27 Eylül 2024 Cuma

1-"Mao Zedung adı "Enginleri Fethetme Ruhu'nun sembolüdür"Yılmaz GÜNEY

 

ÖN IK LAM A:---------------Partizan_sayı_20_Ağustos_Eylül_1994

Dünya proletaryasının ve ezilen halkların büyük önderi Mao'yu ölümünün 18. yılında; ülkemizde bir zamanlar "Çağımızın en büyük ustası Mao'd ur" , "Yaşa­sın M L-M ao Zedung Düşüncesi ", "Biz Mao Zedung' u reddedersek lanet olsun bize" diyen HK vb. akımların Mao'nun ölümünden sonra nasıl yan çizdiklerini ve Enver Hoca'nın kuyruğuna takıldıklarını eleştiren TKP(M L)'nin yanısıra, Hocacılara karşı Mao'yu gayet net bir şekilde savunan Yılmaz Güney olmuştur. 

Ölümünün 10. yılında Yılmaz Güney  anısına 1978 yılında kaleme aldığı iki ay­   yazısını oluğu gibi okuyucuya sunuyoruz.

 

"Mao Zedung  adı "Enginleri Fethetme  Ruhu'nun sembolüdür"__Yılmaz GÜNEY



 
Üretim  araçlarının sosyalist dönüşümünün esas olarak ayrıntılı biçimde açığa çıkartan Mao devrimin proletarya  diktatörlüğü altında k ararlılıkla sürdürülmesi gerektiğini belirtti ve dünya komünist hareketini bölen, Marksizm-Leninizm 'e açıkça karşı çıkan Kruşçev modern revizyonizmine karşı mücadele bayrağını açtı.

 Büyük öğretmen Mao Zedung'u iki yıl önce kaybettik. Dünya proletaryası ve halkları Mao Zedung'u derin ve yürekten bir saygı ile anıyor.

Marksizm-Leninizm'in evrensel gerçeğini Çin'in somut pratiğiyle kaynaştıran Mao Zedung, Çin halkının saygıdeğer ve yüce önderiydi. O yalnız Çin halkının değil aynı zamanda Marksizm-Leninizm'e yaptığı büyük katkılardan dolayı, bütün dünya proleteryası ve ezilen halkların da önderiydi.

Mao Zedung Çin'de sınıfların ve ekonomik yapının doğru bir tahlilini yaptı. Devrimin özünün toprak devrimi olduğunu açıkladı. Ancak proletaryanın önderliğinde gerçekleşebilecek devrimin, temel gücünün köylülük olduğunu, emperyalizme ve feodalizme karşı mücadele sonucu devrimin başarılabileceğini ortaya koydu. Bu düşünce aynı zamanda bütün sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki devrim mücadelesinin yolunun çizilmesiydi.

Mao Zedung proletarya diktatörlüğü döneminde üretim araçlarının ve üretim ilişkilerinin durumunu derinlemesine tahlil etti. Bu dönemde burjuvazi ile proletarya arasındaki mücadelenin sürdüğünü, ancak bunu değişik biçimlere bürün­ düğünü söyledi. Burjuvazinin mücadelesini esas olarak parti içinde sürdür­ düğünü açıklayan Mao, bunun kapitalist yol ile sosyalist yol arasındaki mücadele olduğunu belirtti. İflah olmaz karşı devrimci revizyonistler karşı 'Büyük Proleter Kültür Devrimi’ni başlatıp, bizzat önderlik etti. Üretim araçlarının sosyalist dönüşümünün esas olarak tamamlanmasından sonraki çelişkileri ayrıntılı biçimde açığa çıkartan Mao devrimin proletarya diktatörlüğü altında kararlılıkla sürdürülmesi gerektiğini belirtti ve dünya komünist hareketini bölen, Marksizm-Leninizm'e açıkça karşı çıkan Kruşçev modern revizyonizmine karşı mücadele bayrağını açtı.

Mao Zedung Marksizm'in en büyük ustalarındandır. Mao Zedung'un düşünceleri uluslararası proletaryaya, bütün ezilen ulus ve halklara; emperyalizme, sosyal emperyalizme ve her türlü gericiliğe karşı ışık tutuyor, yol gösteriyor.--------

Mao Zedung 1893'de doğdu. Babası orta halli bir köylüydü. Öğretmen okulundan 1918'de mezun oldu. O sıralarda liberal düşüncelere sahip olan Mao, küçük bir arkadaş grubuyla düşüncelerini ve fiziğini geliştirmek için çalışmalar yaptı. Marksist düşüncelerle ilk defa Pekin'de bir kitaplıkta çalı­ şırken karşılaştı, çok etkilendi. Çin'de milli hareketin başlangıcı sayılan 4 Mayıs Hareketi'nden sonra, öğrenci hareketlerine katıldı.

1921 Mayıs'ında Şanghay'da Çin Komünist Partisi'nin kuruluş toplantısına katıldı. 12 kurucu üyeden birisi oldu. ÇKP'nin 1923'deki 3. Kongresi'nde Merkez Komitesi üyeliğine seçilen Mao, bir sene ÇKP-Guomindang Birleşik Cephesi'nin Merkez Komitesi üyeliğine seçildi.

Mao, daha sonra, uzun süre köylülük içinde çalıştı. Köylülüğün gücünü kavradı. Bu sırada, daha sonra "Yeni Demokrasi" adlı eserinde sistemleştireceği düşüncelerinin temeli oluştu. Ancak partinin 5. kongresinde bu düşünceler reddedildi.

Böylece Mao'nun Çin'de devrimin burjuvazinin önderliğinde gerçekleşeceğini savunan ve Guomindang'a karşı teslimiyetçi bir tavır içinde  bulunan, sağ oportünistlere karşı amansız mücadelesi başladı.

1927 baharında, Guomindang'ın önderi Sun Yat-Sen'in ölümü üzerine başa geçen Çan Kay-Şek Guomindang ile ÇKP arasındaki anlaşmayı bozdu ve ÇKP'ye karşı yoğun saldırıya geçti.

 Bunun sonucunda parti içindeki sağ oportünistlerde yıkıldı. Sonbaharda ilk Sovyet kuruldu, Mao Zedung Kızıl Ordu komutanı oldu. Mao, Kızılordunun hareketli savaş ve gerilla taktiklerini benimsemesi gerektiğini savundu. Dört imha seferini kesin zaferle savuşturan kızılordu, Guomindang' ın bir milyon askerlik beşinci imha seferi karşısında, parti içindeki yanlış düşüncelerin de sonucu, Kızılordu 1934 Ekim'inde "Uzun Yürüyüş"e başladı. Kızılordu, Mao'nun önderliğinde olağanüstü bir mücadeleyle iki sene savaşarak yürüdü ve kuzeydeki kuvvetlerle birleşti.

Bu arada Mao 1935'de ÇKP Merkez Komitesi başkanlığına seçildi.

Bu zamana kadar Mao'nun yaptığı tespitler sürekli doğru çıkmış uygulandığında başarılı olmuş, Mao'nun pratik önderliğiyle de birleşinci kesin zafere ulaşmıştı. Merkez Komitesi başkanlığına getirilmesi de Mao'nun ideolojik ve siyasi zaferidir, Çin halkının zaferidir.

Bu zaferin temeli Mao'nun---------"Dostlarımız .Kimlerdir? -------Düşmanlarımız Kimlerdir?"

sorusunu doğru çözmesinden gelir. Mao'nun "çelişkilerden yararlanmak çoğunluğu kazanmak, çok az kişiye karşı çıkmak ve düşmanlarımızı birer birer ezmek" diye özetlediği bu siyaset yalnız o döneme kadar yapılanlara ışık tutmakla kalmamış, Çin halkının önündeki yeni mücadelelerde yol göstermiş, başarıya ulaşmalarını sağlamıştır.

1931'de Japonya'nın Çin'i işgal etmeye başlamasından sonra ÇKP silahlı mücadele içinde bulunduğu Guomindang' a ittifak teklif etti. Guomindang kulak asmadı. Kızılordunun sürekli zafer kazanmasından ve Guomindang'ın içindeki bazı subayların da baskısıyla 1937'de bu ittifak gerçekleşti. Böylece Çin devrim tarihinde Japon emperyalizmine karşı direnme savaşı denilen yeni bir dönem başlamış oldu.

