26 Aralık 2023 Salı

Yüzyıldır Tarihin Dışında Bir Rejim: TC!

Yüzyıldır Tarihin Dışında Bir Rejim: TC!

 

Türk devletinin kuruluşunun yüzüncü yılında, Türk devletinin kuruluşu ve adına “Milli Mücadele” ya da “Kurtuluş Savaşı” denilen süreci ve bu sürece önderlik eden sınıfları kısaca ifade etmek, Türk devletinin hangi temeller üzerinden yükseldiğini ve sınıfsal niteliğini tanımlamak açısından önemlidir.

 

 Başlarken ifade etmek gerekir ki, komünistler açısından bu sorunun yanıtı yarım asır önce İbrahim Kaypakkaya tarafından netliğe kavuşturulmuştur. İbrahim Kaypakkaya’nın “Kurtuluş Savaşı” ve özellikle Kemalizm tahlili bu açıdan yeterlidir. Bu nedenle ayrıca bir değerlendirme yapmak gereksizdir.

 

 Buna rağmen -aradan yüzyıl geçtikten sonra bile-, halen Türk devletinin kuruluş sürecini ve dahası bu sürecin coğrafyamız sınıflar mücadelesi açısından “ilerici” olduğunu savunanların var olması, bu tezleri savunan çevrelerin sınıfsal niteliğiyle açıklanabilir ancak. Ve bu objektif durum, ister istemez bizleri yeniden ve yeniden “Kemalist Devrim” denilen harekete dair söz söylememizi zorunlu kılmaktadır.

 

 Günümüzde Türk devletinin kuruluşunu ve özellikle Cumhuriyet’in ilanını burjuva demokratik devrim olarak tanımlayan ve dahası yine bu “devrime önderlik edenlerin devrimi yarım bıraktığı”nı savunup, kendine politik bir görev biçenlerin varlığında bu zorunluluk ister istemez önem kazanmaktadır.

 

 Aradan yüzyıl geçtikten sonra adına “Kemalist Devrim” denilen harekete önderlik edenlerin esas hareket noktalarının Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının ardından ortaya çıkan gelişmelere karşı sınıfsal bir refleks içinde, kendilerine dayatılan sömürge yapıya itiraz ettikleri; bu amaçla kuruluş gerekçeleri “Ermeni ve Rum isteklerine karşı gelmek” olan soykırımcı İttihat Ve Terakki artığı “Müdafaa-i Hukuk Cemiyet”lerini birleştirerek, bir “Milli Mücadele” örgütledikleri ve dönemin galip emperyalistleriyle yarı-sömürge bir yapıda anlaşarak devlet örgütlenmelerini yeniden kurdukları ifade edilebilir.

 

 Bu anlamda TC devleti Osmanlı devletinin sömürge, yarı-sömürge yarı-feodal yapısının doğrudan sömürgeliğinin yerine yarı-sömürge yarı-feodal yapısının devamı olarak kendini var etmiştir.

İşte adına Kemalist Devrim denilen hareket bu durumu netleştirmiştir. Bu anlamıyla “Milli Mücadele” denilen süreç gerçek anlamda bir ulusal kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesi değil başından sonuna kadar dönemin emperyalist güçleriyle anlaşma/uzlaşma süreci/mücadelesi olmuştur.

 

Dönemin politik koşulları ve özellikle “Milli Mücadele”ye önderlik edenlerin taktik ustalıkları bu sürecin kendileri açısından başarıya ulaştırılmasında tayin edici olmuştur.

 

 Bu açıdan Türk ulus devletinin tarihsel olarak ortaya çıkışı ve kendini var etmesi, ortaya çıktığı tarihsel koşullardan bağımsız değildir.

Dahası I. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında savaş yorgunu olan galip emperyalist güçlerin 17 Ekim Devrimi’yle ortaya çıkan esas tehlike karşısında, “Milli Mücadele”ye önderlik eden güçlerle anlaşması, onların görünüşte bağımsız gerçekte ise emperyalist kapitalist dünya sistemi içinde yer alacağını ilan eden bir devlet örgütlenmesine Lozan’da evet demeleridir söz konusu olan.

