21 Eylül 2024 Cumartesi

Tarımda Yarı Feodal İlişkilerin Temel Dayanağı: Küçük Üretim-III

 https://www.yenidemokrasi34.net/tarimda-yari-feodal-iliskilerin-temel-dayanagi-kucuk-uretim-i.html

 https://www.yenidemokrasi34.net/tarimda-yari-feodal-iliskilerin-temel-dayanagi-kucuk-uretim-ii.html

Bununla beraber düşük fiyatlı gıda maddeleriyle rekabet edememeleri gelişmelerini durdurarak aşırı yoksulluğa ve açlığa varan sürekli yoksullaşmaya neden olmaktadır. Bunun sonucu olarak yeni tarım teknikleriyle, üretim araçlarıyla net 1000 kg buğday üreten bir tahıl üreticisinin durumunu şu örnek iyi anlatmaktadır:


 “Bu üretici 50 yıl önce 1000 kg buğdaydan 2001’in 30 dolarına denk düşen bir para kazanıyordu. Aletlerini vb. yenilemek için bunun 400 kg’ını satmak zorundaydı ve ona 4 kişilik bir ailenin mütevazı bir biçimde beslenmesi için 600 kg kalıyordu. Bu 600 kg’ın bir bölümünü ayırıp 100 kg’ını daha etkili yeni aletler edinmek için satabilirdi. 20 yıl önce 1000 kg buğdaydan yalnızca 2002’nin 20 dolarına denk düşen bir para kazanıyordu. 

Aletlerini yenilemek için bunun 400 kg’ını satacaktı ve ona bu kez 4 kişilik bir aileyi beslemek için yetersiz olan 600 kg kalacaktı; bu durumda yeni aletler satın alamayacaktı. Bugün, üretici 1000 kg buğdaydan yalnızca 10 dolar kazanıyor, aletlerini yenilemek için bunun 600 kg’ından fazlasını satmak zorunda ve bu da elbette olanaksız. Çünkü 400 kg buğdayla 4 kişilik aileyi besleyemez. 

Aslında bu fiyata, ne zaten yeterince gülünç olan aletlerini yenileyebilir ne karnını doyurabilir ne de çalışmaya devam edebilir. Yani borçlanma, işsizlik ve düşük ücretlerin egemen olduğu, yetersiz ekipmanlı, yetersiz sanayileşmiş gecekondulara göç etmeye mahkûm edilmiştir.” (age, s.17) Bu örnekten de hareketle geri teknik araçlarla yapılan üretimin yaygınlığının onun üretime egemen olduğu sonucuna varmak için tek kıstas olamayacağını söyleyebiliriz.


 Çünkü bu üretim kendi kendine yeten bir düzeyin ötesine geçme koşullarından daha ileri teknikle, sermaye ile gerçekleştirilen üretim tarafından sürekli uzaklaştırılmaktadır. Dünya Tarım Tarihi kitabının yazarları bu sonuçtan hareketle yeşil devrimi ve çağdaş tarım devrimini daha ileriye götürmeye yönelik kalkınma politikalarının ve daha ucuz gıda temin etmeye yönelik politikalarının açlığa karşı mücadelede neden ters etki yaptığının ve köylüleri neden daha da yoksullaştırdığının anlaşıldığını belirtiyorlar (age, s. 17-18). Sorunun kendisi üretim tekniklerinin, üretici güçlerin daha ileri bir nitelik kazanmasından kaynaklanmıyor, asıl olarak bunlar üzerindeki özel mülkiyetin pekişmesi nedeniyle toplumun büyük çoğunluğunun bunlardan mahrum kalmasıyla daha geri üretim tarzlarına, daha kötü koşullarda yaşamaya mahkûm edilmesinden kaynaklanıyor.

 Bu bakımdan çözüm azınlığın üretim araçları üzerindeki mülkiyetini toplumsallaştırarak toplumları geri üretim tarzlarından kurtarmak olabilir. Yoksa ne geri üretim tarzlarıyla toplum, içinde bulunduğu durumdan kurtulabilir ne de üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet sürdükçe modern üretim tarzı toplumsallaşabilir. Emperyalist kapitalizm bunun önündeki belirleyici engeldir. Büyük mülkiyet küçük mülkiyeti giderek daha fazla egemenlik altına alarak, kötürümleştirerek, nitelik bakımından zayıf bırakarak muhafaza ederken küçük mülkiyet onu karşısında ne dayanabilir ne de ona üstün gelebilir; sadece giderek daha sefil koşullarda varlığını sürdürebilir.