Mao Zedung 1939'da Yeni Demokrasi adlı eserini yazdı. Sömürge ve Yarı-Sömürge ülkelerin devriminin yolunu aydınlatan bu eser, Lenin ve Stalin'de de var olan düşüncelerin geliştirilip sistemleştirilmesiyle oluşturulmuştur ve Mao'nun Marksizm-Leninizm'e önemli bir katkısıdır.

"Bu çağda bir sömürge ya da yarı-sömürgede emperyalizme, yani uluslararası burjuvaziye ya da uluslararası kapitalizme yönelmiş her devrim, artık burjuva demokratik dünya devriminin  eski sınıflamasına  değil, yeni sınıflamasına girer. Böyle bir devrim eski burjuva ya da kapitalist dünya devrimin bir parçası değil, yeni dünya devriminin, proleter-sosyalist dünya devriminin bir parçasıdır."

"Yeni demokratik devrim dünya proleter-sosyalist devriminin bir parçasıdır, çünkü emperyalizme, yeni uluslararası kapitalizme kararlılıkla karşı çıkmaktadır...

Yeni Demokratik Devrim proletarya önderliğinde geniş halk yığınlarının anti-empeiyalist, anti-feodal devrimidir."

"Bu devrim, birinci aşamada Yeni Demokratik bir toplum ve bütün devrimci sınıfların ortak diktatörlüğü altında bir devlet kurmak amacıyla proletaryanın önderlik ettiği yeni tipte bir devrimdir."

Mao Zedung sınıfların durumunun, devrimin güçlerinin, vurulacak hedeflerin derinlemesine tahlilini yapmıştır. Yüzmilyonlarca Çin halkının, devrim sürecinde Çan Kay-Şek'in ABD emperyalizmi tarafından donatılmış 8 milyonluk düşman ordularını yenmelerini sağlayan üç temel silahın parti, ordu ve birleşik cephenin önderliğini yaparak 1949'da zaferle çıkmasına, Çin Halk Cumhuriyeti'nin kurulmasına önderlik etmiştir.

Artık sosyalist devrim yolunda yürüyen bir Çin vardı. Çin halkının önünde yeni çelişkiler, değişik mücadeleler, güçlü engeller duruyordu. Mao bu dönemde de sınıfların, sınıf mücadelesinin hala var olduğunu, toplumun gelişmesindeki belirleyici unsurun gene sınıf mücadelesi olduğunu belirtir. Gerçek ve zor meselenin parti içine sızmış olan burjuvazinin altedilmesi olduğunu saptayan Mao, parti içindeki kapitalist yol ile sosyalist yol arasındaki mücadelenin proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişmenin ta kendisi olduğunu açıkça ortaya koyar.

Mao Zedung'un önderlik ettiği, siyasi iktidarı gaspetmiş bir avuç kapitalist yolcunun devrilmesini, siyasi ve kültürel üst yapının tüm olarak alaşağı edilmesini temel alan kültür devrimi, Liu Şao-Çi ve Deng Siao-Ping'in karşı--------PARTİZAN 20-sf.7---

devrimci yüzlerini açığa çıkarmış, siyasi iktidarı yeniden halkın eline geçire­rek ülkeyi kapitalizme geri dönmekten kurtarmıştır.

Mao'nun öğretileri, kültür, sanat, edebiyatın gerek devrimci mücadele sürecinde, gerekse devrimden sonra büyük önem taşıdığını,, bunun çok önemli bir silah olduğunu bize öğretmektedir...

 

"Devrimci kültür, geniş halk kitleleri için güçlü bir devrimci silahtır. Hem devrimden önceki ideolojik silahı hazırlar, hem de devrim sırasında genel devrimci cephe içinde önemli ve gerçekten gerekli bir mücadele cephesi oluşturur."

 

Mao öz ve biçim konusunda tutarsız düşüncelere sahip kimseleri de kı­yasıya eleştirmişti.

 

"Sanat değeri taşımayan eserler, siyasi bakımdan ne kadar ilerici olur­larsa olsunlar, tamamen güçsüzdürler. Bu yüzden hem yanlış siyasi gö­rüşler taşıyan sanat eserleri yaratma eğilimine, hem de görüşlere sahip ol­ duğu halde sanat gücü olmayan "afiş ve slogan tarzında" eserler yaratma eğilimine karşı çıkıyoruz."

 

Mao Zedung sanatçı kesiminin sınıfsal kökenini de tahlil ederek onların kendilerini eğitmeleri, halka yaklaşmaları gerektiğini vurgulamıştır.

 

"Küçük burjuvaziden geldikleri ve kendileri de birer aydın oldukları için, birçok yoldaş sadece aydınlar arasında arkadaş seçiyor ve çalışmala­rını onları inceleme ve tasvir etme üzerinde yoğunlaştırıyor."

 

"Halka yakın olmayan bir devrimci kültür işçisi, barutu düşmanı altet­meye yetmeyen ordusuz bir komutana benzer. Bunun için yazı dili gerek­li  şartlar içinde düzeltilmeli ve halkın konuşma diline yakınlaştırılmalı­dır.

 

Çünkü önemle belirtmek gerekir ki, devrimci kültürümüzün bitmez tükenmez kaynağı halktır."

 

Mao Zedung  adı yüksek irade gücünün, olağanüstü mücadele azmi­nin,bitmek tükenmek bilmeyen enerjinin, çalışkanlığın, cesaretin, dürüstlü­ğün, devrime bağlılığın sembolüdür.

 Mao Zedung adı enginleri fethetme ruhunun sembolüdür.

 Mao Zedung 9 Eylül 1976'da öldü.

 Ancak dünya devrimine yaptığı kat­kılar onu ölümsüzleştirmiştir.

 Mao Zedung ölmedi. (Güney dergisi, Eylül 1978. s.9)

Marksizm-Leninizm'i, halkımız ve kendi gücüne güven ilkesini, en temel sorumluluk ölçülerimiz sayıyor ve AEP'i eleştiriyoruz---Yılmaz GÜNEY

AEP-MK ÜYESİ FİKRET ŞEHU'NUN ÇKP DEGERLENDİRMESİ ÜZERİNE

--------------------Devamı var

https://www.yüzçiçekaçsın.de/2024/09/2-mao-zedung-ad-enginleri-fethetme.html

 

 

 

 

22 Eylül 2024 Pazar

Tarihsel Hareketin Esas Yönü Komünizme Doğrudur - 1-2

Çelişki yasası yüzündendir ki her gezegen ve yıldız kendi önceli olan tarihsel toz ve kalıntılarından kendisini var etti. Aynı şekilde her komünist harekette çelişki yasası yordamıyla kendi tarihsel mirası üzerinden tekrar yükselerek kendisini daha gelişmiş bir şekilde yeniden var edebilir…...Anton Ekmekçi


Doğanın yasaları insan bilincinden ve eyleminden bağımız olmadığı için komünist partisi ontolojik nedenlerle nihai hedefe ulaşmak konusunda bu diyalektik belirlemeye biyat eder. Komünist hareket sayısız yenilgi, geriye çekiliş ve kırılmayla kesintiye uğrasada toplumsal yaşam içerisinde önü alınamayan coşkun bir nehir gibi her defasında yatağını bulup akmaya devam edecektir. Evrenin en küçük yapı taşlarından olan elektronlar nasıl ölümsüz ise aynı şekilde tarihin okunun komünizme doğru olduğu gerçekliğide sınıflı toplum var olduğu sürece ölümsüz bir durumdur.

Biz inancımızı, yabancılaşmış bilincin ürünü olan dinsel kaynaklardan almıyoruz. İnancımızı belirleyen motivasyonlar iyi temenni ve dilekler değil, bilakis herşeyin kendisine varlık ve oluş kazandıran doğanın işleyişinden beslendiğini hatırlatmak isteriz. Bu anlamda yenilgi dönemi sonrası epistomolojisinin önünde diz çöken bazı devrimciler, kilise papazı önünde sahte göz yaşlarıyla günah çıkarmaya çalışan iki yüzlü ve iradesiz insanları andırmaktadır. Bizim politik geleneğimiz sosyolojik anlamda arkaik klan özelliklerini bağrında barındırdığı için başta Astronomi olmak üzere, doğa bilimlerine henüz yeterli değeri veremiyor, bunu biliyoruz.