 

 Kabaca “Türk devletinin kuruluşunun anti emperyalist bir mücadele sonucunda, sonradan Kemalist olarak adlandırılacak kadrolar tarafından bir devrimle gerçekleştirildiği” tezi, TC devletinin kuruluşunun ilk on yıllarında, iktidar kendisini sınıfsal olarak tahkim ettiği oranda, devletin ideolojik aygıtları tarafından (kendine sol diyen Kadro Hareketi ve dönemin Şefik Hüsnü önderliğindeki T“K”P gibi çevreler) üretilmiş ve propaganda edilmiştir.

 

 Bu propagandanın dönemin koşulları içinde özellikle işçi sınıfı ve emekçi hareketi ve Kürt ulusal hareketleri gibi, devlet iktidarını tehdit eden gelişmeler karşısında daha da artırıldığı, TC devletinin iktidarı kendini sağlamlaştırdıkça bu argümanların daha fazla piyasaya sürüldüğü bir gerçektir.

 

 İlginçtir cumhuriyet yüzyılının ikinci yarısında başta işçi sınıfı ve öğrenci gençlik hareketi olmak üzere, kitle hareketlerinin yükseldiği dönemde de yine bu tez gündeme getirilmiş ve “Kuvayi Milliye” hareketi ve TC devletinin kuruluşu, ilericilik ve devrimcilik adına olumlanarak propaganda edilmiştir.

 

Dönemin “eski tüfek” kimi T“K”P kadrolarından, devrimci önderlerine kadar bir dizi çevre kendilerini “İkinci Kuvayi Milliye Hareketi” olarak tanımlamış ve M. Kemal’in yarım bıraktığı “devrim”i tamamlamayacaklarını propaganda etmişlerdir.

 

Bu kafa karışıklığına karşı öncelikle şunu ifade etmek gerekir.

 

 “Milli Mücadele” dönemin koşulları içinde ortaya çıkmış ve sonradan dönemin emperyalist güçleriyle uzlaşma/anlaşma sağlanıp, rejim kendini tahkim ettikçe bir devrim olarak propaganda edilmiştir. Sonradan Kemalist olarak adlandırılan M. Kemal’in ve çevresinde toplanan kadroların önce “Milli Mücadele” ve ardından da iktidarlarını sağlamlaştırmak için attıkları adımlarla yeni rejimin kurulması, bir burjuva demokratik devrim olarak propaganda edilmiştir.

 

Bu anlamıyla Kemalist Devrim denilen “şey”in bir burjuva demokratik devrim olup olmadığı sorusu önem kazanmaktadır.

 

Bir yanılsamadan daha fazlası: “Kemalist Devrim”!

 

Toplumlar tarihinin sınıflar mücadelesi tarihi olduğunu kabul edenler açısından burjuva sınıfının ortaya çıkışı ve tarihsel olarak 1789 Fransız Devrimi’yle iktidarı ele geçirdiği bilinmektedir.

 

Burjuvazi eskiyi temsil eden feodal sınıfa karşı yanına işçileri ve köylüleri alarak bir devrimle iktidarı ele geçirmiştir. Bu tarihten sonra burjuvazi, şu veya bu yöntemle, devrimle ya da uzlaşarak feodal sınıfı tasfiye etmiş, kendi sınıf iktidarını tesis etmiştir.

 

 Burjuvazi 1848 devrimleriyle işçi sınıfı ayağa kalktığında ise gerçek sınıf düşmanının “farkına varmış”, kendi mezar kazıcısı olan işçi sınıfını gerçeğiyle yüz yüze kaldığı için ürkmüş ve kendisine karşı işçi sınıfının önderliğindeki bir devrim olasılığına karşı gericileşmiştir.

 

Burjuvazinin gericileşmesi olgusu kapitalizmin emperyalist aşamaya ulaşmasıyla dünya çapında bir gerçeklik halini almıştır. Ve nihayet işçi sınıfının önderliğinde gerçekleşen 1917 Ekim Devrimiyle birlikte, bütün dünyada burjuva önderliğinde eski tip devrimler dönemi kapanmış, proletarya önderliğinde yeni-demokratik devrimler ve sosyalist devrimler dönemi açılmıştı.

 

Artık çağ değişmiş emperyalizm ve proleter devrimler çağına girilmişti.

Burjuvazi, bütün dünyada başta işçi sınıfı olmak üzere halk hareketlerinden korkar hale gelmişti.

 

İşte TC devletinin kuruluş süreci tam da bu tarihsel alt üst oluşun yaşandığı, sınıflar mücadelesinde yeni bir çağın başladığı döneme denk gelmiştir.

