuran burjuva siyasetçilere gün
doğmuştu. DP'nin parti programı CHP'nin programından farklı olmamasına karşın,
1950'de büyük bir oy patlamasıyla iktidar olmuştur. Birçok ilerici ve kendine
“sosyalist” diyen aydınlarda bu partinin “özgürlük” vaadine inanmışlardı. Oysa
DP'de komprador burjuvazi ve toprak ağalarının temsilcisi bir partiydi.
1946 yılında çıkarılan sendikalar kanunu, hükümetin
denetiminde sendikaların faaliyetini, siyasi faaliyet göstermemek kaydıyla
serbest bırakıyordu. Bu nedenle de o süreçte 73 sendika kuruldu ve bunların
toplam üye sayısı yaklaşık 52 bindi.10
CHP grev hakkına karşı çıkarken, muhalefet partisi DP grev
hakkını savunuyordu. DP iktidara geldikten sonra bu sözünü unutarak
sendikaların grev yapma hakkı üzerindeki yasağını kaldırmadı.
Sendikalar, toplu iş sözleşmelerinin olmamasını, grevlerin
ve siyasi faaliyetlerin yasaklanmasını protesto etmelerine karşın, yasa CHP ve
DP onayıyla mecliste olduğu gibi kabul edildi. Ve bunun üzerine birçok sendika
yasaklandı ve kapatıldı. Kurucuları hakkında hapis istemiyle soruşturmalar
açıldı. Kısacası, bir yıllık “özgürlük”, burjuvazi ve toprak ağaları temsilcisi
siyasilere ağır gelmişti. Emperyalist ABD güdümlü “demokrasi” de bundan daha
ileri olamazdı.
1946 yılında, 400’den fazla insan hakkında “komünizm
propagandası” yapmaktan dava açılıp hapse atılmıştı. ABD'nin anti-komünizm
karşıtı faaliyetleri Türkiye'de de üst boyutta ilerliyordu.
1946 yılında getirilen kısmi demokratik hakların sonucu
Mayıs 1946 yılında, sosyalizm ile fazla ilgisi olmayan reformist ve küçük
burjuva ulusalcı eğilimli Türkiye Sosyalist Partisi kuruldu. Ancak ömrü bir yıl
sürdü ve kapatıldı. Bu partinin çıkardığı Gerçek ve Gün adlı yayın organlarının
yazarları arasında, Aziz Nesin, Sabahattin Ali ve Rıfat Ilgaz gibi ilerici
yazarlarda vardı.
1946 Haziran'ında Şefik Hüsnü önderliğinde, TKP'nin legal
partisi olan Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi kuruldu. Bu partinin
programında ülkede sosyalist devrime geçilmesi için koşulların hazırlanması
vardı. Bu parti, kısa süre içinde işçilerin yoğun olduğu illerde örgütlendi.
Ancak, bu partinin de ömrü kısa oldu. Daha 6 ayı bile doldurmadan, Aralık 1946
tarihinde kapatıldı. Yöneticileri ağır hapis cezalarına çarptırıldı. O süreçte
kurulan bütün burjuva partileri sosyalist isimli bu iki partinin kapatılmasını
istemişler ve desteklemişlerdir.
Türk egemen sınıfları işçi sınıfı ve onun en asgari
demokratik ekonomik örgütü olan sendikalar üzerindeki baskılarını
sürdürmelerine karşın, Türk-İş'in 31 Temmuz 1952 tarihinde kurulmasını
önleyememiştir. Türk-İş'in ilk tüzüğünde “işçi sınıfı” kavramı yer almıştı.
Ancak aynı sendika, sendika yöneticilerinin herhangi bir siyasi partiye üye
olamayacaklarını da tüzüğüne koymuştu.11
14 Mayıs 1950'de iktidara gelen DP döneminde de işçi
haklarını düzenleyen yasa esas olarak 1936 İş kanunu ve 1947 Sendikalar Kanunu
yıllarında kanunlaştırılan yasalar -bazı değişiklikler yapılsa da- temel
alınmıştır. Türk egemen sınıfları arasında sömürüden pay alma konusunda ciddi
iktidar savaşımları olsa da onlar her zaman baş düşmanları olan işçi sınıfına
karşı birleşmişler ve işçi haklarını mümkün olduğunca en alt seviyede tutmaya
ve işçi hareketlerinin gelişmesini önlemeye çalışmışlardır.
1950'ler aynı zamanda toplumda işçileşme sürecinin arttığı
bir dönemdir. 1955 nüfus sayımına göre 1,6 milyon olan ücretliler, 1960’ta 2.5
milyona, yani % 13.3 olan toplam faal nüfus içindeki payları % 18.7'e
çıkmıştır. Bu değişim, on yıl içinde işçi sınıfının nicel ve nitelik olarak
ciddi bir gelişme göstergesi olarak okunmalıdır. Aynı kaynağın verilerine göre;
1945-1950 arası köyden kente göç edenlerin sayısı 214.000 iken, 1950-1955
arasında 904.000'e çıkmıştır. Ve yapılan bir işçi anketine göre, katılımcıların
% 81.4'ü İstanbul dışında doğduklarını, % 62'sinin imalat sanayinde
çalıştıklarını bildirmişlerdir.12
Ücretli işçiliğin artması, kapitalizmin gelişmesine bağlı
iken, köylerden kentlere akan yoksul ve mülksüzleştirilmiş köylülüğü bütünüyle
istihdam etmeye, -kapitalizmin bu gelişmişliği- yetmiyordu. Büyük ölçüde
emperyalist tekellerin kontrolünde, kapitalizmin yeni geliştiği bütün ülkelerde
de genelde böyle bir gelişim seyri olmuştur. Bir tarafta yoğun işsizlik var
iken bir yanda ise ücretli işçi sayısında artış olmuştur. İşsizliğin yoğun
olması sermaye birikiminin adeta itici gücü olmuştur.