Oysa Marks, metaların çelişkisel özellikleri üzerine çalıştığı yıllarda gezegenlerin güneşten neden kaçtığı ama onun üzerine tamamen düşmediği meselesiyle de ilgilenmişti. Merkez kaç ile çekim çelişkisinin varlığa hareket ve oluş kazandırdığını ve doğadaki hareketin bir benzerinin toplumsal alan içerisinde devindiğini fark etmişti. Marks ve Engels yoldaşlar Helmholtz ve Mayer gibi dönemin Astronomi bilimcilerinin teorilerini dikkatlice incelediler. Bu kaynaklardan dolayı dünyanın bir gün güneş ile çarpışacaklarını biliyorlardı. Engels yoldaş, hatta bu astronomik gerçekliği Anti Dühring eserinde kapitalizmin sonunu tahlil ederken kullandı.

Engels’e göre; kapitalizm tıpkı yıldızı etrafında bir elips oluşturmuş gezegen sistemi gibi kendi iç çelişkilerine dayanarak yol alıyordu. Binlerce yıl önce ekonomik yaşamda başlayan bir sapmanın evrimleşmesiyle oluşmuş bu kısır döngü, üretim anarşisi nedeniyle tıpkı kendi yıldızıyla çarpışmak üzere olan bir gezegenin kaderini paylaşacaktı. Aynı şekilde Engels’in önerisi üzerine dönemin Alman kimyacı ve biyologu Hoffman’ın moleküllerin yapısı üzerine buluşunu inceleyen Marks yoldaşın bu gelişmeden oldukça etkilendiği, mektuplaşmalar gibi tarihsel kaynaklarda mevcuttur.

Marks’a göre Hoffman’ın moleküler yapıyı yalnız başına bağımsız var olabilen ve sınırsız bölünebilinen sonsuz bir döngü olarak görmesi, düşüncede bir devrim niteliğindeydi. Biyo moleküler alanındaki bu devrimin paradigmal izleri “Kapital” eserinin birinci cildine yansımakta gecikmedi tabi. Marks’a göre tıpkı biyo moleküler alanda olduğu gibi toplumsal alanda da niceliksel birikim belli koşullarda ve belli bir anda niteliksel yeni bir durum yaratıyordu. Moleküller böyle bir gelişim seyri içerisinde kendi başına var olabilen bağımsız bir varlığa dönüşmüştü. Marks’a göre bir işçi, başı da aynı yolu izleyerek bir burjuvaya doğru dönüşüyordu.

Biz komünistler çelişkinin özdeşliği dendiği zaman bile aslında kendi içinde bu bütüncül gibi görünen durumun kendi kendisini yadsımaya meğilli olduğunu anlamamız gerekiyor. Bir varlığın tüm özelliklerinin bütüncül bir görüntü alması o varlığın bazı özelliklerinin değişime maylederek kendi bütüncül özellikleriyle çelişmeyeceği anlamına gelmez. Engels yoldaş çelişkinin özdeşliği kavramının mutlak olmadığını yine gezegenlerin elips hareketleriyle açıklamaktadır. Mesela, bir gezegenin milyarlarca yıldır dengesini bulması durumu o gezegenin merkez kaç noktasına doğru düşme eğilimini tamamen ortadan kaldırmaz. Kant ve Dühring’e göre bu mantıksal bir problemdi ama gerçekte çelişki bir fizik yasası olarak yoktu. Bu durum aslında günümüzdeki devrimci tipolojinin düşün dünyasını bizlere hatırlatmaktadır.

Reformizme ve orta sınıf devrimciliğine meyleden günümüzdeki bazı sosyalist kadrolar çelişki yasası konusunda Kant ve Dühring gibi davranmaktadırlar. Mesela; komprador tekellerin muhalif kanatlarıyla aramızda mantıksal çelişkiler bulunsa bile, onların burjuva bayrağı arkasında hizaya girmememiz için zorunlu doğasal ve toplumsal yasal bir engel yoktur şeklinde bir sınıf uzlaşmacı siyaseti örnek olarak verebiliriz. Oysa nasil ki bir gezegen elipsini ortaya çıkaran itme ve çekme çelişkisi gerçekten var olan bir fizik yasası ise, aynı şekilde proletaryanın kendisi için bağımsız bir sınıf olduğu ve yine kendi efendileri arkasında hizaya girebilmesinin mümkün olmadığı gerçekliği de tarihsel bir yasadır. Burjuva sosyalist kadrolar samimi bir özeleştiri ile güven tazelemedikleri taktirde proletarya partisinden kovulmaları o hareketin sınıfsal güvenliği için önem teşkil etmektedir.

Bir proleter uygarlık ya da bilimsel sosyalizm yolundaki bütün uygulamaları geriye döndürmek isteyen kadroların yetki ile ödüllendirilmesi işçi sınıfı adına tarihsel bir faciadır adeta. Çelişki yasasını nesnel bir gerçeklik olarak görmeyen bir kadronun potansiyel bir burjuva adayı olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Hangi klan, kandaş, ahbap ve klik kaygısı devrimden daha önemli olabilir? Ya da hangi mevkii ve makam işçi sınıfının, milyonların çıkarından daha önemli olabilir? Bırakalım ateşli silahlarla verilen devrimleri, bir kültür devrimi bile kimin ayrıcalıklarına acıdı ki tarih boyunca? Devrim yürüyüşünde yol üstünde beliren bazı tarihsel momentlerde acısa da cerahata neşter atmak ilkesini benimsemek proletaryanın geleceğini güvence altına alacaktır. Eğer eliptik hareketi dengesine oturtan itmeli ve çekmeli ilişkisi ise, bir komünist partisine varlık kazandıran esas nitelik bu durumun bir benzeri olmalıdır. Biz rahatlıkla bu duruma; kominist hareketi ileriye ve geriye çekmeye çalışanların diyalektik ilişkisi de diyebiliriz. İleriye iten ve geriye çeken bir kutbun varlığı o sosyal varlığın varlık gerekçesi olmaktadır.

Buraya kadar anlattıklarımız fiziksel ve sosyal varlıkların tabiyatı gereği içinden geçtikleri normal süreçlerdir. Ve bunlar, bize iki çizgi mücadelesinin neden komünist hareketin gelişim dinamosu olduğuna dair epeyce kanıtlar taşırlar. Objektif olarak gerçekleşebilmesi normal olan, yani bilimsel olarakta mümkün olan ama bizim sınıf çıkarlarımız gereği olmaması gereken durum; bir komünist hareket içindeki geriye çekme kuvvetinin ileriye itme kuvvetine baskın gelmesidir. Böyle bir durumda bir komünist partisinin ölümünün bile komünist hareketin ölümü anlamına gelmediğini okuyucularımza hatırlatmak isteriz.

Çünkü bir komünist partisinin tarihsel mezarlıktaki ebedi istirahatına çekilmesi tekil bir ölüm halidir. Yani komünist hareketi oluşturan tarihsel çelişkilerin ortadan kalktığı anlamına gelmez. Maddenin en küçük yapı taşı olan elektronların bozunmasına doğanın yasalarının koyduğu kesin sınırlamanın çelişki yasasının sonsuzluğundan ileri geldiğinden eminiz. Çünkü çelişki yasası eğer ömürlü olsaydı evrendeki bütün materyaller elektronlarla beraber deforme olarak çürüyecek ve sonuçta yok olacaklardı. Toplumsal alanda da çelişki devam ettiği için, bir karşıt uç diğer karşıt ucu yeni bir hareketi doğurmak için ihtiyaç duyduğu ilişkiye zorlayacaktır.