 

!!!!!!_Bu nedenle, TC rejiminin kuruluş sürecini doğrudan 1789 Fransız Burjuva Devrimi’yle birebir ilişkilendirmek/karşılaştırmak hatalı olacaktır. Çünkü artık çağ değişmiş, başka koşullar hakim hale gelmiştir.!!!!

 

Kuşkusuz 1789 burjuva devrimi, coğrafyamız sınıf mücadelesini etkilemiştir. Ancak bunun oldukça geç bir tarihte olduğunu, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı’da ortaya çıkan gelişmelerden biliyoruz. İlan edilen Meşrutiyetler ve 1908 devrimi bu sürecin ürünü olarak şekillenmiştir. Ne var ki yukarıda ifade ettiğimiz koşulların değişimi ve burjuvazinin gericileşmesi nedeniyle, özellikle Doğu Avrupa’da ve Asya’da ortaya çıkan ve gelişen ulusal hareketler, eylemlerinde başarılı olmalarına rağmen sömürge yapıyı yarı-sömürge yapıyla değiştirmekten ileri gidemediler; yarı-feodal yapıyı ise olduğu gibi muhafaza ettiler.

Burjuvazi ve toprak ağaları sınıfları ittifak kurarak emperyalizmle işbirliğine girişmek zorunda kaldılar. Diğer bir ifadeyle burjuvazi ilerici barutunu tükettiği için, iktidarı almak için gerici olan ne varsa onunla işbirliğine girdi ve uzlaştı.

 

Dolayısıyla sonradan “Kemalist devrim” ve “burjuva demokratik devrim” ya da “yarım kalmış burjuva demokratik devrim” olarak adlandırılan hareket; mutlaka ama mutlaka ortaya çıktığı tarihsel koşullarla birlikte değerlendirilmelidir.

 Adına sonradan “Kemalist Devrim” denilen hareket, burjuva demokratik devrimler sürecinde ya da “ulusal kurtuluş savaşları çağı”nda değil “emperyalizm ve proleter devrimler çağı”nda ortaya çıkmış ve kaçınılmaz olarak bu çağın özellikleriyle karakterize olmuştur.

 

 

1917 Ekim Devrimi’yle birlikte, karakteristik olan şey, -ki Kemalist hareket bundan ayrı ve kendine özgü (sui genesis) değildir-, “burjuva önderliğinde devrimlerin sona ermesi, burjuvazinin dünya çapında gerici çizgiye kayması, devrimden korkar hale gelmesi, buna karşılık proletaryanın devrimci eyleminde büyük bir yükselmenin ortaya çıkması, Doğu’da eski tip burjuva-demokratik devrimlerinin sona ermesi, proletarya önderliğinde yeni tip demokratik devrimlerin başlaması ve bunların Sosyalist Sovyetler Birliği’yle birleşmesidir.

 

1917 Ekim Devrimi ile başlayan yeni tarihi döneme özelliğini veren ve damgasını vuran şeyler bunlardır. Bu yüzden, sözkonusu tarihi dönem,

 “milli kurtuluş savaşları çağı” değil, “proleter devrimleri çağı”dır.”

(İbrahim Kaypakkaya, Bütün Eserleri, Nisan Yayıncılık)

 

 Özetle; adına “Kurtuluş Savaşı” denilen hareketin gelişiminin bu tarihsel kesitte yaşanması, onun sınıfsal niteliğini de doğrudan etkilemiştir.

Nitekim tam da bu gerçek nedeniyle Mao Zedung yoldaşın “Kemalist devrimin, proleter devrimleri çağında yer almasına rağmen, dünya proleter devrimlerinin bir parçası değil, eski burjuva demokratik devrimlerinin bir parçası olduğu” değerlendirmesi isabetlidir.

(Aktaran İ.Kaypakkaya)

Klasik burjuva devrim, feodalleri yıkmak için işçi sınıfı ve köylülerden destek alırken, emperyalizm ve proleter devrimler çağında gelişen burjuva hareketler, burjuvazinin sınıfsal tecrübesinin de etkisiyle işçi sınıfı ve halk hareketlerine karşı gelişti, bu hareketleri bastırmayı sınıfsal bir görev olarak algıladı ve uyguladı.

Nitekim “Kemalist Devrim” denen hareket tam da bunu yaptı.