1950'lerin sonuna doğru kitle hareketlerinde bir gelişme
yaşanmıştır.
İşçi sınıfı daha doğduğu andan itibaren, sınıfsal yapısı
gereği sermaye kesimiyle karşı karşıya gelmiştir. Haklarını almak için devamlı
bir mücadele içinde olmuş ve giderek sınıf deneyimi kazanmış, örgütlenme ve
mücadele biçimlerini geliştirmiştir. Bu onu kendisi için bir sınıf haline
getirerek içinden sınıf bilinçli işçi önderleri çıkarmıştır.
4- İşçi Sınıfının Kendi Tarihine Sahip Çıkması
Çeşitli ulus, milliyet ve inançlardan Türkiye işçi sınıfı 31
Aralık 1961'de Saraçhane Mitingi ile 40 yıllık baskılara karşı ayağa kalkarken,
15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişi ile kendi tarihine sahip çıkıyordu.
Saraçhane Mitingi olmasaydı 15-16 Haziran belki de gerçekleşemezdi. Ama, bu iki
dönem de egemenlere karşı işçi sınıfının birikmiş sınıf öfkesinin açığa
vurması; burjuvaziye meydan okuması ve sınıfın kendi tarihi açısından önem
kazanıyordu.
Saraçhane Mitingi işçi sınıfının nicel birikimiyse, 15-16
Haziran direnişi bir nitel sıçramaydı. 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi, 1971
devrimci militan hareketini ve TKP-ML gibi MLM bir partinin doğuşuna da temel
kaynaklık yaptı. Bu tarihten sonra Türkiye Devrimci Hareketi (TDH) canlandı,
ideolojik olarak şekillendi ve politik olarak yetkinleşti. İşçi sınıfının şanlı
15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi olmasaydı, revizyonist TKP'nin çember içine
aldığı işçi sınıfının devrimci ufkunun önündeki engeller kaldırılamaz ve 50
yıllık pasifizm ve revizyonizm yıkılamazdı.
15-16 Haziran'ı, salt işçilerin tankların üzerine çıkarak
sermayenin barikatlarını yıkması olarak okumak yetersiz ve eksik bir
tanımlamayla sonuçlanır. Esas olarak işçi sınıfı kendi sınıf ideolojisinin;
ayağa dikilmesini, üzerindeki pasifist ve revizyonist küllerin atılmasını ve
sınıf çizgisinin berraklaştırmasını sağlamış, onun yolunu açmıştır.
15-16 Haziran'ı Kaypakkaya şöyle değerlendiriyor: “İşçi
sınıfımızın kendiliğinden gelme mücadelesi 15-16 Haziran’da doruğuna ulaştı.
İşçiler bütün burjuva ve küçük burjuva kliklerini tepeleyip geçtiler. 15-16
Haziran Büyük İşçi Direnişi ve arkasından gelen sıkıyönetim, bazı kadroların
bilincinde önemli sıçramalar yarattı. Bu arkadaşlar, işçi hareketinden ve onu
izleyen zor mücadele günlerinden önemli dersler çıkardılar.
İşçi hareketi, birinci olarak, devrimin şiddete
dayanacağını, bunun zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu gösterdi. Aybar-Aren
oportünizmine ve bütün pasifist, parlamentarist görüşlere ağır bir darbe
indirdi.
İkinci olarak, işçi hareketi, burjuva devlet teorilerine
ağır bir darbe indirdi. Halkın kurtuluşunu egemen sınıfların ordusundan
beklemenin ne derece ahmakça bir hayal olduğunu gözler önüne serdi. Çünkü işçi
direnişi tanklarla, süngülerle, sıkıyönetimle bastırılmıştı. Süngülerin
gölgesine sığınan patronlar, sıkıyönetim makamlarıyla birlikte yüzlerce işçiyi
işten atmışlardı. Yüzlerce devrimci işçi ve aydın, sıkıyönetim mahkemelerinde
yargılandı. Bütün bunlar M. Belli’nin, D. Avcıoğlu’nun ve H. Kıvılcımlı’nın
cuntacı hayallerinin ve anti-Marksist-Leninist devlet ve ordu tahlillerinin
saçmalığını ortaya çıkardı.