Bu anlamda bizim ve genel olarak devrimci saflardaki küçük burjuvazinin yenilgi sonrası “Herşey bitti!” diyerek ortalığı velveleye vermesi ve yılgınlar sofrasında bağdaş kurması bir anlam taşımaz. Nasıl ki bir gezegen sisteminin eninde sonunda yıldızına çarparak yok olması durumu elips çelişkisini doğadan kaldırmazsa, aynı şekilde bir komünist partisinin yenilmesi ya da kapitalist restorasyona uğrayarak dönüşmesi de komünist hareketi ve dolayısıyla onu ortaya çıkaran çelişkileri ortadan kaldırmaz. Çelişki yasası yüzündendir ki her gezegen ve yıldız kendi önceli olan tarihsel toz ve kalıntılarından kendisini var etti. Aynı şekilde her komünist harekette çelişki yasası yordamıyla kendi tarihsel mirası üzerinden tekrar yükselerek kendisini daha gelişmiş bir şekilde yeniden var edebilir…

Tarihsel Hareketin Esas Yönü Komünizme Doğrudur- 2

Komünizmi olanaklı yapan objektif ve subjektif olmak üzere iki tane esas neden vardır. Bunlar tarihin nesnel yasaları ve ezilen insanlığın örgütlü müdahalesidir. Bu tarihsel belirleme, işçi sınıfı hareketi içerisindeki burjuva akımların ürettiği tasfiyecilik, yılgınlık ve pişmanlık kokan bütün görüşlerden milyonlarca kez daha gerçekçidir.


Marksizm’e göre; doğanın, toplumun ve dolayısıyla düşüncenin yapısı tarihsel olduğu için, zamanın okunun bu olguların doğasında nasıl hareket ettiği meselesiyle fizikist ve felsefi manada ilgilenmek gerekiyor. İnsanlık tarihinin zikzaklar çizmesi, durağanlaşması ya da gerilemeler yaşaması toplumsal hareketin esas yönünün komünizme doğru olduğu gerçekliğini değiştirmemektedir. Karmaşık, düzensizlik ve helezonik dalgalanmadan daha kararlı bir duruma geçiş canlı ya da cansız bütün maddi süreçlerin tarihsel doğasına sirayet etmiş bir hareket biçimidir.

Evrende milyarlarca yıldır kendi başına amaçsızca akan bir enerji biçimi, hayat ve bilinç denen maddenin adeta mucizevi bir kompleksini yaratırken de bu lineer olmayan hareket biçimi içinde deviniyordu. Aslında toplumlar tarihi dediğimiz zaman aklımıza en başta çelişki yasası gelmelidir. Ekonomik ve sosyal hayatın uzlaşmaz çelişkilerinden salımlanan sınıf mücadeleleri nedeniyle tarih denilen bir olgu ortaya çıkmaktadır. Nasıl ki atomlar ve moleküller doğada kendi haline bırakılmış gibi hareket etmiyorlarsa aynı şekilde toplumsal tarihin içerisindeki kategorilerde kendi haline bırakılmış şeyler gibi hareket etmemektedirler. Yani bir şeyin basitten karmaşığa doğru gelişen varlık biçimini belirleyen olgu, her şeyin birbiriyle olan ilişki biçiminden yansımaktadır. Bizim içinde bulunduğumuz yılların aynı zamanda yenilgi sonrası epistomolojisinin her şeyin içine sirayet ettiği yıllar olduğunu okuyucularımıza tekrar hatırlatmak isteriz.

Teknolojik paradigmaların tanrısal yenilmezliğini ilan ettiği bu dönemde militan bir örgütlenmenin, devrimin ve nihayet komünizmin bir hayalden ibaret olduğu yönündeki bir inancın dinsel bağnazlık düzeyinde revaçta olduğu bir gerçekliktir. Ama nesnesi ters dönmüş bir tarih anlayışından türeyen yapay gerçeklik algısının sürdürülebilinir bir tarafı yoktur. Evet bu felsefi ve ideolojik yenilgi altında kıvranan devrimci hareketin örgütsel sosyolojisi esasta bir likidasyona eğilimli olsa da bunun esas sebebinin son yıllarda oldukça düşük seyreden siyasi bilinç seviyesiyle de alakalı olduğunu burada belirtmek gerekiyor. Mesela reformlar için mücadele eden devrimci amaçlı bir siyasetle reformizmin aynı şeyler olmadığını biliyoruz. Ama siyasal bilinç düşük olduğu zaman bu iki zıt kutup arasındaki ayrım çizgilerini fark etmek zorlaşacaktır.

Bütün bilimsel kategorilerin proletaryanın yenilgi sonrası dönemi için üretilmiş biçimine mal bulmuş mağribi gibi rahatlıkla tapınan sözde bazı devrimci kadro yapılanması böyle bir tarihsel kesitte gerçeğe dönüşmektedir. Çünkü dönemin devrimci çoğunluğunun kendisini kuşatan nesnel dünya gerçekliği ile yeterli bir diyalektik ilişkileniş içerisinde olmadığı anlaşılmaktadır. Her şeyden önce bilgiyi kavrama ve değiştirme yeteneği kazanmamış bir kadronun doğru bir pratik içerisinde konumlanması beklenmemelidir. Bilgiyi parçalara ayırmanın, onu tanımanın ve değiştirmenin, dünyayı değiştirmeye başlamanın ilk adımı olmaya doğru gittiği bir çağın içerisinde bulunmaktayız.

Dönemin bütün burjuva mühendislik üretimi olan bilimsel kuşatılmışlığı yaramayan bir devrimci modelin bağımsız kalması mümkün değildir. Saflarımızdaki burjuva reformizminin bir orta sınıf hareketi olduğunu biliyoruz. Ama Proudhon, Fabian, Bernstein ve Kautsky’den geriye kalan miladı geçmiş tarihsel artıklara büyük bir zenginliğe kavuşmuşcasına sevinç ve coşkuyla sarılan belli bir kesimin bunu siyasi cehaletten yaptığı ortadadır. Peki bu yenilgi dönemi sonrası yeniden üretilen bilimsel bilgilerin zehirli niteliği nelerdir? Mesela en basitinden günümüzdeki siyaset, edebiyat, felsefe ve psikolojinin beslendiği bir alan olarak termodinamik kanunlarının ikinci yasasının Boltzmanncı yorumunu örnek olarak gösterebiliriz.

İşçilerin, köylülerin ve devrimcilerin çoğunun, hayatını atomlar arası iletişime adamış olan mekanik istatiksel denkleminin kurucusu Profesör Ludwig Boltzmann’dan yeterince haberi olmayabilir belki. Ama onun günümüzde piyasaya sunulmuş post modern felsefi yorumunun yaşamdaki başka zorunlu kategoriler üzerinden etkisi altındadırlar. Bilimsel sosyalizmin artık alternatif bir toplumsal model olarak içeriğinin kalmadığı yönündeki inanışlar çoğunlukla bu türden doğa yorumlarının etkisi altındadır. Boltzmann’ın 1870’lerde atom modelini kullanarak “Entropi” yasasını keşfetmesi yenilgi sonrası epistemolojisinin parlatılan en önemli yapı taşına dönüşmüş bulunmaktadır.

Doğadaki bütün kapalı sistemlerin enerjisinin düşerek düzensizliğe doğru kaydığı ve bu deforme gidişatın önlenemez bir evren yasası olduğuna dair önerme son zamanlarda evrenin tamamına, edebiyata, sanata, felsefeye ve siyasete uygulanmaya başlanmıştır. Toplumsal alanda Marksizm’i ve evrenin genelini kapalı bir sistem içerisinde hareket eden bir daire gibi kavrayan bu anlayışlar maddenin ve dolayısıyla Marksizm’in kaçınılmaz ölümünü ilan etmişlerdir. Evet evrende düzenin karşıtı olarak düzensizlik, ya da simetrinin karşıtı olarak asimetrik değerler vardır ama asimetrik olan simetrik olana ve düzensiz olan yeniden düzensizleşmek için bir düzene doğru eğilim içerisindedir. Örneğin doğaya baktığımız zaman anlamsız ve düzensiz dekorların yanında doğa harikası olan dekorlarda görürüz. Ama doğada bir lazer ışınının fotonu bile diğer foton demetçikleriyle bir araya gelerek bir örgütsel model oluşturmaya eğilim gösterirler. Kuşkusuz bunun nedeni; maddi varlıklar arasındaki sonsuzluktan gelerek sonsuzluğa doğru giden çelişkisel birliktir.