Bırakalım demokratik olmayı, işçi sınıfı ve halk hareketine, demokratik devrim olanak ve ihtimaline karşı gelişti. Kendi iktidarını tahkim ettikçe de işçi sınıfı ve halk hareketlerine, kendi iktidarını tehdit eden Kürt ulusal hareketleri gibi gelişmelere azgın bir faşist terörle yöneldi. Tarihsel gerçekler bunu fazlasıyla göstermektedir.

 

Öte yandan “Kemalist Devrim”in içinde bulunduğu çağa değil de, bir önceki çağa ait olması gerçeği, bu harekete önderlik eden sınıf(lar)ın sınıfsal niteliği açısından da önemlidir. “Milli Mücadele” denilen süreçte, “emperyalizme karşı verildiğini iddia ettikleri” savaş, işçi sınıfı ve halk hareketine karşı gelişmiş ve iktidarı ele geçirdiği oranda gerici sınıfsal niteliği daha da belirginleşmiştir.

Nitekim hareketin daha emperyalizme karşı kurtuluş savaşı verildiğinin iddia edildiği süreçte ve dahası bu sürecin başlarında önce İtalyanlar ardından da Fransızlarla anlaşma yoluna gitmiştir.

 

 Diğer yandan, bu harekete önderlik edenlerin sınıfsal niteliği ortaya konulduğunda, hareketin hedefinin burjuva demokratik anlamda dahi bir devrim gerçekleştirmek olmadığı, hareketin ortaya çıktığı koşulların karakteristik özelliklerine göre, siyasal iktidarı dönemin emperyalistleriyle uzlaşarak ele geçirdikleri daha net olarak görülür.

 

 Her şey bir yana örneğin bu hareketin önderlerinin, emperyalizme karşı bir ulusal kurtuluş mücadelesi vermek amacıyla harekete katılmak isteyen TKP önderliğini, doğrudan örgütledikleri bir komployla Anadolu’ya davet edip katlettikleri ve dahası hem Sovyetler Birliği’nden yardım almak hem de dönemin emperyalistlerine şantaj yapmak için sahte bir komünist partisi bile kurdurdukları bilinmektedir. Yine bu hareketin önderleri daha “Milli Mücadele” içindeyken kendi denetimleri dışında, halkçı özellikler taşıyan örgütlenmeleri çeşitli yol ve yöntemlerle bastırıp dağıttıkları da ortadadır.

 

 Harekete önderlik edenler en başından itibaren sadece dönemin emperyalistleriyle uzlaşma çabası içinde olmamışlar aynı zamanda, emperyalist işgale karşı gerçek anlamda direniş ve örgütlenmeleri de bastırmışlardır. Bu eylemlerin asıl hedefi olası bir demokratik devrim ihtimalini bastırmak olduğu kadar, dönemin emperyalist güçlerine de mesaj vermekti.

 

“Milli Mücadele” önderliğinin sınıfsal karakteri

 

Kemalist hareket daha “Milli Mücadele” yılları içinde emperyalistlerle uzlaştıktan ve nihai olarak iktidarı ele geçirdikten sonra, bu hareketin eylemi emperyalizme karşı bir devrim olarak propaganda edilmiştir. Bunda iktidarı ele geçiren sınıfların kendi iktidarlarını meşrulaştırma ve halk kitleleri üzerinde rıza üretme çabası belirleyici olmuştur. Dahası Kemalist devrimin emperyalizme karşı gerçekleştirilen “ilk devrim” olduğu, “bağımsızlık savaşıyla Asya’nın ve Afrika’nın ezilen halklarına umut olunduğu” gibi, gerçeklerden uzak bir propaganda yürütülmüştür.

 

Oysa sonradan Kemalist Devrim olarak adlandırılacak bu süreçte, bu harekete önderlik edenler en başından beri İttihat ve Terakki içindeki Türk komprador büyük burjuvazisi, toprak ağaları, eşraf ve tefecilerdir.

 “Milli Mücadele”ye önderlik edenler, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri içinde örgütlenen, çoğu ticaretle uğraşan Türk komprador büyük burjuvaları, toprak ağaları, tefeciler, kasabaların eşraf takımı ve ulusal karakterdeki orta burjuvazidir.

 

Bu sınıflar “Kurtuluş Savaşı”na önderlik etmişleridir.

Ulusal karakterdeki orta burjuvazi, harekette önemli bir rol oynamakla birlikte, tayin edici olmamıştır. Harekete damgasını vuran Türk komprador büyük burjuvaları ve büyük toprak ağaları olmuştur. Bu sınıfların sınıfsal çıkarları için bir “Milli Mücadele” yürütülmüştür.