Üçüncüsü, 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi, gerçek
kahramanın kitleler olduğunu bir kere daha gösterdi. Ve bir avuç seçkin aydın
grubuna dayanarak devrim yapmayı hayal eden bireyci küçük-burjuva akımlarına
ağır bir darbe indirdi.”13
Ve 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi, devrimin yolu ve
karakterinin ne olacağını ortaya koymuş ve işçi sınıfı öncülüğünde demokratik
devrime giden güzergahı netleştirmişti. Sorun, bu direnişi MLM düşünce
doğrultusunda doğru analiz ederek diyalektik materyalist yöntemi esas almak ve
işçi sınıfının devrimci sınıf hareketinin yönelimini doğru okunması gerekirdi.
Bunu Kaypakkaya yoldaş tahlil ederek ortaya koydu.
O dönemde TDH'ne subjektivizmin hakim olduğu, işçi sınıfının
sınıf devrimciliğini tam olarak kavrayamadığı rahatlıkla söylenebilir. 1972
Nisan'ın da kurulan proletarya partisi TKP/ML'nin ise, yeni olması, genç ve
deneyimsiz bir parti olması, partinin kurucu önderi Kaypakkaya'nın yukarıya
aldığımız 3 şıkta belirtiği konular üzerine daha fazla yoğunlaşmasına ve
geliştirememesinde o'nun esir alınması ve katledilmesi vb. etkili olmuştur.
5- Askeri Darbeler ve İşçi Sınıfı
İşçi sınıfının mücadelesinin geliştiği, devrimciler ve
komünistlerle birleştiği süreçlerde, Türk egemen sınıfları askeri darbeleri
gündeme sokmuşlardır. 1960 askeri darbesi esas olarak egemen sınıf kliklerinin arasındaki
keskin çatışmanın sonucu olsa da 1957'lerden itibaren halk hareketlerinin
gelişiminden bağımsız olmadığı görülmelidir.
12 Mart 1971 Askeri Muhtırası ve on yıl sonra gelen 12 Eylül
1980 faşist askeri darbeleri, Türkiye'de işçi sınıfı hareketinin gelişmesiyle
doğrudan ilişkilidir. Birincisinin adı her ne kadar “muhtıra” olsa da esas
olarak askeri bir darbeydi. Ve 15-16
Haziran Büyük İşçi Direnişi ve peşinden gelişen işçi ve öğrenci ve militan
devrimci hareketin bastırılması ve kitleler üzerinde kontrolünü kaybetmiş
egemen sınıfların yeniden kontrolü sağlamak amaçlı yapılan bir darbedir.
Özellikle, başta sanayi burjuvazi olmak üzere Türk egemen sınıfları, “düzenin
sağlanması” için “askeri muhtıra”yı yeterli görmüştü.
1973'ten sonra içerde ve uluslararası alandaki gelişmeler,
1974 emperyalist sistemin iktisadi yapısının tıkanması ve “Petrol krizi” olarak
anılan yeni bir ekonomik ve finans krizin ortaya çıkmasıyla ezilen dünya
halklarının ve işçi sınıfının mücadelesinde de gelişmeler oldu. Emperyalist
burjuvazi yeni bir sermaye birikim modeli olan daha saldırgan neoliberal
ekonomi politikaları devreye sokmaya başladı. Bu, özelleştirmelerin
yayınlaştırılması, bütün sınırların (ve ulusal korumacı gümrük duvarlarının) emperyalist
sermaye için açılması, uluslararası üretimin yaygınlaştırılması ve emperyalizme
bağımlı ülkelerde “kemer sıkma” politikasının en üst seviyede uygulanması,
neoliberal ekonomik politikaların önüne “engel çıkaran” ülkelerde askeri
darbelerle, sermayenin önünün açılması hızlı bir şekilde yaşama geçirildi.
Türk egemen sınıfları bu politikayı ancak 12 Eylül 1980
Askeri faşist cunta ile yürürlüğe sokabildi. Çünkü 1973-1980 arası Türkiye'de
işçi sınıfı tarihinin en yaygın ve kitlesel mücadele süreci olarak geçmişti.
1975-12 Eylül 1980'e kadar işçi sınıfı hareketinin yanı sıra
TDH içinde en iyi yıllarıydı denebilir. İşçi sınıfı hareketi ekonomik grevlerin
ötesinde yaygın olarak siyasal grevlere ve fabrika işgallerine de baş
vurmaktaydı. Öte yandan sendikalaşma ve diğer emekçilerin kitlesel
örgütlenmelerinde ciddi bir gelişme vardı. Örgütlenmeyen kesim yok gibiydi.
Aynı şekilde burjuvazide işçi sınıfı ve TDH karşı faşist örgütlenmeleri
güçlendirmeye çalışıyordu.
Aşağıda bu yıllar içinde resmi olarak sendika ve bu
sendikalara üye olan işçi sayısına dair bir tablo aktarılmıştır.
Tablo 1: Sendika ve Sendika üye Sayısı (1975-1980)
Yıl
Sendika Sayısı
Sendika Üye Sayısı
1976
800
3,269,356
1977
863
3,807,577
1978
912
3,897,290
1979
750
5,464,792
1980
733
5,721,074
Bu tabloda da görüldüğü gibi, işçilerin sendikalaşma oranı
oldukça yüksekti. Özellikle 1979 ve 1980 arasında 5 milyondan fazla işçi
sendikalıydı. Sendika hakkı olmayan memur, öğretmen polis örgütlenmeleri de
vardı. TÖB-DER en ilerici ve devrimci öğretmenlerin örgütüydü ve 200 binden
fazla üyesi vardı. İlerici ve demokrat polislerin kurduğu Pol-Der'in ise 18
binden fazla üyesi vardı.
