25 Kasım 2022 Cuma

Öncü: KISA TARİHİ

 

ÇATIŞMA

Bir aydının, gerçek bir aydın olup olmaması, sadece devletle değil, aynı zamanda sistemle, sadece sistemle de değil, halkın ve aydınların kahhar çoğunluğu ile de çatışıp çatışmamasına bağlıdır. Çatışıyorsa böyle bir aydın, kendisiyle de çatışıyor demektir ki, incelemeye değer. Çatışmıyorsa ellemeyin, bırakın doya doya yaşasın idarei maslahatını, uyumunu ve rehavetini.

 KISA TARİHİ

TKP(M-L)’nin kurucu kadroları,Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin içinden çıktı. İlk kıpırdanışlar, 15-16 Haziran İşçi Hareketinin bastırılmasından sonra başladı. Kitle hareketlerinin inişe geçtiği, ekonomik dar boğazın aşılamadığı, ordu içindeki darbecilerin ise faaliyetlerine hız verdiği bir dönemde, Partinin İstanbul örgütünden İbrahim Kaypakkaya, Muzaffer Oruçoğlu, Garbis Altınoğlu ve Adil Ovalıoğlu gibi kadrolar, 15-16 Haziranın değerlendirildiği toplantılarda, büyük işçi hareketinin üç temel noktayı açığa çıkardığını savundular.

 Bunlar, önem sırasına göre:

1- İşçi hareketi, solun çok büyük bir kesiminin orduya ve devlete dair beslediği hayallere ciddi bir darbe vurmuş, egemen sınıflar arasındaki çelişkileri keskinleştirmiş, devrimin dikkatini, reformcu- restorasyoncu bir eğilimden, devletin parçalanması esasına çekmiştir;

2-işçi hareketi, komünist partisi önderliğindeki bir devrimin, şehirlerde toplu bir ayaklanmayla başarıya ulaşamayacağını göstermiştir;

3-İşçi hareketi, partiye, İllegal çalışmanın önemini ve ana kadrolarını, hiç vakit geçirmeksizin, milli zulmün gemi azıya aldığı Doğu Anadolu başta olmak üzere, çelişkilerin en keskin olduğu kırsal alanlarda seferber etmesi görevini hatırlatmıştır.

Ordunun sol kanadını, sağ kanat karşısında zayıf duruma düşürerek, bir sol darbe ihtimalini zayıflatacağı, partiyi şehirlerde yeraltına indirip, iyice tecrit edeceği ve işçi sınıfından koparacağı endişesiyle, silahlı mücadeleye sıcak bakmayan Parti yönetimi, işçi hareketinin derslerine dair bu üç noktadan hiçbirisine açıktan karşı çıkmadı. Sadece kadrolar arasında, Parti yönetiminin, Parti içinde uç vermeye başlayan sol oportünizmin henüz ciddi bir tehlike olmadığına inandığı söylentileri yayıldı.

 Türk Solu Dergisinin beş kişilik yazı kurulunda yer alan iki kişiden İbrahim, İşçi Bürosunun, Muzaffer ise Köylü Bürosunun sorumlusu olarak çalışıyorlardı. İşçi Bürosunun amacı, işçi semtlerinde ve sendikalarda faaliyette bulunmak, grevleri örgütlemek, işçileri, ileride kurulacak bir sınıf sendikasına hazırlamak ve partiye kaydetmekti. Köylü Bürosu ise Trakyada, kooperatifleri ve köylü birliklerini kurmayı, toprak işgalleri, mitingler, yürüyüşler örgütlemeyi, ileri çıkan köylüleri gerilla grupları şeklinde seferbet etmeyi görev olarak üstlenmiş, bu amaçla, Bülent Tanör, Yücel Sayman, Halil Berktay gibi aydınların da içinde yer aldığı propaganda ve inceleme gruplarını Trakya’ya göndermeye başlamıştı.