 

 Kimdir bu sınıflar? Önce Abdülhamit Diktatörlüğüne karşı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde (İTC) örgütlenen Türk burjuvazisinin, subaylar ve kimi feodallerle birlikte “1908 Jön Türk Devrimi”ne önderlik eden ve iktidarı ele geçirdikten sonra ise o günün konjonktürel gelişmeleri ve Osmanlı’nın yarı-sömürge yapısı nedeniyle Alman emperyalizmiyle işbirliğine girişen ve bu işbirliği sayesinde özellikle bir kısmının giderek palazlanmasıyla ortaya çıkan Türk büyük burjuvazisidir.

 

 Öte yandan bu dönemde Abdülhamit iktidarı sırasında gelişen ve genellikle azınlık milliyetlere mensup komprador burjuvazi varlığını devam ettiriyordu. İTC iktidarı birinci kesiminin sınıfsal çıkarlarını temsil ediyordu. Türk burjuvazisinin büyüyen ve kompradorlaşan kanadı, -Türk komprador büyük burjuvazisi-, birinci emperyalist paylaşım savaşı sürecinde savaş araç ve gereçleri alım satımı, vagon tekeli, zorunlu ihtiyaç maddeleri üzerinde yapılan vurgunlar, vb. yoluyla muazzam zenginleşti. Büyük servetler, sermayeler edindi.

Ne var ki paylaşım savaşında Alman emperyalizminin yenilgiye uğraması, Alman emperyalizmiyle işbirliği içinde hareket eden bu kesimin hakimiyetini de tehlikeye düşürdü. Dahası emperyalist paylaşım savaşında başta soykırım olmak üzere işlenen suçların varlığı ve bu sınıfların ellerindeki servetleri kaybederek kesin tasfiyesi tehlikesinin baş göstermesi, bir yandan bu sınıfları emperyalist paylaşım savaşının galipleriyle uzlaşma/anlaşma yollarını aramaya, diğer yandan ise bu amacı güçlendirmek için özellikle “Ermeni ve Rumların geri dönme ihtimaline karşı” ortaya çıkan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’ni tek bir çatı altında toplama ve bir direniş örgütlemeye itti. Bu direnişe de “Milli Mücadele” adı verildi.

 

 

 

Bu sınıflar “devrimci olmadıkları halde” neden bir “Milli Mücadele” vermişlerdir? Bu sorunun yanıtı basittir. Emperyalist paylaşım savaşında yenilen ve tarihsel süreci sona eren Osmanlı Devleti’nin hakimiyetindeki pazarın doğrudan bir sömürge olmasına karşı bir itiraz söz konusudur. Koşullar Türk burjuvazisini “devrimci” kılmıştır! Ancak bu devrimcilik en başından itibaren bir bağımsızlıktan çok emperyalizmle uzlaşma/anlaşma amacındadır. Sömürge olmaya itiraz, yarı-sömürgelikte karar kılmadır.

 

 “Bu koşullar altında, Türkiye, Avrupa kapitalistlerine yenilmiş olsaydı, yabancılar en kısa zaman içinde bütün ticareti ve sanayii ele geçireceklerdi. Türk burjuvazisi bir ölüm kalım sorunu ile karşı karşıya idi. Kapitalistlerin işgali altındaki liman şehirleri olmazsa, devlet kendilerini desteklemezse, yabancılara verilen imtiyazlar devam edip Türkiye her bakımdan yabancı kapitale bağlı kalırsa, yurdun öz ticareti ve sanayii er geç ölecekti. Tüccarı, sanayiciyi, tarım ürünlerini yabancı ülkelere satan ağa ve büyük toprak sahiplerini devrimci kılan işte bu tehlike idi. Köylü, işçi ve küçük esnafın kapitalistler ve toprak ağalarına karşı duyduğu hoşnutsuzluk, ustalıkla yabancı kapitalistlerle mücadeleye dönüştürüldü. Bunun için devrim, bütün yurda yayılarak milli bir karakter aldı”.