Entropi yasası ya da doğadaki düzensizlik eğilimi eğer Boltzmann’ın dediği gibi bir zaman oku gibi asla tersinemez bir şey olsaydı dünyadaki canlıların milyonlarca yıllık evrim yolculuğunun daha yolun başındayken toplu bir felaketle sonuçlanmış olması gerekirdi. Dünya dış etkilere açık, güneşten enerji alan ve izole bir sistem olmadığı için zaman okunun esas yönü entropinin artmasına doğru eğilimli değildir. Mesela bir ağacın kuruması olayının enerjinin korunumu yasasını ihlal etmediğini biliyoruz. Madde başka bir enerji formuna geçmekle kalmaz yine başka maddelerle kimyasal tepkimelere girerek baharda kuruyan ağacın yaprağı olarak geri dönebilmektedir. Yani doğadaki kütle değişimi kütle artışına engel değildir. Şayet kütlesini kaybeden maddenin enerji hali gittiği yerde yeni bir iş yapmaya isteksiz olsaydı biz burada bir entropi artışından veyahut enerjinin iş yapma kabiliyetinde bir düşüşten bahsedebilirdik.

Emperyalist haydut sistemin kâr ve talan hırsıyla bu dengeyi sarsması entropi yasasının konusu değildir. Çünkü doğa kendi haline bırakıldığında dengesini tekrar bulabilmektedir. Mesela kapitalist endüstrinin bacalarını kapattığınızda ozon tabakasının tekrar kendisini tamir etmesi örneğinde olduğu gibi. Eğer düzen ile düzensizlik arasındaki çelişkide üst düzeyde örgütlenmiş madde başarılı gelmeseydi beyin ve bilinç denen maddenin şaşırtıcı parlak halleri ortaya çıkmayacaktı. Beyin olgusu evrenin üst düzeyde örgütlenmiş en karmaşık maddesidir belki ama bu bir kozmik düzeni de ifade eder. Üst düzeye sıçramış bir düzenin kendisine karmaşık yollar araması anlaşılır bir durumdur. Bilinç dediğimiz şey, yani doğanın insan suretinde düşünme yeteneği kazanma süreci kaba mekanik yollardan sonsuza kadar gerçekleşemezdi.

Her şeyden önce doğa eşeysiz üreyen hayvan ve bitki türlerinin ortaya çıkışı kadar bekleyebildiyse biz burada Boltzmann’ın ömrünü adayarak bir uzmanı haline geldiği bu tekil konuyu tümel ile ilişkisini kuramayacak kadar bir diyalektik bilgisinden yoksun olduğunu rahatlıkla belirtebiliriz. Evrenin termodinamik bir dengeye gelerek ısı ölümünün gerçekleşeceğini ve dolayısıyla materyallerin enerji bulamayarak kendisini yeniden üretemeyeceği yönündeki bu burjuva nihilist görüşlere Peru Komünist Partisi’nin genel sekreteri Başkan Gonzalo’da kesin ifadelerle karşı çıkmıştı. Evrenin konsantrasyon aşamasına gelmesine maddenin sonsuzluğu ilkesini ihlal edeceği gerekçesiyle şiddetle karşı çıkan enternasyonal proletaryanın önderlerinden felsefe profesörü Başkan Gonzalo, doğanın küçük bir bölümünde beliren düzensizlik halinin evrenin tamamına uygulanmasına itiraz eder.

Benzer ifadeler Engels’in “Doğanın Diyalektiği” adlı ölümsüz eserinde de rastlanılmaktadır. Engels burada evreni işleten fizik yasalarını yorumlarken; her şeyin karşıtlık ilişkisi nedeniyle birbirlerinden etkilenerek bir sistemi oluşturduğunu ama bu sistemin milyonlarca kez hatta sonsuza kadar tekrar bozunmasına rağmen tekrar bir benzerini ürettiğini söylemektedir. Mesela Engels yoldaş organik yaşam yok olsa bile maddenin yine bilindik sebeplerle bir araya gelerek sonsuza kadar yok olan bir organik düzeni tekrar yaratacağını ön görmüştür. Bu durum gerçekten de komünist ideolojinin içinde hareket eden zaman okunun yönünün neden hep umuda, başarıya, yaşama ve zafere doğru olduğuna dair epeyce felsefi kanıtlar taşımaktadır.

Doğaya nasıl bakarsan topluma ve tarihe öyle bakarsın esprisi bu örnekte yakıcı bir gerçeğe dönüşmektedir. Aynı şekilde sosyalist bir toplum deneyimi fırsatının tarihte kaçırılmış olması, bu fırsatın daha güçlü uluslararası bir dalga olarak geri dönmesi önünde engel olmadığı anlaşılıyor. Tabii ki hatalarından arınmış daha ileri bir devrim uygarlığı modeliyle. “Her şey artık bitti!” diyenler rüya görmeye devam edebilirler, ama tarih enternasyonal proletaryayı uyandıracak öncülerini mayalamaktadır. Nasıl ki entropi yasası elektronların ölümsüzlüğüne baskın gelemeyecekse hiçbir sayısız yenilgide insanlık tarihi içinde hareket eden komünizm mücadelesini engelleyemeyecektir. Çünkü ne doğadaki elektronlar eskir nede tarih var olduğu sürece tarih içerisinde bir karşı tarih olarak şahlanan komünist hareket eskir. Komünizmi olanaklı kılan tarihsel koşulları belirleyen yasalar küçük burjuvazinin pişmanlık göz yaşlarına karşı kayıtsızdır. Bunun nedeni; tarihin toplumsal kurtuluşun tek gerçekçi yolu olan komünizm ile buluşma ereğini tek tek insanların seçimine bırakmamış olmasından ileri gelir.

Komünizmi olanaklı yapan objektif ve subjektif olmak üzere iki tane esas neden vardır. Bunlar tarihin nesnel yasaları ve ezilen insanlığın örgütlü müdahalesidir. Bu tarihsel belirleme, işçi sınıfı hareketi içerisindeki burjuva akımların ürettiği tasfiyecilik, yılgınlık ve pişmanlık kokan bütün görüşlerden milyonlarca kez daha gerçekçidir. Günümüzde toplumun geneline yayılmış olan derin bir yabancılaşmadan dolayı “Güneşin altında hareket eden hiçbir şey kalmadı” diyerek sağa savrulan küçük burjuva devrimciliği proletaryanın büyük tarihsel yürüyüşünün önünde sadece bir büküntüden ibarettir.

Eğer tarihin iç nesnel yasaları başka yeni bir toplumsal evreyi başlatmaya yazgılanmışşa, bunu gerçekleştirecek sosyal gücüde eninde sonunda yaratacaktır. Bu anlamda günümüzde yaygınlaşan toplumsal yabancılaşma, devrim dalgasının küresel çapta geri çekilmesi ve yenilgi sonrası yılgınlık epistemolojisi gibi kategoriler tarihin hareketinin esas yönünün komünizme doğru olduğu gerçeğini ortadan kaldıramamaktadır. İnsan denen türdeş varlık birazda tarihsel momentin biçimlendirdiği bir şeydir. Bizler büyük ve genel yenilgiler sonrası ortaya çıkan olumsuz bir ruh halinden dolayı kimseyi bireysel olarak suçlayacak değiliz tabii ki. Çünkü yenilgi dönemlerinin hemen arkasından salımlanan epistemolojiden beslenen bilinçler çoğunlukla bir döneğe dönüştüklerinden habersizdirler.

Böylesi tarihin özgün dönemlerinde örgütsel sosyolojinin küçümsenmeyecek bir bölümünde içinde olmakla birlikte genel toplum önünde hazır bulduğu doğası bozulmuş ideolojilere dört elle sarıldığı için dönekliği tanımlayacak ve çözümleyecek durumda değildir. Hatta dönemin genel toplumu, örgütsel sosyolojinin hatırı sayılır bir bölümüyle beraber yılgınlıktan ve döneklikten beslenen teorilerin sahiplerini adeta alkışlar durumdadır…



ERDOĞAN VE CUMHUR İTTİFAKI’NIN HAZIRLIKLARI İÇ SAVAŞ ODAKLIDIR!___Halil Gündoğan--21.09.2024

“Her birimizce ve kendisini bu sistemin ve iktidarın muhalifi addeden herkesçe sorulması ve tartışılması gereken soru şu: Bütün bunların anlamı nedir? 