Ordu içindeki güç odaklarının harekete hummalı bir şekilde hazırlandıkları, askeri sol kanadın, sivil devrimci kanatla, Can Yücel’in “askeri müşterekler” diye alay ettiği, “asgari müşterekler”de birleşme toplantıları yaptıkları, Dev-Genç içindeki siyasi grupların da silahlanarak illegal yapılara dönüşmeye başladığı bir dönemde, TİİKP Ankara Toplantısı gerçekleşti.

 Toplantıya Çağrılan İbrahim ve Muzaffer, görüşlerini 11 İlke Başlığıyla formüle ederek, kürsüden kadrolara açıklayıp bir tartışma başlatmayı amaçladılar. Merkez komitesinin genel hattına bağlı kalan kadrolar, 11 ilke üzerinde tartışmaya bile yanaşmadılar, uzun süreli bir silahlı mücadelenin ve yeraltı örgütlenmesinin önemine vurgu yapan taslağı reddettiler.

Ankara Toplantısından sonra partiden ilk kopanlar, Parti yönetiminin, “Birinci Tasfiyeciler” olarak adlandırıldığı, Garbis ve arkadaşları oldu. Adil Ovalıoğlu’nun Ankara Toplantısından önce birlikte ayrılma önerisi, İbrahim ve Muzaffer tarafından zamansız bulunarak kabul görmedi.
12 mart muhtırası, çelişkileri daha da kızıştırdı. İkili muhalefet, muhtıranın faşist bir darbe olduğunu, partinin derhal kırlara çekilmesi gerektiğini, İşçi Köylü Gazetesinin, yurtsever subayları sol bir darbeye teşvik etme eğilimi içine girdiğini ve partinin, muhtırayı dolaylı bir şekilde destekleyen Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı çizgisine düştüğünü savundu.

Darbecilerin, sol askeri darbe tehlikesini tamamen bertaraf etmelerinden sonra, devrimci harekete ve sol muhalefete karşı planladıkları “Balyoz Hareketi” nin başlamak üzere olduğu günler içinde, ikili muhalafet, soluğu Kürdistan’da aldı. Kısa zamanda,İbrahim Kaypakkaya, Oral Çalışlar ve Muzaffer Oruçoğlu’nun içinde yer aldığı üç kişilik bir Doğu Anadolu Bölge Komitesi oluştu. Oral’ın Antep’te yakalanmasıyla komite, ikiye indi.

İbrahim, Ali Taşyapan ve Ali Mercan’la birlikte, Malatya ve Dersim’i, Muzaffer ise Kabil Kocatürkle birlikte, sınırdan Filistin’e kadro geçirme işi dahil, Siverek ve Diyarbakır’ı esas aldı. Komitenin sayısı daha sonra, Bora Gözen’in katılmasıyla üçe çıktı.

1971’in ortalarında, Merkez Komitesi, Muzaffer’i Filistindeki Kadroları teftiş amacıyla Beyruttaki eğitim kamplarına gönderdi. Burada, Cengiz Çandar, Şahin Alpay, Atıl Ant gibi gizli muhalif eğilimlere sahip olan üst kadroların içinde yer aldığı, yaklaşık on kişilik bir ekip vardı. Bu ziyaretten sonra ikili muhalefet ilk kez, muhalafetin kendileriyle sınırlı olmadığını anladı.

Yıl sonuna doğru, Parti program Taslağı üzerinde başlatılan tartışmalarda, ikili muhalefetin görüşleri iyice şekillenmeye başladı. DABK içinde, Siverekte yapılan tartışmalarda, ikili muhalefet, Kurtuluş savaşı ve Kemalist Hareketin değerlendirilmesi, Milli mesele, dünyada ve ülkede durum, baş çelişkiler, baş düşmanlar, mücadele ve örgütlenme biçimleri, Cumhuriyet Tarihinin değerlendirilmesi ve bir dizi sorunda görüş ortaya koydu.