Kısaca toplumun önemli bir kısmı örgütlenmişti. İşçisiyle,
köylüsüyle, memuruyla, küçük esnafıyla örgütlü ilerici ve devrimci örgütler
içinde örgütlenmiş bir toplum vardı ve bu durum sermayeyi oldukça ürkütmüştü.
Aşağıdaki tablo, burjuvazinin işçi sınıfı hareketinden neden korktuğunu ve
askeri cuntaya neden başvurduğunu net olarak anlatıyor.
Tablo 2: Grev Sayısı, Greve Katılan İşçi Sayısı ve Grevde
Kaybolan İşgünü Sayısı (1975-1980)14
Yıllar
Grev Sayısı
Greve Katılan
İşçi Sayısı
Kaybolan İşgünü
Sayısı
1975
90
25398
1,102,682
1976
105
32899
1,768,201
1977
167
52889
5,778,205
1978
175
27208
1,598,905
1979
190
39901
12,2017,347
1980
227
46216
5,408,618
Türk egemen sınıfları, 12 Eylül 1980 Askeri Faşist Cunta
yönetimini bu tabloyu ortadan kaldırmak ve onların “güleceği”, işçi sınıfı ve
emekçilerin “ağlayacağı” bir tabloyla değiştirmek için göreve getirdi ve bunu
önemli ölçüde de başardı. 12 Eylül 1980, burjuvazinin işçi sınıfına devrimci
harekete sınıfın öncüsüne karşı saldırısıydı.
Elbette, sonucun böyle olmasında, TDH önemli yanlışları ve
zaafları ve özellikle de proletarya partisinin süreci doğru okuyamaması,
sınıfla bağını daha sıkı bir şekilde kuramaması ve bu yönde mücadele ve
örgütlenme biçimlerini geliştirememesinin de payını görmek gerekir.
6- 1989 Bahar Eylemleri'nden Gezi'ye İşçi Sınıfının
Mücadelesi
12 Eylül 1980 işçi sınıfı ve onun komünist ve devrimci
örgütlerine yönelik burjuvazinin topyekün saldırısıyla geriye çekilen sınıf,
ancak 1986 yılında kendini toparlayan işçi sınıfı 1989 Bahar Eylemleri ile
güçlü bir cevap verebildi. İlk büyük grev 18 Kasım 1986 yılında NETAŞ (Northern
Elektrik Malzemeleri Anonim Şirketi) Fabrikası’nda başladı.15
Fabrika; Kanadalı Northern şirketi ile PTT ortak yatırımı
olan, telefon santralleri ve malzemeleri üreten, İstanbul Ümraniye’de 1969
yılından bu yana faaliyette bulunan bir fabrikadır. Toplu iş sözleşme
anlaşmasının yapılamaması üzerine 3150 işçinin çalıştığı fabrikadaki grev tam
93 gün sürdü ve kazanımla sonuçlandı. Netaş, işçileri 1975 yılında da işçi
sınıfının direnişçilerindendir. O geleneğini hep sürdürdü. Netaş işçilerinin
grev boyunca söyledikleri şarkı: “aşk olsun da Netaş (işçileri) sana aşk olsun,
iki kaşın arasına taş koydun” oldu. İşçiler, 12 Eylül faşist yasalarını
çiğneyip geçti. Örneğin, yasa, “grev yerinde sadece en fazla 4 işçi grev
sözcülüğü yapar” demesine karşın, yüzden fazla işçi bu görevi toplu olarak
yerine getirmiştir. DİSK'e bağlı Maden-İş'in örgütlü olduğu iş yerinde grev
başarıyla sonuçlandı. Bu grev, 1989 Bahar Eylemleri'nin öncüsü olmuştur. Ve
Netaş grevinin başarısından sonra, tüm yasaklara rağmen grev ve direnişler
yükselmeye başladı ve bu yükseliş dalgası 1989 Baharı'nda adeta grev patlaması
yapacaktı.
Faşist cuntanın etkisinin zayıflaması ve işçi sınıfı içinde
biriken öfke 1989 Mart’ından itibaren dışla vurdu. Özellikle kamu işyerlerinde
çalışan işçiler, ücretlerin düşük olmasına ve gasp edilen diğer haklarının geri
alınması için adeta ayağa kalktı ve yaygın bir grev ve direniş dalgası ülkeye
yayıldı.
7 Mart-18 Mayıs 1989 arası yüzbinlerce işçinin katıldığı 224
grev oldu. Türk-İş gibi devlet sendikasının daha fazla örgütlü olduğu kamu
işyerlerindeki direnişler artmış ve sarı sendika ağaları istemeye istemeye
işçilerin direnişlerine boyun eğmişti. Çünkü yapılmak istenen toplu sözleşme
yaklaşık 600 bin işçiyi kapsıyordu.