Neden ve hangi hesaplarla böylesi devasa boyutlara varan hazırlık ve organizasyonlara ihtiyaç duyuluyor?”

 Yukarıya aktarılan, birbirini tamamlayan bu iki soru, hatırlanacağı gibi bir önceki makalenin son paragrafındaydı.

Özel olarak siyasal İslamcı Erdoğan iktidarının ve genel olarak da “Türk-İslam Sentezi” nin katı savunucularının bir kısmının katılımıyla oluşturulan Cumhur İttifakı’nın devasa bir maliyeti de olan böylesi ürkütücü boyutlara varan tüm bu hazırlıkları (gözden kaçırılmamalı ki bunlar sadece göz önünde olanları!), elbette ki asla öylesine, yani sadece bir nevi hobi olsun diye yaptıkları, söylenemez değil mi?

Söylenemez elbet! Genetikleri tamamen Osmanlı-Bizans ve Goebbels entrikaları ile kodlanmış bu karanlık dinci-ırkçı-faşist şer odaklarının bütün bunları “hobi” olsun veya sadece bir “blöf” enstrümanı olarak el altında bulunsun diye yapmadıkları, yapmayacakları; azıcık tarih bilincine sahip herkesin malumu olsa gerek. 

O halde, kitlesel bir reflekse de dönüştürerek, haklı olarak sormak gerekmez mi: Neden ve hangi hesaplarla böylesi devasa boyutlara varan hazırlık ve organizasyonlara ihtiyaç duyuluyor?

Aslında çok açıktır ki bunca hazırlık, asla öylesine bir “ritüel” olmayıp; ille ki ama ille ki stratejik bir hesabın, çok olasılıklı bir kurgunun ve kendi ifadeleriyle de ifşa ettikleri o “kutsal/mübarek” beka sorununun gereğince yapılmaktadır.

Ancak bu hazırlıkların yekpare olmayıp, ikili-üçlü, sarmal özgün bir karaktere sahip olduğunun da mutlak surette tespit edilmesi gerekiyor: Bazı baskın enstrümanlarıyla, bu bütünlüklü hazırlıklar bir yönüyle, olası toplumsal kalkışmaları ezip bastırmak iken; diğer yönüyle de hem Erdoğan’ın kendi iktidarını diğer (örneğin “ulusalcı- laik Kemalist” veya “Avrasyacı” ve NATO’cu emperyalist bloklar arası yapacağı keskin tercihler sonucu, bir tarafın hedefi haline gelmesi gibi) burjuva kliklere karşı koruma ve ama aynı zamanda da Cumhur İttifakı’nı oluşturan AKP ve MHP kliklerinin bir birlerine düşmeleri halinde de (örneğin Fethullahçılarla olduğu gibi) ayrışarak bir birlerine karşı kullanacakları bir özelliğe de sahip olduğunu bilmek gerekiyor.


 Yani bunlar, çok uzunca bir süreden beridir ki (kuvvetli olasılıkla hem Gezi İsyanı hem Fethullahçılar ve hem de Mısır’da Mursi iktidarı ve benzerlerinin akıbeti deneyimiyle de) “ne pahasına olursa olsun iktidarımızı-avantalarımızı ve istikbalimizi koruyacağız.” anlayış ve tutumuyla hareket ediyor olduklarından; hazırlıklarını da tamamen bu stratejiye uyarlı olarak ele almaktalar.


 Yani özetle bütün bu hazırlıklar, esasen ve de tamamen iç savaş odaklıdır!

Dolayısıyla da başta sol-sosyalist ve komünist güçler olmak üzere, toplumun ilerici-demokrat, laik kesimleri ve özel olarak da Kürtler, Aleviler ve kadınlar, her yönüyle çok aleni bir şekilde “göz önünde” olan bu ölümcül-vahim hazırlıklara karşı ses yükseltmekte, yerel ve küresel bazda her platformda etkin bir teşhir faaliyetini başlatmakta, artık daha fazla gecikilmemelidir. 

Bir an önce şu lanet olası “deve kuşu” taklidi, oyalanıcı ve alttan alıcı tutum terk edilmeli. Aksi takdirde, birçok kereler yaşandığı gibi, maalesef ki tarihi tekerrür ettirircesine bir ‘büyük beceri’ ile, benzeri ve aslında çok daha büyük bir vahşeti, toplum olarak yaşamaktan hiçbir ‘sihirli güç’, (buna Alevilerin Xızır’ı, dini bütün saf ‘mümin’lerin Allah’ı da dahil) bizi kurtaramayacaktır.

Dolayısıyla da tamamen bilinçli ve iradi bir şekilde buna karşı hazırlanmayı, kaçınılamaz bir zorunluluk ve sorumluluk olarak ele almak gerekiyor.

Hazırlıklar kapsamında yapılması gerekenlerden biri, yukarıda ifade edilen yoğun bir teşhir faaliyetiyle bu alçakça planı deşifre edip, geniş kamuoyunu zihnen hazırlamak iken; bir diğeri ise “öz savunma” kapsamında, organize olup, ciddi şekilde hazırlanmaktır. Bu özel ve hassas konuda burada elbette teferruatlı bir anlatıma girmek gerekmiyor; ama bunun nasıl olabileceği konusunda hem özel olarak devrimci yapıların ve hem de toplumsal hafızamızda azımsanmayacak bilgi ve deneyim mevcuttur.

 Bunlar, karşı cephenin sahip olduğu yeni savaş teknolojisi ve meskûn mahal savaş konusunda doğrudan ve dolaylı edindiği deneyimleri de hesaba katılarak güncellenmesi ve yeni enstrümanlarla takviye edilmesi halinde; halkın kahredici o örgütlü gücünün kudretine rahatlıkla kavuşturulabilir. 

Bu konuda da elbette ki birilerinin “lokomotif” görevini üstlenmesi gerekiyor; çünkü sosyolajik bir gerçekliğimizdir ki maalesef toplumumuz hâlâ Nazım Hikmet’i önemli oranda haklı çıkaran bir özelliğe sahiptir. Dolayısıyla ve doğallığıyla da bu görev öncelikli olarak ve esasen devrimci sol-sosyalist ve komünist güçlerin omuzlarındadır. Varlık koşulları gereği, bu görev onların zaten asli görevidir de.

 

21 Eylül 2024 Cumartesi

Tarımda Yarı Feodal İlişkilerin Temel Dayanağı: Küçük Üretim-III

 https://www.yenidemokrasi34.net/tarimda-yari-feodal-iliskilerin-temel-dayanagi-kucuk-uretim-i.html

 https://www.yenidemokrasi34.net/tarimda-yari-feodal-iliskilerin-temel-dayanagi-kucuk-uretim-ii.html

Bununla beraber düşük fiyatlı gıda maddeleriyle rekabet edememeleri gelişmelerini durdurarak aşırı yoksulluğa ve açlığa varan sürekli yoksullaşmaya neden olmaktadır. Bunun sonucu olarak yeni tarım teknikleriyle, üretim araçlarıyla net 1000 kg buğday üreten bir tahıl üreticisinin durumunu şu örnek iyi anlatmaktadır:


 “Bu üretici 50 yıl önce 1000 kg buğdaydan 2001’in 30 dolarına denk düşen bir para kazanıyordu. Aletlerini vb. yenilemek için bunun 400 kg’ını satmak zorundaydı ve ona 4 kişilik bir ailenin mütevazı bir biçimde beslenmesi için 600 kg kalıyordu. Bu 600 kg’ın bir bölümünü ayırıp 100 kg’ını daha etkili yeni aletler edinmek için satabilirdi. 20 yıl önce 1000 kg buğdaydan yalnızca 2002’nin 20 dolarına denk düşen bir para kazanıyordu. 