 Tarım ve sanayi dahil bütün toplumsal üretimin modernleştirilmesi, küçük üretimin dönüştürülüp toplumsal mülkiyetin egemen kılınmasıyla daha sınırlı toplumsal emek zamanla daha üretken-verimli bir üretim gerçekleştirilecektir. Modern tarımın yaygınlaştırılması bunu daha belirgin hale getirecek, sosyalizm bunu muazzam düzeyde geliştirecek, komünizm bu gelişmeye sınırsız bir içerik kazandıracaktır. Bu nedenle üretim araçlarının mülkiyetinin üretici güçlerin özgür gelişimini sağlayacak toplumsal mülkiyete dönüştürülmesi temel önemdedir.


SÖZLEŞMELİ TARIM MODERN YARICILIKTIR


Küçük aile işletmelerinin “sözleşmeli tarım” uygulamalarıyla şirket çalışanı pozisyonuna getirilerek kendi toprağında kendi üretim araçlarıyla cüzi bir ücret karşılığında üretimde bulunmak zorunda bırakıldığı, bu sistemle mülkiyet ilişkilerinin anlamsızlaştırıldığı, toprak-üretim araçları mülkiyetinden ziyade sözleşme şartlarının belirleyicilik kazandığı belirtilmektedir. (Esrin Balcı, Emperyalist Tekellerin Kıskacında Türkiye’de Tarım, s. 24-25)


Sözleşme şartlarının belirleyici olması tekellerin küçük üretim karşısındaki üstünlüğünden kaynaklanmaktadır. Küçük üretim ve küçük toprak mülkiyeti her zaman büyük toprak mülkiyeti ve tekeller karşısında bu pozisyondadır. Sözleşme buna yasallık kazandıran, bu ilişkiyi onaylayan biçimlerden sadece biridir. Sözleşmeli tarım bir nevi modern yarıcılıkolarak da tanımlanabilir. Kendi toprağında gene kendi üretim araçlarıyla üretim yapması, üretim araçları mülkiyeti kendisine ait olduğu sürece ücretli-emek sermaye ilişkisi gibi değerlendirilemez. 

Tekeller ve onların yerli komprador taşeronları küçük üreticiyi bir nevi yarıcılık ilişkisi içinde sömürerek artı değere yarı feodal tarzda el koymaktadır. Genelde sermaye dahil üretim için gerekli hemen her şey üretici tarafından sağlanmakta ve üretimde bütün sorumluluk gene üreticiye aitken sözleşmede belirlenen şartların yerine getirilmediği her durumda da sorumluluk gene üreticiye yıkılmaktadır. Böylece üretici yarıcılığın gereklerini yerine getirmediğinde sadece daha sefil koşullara sürüklenmekle kalmayıp daha ağır şartlarda borçlanmaya ve toprak dahil üretim araçlarını ipotek ettirmeye, giderek yitirmeye de sürüklenir. Sözleşmeli tarımda üretici esasen toprak başta olmak üzere üretim araçlarının mülkiyetine sahip olduğundan bu mülkiyet, sermaye/tekeller ne kadar zayıf, küçük, önemsiz olursa olsun küçük üretimin varlığını, devamını sağladığı ve sürekli yeniden onu ürettiği için her şeye rağmen hesaba katılmak, dikkate alınmak zorundadır. 

Tekellerin tüccar sermayesi gibi küçük üretim üzerinde belirleyici bir rol oynaması, üretimi belirlemesi mülkiyet ilişkilerinin karakterinde, tarzında değişiklikler yaratması kaçınılmazdır; ama üreticiyi üretim araçlarının mülkiyetinden bağımsız kılmadığı sürece onun niteliğinde köklü bir dönüşüm yapmış olmaz. Aksine onun mevcut tarzı, ilişkileri içinde olabildiğince kendine tabi kılıp üretici güçlerin emeğini sömürür. Artı değere üretim araçlarının dolaysız, tam sahibi olarak değil; en büyük hisseli ortağı gibi en büyük paya yarı feodal ilişki ve üretim tarzı içinde el koyar. Buna modern biçimler kazandırması, modern yöntem, araçlar kullanması biçimsel bir şeydir ve gerçeği görünmez kılmaya hizmet eder. Burada biçimin altında gizlenmiş gerçeği açığa çıkarmak, göstermek özel bir önem kazanır. Küçük üreticiyi bu ilişkiye mecbur eden koşullar üzerinde hangi sınıfların belirleyici olduğu kadar üreticiyi hangi ilişkilere tabi kıldıkları da önemlidir.