Bu yıllar içinde işçi sınıfının durumu ve mücadelesine dair
işçi sınıfı üzerine araştırmalarıyla bilinen Aziz Çelik'ten bir aktarım:
“Türk-İş’e bağlı 26 sendikanın oluşturduğu Koordinasyon Kurulu’yla üç kamu
işveren sendikası arasında sürdürülen toplu sözleşme görüşmelerinde ilerleme
sağlanamamasını protesto eden 600 bin civarında kamu işçisi 1989’un bahar
aylarında üç ay boyunca etkili eylemler yaptı.”
Ve, alıntı uzun olsa da, A. Çelik'ten aktarmaya devam
edelim: “1990’lı yıllar Türkiye işçi mücadeleleri tarihinde gerek katılan işçi
sayısı ve gerekse grevde geçen işgünü açısından en yoğun grevlerin yaşandığı
dönemdir. 1987, 1988 ve 1989’da yıllık ortalama 30 bin işçinin katıldığı
grevlere 1990 ve 1991 yıllarında ortalama 160 binin üzerinde işçi katıldı. 1995
yılında ise greve katılan işçi sayısı 200 bine yaklaştı. 1995 yılı Türkiye
tarihinde en çok işçinin greve çıktığı yıldır. Bu sayı 1960 ve 1970’lerin ortalamalarının
çok çok üzerindedir. Bu grevler hem kamu hem de özel sektörde yaşandı. 1990 ve
1991 grevlerinin ezici çoğunluğu özel sektörde yaşanırken 1995’teki yoğun
grevler kamu sektöründe yaşandı.
1990-1995 arası greve katılan işçi sayısı 605 bin civarına
ulaştı. Grevde geçen iş günü sayısı ise 14 milyonu aştı. 1984-2013 arasındaki
30 yılda greve katılan işçi sayısının toplamının 809 bin ve grevde geçen iş
günü sayısının 25 milyon gün olduğu düşünülecek olursa 1990-1995 arası
grevlerin yoğunluğu çok daha iyi anlaşılabilir.
Son 30 yılın grevci işçilerinin yüzde 75’i 1990-1995 arasındaki 5 yılda
greve katıldı.”16
1990'lı yıllara damgasını vuran işçi direnişlerinden biri de
yaklaşık 60 bin madenciyi kapsayan Zonguldak Maden İşçilerinin grevi, Ankara
yürüyüşü oldu. Grev 30 Kasım 1990 başladı ve sendika ağalarının ihaneti sonucu
6 Şubat 1991 yılında bitirildi.
Zonguldak Madenci direnişinin arifesinde birçok direniş ve
grevler oldu. Türk-İş ilk defa 3 Ocak 1991 tarihinde işi durdurma kararı aldı.
Bu eyleme 200 binden fazla işçi katıldı. İşçi sınıfı Türk-İş'i zorluyordu.
2000'li yıllara girildiğinde, bütün dünyada emperyalist
sermayenin işçi sınıfına azgınca saldırısı karşısında, başta ABD olmak üzere
bütün ülkelerde işçi ve emekçiler ayağa kalkmış ve direnişler
gerçekleştirmişlerdi. Uluslararası emperyalist sermaye, kapitalizmin krizini
bütünüyle işçi sınıfına yıkması karşısında halklar ayağa kalktı. Başta Kuzey
Afrika ülke halklarının isyanları olmak üzere, Türkiye (Gezi), Mısır ve en son
2019 yılında tam 40 ülkede, doğrudan siyasal iktidarı hedef alan ayaklanma ve
isyanlar, kitlelerin kapitalist sermayenin saldırısı karşısında susmadığını,
eğer MLM bir önderlik olursa bu isyanların başarı kazanabileceğini gösterdi.
Bu yıllar içinde diğer önemli bir işçi eylemi ise 78 gün
süren Tekel işçilerinin Ankara'da Türk-İş'in önüne çadır kurup direnişe
geçmeleridir. TEKEL işçi eylemi, 15 Aralık 2009 tarihinde Türk-İş'e bağlı
Tekgıda-İş Sendikası'na kayıtlı TEKEL işçileri tarafından Ankara'da başlatılan
ve 4 Şubat 2010 tarihinde 1980 sonrasının en büyük toplu iş bırakma eylemiyle
tüm Türkiye'ye yayılan işçi eylemidir. Bu eyleme katılan bir işçinin ; “buraya
gelmeden önce 5 vakit namaz kılarken, şimdi 5 vakit komünizmi öğreniyoruz” sözü
direnişin işçi sınıfına kendi sınıf bilincini de öğrettiğini göstermesi
açısından önemliydi.
Ankara Tekel eylemi Gezi'yi hazırladı. Burjuvazinin azgınca
işçi sınıfının tüm kazanımlarını parça parça gasp etmesi, var olan burjuva
demokratik kırıntıları da yok etmesini, Gezi'yi (Haziran Ayaklanması) ortaya
çıkaran sınıfsal sorunlar olarak ele alabiliriz. Haziran Ayaklanması, ekonomik
nedenlerle değil, politik nedenlerle ve doğudan politik özgürlüklerin gasp
edilmesi üzerine ortaya çıkmıştır. Temel istemde politik özgürlükler üzerindeki
yasakların kaldırılması olmuştur.