 Parti yönetimi, özellikle, Kemalist önderliğin, Ermeni ve Rum mallarıyla iyice palazlanan, komprador Türk burjuvazisinin bir siyasal hareketi olduğu tezine, Kürt milletinin kendi kaderini bizzat kendinin tayin hakkının programa konulmasına ve Cumhuriyet tarihinde ortaya çıkan Kürt milli hareketlerinin desteklenmesine, TKP’nin bu hareketler karşısındaki milli-şoven politikalarının açığa çıkarılıp mahkum edilmesine, partinin esas gücünü, Doğu Anadolu Bölgesinde örgütlenecek bir gerilla savaşına hasretmesine yanaşmadı.

 Tartışmalardan beş ay sonra, 1972’nin şubatında, DABK, yayınladığı bir genelgeyle ayrılığını ilan etti. Nisan ayının sonuna doğru, İbrahim, Muzaffer, Aslan Kılıç, Ali Taşyapan, Ali Mercan, Cem Somel ve bugüne kadar gerçek adı tesbit edilmemiş bir kişi daha olmak üzere, 7 kişilik bir koordinasyon komitesiyle, İstanbul, Dersim, Malatya ve Siverekte faaliyetlerine başladı.

12 Mart Darbecileri, THKO, THKPC ve TİİKP’i yokettikten sonra, tüm gücüyle TKP(M-L)ye yüklendi. Temel görüşlerini yazılı hale getiren, çalışma bölgelerinde komitelerini kuran ve kadrolarını genişleten parti hareketi, program ve tüzüğünü hazırlamayı ve resmi kuruluşunu bir kongreyle gerçekleştirmeyi tasarlıyordu. Tasarısını gerçekleştiremedi. Ortaya çıkışından on ay sonra, 1973’ün başlarında, birbirlerini izleyen operasyonlardan, İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, kurucu üyelerinin ve kadrolarının ezici çoğunluğunu koruyamayarak yenildi. İbrahim Kaypakkaya’nın, ortaya koyduğu ve devletin o ana kadar Türkiye komünist hareketinden pek duymadığı köklü görüşlerinden ve işkence altındaki çetin direnişinden dolayı öldürülmesi, TKP(M-L) için yeri doldurulamaz, ağır bir kayıp oldu.

Onun görüşleri MİT raporlarına, “tehlikeli görüşler”, siyasal künyesi ise, “komünist ve kızılbaş” olarak geçti.
Kadrolarının yüzde doksan beşi tutuklanan Parti, 1974’den itibaren, kitle hareketinin yükselmesiyle birlikte, yeniden toparlanmaya başladı. 1976’da, parti merkezi, Ülkenin sosyo-ekonomik yapısının geri kapitalist olduğunu ve şehirlerdeki faaliyetin önem kazandığını savunan bir tartışma yazısı yayınlayınca, parti, değişimi savunan TKP(M-L) Hareketi ve 1972 çizgisini olduğu gibi savunan TKP(M-L) olmak üzere ikiye bölündü. TKP(M-L) Hareketinin 1978’de, tavrını Arnavutluk Emek Partisinden yana koyması ve

1972 çıkışını, devrimci küçük burjuva bir çıkış olarak değerlendirmesiyle de iki kanatlı durum, fiilen sona erdi.
TKP(M-L), 1978’de, partinin kuruluş çizgisini, ufak tefek değişikliklerle onaylayan, 1. Konferansını gerçekleştirdi. Enver Hoca çizgisini reddetti, Mao ve Kültür Devrimi çizgisini savundu.

12 Eylül Darbesinden önce, TKP(M-L)’den, bir sol radikal grup daha ayrıldı. Parti, 12 eylül darbesiyle, sekreteri Süleyman Cihan başta olmak üzere ağır bir kadro kaybına uğradı. Yakalanmayanların bir bölümü kırsal alanlara çekilirken, bir bölümü de yurt dışına çıktı. Parti, ikinci ciddi bölünmeyi, İkinci Konferans döneminde, Avrupada yaşadı. 1981’de, Merkez Komitesinin izlediği çizgiyi Menşevizm’le niteleyen, büyük bir muhalif kanat, Bolşevik Partizan adıyla, ayrı bir kongre gerçekleştirerek, partiden ayrıldı.