(Şnurov’dan aktaran İbrahim Kaypakkaya, age)

 

 

 

Burada hemen belirtmek gerekir ki Türk komprador burjuvazisi ve büyük toprak ağalarının bir kısmının direniş nedeninin asıl motivasyonu yabancı kapitalistler de değildir. Özellikle Ermeni-Rum ve Süryani soykırımının gerçekleştirildiği bölgelerde, bu ulus ve milliyetlerin servetlerine ve mallarına çökenler, Ermeni ve Rumların geri dönme ve gasp edilen mülklerini geri alma ihtimaline karşı “Milli Mücadele”ye katılmışlardır. “Milli Mücadele”nin üzerinde yükseldiği Müdafaa-i Hukuk örgütlerinin asıl olarak Ermeni ve Rum soykırımının gerçekleştirildiği yerlerde kurulması ve dahası bu derneklerin kuruluş amaçları arasında “Ermeni ve Rum tehlikesine karşı” olması bu açıdan anlamlıdır.

 

 Diğer bir ifadeyle sadece sömürgeleşme tehlikesine değil aynı zamanda Ermeni ve Rumlardan gasp edilen mal ve servetlerin geri verilmesi ihtimaline karşı da bir direniş söz konudur. Bu Müdafaa-i Hukuk örgütlenmelerinin dönemin emperyalist güçleriyle ilişkileri ve bu güçlere yönelik talepleri bu direniş motivasyonunu fazlasıyla özetlemektedir.

 

 Nitekim “Milli Mücadele”den kısa bir süre sonra yapılan doğrudan gözlemlerden bu sınıfın nasıl ortaya çıktığına dair şu doğru şu vurgular önemlidir: “Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde yaptığımız soruşturmalardan öğreniyoruz ki, ağaların ve büyük toprak sahiplerinin bir kısmı da, aynı şekilde yani boşalan Ermeni ve Rum topraklarına el koyarak ortaya çıkmışlardır. Demek oluyor ki, eski komprador burjuvazinin bir kısmının (ki bunlar çoğunlukla azınlık burjuvazisi idi) ve toprak ağalarının bir kısmının hakimiyeti yerine, komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının başka bir kesiminin hakimiyeti geçmiştir.”

(Şnurov’dan Aktaran, İK, age)

Rejimin inşası ve tahkim edilmesi

Dört yıl gibi oldukça kısa bir süren “Milli Mücadele”yle sömürge, yarı-sömürge ve yarı-feodal toplumsal formasyonun yerini yarı-sömürge ve yarı-feodal bir toplumsal formasyon almış, Kemalistler devamcısı oldukları İttihatçılar gibi yarısömürge yapıyı olduğu gibi muhafaza etmişlerdir. Öte yandan Kemalistler, İttihatçıların yarım bıraktıkları kimi adımları da tamamlamışlardır. Örneğin saltanatı ve halifeliği kaldırmışlar, cumhuriyet ilan etmişlerdir vb.

 

Geçerken belirtelim. Kemalist iktidarın dönemin koşulları gereği attığı bu türden adımları “devrimin doğal sonucu” olarak tanımlamak ve “devrimin kazanımları” olarak propaganda etmek günümüzde kendisine ilerici diyen kimi çevreler tarafından savunulmaktadır. Oysa iktidarı ele geçiren komprador burjuvazi ve toprak ağaları açısından bu adımlar, “taçların ve şahların devrildiği” o günün koşulları içinde biçimsel olmaktan öte bir anlam taşımamaktadır. Temel mesele o günkü koşullarda ele geçirilen iktidarın sağlamlaştırılmasıdır. Bu amaçla toplumsal dayanağı ortadan kalkmış ve içinden geçilen tarihsel süreç açısından eskimiş kurum ve unvanların lağvedilerek, kendi iktidarlarını güçlendirme adımları atmaları eşyanın tabiatı gereğidir.

 

Bu ilerici ve devrimci bir hamleden ziyade zaten eskimiş ve yıpranmış kurumların yerini, yeni iktidarın tesis edilmesine hizmet edecek yeni kurum ve unvanların örgütlenmesinden başka bir şey değildir. Saltanatın yerini cumhuriyet, hilafetin yerini diyanet almış, iktidar ilişkileri ise korunarak sürdürülmüştür. Elbette, saltanata yakın kompradorlar, toprak ağaları, ulema ve feodaller güç kaybetmişlerdir. Ancak yüzyıl başında başlayan ve 1908 devrimiyle iktidar olan komprador burjuvazi ve büyük toprak ağalarının iktidarı sürmüştür.

 

Burada önemli olan hususlardan birisi de “Milli Mücadele”ye önderlik eden komprador burjuva ve büyük toprak ağalarının yanında Milli Mücadele’de etkin olan Türk ticaret burjuvazisinin bir kısmının da kompradorlaşmasıdır. Elbette “Milli Mücadele” sonrasında eski toprak ağalarının önemli bir kısmı hakimiyetlerini devam ettirmişlerdir.