Haziran Ayaklanması’nın sınıfsal niteliğini, işçi ve
emekçiler dışında aramak anlamsız ve aynı zamanda sorunu çarpıtmaktır. Bu
eyleme başından beri katılanlar işçi ve emekçilerdir. Bunun yanında şehir küçük
burjuvazisi de güçlü bir şekilde eylemde yer almışlardır. Öğrenci gençliğin de
yer alması, eylemin işçi ve emekçi eylemi olduğunu yadsımaz. Onlar da emekçi
sınıfın içinde yer almaktadır. Ayrıca, kısmen laik orta sınıf da bu eylem
içinde yer almıştır. Daha genel bir ifadeyle, mavi yakalı ve beyaz yakalı işçilerin
güçlü bir şekilde katıldığı bir ayaklanma olmuştur. Özellikle büyük şehirlerin
işçi semtlerinde direnişe katılımların kitleselliği bu savı doğrulamaktadır.
İstanbul gibi büyük bir şehrin Gazi, 1 Mayıs Mahallesi, Sarıgazi, Kartal,
Maltepe ve daha sayısız işçi semtlerindeki direnişler, işçi sınıfının
katılımının büyüklüğü açısından özel bir yere sahiptirler.
Toplumsal hareketin devrimci dinamiği hiç kuşkusuz işçi
sınıfıdır. İşçiler, hareketin içinde güçlü bir şekilde yer almalarına karşın,
sınıfın örgütsüzlüğü ve sınıf bilincinden yoksunluğu, örgütlü bir şekilde, bu
hareket içinde öne çıkmasını önleyen etmenlerin başında gelmiştir. Ancak,
örgütlü gücünü kullanamamasının nedeni ise, sarı sendikaların onların önünde
engel olmasındandır. Bu da işçiler içinde örgütlü ve etkin bir sınıf partisinin
olmadığının göstergesi oluyor.
Bu ayaklanma öncesi, yıllardır Kürt Ulusal Hareketi’nin
ayağa kaldırdığı, politize ettiği Kürt işçileri, yoksul köylüleri ve emekçileri
vardı. Bu ayaklanma sırasında, ulusal hareket için oynadıkları rolü
oynayamamışlardır. Bunun ilk nedeni, Türk işçi ve emekçileri üzerindeki sosyal
şovenizmin etkisinin olmasıdır. Devletin milliyetçi-ırkçı politikasının geniş
bir kesim üzerinde hala etkisini sürdürmesi, Kürt ulusal hareketine karşı uzak
durmalarında önemli bir etken oldu. Ve bu ayaklanmanın öncesi devlet ile Kürt
ulusal hareketi arasındaki “çözüm süreci”nin varlığı, Kürt ulusal hareketinin
bu eylemde direkt yer almasının önünü de kesti.
Kendiliğinden halk ayaklanması içinde yer alan ve
çatışmaların önünde yürüyen gençliğin, salt öğrenci gençlik olduğunu söylemek
de yanıltıcı ve doğru bir belirleme değildir. Her toplumsal halk hareketinde,
hareketin ileri mevzilerinde yürüyen ve çatışan işçi ve öğrenci gençlik olur.
Haziran Ayaklanması’nın ileri mevzilerinde yer alanlarda bunlar olmuştur. Bu
durum, genç insanların, başta sınıfsal konumları olmak üzere, dinamikliğiyle de
yakından ilgilidir. Ayrıca, bunlar işçi ve emekçi sınıfından ayrı değil, onunla
iç içe ve onun bir parçasıdır. Bazı “sol” liberallerin, işçi sınıfının devrimci
dinamiğini yadsımak için ayrı bir gençlik “sınıfı” yaratmaları, bilinçli bir
çarpıtma ve yanıltma çabasıdır.
Taksim Gezi Parkı’nda başlayan ve dalga dalga bütün
Türkiye’yi kapsayan Haziran Ayaklanması ile birlikte Türkiye’de devrimci durum
doruğuna çıktı. Ondan önce devrimci durumda yok denebilecek kadar çok az bir
gelişme vardı. Ancak, bir kıvılcımla beraber, kitlelerin ayaklanması, bir
devrim durumu ortaya çıkardı. Fakat, ayaklanmanın kendiliğinden olması,
kitlelerin örgütsüzlüğü ve kendine devrimci diyen örgütlenmelerin ayaklanan
kitleler içinde etkinliklerinin oldukça cılız olması, bu devrimci durumu bir devrime
çevirmeye yetmedi. Hatta, eğer örgütlü bir kitle ayaklanması olsaydı, talepler
daha ileri ve net olacağı gibi, taleplerin alınması ve kabul ettirilmesi daha
kolay olabilirdi. Burjuvazi iyice köşeye sıkıştırılırdı. Elbette, her devrimci
durum bir devrime yol açmayabilir. Bu ayaklanma özelinde de, öncesi ve
sırasındaki öznel ve nesnel durumlar, bir devrim durumunu doğuracak koşullardan
uzaktı.