Bolşevik Partizan’ın da bir müddet sonra ikiye bölünmesi ve güç kaybederek ciddi bir varlık gösterememesi üzerine, iki büyük kanatlı durum bir kez daha sona ermiş oldu.
Dersim ve İstanbul’da yoğunlaşan TKP(M-L), 12 Eylül Cuntasının saldırıları karşısında, geri çekilme ve güç toplama taktiğini izledi. Dersim ve çevresindeki gerilla faaliyetlerinde bulunan parti, Kazım Cihan (parti sekreteri) başta olmak üzere, seçkin kadrolarını kaybetti.

1987’ye kadar, Diyarbakır kırsalına ve Karadenize açılma teşebbüsünde bulunan, ama Dersim’de sıkışıp kalan Parti, vaktini 3. Konferansa hazırlanma ve iç tartışmalarla geçirdi. Yenilenme cesaretini gösteremedi. 1987’de, 3. Konferansa katılmak üzere giden delegelerinin ezici çoğunluğunu, bir hava saldırısında kaybetti.

 3. Konferans, bir yıl sonra, moral çöküntüsü içinde gerçekleştirildi ve bu dönemde partinin dağ kanadı, izlenen çizgiyi sağ opportunist bularak, Merkez Komitesini gelişememenin asıl müsebbibi olarak gördü ve TKP(ML)-DABK adı altında, partiden ayrıldı.

Bu iki kanatlı durum, 1992’de , I. Olağanüstü Parti Konferansıyla yeniden birliğe dönüştü. Bu birlik, iki yıl sonra, birleşenlerin yeniden ayrılmasıyla parçalandı ve ortaya, yeniden birbirlerine benzeyen iki büyük kanat çıktı. Her iki kanat da Dersim ve Karadenizde gerilla faaliyetini yoğunlaştırmayı ve genişlemeyi hedef olarak önlerine koydular.

1997’de, TKP/ML- DABK kanadı, Dersim’de ordu birlikleriyle giriştiği çatışmada, genel sekreteri Cüneyt Kahraman’ı kaybetti. Kahraman, parti içindeki ajanların açığa çıkarılıp, kurşuna dizilmesinde birinci derecede rol oynayan, partinin gelmiş geçmiş en savaşçı ve aynı zamanda şair ruhlu sekreteri olarak biliniyordu. Bu olaydan iki yıl sonra da, TKP-ML-Konferans kanadının genel sekreteri Mehmet Demirağ vuruldu Kardenizde.

TKP(ML)-DABK kanadı, 2002’de düzenlediği I. Kongre ile adını Maoist Komünist Partisi olarak değiştirdi ve alanını Türkiye ve Kuzey Kürdistan olarak belirledi. MKP, 2005’de II. Kongresini Dersimde gerçekleştirmeye çalışırken, Mercan Vadisinde uğradığı bir hava saldırısı sonucunda, Parti sekreteri Cafer Cangöz başta olmak üzere, Merkez Komitesi üyeleri ile delegelerinin önemli bir bölümünü kaybetti. II. Kongresini iki yıl sonra, 2007’de gerçekleştirdi.

1996 ile 2010 arası, TKP(M-L) nin her iki kanadının, Dersim ve Karadenizin belirli yerlerinde, ağır kadro kayıplarına yol açan ve büyüme istidadı gösteremeyen bir gerilla faaliyetiyle geçti. Genel duruma bakıldığında ise, TKP(M-L), 1972’den bu yana, görüşlerini değişen dünya ve ülke şartlarına bağlı olarak yenileyemeyen, büyüyemeyen ve zaman zaman kesintiye de uğrasa inatla sürdürülen, en uzun gerilla hareketi tarihine sahip partilerden biri olarak tanındı.