TÜRKİYE’DE TOPRAĞIN SERMAYELEŞMESİ RASTLANTISAL, KÜÇÜK MÜLKİYETİ ESASTIR 


“Üretim araçları, ancak ve yalnızca emekçiden ayrıldığı ve emekle bağımsız bir güç olarak karşı karşıya geldiği zaman ve ölçüde sermaye halini alır. Ancak anılan durumda (köylünün toprağını ekip biçtiği durum -bn.) emekçi üretim araçlarının sahibidir, malikidir. Bu nedenle nasıl ki üretici, bu üretim araçları karşısında emekçi değilse, bunlar da emekçi karşısında sermaye değildirler…” (Marks, Artı Değer Teorileri) Türkiye’de bu ikisinin ayrılığı rastlantısal, birliği normal biçimdir ve bu ilişki egemendir ve yaygındır. İçsel ve dışsal nedenler, genel koşullar bu ikisinin mevcut ilişkisini tersine çevirecek nitelikte bir etkide bulunmuş değildir.

 Bu anlamda yüz yıldır anlamlı neredeyse hiçbir değişim gerçekleşmemiştir. Bu emperyalizm komprador burjuvazi ve toprak ağalarıyla beraber bu yapıyı nasıl sürdürdüklerinin de bir göstergesidir. Ne kadar etki ederse etsin bu üretim tarzını, belirleyici bir üretim tarzı olmaktan çıkarmaya, tasfiyeye özel bir yönelim, amaç gösterilmemesi ulusal kapitalizmin egemen hale gelmesini engelleme politikasının yansımasıdır.


Yazar buna rağmen 2000’li yılların başında 10 hektardan az toprağa sahip yoksul ve küçük köylülere ait işletme sayısının toplamın yüzde 85’i olduğunu, sahip oldukları arazinin de toplamın yüzde 42’si olduğunu, bu durumun bugün çok farklı biçimler aldığını, mülkiyet ilişkisinin değiştiğini, uygulanan tarımsal model nedeniyle toprak mülkiyet yapısının zaman içinde öneminin kalmadığı da görülmektedir diyerek aktarıyor. (Esrin Balcı, Emperyalist Tekellerin Kıskacında Türkiye’de Tarım, s. 27) Bunu da TÜİK’in “2000 yılında köylerde 23 milyon 707 bin kişi yaşarken 2019’da 6 milyona gerilediğine” dair verisine dayandırıyor. (age, s. 27) TÜİK verisini esas alan yazar başka bir yerde (age, s. 112)büyükşehir kanunu ile bir gecede köylü nüfusunun 10 milyon azalarak 66 milyona düşürüldüğünü söylüyor. Nasıl oluyor da bir gecede 10 milyon köylü bu vasfını kaybediyor. Bir gecede buna neden olan hangi toplumsal gelişme olmuştur vs. belli değil. Bunun AB ile tarım politikası anlaşmasının sonucu olarak yapıldığı biliniyor. Bu da mevcut yapının, ilişkilerin, üretimin nasıl da emperyalizmin politikalarından beslendiğini ve ona göre biçim, içerik kazandığını gösteriyor. Tarımsal nüfusun ve desteğin belirlenen düzeye çekilmesi politikası gereği tamamen kâğıt üstünde resmi ve biçimsel şekilde köylüler köylü olmaktan, köy köy olmaktan çıkarılıyor. Böyle yapıldığında 10 milyon köylü, köylü olmaktan çıkmış, içinde bulunduğu üretimini, ilişkileri ortadan kaldırmış oluyor. Böyle olmadığı halde, TÜİK’i referans alıp 10 milyon köylüyü yok sayarak toplumsal ilişkiler, mülkiyet ilişkileri değişmiştir dersek bu bizim toplumsal ilişkileri ne kadar yüzeysel kavradığımızı, derinlemesine incelemediğimizi gösterir. Gerçeğin her zaman resmi rakamlardan, üstelik TÜİK gibi her türlü hile ile gerçeği gizleyen kurumların verilerinden çok farklı olduğunu biliyoruz.