Gezi, proleter öncünün önderliğinden yoksundu. Kitle
hareketlerinin başarısı öncünün kitlelerle birleşmesi ve onlara önderlik
etmesiyle olasıdır. Komünist önderlikten yoksun işçi sınıfı ve emekçi
hareketleri bazen başarı kazansa da bu geçicidir. Bu da gösteriyor ki, komünist
önderliğin işçi sınıfı içinde inşası ve geliştirilmesi, kitleler ile içiçe
olması, kitlelerin güvenini kazanarak onları doğru politik hedeflere
yönlendirmesini esas görevimiz haline getirmeliyiz.
Devrim için devrimin dinamiği ve öznesi işçi sınıfıdır.
Bundan başka esas özne ve kitle temeli aramak, var olan gerçeklere gözleri
kapayarak kitlelerden uzaklaşmak anlamına gelir. Acil görev işçi sınıfı ve
kitleler içinde Bolşevik bir örgütlenme ve proletarya partisini burada inşa
etmek olmalıdır. Gezi'den çıkarılması gereken temel öğreti budur.
7- İşçi Sınıfı İçinde Çalışma Tarzımız ve Öğrettikleri
1975'lerden itibaren proletarya partisi şehirlerde işçi
sınıfı içinde örgütlendi. Proletarya Partisi’nin önderliğinde İleri Maden -İş
ve Tüm Maden-İş (2015 yılında bu adla bir sendika daha kurulmuştur ve sözünü
ettiğimiz sendikayla bir ilişkisi yoktur), Bank-Sen gibi sendikalar vardı ve
Kadıköy Otosan'da işçiler içinde proletarya partisinin güçlü bir örgütlenmesi
vardı. Örneğin, Otosan'da DİSK'e bağlı Maden-İş örgütlüydü. Maden-İş'in Kadıköy
Şubesi seçimlerini, sınıf sendikacılığını savunan aday bir oyla kaybetti.
Maden-İş ise bütünüyle revizyonist TKP’nin denetimi altındaydı ve yönetiminde
TKP Merkez Komitesi üyeleri vardı.
Ancak, bu dönemin sendikal çalışma ve anlayışının sol
olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu dönemde sendikalar, işçi sınıfının
ekonomik-demokratik bir örgütlenmesi değil, adeta bir parti gibi ele alınmış ve
programlarında ve yayınladıkları bildirilerde, komünist partisinin
kullanabileceği hedefler savunulmuştur.
Örneğin İleri Maden-İş'in örgütlendiği ve grev yaptığı bir
iş yerinde, işyeri sahibi; “İleri Maden-İş ile toplu sözleşme yapmak TİKKO ile
anlaşma yapmaktır”, “TİKKO ile anlaşma yapmaktansa DİSK ne isterse imzamı
atarım” demiştir. Yine İleri Maden İş'in çıkardığı dergi bir nevi parti yayın
organı yayınlanmış, içerik açısından parti yayınlarıyla sendika yayını arasında
bir fark bulunmuyordu.
Bu örneklerinde gösterdiği gibi teorik olarak eleştirilen ve
karşı çıkılan Anarko sendikalist anlayışlar, pratikte öne plana çıkmıştır. Bu
tür sol anlayışlar genelde diğer devrimci örgütlenmelerde de vardı. Devrimci
durumun var olduğu bir koşulda genelde sol anlayışlar öne geçer. Ne var ki,
proletarya önderliğinde devrim yapmak isteyen işçi sınıfının öncü partisi, sol
ve sağ anlayışlara prim vermeden uzun vadeli mücadeleyi dikkate alarak, illegal
ve legal çalışma ve örgütlenmenin diyalektik bağlarını doğru kurmalıdır.
Sendikal çalışma ve sendikal örgütlenmeyle parti örgütlenme ve çalışmasını
birbirine karıştırmamalıdır.
Bu nedenle işçi sınıfı içinde uzun süreli, sabırlı ve daha
geniş işçi kitlelerini kapsayıcı bir örgütlenme yaratılamadığı gibi,
sendikaların yasaklandığı bir süreçte kalıcı örgütlenmeler yapılamadı.
Kapitalistlerin, kendi sınıfsal çıkarları gereği, elbette
illegal devrimci bir örgüt olan TİKKO ile değil reformist DİSK'le anlaşma
yapmak istemesi kadar doğal bir şey yoktur. Ancak, yine de bu objektif durum
sendikal çalışma tarzı ile parti çalışmasını aynılaştırılmasını haklı çıkarmaz.
Bu dönemde proleter hareket açısından teorik olarak kırsal
alandaki mücadele esas alınsa da, işçi sınıfı içindeki çalışma ön plana
çıkmıştı. Bunu varolan nesnellik zorlamıştı. Başka türlü de olamazdı. Çünkü,
şehirlerde işçi sınıfının mücadelesi toplumsal gelişmelere ve sınıflar arası
mücadeleye damgasını vuruyordu. Köylülük her geçen gün hızla erirken aynı
oranda işçi sınıfı nicel olarak da gelişiyordu.