 Yüzlerce kadrosu, bu mücadelede vurulup düştü, binlercesi de tutuklandı. TKP(M-L)nin 1972 çıkışını komünist olarak değerlendirip, miras olarak sahiplenen ve faaliyet halinde olan üç kanat veya parti var bugün: MKP, TKP/ML ve TKP/ML-Bolşevik Partizan.

TKP(M-L), bitmez tükenmez, ideolojik, politik ve örgütsel tartışmaların, çizgi mücadelelerinin, irili ufaklı ayrılmaların, birleşmelerin ana rahmi oldu kuruluşundan bu yana. Bu partinin bağrından onlarca şair, öykücü, müzisyen, romancı, ressam, tiyatrocu, sinemacı ve iş adamı çıktı.

Kuruluşundan bu yana seçimleri boykot etti. Marks-Engels-Lenin-Stalin ve Mao’yu komünizmin kilometre taşları olarak savundu. Kanatlarını birleştirince güç kaybetti, kanatlara ayrıldığında ise güç topladı, güçlendi.

 Sekreterlerini sıradan neferleriyle aynı mevziye soktu ve kuruluşundan bu yana, İbrahim Kaypakkaya, Süleyman Cihan,Kazım Çelik, Cüneyt Kahraman, Mehmet Demirağ ve Cafer Cangöz olmak üzere, toplam altı genel sekreterini kaybetti.

Mart-2011

 

https://muzafferorucoglu.com/article/detail/tkpml-ksa-tarh?key=HsJqAb0Fu4oVX3aLvDjQB8aaWlC2qeJKC2WaTzhv+Ro=&lng=tr

İDEOLOJİ-POLİTİKA-ÖRGÜT

 Başkan Mao’nun sözünü anımsamanın tam zamanı: On bin yıl çok uzun... Sarıl güne, sarıl saate!



- İDEOLOJİ -

İdeoloji kavramının ortaya çıkışı İdeoloji kavramının mucidi Destutt de Tracy’dir. Tracy bu kavramı 1797’de Devrimci Konvansiyonun, aydınlanma düşüncesinin yayılması için gerekli çalışmalar yapmakla görevlendirdiği, ilk başlarda Napolyon’un da desteğini alan Institut Nationale’nın çalışmalarında “fikir bilimi” anlamında kullanmıştır.

“Fikir bilimi” oluşturma ihtiyacının hangi tarihsel süreçte ve koşullarda ortaya çıktığına kısaca bakalım. İdeoloji kavramı, Avrupa’da toplumsal, siyasal ve entelektüel altüst oluşların yaşandığı bir dönemde ortaya çıkmıştır.

“Aydınlanma Dönemi” olarak adlandırılan burjuva dönemlerinin sonucunda geleneksel/feodal toplumların hiyerarşiye dayanan kapalı toplumlarını parçalamasıyla, ideoloji kavramının çıkışı arasında yakın bir bağ vardır.

 Feodalizmin parçalanmasıyla oluşan yeni sınıf farklılaşmalarının ve her sınıfın kendi içindeki ayrışmalarının bir sonucu olarak farklı fikirlerin ortaya çıktığı ve birbirleriyle rekabete girdiği bir döneme geçilmişti.

Marks’ın deyimiyle “katı olan herşeyin buharlaştığı” zamanlardan geçiliyordu. Birkaç on yıl içinde, önceki bin yılları aşacak oranda toplumsal hareketlenmeler, bilimsel ve teknolojik gelişmeler yaşanmıştı.