Yoksul-küçük köylülere ait işletme toplamın yüzde 85’i iken bugün hangi orandadır? İster 6,6 milyon içinde isterse 16 milyon içinde olsun bu oran kaçtır? Yazar isterse gene TÜİK’i esas alarak işletmelerin büyüklüğüne, niteliğine dair oranları açıklayarak nasıl bir değişim yaşadığını ortaya koyabilir. Mesela TÜİK 2022 yılında KOBİ’lerin oranını yüzde 99,7 olarak açıklamıştır. Tarım alanında da durumun pek farklı olduğu söylenemez. Çünkü bu üretim tarzı egemen ilişkilerin genel karakteri ile ilgilidir. 10 milyon köylü ve yaşadıkları yerlerdeki üretim ilişkileri nasıl değişmiştir? Küçük köylü mülkiyeti büyük mülkiyete mi dönüşmüştür? Topraklar mı genişlemiştir? Üretim araçları daha nitelikli hale mi gelmiştir? Kısaca buralardaki üretim ilişkilerinin, yaşayış biçiminin nitelik olarak önceki düzeyi aşan hangi toplumsal değişimler yaşanmıştır? “Yazar mülkiyet ilişkileri değişmiştir” derken sorunlu-şaibeli nüfus değişim oranlarından başka bir kanıt göstermeye ihtiyaç duymuyor. Bu değişimin hangi toplumsal gelişmelerin sonucu olduğunu ortaya koymuyor. Küçük-yoksul köylülerin işletmelerinin genel içindeki oranının yüzde 85’ten kaça gerilediğini açıklamıyor.


Uygulanan tarımsal model nedeniyle zaman içinde toprak mülkiyet yapısının öneminin kalmayacağı görüşü de aynı yüzeysellikte, sübjektif bir yorum içeriyor. Bu mülkiyet yapısının emperyalizm karşısında büyük dezavantajlara sahip olması onun dönüşümü için tek başına yeterli bir kriter, neden değildir. Emperyalizmin politikalarının kaçınılmaz olarak kendiliğinden belli değişimlere neden olmak dışında mevcut yapıyı dönüştürmek üzere özel bir amaç içermediği, aksine bizzat bu yapıyı kendisinin temel dayanaklarından birine dönüştürdüğü/dönüştüreceği yüzyıllık emperyalizm deneyimiyle artık bilinmez, tartışılır, kuşku götürür olmamalıdır. Dolayısıyla emperyalist politikaların mülkiyet ilişkilerini, toprak mülkiyetini köklü değişikliklere uğratmak gibi ne ilerici bir niteliği ne de böyle bir amacı bulunmaktadır. Toprak mülkiyeti esasen küçük mülkiyet özelliği nedeniyle emperyalizm karşısında zaten önemsizdir! Onun emperyalist üretimin düzeyiyle, egemenliğiyle kıyaslanabilir bir durumu bulunmuyor; ama bu mülkiyet yapısı varlığını korudukça, dahası bir ülkedeki egemen üretim biçimi olmayı, o ilişkileri belirlemeyi sürdürdükçe o ülkedeki üretim ilişkilerinin niteliğine dair temel bir olgu olmaya devam edecektir. Mesele onun emperyalizmle boy ölçülemez bir mülkiyet yapısına sahip olması değil -ki bu bakımdan sadece küçük toprak mülkiyeti değil bütün özel mülkiyet biçimleri onunla boy ölçüşemezdir- her şeye rağmen bu mülkiyet ilişkisinin toplumsal üretim üzerinde, içinde önemli, belirleyici bir yer tutuyor olması, on milyonlarca insanın yaşamının, ilişkilerinin buna bağlı olarak üretilmesi, sürdürülmesidir. Yoksa Hindistan’daki neredeyse 1 milyar küçük-yoksul köylünün, tüm Dünya’daki milyarlarca köylünün de emperyalist tekeller karşısında ne hükmü var ki? Ya da herhangi bir yarı sömürge ulus devletin, örneğin TC’nin emperyalizm karşısında ne hükmü olabilir ki? Hem yazarımıza göre küçük aile üreticiliği tekellere üstün daha verimli bir üretim tarzı olduğundan 5-10 emperyalist tekelin 6 milyon, dünyada ise milyarlarca köylü karşısında ne hükmü olabilir? Öyle ise zamanla bu tekeller küçük aile üreticiliği karşısında tutunamayacaktır değil mi? Tutunamayacakken bunca kaygı neden?


devam edecek…


https://www.yenidemokrasi34.net/tarimda-yari-feodal-iliskilerin-temel-dayanagi-kucuk-uretim-iii.html?fbclid=IwY2xjawFcJTtleHRuA2FlbQIxMAABHe5SmlaUvfnyBvbZrb8F3uJZDWdBnx-sWgIWtMmBnw34wdMu0h3zhNudHA_aem_a1waMG2roFRHpGJAMMr36g

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)