12 Eylül 1980 öncesi Otasan'daki örgütlenmenin yanı sıra
daha birçok fabrikalarda küçümsenmeyecek örgütlenmeler yapılmıştı. İzmit ve
İzmir'de de aynı şekilde fabrikalarda işçi örgütlenmeleri yapılmıştı ve işçi
sınıfı proletarya partisini tanıyordu. Burada hemen anımsatalım 1975 yılında
İstanbul Pendik'te kurulu ELKA fabrikasındaki grevi proletarya partisi
örgütlemişti.17 Elka'da kazanılan birçok işçi daha sonra proletarya partisi
saflarında aktif olarak mücadeleye katılmıştır.
Yine bu dönemde proleter hareketin Bursa'da Otomobil
fabrikalarında yeni yeni ilişki kurduğunu ve özellikle Bursa Orhangazi
ilçesinde kurulu Asil Çelik Fabrikası’nda çok etkin bir çalışmasının ve
örgütlenmesinin bulunduğunu hatırlatmak gerekir. Yine, bu dönemde Bursa Merinos
Fabrikasında doğrudan proletarya partisine bağlı parti komiteleri kurulmuştu.
Ne var ki, proleter hareketin işçi sınıfı içindeki
örgütlenmenin uzun vadeli ele alınmaması sınıf içi çalışmasına ve sınıfla daha
sıkı ve derinlemesine bağ kurulmasına engel oluyordu.
Bu nedenle proleter hareketin İleri Maden-İş, Tüm maden-İş,
Bank-Sen ve daha başka sendikalardaki çalışmaları ve özellikle Otosan, Petkim,
Tüpraş gibi yerlerdeki örgütlenme ve çalışmalar tam olarak değerlendirilemedi.
Proleter hareketin yönelimi işçi sınıfını örgütleme ve onun
üzerinden partiyi inşa etme anlayışı daha ileri ve üst boyuta taşınamadığı
için, Askeri Cunta gelir gelmez bütün örgütlenme ve çalışmaları durma noktasına
geldi, ağır bir yenilgi alındı.
Somut koşulların somut analizi MLM olmanın temel
öğretisidir. Bu yapılmadan proletaryanın öncüsü, öncülük görevini asla yerine
getiremez. Bu bilinçle hareket edildiğinde işçi sınıfı içinde güçlü
örgütlemeler yaratabilir, proletarya partisi işçi sınıfı ve kitleler ile
buluşturabilir.
Kaynaklar
1 Lütfi Erişçi, Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi, sf. 4, pdf
2 Dimitır Şişmanov, Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi Kısa
Tarihi (1908-1965) sf. 32, Belge
Yayınları, 1990
3 Aktaran L. Erişçi, age, Devleti Osmaniyenin 1313 senesine
mahsus istatistik umumisi, İstanbul 1316
4 Dimıtri Şişmanov, age, sf.39
5 L. Erişçi, age
6 Yüksel Akkaya, Türkiye'de İşçi sınıfı ve Sendikacılık Kısa
Özet-1, Praksis (5) 2002, sf. 131-176
7 Der. DONALD QUATAERT - ERİK JAN ZURCHER „Osmanlı’dan
Cumhuriyet Türkiye’sine işçiler
1 8 3
9 -1 9 5 0“ sf. 159, İletişim Yayınları
8 Dimitri Şişmanov, Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi kısa
Tarihi (1908-1965), sf. 130
9 Meltem Tekerek, Cumhuriyet Halk Partisi İktidarında
İşçiler (1923-1938), Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, XX/40 (2020-Bahar ss. 175-199.
10 Yüksel Akkaya, Türkiye'de İşçi sınıfı ve Sendikacılık
Kısa Özet-1, Praksis (5) 2002, sf. 131-176
11 Akataran, L. Erişçi, age, sf. 20, Sanayi İstatistikleri. İstanbul 1927.
12 Der. DONALD QUATAERT - ERİK JAN ZURCHER „Osmanlı’dan
Cumhuriyet Türkiye’sine İşçiler
1 8 3 9 -1
9 5 0“ sf. 159, İletişim Yayınları
13 Yıldırım Koç,
Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi Osmanlı'dan 2010'a, sf. 131, epos Yayınları, 2010
14 Dimitri Şişmanov; Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi Kısa
Tarihi (1908-1965), sf. 152, Belge
Yayınları
15 Y. Koç, age, sf. 169
16 Hazırlayan Mete Kaan Kaynar, Türkiye'nin 1950'li Yılları,
sf. 71, İletişim Yayınları
17 İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, sf. 277-278, Umut
Yayımcılık
18 Yusuf Köse, Tarihin Önünde Yürümek, sf.41, El Yayınları
19 Netaş, (Northern Elektrik Malzemeleri Fabrikası) Kanadalı
Northern Tewkeli ile PTT'nin 1969
yılımnda İstanbul Ümraniye'de
kuruluydu. Şimdi Tuzla'da. Şirketin %15'i TSK Güçlendirme Vakfı'na ait.
20
https://m.bianet.org/bianet/emek/161305-isci-sinifinin-ayaga-kalktigi-yillar
21
https://blog.milliyet.com.tr/elka-grevi---ibretlik--/Blog/?BlogNo=281328