İktidarı ele geçiren Türk burjuvazisinin bir kısmı zaten “Milli Mücadele” öncesinde de komprador nitelik taşımaktadır. Bunun yanında bir kısım burjuvazinin -ki devlet olanaklarını kendi çıkarları için kullanan- komprador niteliği ise, “Milli Mücadele”den hemen sonra başlamış ve bunlar gittikçe de daha çok kompradorlaşmıştır.

Bu burjuva kesimlerinin “Milli Mücadele” sırasında İtilaf Devletleri olarak adlandırılan dönemin galip emperyalist güçleriyle başlayan gizli kapaklı siyasal ilişkisi ve işbirliği, savaş sonrasında ekonomik alanda da devam etmiştir.

 

TC rejiminin kuruluşuyla birlikte bu işbirliği “ülkenin kalkınması adına” daha da geliştirilmiştir. Bu nedenle “Milli Mücadele”yle zaten tasfiye edilmeyen, -ki Milli Mücadele’nin böyle bir hedefinin olmadığına değindik-, yarı-sömürge yarı-feodal toplumsal formasyon derinleşerek sürmüştür. “Kemalist Devrim” denilen sürecin, rejimin kuruluşu ve sonrasındaki pratiği de gerçekte bu hareketin bir burjuva demokratik devrim olmadığına fazlasıyla kanıt sunmaktadır. İktidarı ele geçiren komprador büyük burjuvazi ve büyük toprak ağaları sınıfları, siyasal temsiliyetlerini, devletin kurucu partisi CHP içinde ifade etmişlerdir.

Rejimin kuruluşu ilan edildikten sonra adım adım önce hakim sınıf klikleri içinde farklı eğilimleri barındıran kesimler, çeşitli gerekçelerle tasfiye edilmiş ve tek parti diktatörlüğü kurulmuştur. Hakim sınıf kliklerinin bütün eğilimleri kendilerini iktidardaki tek parti CHP içinde ifade etmişlerdir. Bu dönemde “demokrasi” söylemleri adı altında kurulan ya da kurulmasına izin verilen partiler ise gerçekte, halk kitlelerinin kurulan yeni rejime duyduğu tepkiyi giderme ve dahası gerek hakim sınıf klikleri ve gerekse de halk kitleleri içinde gelişmesi muhtemel muhalefeti bastırma hamleleri olarak anlaşılmalıdır.

Rejimin kuruluşu ve ardından tek parti diktatörlüğü döneminde sadece hakim sınıf klikleri içinde farklı eğilimlere yönelik bastırma ve kendi siyasetine tabi hale getirme çizgisi izlenmemiştir. Rejim asıl tehlikenin nereden ve hangi sınıflardan geleceğinin bilincinde olarak davranmış, başta işçi sınıfını olmak üzere halk hareketleri üzerinde acımasız bir faşist terör uygulamıştır.

Rejim yine bu dönemde kendi hakim ulus devletine tehlike oluşturacak başta Kürt ulusu olmak üzere, azınlık milliyetler üzerinde de faşist terör uygulamış, her türlü demokratik hakkın kullanılmasını yasaklamıştır. Kürt ulusu üzerinde ayaklanmalar gerekçe gösterilerek uygulanan katliamlar, göç ettirmeler olağan hale gelmiştir.

 

Gerek işçi sınıfı ve gerekse de başta Kürt ulusu olmak üzere azınlık milliyet ve inançlara yönelik uygulanan politikaların muhtevası, yeni rejimin her türden ilerici demokratik harekete düşmanlığı ve elbette emperyalist sermayeyle kurulan ilişkinin niteliğiyle doğrudan bağlantılıdır. Bu süreçte işçi sınıfı ve halk kitlelerine, Kürt ulusuna ve azınlık milliyet ve inançlara yönelik uygulamaya konulan politikalar, baskı ve katliamlara yönelik ayrıca değerlendirileceği için detayına girmemekle birlikte, kurulan rejimin sınıfsal niteliğine dair somut birer gösterge olarak değerlendirilmelidir.

 

Kurulan rejimin resmi ideolojisi olarak savunulan Kemalizm’in iki karakteristik sınıfsal özelliğini bilmek, bu dönem ve sonrası açısından TC rejiminin üzerinde yükseldiği temelleri anlamak için yeterlidir. Bunlardan birincisi, Kemalist ideolojinin komprador burjuvazi ve büyük toprak ağalarının ideolojisi olması ve bunun gereği olarak her koşul ve şartta halk düşmanlığıdır.