Aletlerini yenilemek için bunun 400 kg’ını satacaktı ve ona bu kez 4 kişilik bir aileyi beslemek için yetersiz olan 600 kg kalacaktı; bu durumda yeni aletler satın alamayacaktı. Bugün, üretici 1000 kg buğdaydan yalnızca 10 dolar kazanıyor, aletlerini yenilemek için bunun 600 kg’ından fazlasını satmak zorunda ve bu da elbette olanaksız. Çünkü 400 kg buğdayla 4 kişilik aileyi besleyemez. 

Aslında bu fiyata, ne zaten yeterince gülünç olan aletlerini yenileyebilir ne karnını doyurabilir ne de çalışmaya devam edebilir. Yani borçlanma, işsizlik ve düşük ücretlerin egemen olduğu, yetersiz ekipmanlı, yetersiz sanayileşmiş gecekondulara göç etmeye mahkûm edilmiştir.” (age, s.17) Bu örnekten de hareketle geri teknik araçlarla yapılan üretimin yaygınlığının onun üretime egemen olduğu sonucuna varmak için tek kıstas olamayacağını söyleyebiliriz.


 Çünkü bu üretim kendi kendine yeten bir düzeyin ötesine geçme koşullarından daha ileri teknikle, sermaye ile gerçekleştirilen üretim tarafından sürekli uzaklaştırılmaktadır. Dünya Tarım Tarihi kitabının yazarları bu sonuçtan hareketle yeşil devrimi ve çağdaş tarım devrimini daha ileriye götürmeye yönelik kalkınma politikalarının ve daha ucuz gıda temin etmeye yönelik politikalarının açlığa karşı mücadelede neden ters etki yaptığının ve köylüleri neden daha da yoksullaştırdığının anlaşıldığını belirtiyorlar (age, s. 17-18). Sorunun kendisi üretim tekniklerinin, üretici güçlerin daha ileri bir nitelik kazanmasından kaynaklanmıyor, asıl olarak bunlar üzerindeki özel mülkiyetin pekişmesi nedeniyle toplumun büyük çoğunluğunun bunlardan mahrum kalmasıyla daha geri üretim tarzlarına, daha kötü koşullarda yaşamaya mahkûm edilmesinden kaynaklanıyor.

 Bu bakımdan çözüm azınlığın üretim araçları üzerindeki mülkiyetini toplumsallaştırarak toplumları geri üretim tarzlarından kurtarmak olabilir. Yoksa ne geri üretim tarzlarıyla toplum, içinde bulunduğu durumdan kurtulabilir ne de üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet sürdükçe modern üretim tarzı toplumsallaşabilir. Emperyalist kapitalizm bunun önündeki belirleyici engeldir. Büyük mülkiyet küçük mülkiyeti giderek daha fazla egemenlik altına alarak, kötürümleştirerek, nitelik bakımından zayıf bırakarak muhafaza ederken küçük mülkiyet onu karşısında ne dayanabilir ne de ona üstün gelebilir; sadece giderek daha sefil koşullarda varlığını sürdürebilir.

 Tarım ve sanayi dahil bütün toplumsal üretimin modernleştirilmesi, küçük üretimin dönüştürülüp toplumsal mülkiyetin egemen kılınmasıyla daha sınırlı toplumsal emek zamanla daha üretken-verimli bir üretim gerçekleştirilecektir. Modern tarımın yaygınlaştırılması bunu daha belirgin hale getirecek, sosyalizm bunu muazzam düzeyde geliştirecek, komünizm bu gelişmeye sınırsız bir içerik kazandıracaktır. Bu nedenle üretim araçlarının mülkiyetinin üretici güçlerin özgür gelişimini sağlayacak toplumsal mülkiyete dönüştürülmesi temel önemdedir.


SÖZLEŞMELİ TARIM MODERN YARICILIKTIR


Küçük aile işletmelerinin “sözleşmeli tarım” uygulamalarıyla şirket çalışanı pozisyonuna getirilerek kendi toprağında kendi üretim araçlarıyla cüzi bir ücret karşılığında üretimde bulunmak zorunda bırakıldığı, bu sistemle mülkiyet ilişkilerinin anlamsızlaştırıldığı, toprak-üretim araçları mülkiyetinden ziyade sözleşme şartlarının belirleyicilik kazandığı belirtilmektedir. (Esrin Balcı, Emperyalist Tekellerin Kıskacında Türkiye’de Tarım, s. 24-25)


Sözleşme şartlarının belirleyici olması tekellerin küçük üretim karşısındaki üstünlüğünden kaynaklanmaktadır. Küçük üretim ve küçük toprak mülkiyeti her zaman büyük toprak mülkiyeti ve tekeller karşısında bu pozisyondadır. Sözleşme buna yasallık kazandıran, bu ilişkiyi onaylayan biçimlerden sadece biridir. Sözleşmeli tarım bir nevi modern yarıcılıkolarak da tanımlanabilir. Kendi toprağında gene kendi üretim araçlarıyla üretim yapması, üretim araçları mülkiyeti kendisine ait olduğu sürece ücretli-emek sermaye ilişkisi gibi değerlendirilemez. 

Tekeller ve onların yerli komprador taşeronları küçük üreticiyi bir nevi yarıcılık ilişkisi içinde sömürerek artı değere yarı feodal tarzda el koymaktadır. Genelde sermaye dahil üretim için gerekli hemen her şey üretici tarafından sağlanmakta ve üretimde bütün sorumluluk gene üreticiye aitken sözleşmede belirlenen şartların yerine getirilmediği her durumda da sorumluluk gene üreticiye yıkılmaktadır. Böylece üretici yarıcılığın gereklerini yerine getirmediğinde sadece daha sefil koşullara sürüklenmekle kalmayıp daha ağır şartlarda borçlanmaya ve toprak dahil üretim araçlarını ipotek ettirmeye, giderek yitirmeye de sürüklenir. Sözleşmeli tarımda üretici esasen toprak başta olmak üzere üretim araçlarının mülkiyetine sahip olduğundan bu mülkiyet, sermaye/tekeller ne kadar zayıf, küçük, önemsiz olursa olsun küçük üretimin varlığını, devamını sağladığı ve sürekli yeniden onu ürettiği için her şeye rağmen hesaba katılmak, dikkate alınmak zorundadır. 

Tekellerin tüccar sermayesi gibi küçük üretim üzerinde belirleyici bir rol oynaması, üretimi belirlemesi mülkiyet ilişkilerinin karakterinde, tarzında değişiklikler yaratması kaçınılmazdır; ama üreticiyi üretim araçlarının mülkiyetinden bağımsız kılmadığı sürece onun niteliğinde köklü bir dönüşüm yapmış olmaz. Aksine onun mevcut tarzı, ilişkileri içinde olabildiğince kendine tabi kılıp üretici güçlerin emeğini sömürür. Artı değere üretim araçlarının dolaysız, tam sahibi olarak değil; en büyük hisseli ortağı gibi en büyük paya yarı feodal ilişki ve üretim tarzı içinde el koyar. Buna modern biçimler kazandırması, modern yöntem, araçlar kullanması biçimsel bir şeydir ve gerçeği görünmez kılmaya hizmet eder. Burada biçimin altında gizlenmiş gerçeği açığa çıkarmak, göstermek özel bir önem kazanır. Küçük üreticiyi bu ilişkiye mecbur eden koşullar üzerinde hangi sınıfların belirleyici olduğu kadar üreticiyi hangi ilişkilere tabi kıldıkları da önemlidir.


TÜRKİYE’DE TOPRAĞIN SERMAYELEŞMESİ RASTLANTISAL, KÜÇÜK MÜLKİYETİ ESASTIR 


“Üretim araçları, ancak ve yalnızca emekçiden ayrıldığı ve emekle bağımsız bir güç olarak karşı karşıya geldiği zaman ve ölçüde sermaye halini alır. Ancak anılan durumda (köylünün toprağını ekip biçtiği durum -bn.) emekçi üretim araçlarının sahibidir, malikidir. Bu nedenle nasıl ki üretici, bu üretim araçları karşısında emekçi değilse, bunlar da emekçi karşısında sermaye değildirler…” (Marks, Artı Değer Teorileri) Türkiye’de bu ikisinin ayrılığı rastlantısal, birliği normal biçimdir ve bu ilişki egemendir ve yaygındır. İçsel ve dışsal nedenler, genel koşullar bu ikisinin mevcut ilişkisini tersine çevirecek nitelikte bir etkide bulunmuş değildir.