Matbaanın gelişimi, Rönesans’la birlikte okul sisteminin yaygınlaşması da fikirler üzerine tartışma yapabilecek entelektüel tabakaların ortaya çıkmasına ve sistemli fikirlerin yaygınlaşabilmesine olanak tanımıştır

İdeoloji kavramı, bu ilk kullanılışında; insan zihninde fikirlerin ortaya çıkış sürecinin belirlenebileceği ve buna bağlı olarak insanlarda iyi/doğru düşüncelerin oluşturulabileceği anlamına geliyordu.

Düşüncelerin, bilimsel yönde değiştirilebilmesi başarıldığı oranda, gerici/skolastik karanlık sonlanacak, toplumsal değişimin, gelişimin önü açılacaktı.

“Ya burjuva ideolojisi ya da sosyalist ideoloji” 

Lenin’in ideoloji tanımını başlığa çektiğimizifade en iyişekilde anlatmaktadır.

 Bu ifade şöyle devam ediyor:

 “İkisi arasında bir orta yol yoktur. 

(Çünkü insanlık ‘üçüncü’ bir ideolojiyi yaratmamıştır ve ayrıca da sınıf karşıtlıklarıyla parçalanmış bir toplumda sınıf-dışı ya da sınıf-üstü bir ideoloji söz konusu olamaz.)” 

(Lenin, 1992: 45.)

Devamı….linkte..

https://partizanarsiv7.net/file/2018/03/partizan_sayi_88.pdf

24 Kasım 2022 Perşembe

Sosyalizm Üç Ana Eğilime Ayrılmıştır: Reform, Anarşizm ve Marksizm


ANARŞİZM Mİ? SOSYALİZM Mİ?

ÇAĞDAŞ toplumsal hayatın odağı, sınıf mücadelesidir. Bu mücadele sırasında, her sınıfa, kendi ideolojisi yol gösterir. Burjuvazi, kendi ideolojisine, [şu] sözde liberalizm'e[1] sahiptir. Proletarya da kendi ideolojisine sahiptir - bu, çok iyi bilindiği gibi, sosyalizmdir.

Liberalizme, bütün ve bölünmez bir şey olarak bakılmamalıdır: bu, burjuvazinin farklı tabakalarına tekabül eden farklı eğilimlere bölünmüştür.

Sosyalizm de, bütün ve bölünmez değildir: onun içinde de farklı eğilimler vardır.

Biz, burada, liberalizmi incelemeyeceğiz - bu görevi başka bir zamana bırakmak daha iyi olur. Okuyucuya, (sayfa 9) yalnızca sosyalizmi ve onun eğilimlerini tanıtmak istiyoruz. 

Sanırız,, bunu daha ilginç bulacaktır.

Sosyalizm üç ana eğilime ayrılmıştır: reform, anarşizm ve marksizm.

Reformizm, (Bernstein[2] ve diğerleri), sosyalizmi uzak bir hedef olarak görür, bundan öte bir şey değil, ve gerçekte sosyalist devrimi reddeder ve sosyalizmi barışçı araçlarla kurmayı amaçlar. Reformizm, sınıf mücadelesini değil, sınıf işbirliğini savunur. Bu reformizm, gün geçtikçe çürümekte, gün geçtikçe sosyalizme benzer [yanlarının] tümünü yitirmektedir ve bizce, bu makalelerde, sosyalizmi tanımlarken, [reformizmi] incelemenin hiçbir gereği yoktur.

Marksizm ve anarşizme gelince iş başkadır: her ikisi de, bugün, sosyalist eğilimler olarak kabul edilmektedir, her ikisi de birbirlerine karşı şiddetli bir mücadele vermektedirler, her ikisi de kendilerini, proletaryaya gerçek sosyalist doktrinler olarak sunmaya çalışmaktadırlar ve kuşkusuz, bu ikisinin incelenmesi ve karşılaştırılması, okuyucuya çok daha ilginç gelecektir.

Biz, "anarşizm" sözcüğü söylenince küçümseyerek başını çeviren, yukardan bir havayla elini sallayarak, "Neden bunun üzerinde vakit harcamalı? Hakkında konuşmaya bile değmez" diyenlerden değiliz. Bizce, böyle ucuz "eleştiriler" hafifliktir ve [hiç bir] yararı yoktu.