Başta işçi sınıfı olmak üzere devrimden çıkarı olan bütün kesimler olarak tanımlayabileceğimiz halk, Kemalist ideolojinin ve TC rejiminin hedefinde olmuştur. Yine bu kapsam içinde başta Kürt ulusu olmak üzere, azınlık milliyet ve inançlar her daim TC rejiminin düşman olarak kodladığı kesimler olmuş, bu değerlendirmeye tabi politikalara maruz bırakılmışlarıdır.

Kemalizm’in ve TC rejiminin üzerinde yükseldiği bir diğer zemin ise, emperyalist sermaye işbirlikçiliğidir. Türk burjuvazisinin sermaye yapısının güçsüzlüğü beraberinde yarı-sömürge koşullarını ortaya çıkarmış ve derinleştirmiştir. Emperyalist sermayeyle işbirliği kuruluşundan günümüze TC rejiminin politikalarının belirleyen bir etken olmuştur.

Örneğin “Kemalist Devrim”e atfedilen çeşitli “devrimler” (harf devrimi, şapka devrimi ve diğerleri gerçekte, emperyalist sermayeyle işbirliği içindeki yarı-sömürge alt yapı için atılan adımlardır.

Osmanlı Devleti’nin serbest rekabetçi kapitalizmin çıkarları doğrultusunda tanzim (Tanzimat Reformları) edilmesine benzer bir şekilde, Kemalist rejim de bu adımları atmıştır.

Yarı-sömürge yapının emperyalist sermayenin sömürüsüne daha uygun hale getirilmesi amacıyla, medeni kanundan hukuki alt yapıya bir dizi düzenleme hayata geçirilmiş ve adına da “devrim” denilmiştir.

Kurulan yeni rejimin emperyalist sermayeye bağımlılığı izlediği politikalarda belirleyici olmuştur. Örneğin rejimin kuruluş sürecinde kapitalist sistemin krizi, Türk burjuvazisinin sermaye güçsüzlüğüyle birleşince, Türk hakim sınıfları, sermaye birikimlerini sağlamak ve artı-değer sömürüsünü sürdürebilmek için devlet aygıtının olanaklarını fazlasıyla kullanmışlarıdır.

 

Bu anlamda TC rejiminin kuruluş dönemlerine atfedilen “devlet eliyle milli burjuvazi yaratmak” söylemi doğru değildir. Devlet denilen olgunun sınıfsal niteliğini ve onun bir sınıfın başka sınıf(lar) üzerinde baskı aracı olduğu gerçeğini yok sayan bu yaklaşım bir yana, gerçekte rejimin kuruluşundan itibaren komprador burjuvazi ve büyük toprak ağalarının devlet olanaklarının kullanarak kendi sermayesini güçlendirdiğini, bu amaçla azgın bir sömürü yürüttüğünü gizlemeye hizmet eder.

 

TC rejimini kuranların rejimin kuruluşundan itibaren emperyalizmle bir sorunu olmadığını, dahası burjuvazinin sermaye birikiminin güçsüzlüğü nedeniyle emperyalist sermayeye ihtiyaç duyduğunu ve bunun da yarı-sömürge yapıyı daha da derinleştirdiğini bilmek önemlidir. Önemlidir çünkü rejimin kuruluşundan günümüze uygulamaya konulan politikaların temel hareket noktası, emperyalist sermayenin çıkarları ve güvenliği olmuştur.

TC rejimi ve onu kuranlar, emperyalist sermayeye yaptıkları hizmet karşılığında belli bir pay almışlardır.

 

Nitekim TC rejiminin “çok partili döneme” geçişi de emperyalist kapitalist sistemin dönemsel yönelimiyle ilgilidir. II. Paylaşım Savaşından sonra kurulan “yeni dünya düzeni”nde, TC rejiminin yeniden düzenlenmesinden ibarettir.

Siyasal alanda ise Almancı faşist CHP kliğinin yerine Amerikan ve İngiliz işbirlikçisi DP kliğinin geçmesidir. Dolayısıyla demokrasiye geçiş söz konusu değildir. Olan rejimin emperyalist sistemin yeni yönelimine göre devlet aygıtının yeniden yapılandırılmasından ibarettir.

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)