 Bu anlamda yüz yıldır anlamlı neredeyse hiçbir değişim gerçekleşmemiştir. Bu emperyalizm komprador burjuvazi ve toprak ağalarıyla beraber bu yapıyı nasıl sürdürdüklerinin de bir göstergesidir. Ne kadar etki ederse etsin bu üretim tarzını, belirleyici bir üretim tarzı olmaktan çıkarmaya, tasfiyeye özel bir yönelim, amaç gösterilmemesi ulusal kapitalizmin egemen hale gelmesini engelleme politikasının yansımasıdır.


Yazar buna rağmen 2000’li yılların başında 10 hektardan az toprağa sahip yoksul ve küçük köylülere ait işletme sayısının toplamın yüzde 85’i olduğunu, sahip oldukları arazinin de toplamın yüzde 42’si olduğunu, bu durumun bugün çok farklı biçimler aldığını, mülkiyet ilişkisinin değiştiğini, uygulanan tarımsal model nedeniyle toprak mülkiyet yapısının zaman içinde öneminin kalmadığı da görülmektedir diyerek aktarıyor. (Esrin Balcı, Emperyalist Tekellerin Kıskacında Türkiye’de Tarım, s. 27) Bunu da TÜİK’in “2000 yılında köylerde 23 milyon 707 bin kişi yaşarken 2019’da 6 milyona gerilediğine” dair verisine dayandırıyor. (age, s. 27) TÜİK verisini esas alan yazar başka bir yerde (age, s. 112)büyükşehir kanunu ile bir gecede köylü nüfusunun 10 milyon azalarak 66 milyona düşürüldüğünü söylüyor. Nasıl oluyor da bir gecede 10 milyon köylü bu vasfını kaybediyor. Bir gecede buna neden olan hangi toplumsal gelişme olmuştur vs. belli değil. Bunun AB ile tarım politikası anlaşmasının sonucu olarak yapıldığı biliniyor. Bu da mevcut yapının, ilişkilerin, üretimin nasıl da emperyalizmin politikalarından beslendiğini ve ona göre biçim, içerik kazandığını gösteriyor. Tarımsal nüfusun ve desteğin belirlenen düzeye çekilmesi politikası gereği tamamen kâğıt üstünde resmi ve biçimsel şekilde köylüler köylü olmaktan, köy köy olmaktan çıkarılıyor. Böyle yapıldığında 10 milyon köylü, köylü olmaktan çıkmış, içinde bulunduğu üretimini, ilişkileri ortadan kaldırmış oluyor. Böyle olmadığı halde, TÜİK’i referans alıp 10 milyon köylüyü yok sayarak toplumsal ilişkiler, mülkiyet ilişkileri değişmiştir dersek bu bizim toplumsal ilişkileri ne kadar yüzeysel kavradığımızı, derinlemesine incelemediğimizi gösterir. Gerçeğin her zaman resmi rakamlardan, üstelik TÜİK gibi her türlü hile ile gerçeği gizleyen kurumların verilerinden çok farklı olduğunu biliyoruz.


Yoksul-küçük köylülere ait işletme toplamın yüzde 85’i iken bugün hangi orandadır? İster 6,6 milyon içinde isterse 16 milyon içinde olsun bu oran kaçtır? Yazar isterse gene TÜİK’i esas alarak işletmelerin büyüklüğüne, niteliğine dair oranları açıklayarak nasıl bir değişim yaşadığını ortaya koyabilir. Mesela TÜİK 2022 yılında KOBİ’lerin oranını yüzde 99,7 olarak açıklamıştır. Tarım alanında da durumun pek farklı olduğu söylenemez. Çünkü bu üretim tarzı egemen ilişkilerin genel karakteri ile ilgilidir. 10 milyon köylü ve yaşadıkları yerlerdeki üretim ilişkileri nasıl değişmiştir? Küçük köylü mülkiyeti büyük mülkiyete mi dönüşmüştür? Topraklar mı genişlemiştir? Üretim araçları daha nitelikli hale mi gelmiştir? Kısaca buralardaki üretim ilişkilerinin, yaşayış biçiminin nitelik olarak önceki düzeyi aşan hangi toplumsal değişimler yaşanmıştır? “Yazar mülkiyet ilişkileri değişmiştir” derken sorunlu-şaibeli nüfus değişim oranlarından başka bir kanıt göstermeye ihtiyaç duymuyor. Bu değişimin hangi toplumsal gelişmelerin sonucu olduğunu ortaya koymuyor. Küçük-yoksul köylülerin işletmelerinin genel içindeki oranının yüzde 85’ten kaça gerilediğini açıklamıyor.


Uygulanan tarımsal model nedeniyle zaman içinde toprak mülkiyet yapısının öneminin kalmayacağı görüşü de aynı yüzeysellikte, sübjektif bir yorum içeriyor. Bu mülkiyet yapısının emperyalizm karşısında büyük dezavantajlara sahip olması onun dönüşümü için tek başına yeterli bir kriter, neden değildir. Emperyalizmin politikalarının kaçınılmaz olarak kendiliğinden belli değişimlere neden olmak dışında mevcut yapıyı dönüştürmek üzere özel bir amaç içermediği, aksine bizzat bu yapıyı kendisinin temel dayanaklarından birine dönüştürdüğü/dönüştüreceği yüzyıllık emperyalizm deneyimiyle artık bilinmez, tartışılır, kuşku götürür olmamalıdır. Dolayısıyla emperyalist politikaların mülkiyet ilişkilerini, toprak mülkiyetini köklü değişikliklere uğratmak gibi ne ilerici bir niteliği ne de böyle bir amacı bulunmaktadır. Toprak mülkiyeti esasen küçük mülkiyet özelliği nedeniyle emperyalizm karşısında zaten önemsizdir! Onun emperyalist üretimin düzeyiyle, egemenliğiyle kıyaslanabilir bir durumu bulunmuyor; ama bu mülkiyet yapısı varlığını korudukça, dahası bir ülkedeki egemen üretim biçimi olmayı, o ilişkileri belirlemeyi sürdürdükçe o ülkedeki üretim ilişkilerinin niteliğine dair temel bir olgu olmaya devam edecektir. Mesele onun emperyalizmle boy ölçülemez bir mülkiyet yapısına sahip olması değil -ki bu bakımdan sadece küçük toprak mülkiyeti değil bütün özel mülkiyet biçimleri onunla boy ölçüşemezdir- her şeye rağmen bu mülkiyet ilişkisinin toplumsal üretim üzerinde, içinde önemli, belirleyici bir yer tutuyor olması, on milyonlarca insanın yaşamının, ilişkilerinin buna bağlı olarak üretilmesi, sürdürülmesidir. Yoksa Hindistan’daki neredeyse 1 milyar küçük-yoksul köylünün, tüm Dünya’daki milyarlarca köylünün de emperyalist tekeller karşısında ne hükmü var ki? Ya da herhangi bir yarı sömürge ulus devletin, örneğin TC’nin emperyalizm karşısında ne hükmü olabilir ki? Hem yazarımıza göre küçük aile üreticiliği tekellere üstün daha verimli bir üretim tarzı olduğundan 5-10 emperyalist tekelin 6 milyon, dünyada ise milyarlarca köylü karşısında ne hükmü olabilir? Öyle ise zamanla bu tekeller küçük aile üreticiliği karşısında tutunamayacaktır değil mi? Tutunamayacakken bunca kaygı neden?


devam edecek…


https://www.yenidemokrasi34.net/tarimda-yari-feodal-iliskilerin-temel-dayanagi-kucuk-uretim-iii.html?fbclid=IwY2xjawFcJTtleHRuA2FlbQIxMAABHe5SmlaUvfnyBvbZrb8F3uJZDWdBnx-sWgIWtMmBnw34wdMu0h3zhNudHA_aem_a1waMG2roFRHpGJAMMr36g

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)