Biz, anarşistlerin "arkalarında yığınlar bulunmadığı, ve bu yüzden, pek tehlikeli olmadıkları" düşüncesiyle kendisini avutanlardan da değiliz. Bugün sorun, kimin, daha büyük ya da daha küçük "yığınları" arkasından sürüklediği sorunu değildir; önemli olan doktrinin özüdür. Eğer anarşistlerin "doktrini" gerçeği yansıtıyorsa, o zaman açıktır ki, [anarşizm] kendine mutlaka bir yol açacak ve yığınları kendi etrafında toplayacaktır. Ama, eğer geçersizse ve yanlış bir temel üzerine kurulmuşsa, çok (sayfa 10) devam edemeyecek ve ayakları havada kalacaktır. Ama anarşizmin geçersizliği kanıtlanmalıdır.

Bazı kişiler, marksizmin ve anarşizmin aynı ilkelere dayandığını ve aralarındaki anlaşmazlıkların yalnızca taktiklere ilişkin olduğunu sanırlar, öyle ki, bu kişilerin görüşüne göre, bir eğilimi diğerinin karşısına çıkartmak yanlıştır.
Bu, büyük bir hatadır. Biz, anarşistlerin, marksizmin gerçek düşmanları olduğuna inanırız. Bunun sonucu olarak da, gerçek düşmanlara karşı gerçek bir mücadele verilmesi gerektiğini savunuruz. Bu nedenle, anarşistlerin "doktrinini" baştan sona incelemek ve bütün yönleriyle iyice değerlendirmek zorunludur.

Mesele şudur ki, marksizm ve anarşizm, her ikisi de, mücadele arenasına sosyalizm bayrağı altında girmelerine rağmen, bütünüyle farklı ilkeler üzerine kurulmuşlardır. Anarşizmin temel taşı, bireydir. [Anarşizmin] öğretilerine göre, [bireyin] kurtuluşu, yığınların, [yani] kolektif vücudun kurtuluşunun baş koşuludur. Anarşizmin öğretilerine göre, birey kurtulmadıkça, yığınların kurtulması olanaksızdır. Buna uygun olarak, sloganı, "Her şey birey için"dir. Oysa marksizmin temel taşı yığınlardır. [Marksizmin] öğretilerine göre, [yığınların] kurtuluşu, bireyin kurtuluşunun baş koşuludur. Yani, marksizmin öğretilerine göre, yığınlar kurtulmadıkça, bireyin kurtulması olanaksızdır. Buna uygun olarak, sloganı, "Her şey yığınlar için"dir.

Açıktır ki, burada, sadece taktikler üzerine anlaşmazlık değil, biri diğerini reddeden iki ilke bulunmaktadır.

Makalelerimizin amacı, bu iki karşıt ilkeyi yanyana koymak, marksizmi anarşizmle karşılaştırmak ve böylece herbirinin meziyetlerine ve kusurlarına ışık tutmaktır.
Tam burada, okuyucuya bu makalelerin planı (sayfa 11) hakkında bilgi vermek gerekir kanısındayız. Marksizmin bir tanımı ile [işe] başlayacağız, bu arada anarşistlerin marksizm üzerindeki görüşlerine değineceğiz, ondan sonra da anarşizmin eleştirisine geçeceğiz. Şöyle ki, diyalektik yöntemi, bu yöntem üzerine anarşistlerin görüşlerini, ve bizim eleştirimizi; materyalist teoriyi, anarşistlerin görüşünü ve bizim eleştirimizi (burada da sosyalist devrimi, sosyalist diktatörlüğü, asgari programı ve genel olarak taktikleri tartışacağız); anarşistlerin felsefesini ve bizim eleştirimizi; anarşistlerin sosyalizmini ve bizim eleştirimizi; anarşist taktikleri ve örgütlenmeyi açıklayacağız - ve sonuç olarak da vargılarımızı vereceğiz.

Küçük topluluk sosyalizminin savunucuları olan anarşistlerin, gerçek sosyalistler olmadığını kanıtlamaya çalışacağız.

Ayrıca, proletarya diktatörlüğünü reddettikleri sürece, anarşistlerin gerçek devrimciler de olmadıklarını kanıtlamaya çalışacağız...
Ve böylece, konumuzda ilerleyeceğiz.

PDF Kıtabın devamı linkte

http://kutuphane.halkcephesi.net/Stalin/anarsizm/anarsizm.htm

 


23 Kasım 2022 Çarşamba

Emperyalizm Belli Ülke ve Uluslara Mı Özgü?

 


Emperyalizm Belli Ülke ve Uluslara Mı Özgü?

Yusuf Köse


Emperyalizm, kapitalizme özgü bir olaydır. Kapitalizm öncesi emperyalizm yoktu ve toplumlar kapitalizme geçtiğinde, önce serbest rekabetçi kapitalizmle ve peşinden, kapitalizmin gelişmesi ve uluslararası yönünün daha fazla öne çıkmasıyla emperyalizmle tanıştı.

Nasıl ki, serbest rekabetçilik, kapitalist ekonominin belli bir (ilk) aşamasına denk geliyorsa, emperyalizm de kapitalizmin, Lenin belirlemesiyle “son aşaması”na denk gelmiştir. Yani, emperyalizm burjuvazinin iradi olarak ortaya çıkardığı bir olgu değil, tersine, kapitalist ekonominin gelişmesiyle doğrudan bağlantılıdır ve kapitalizmin bir üst aşamasıdır.

Hiçbir toplum iradi olarak ortaya çıkmamıştır. Her toplum kendi nesnelliği içinde gelişmiştir. Burjuvazi de kapitalizmi, kendi iradi yapısıyla, aldığı siyasi kararlarla onun niteliğini değiştirme kabiliyetine sahip değildir. O, kendi nesnelliği içinde, üretim biçiminin karakteri içinde taşıdığı çelişmelerin yön vermesiyle gelişir. Kapitalist toplum burjuvazinin iradesi altında yürüseydi, burjuvazi, öncelikle, kapitalizmin devrevi krizlerini önlemek isterdi.

Burjuvazi kapitalizmin üst aşaması olan emperyalizmi, bilerek ve isteyerek geliştirmemiş, tersine, tek tek bireylerin isteklerinden bağımsız olartak kapitalist ekonominin nesnel diyalektiği, kapitalizmi emperyalist aşamaya getirmiştir. Toplumların gelişmesi tek tek bireylerin iradesi altında olsaydı, köleci toplum hala devam ederdi. Ya da burjuvazi, kapitalizmin yıkımını önleyerek sosyalizme geçişi engellerdi. Lenin bu nedenle; “emperyalizm proletaryanın toplumsal devriminin eşiğidir” demiştir ve bu sosyalist devrimlerle doğrulanmıştır.

Hiçbir toplum, komplo teorileri ile doğmamış, gelişmemiş, yönetilmemiş ve yıkılmamıştır. Ama, sınıflı toplumlarda her zaman komplo teorileri olmuştur. Özellikle, bilgi ve ulaşım teknolojik ağının gelişmesiyle komplo teorileri daha da yaygınlaşmış ve gelişmiştir. En yakınından bunu Covid-19 pandemi sürecinde daha net görüldü.

Emperyalizm yalın anlamıyla, kapitalist ekonomin oldukça gelişmesi ve bütünüyle uluslararası bir hal alamasıyla ortaya çıkmıştır. Banka ve sanayi sermayesinin birleşmesi, finans sermayesinin öne çıkması, sermayenin daha az ellerde yoğunlaşması, yani üretim ve sermaye alanında yoğun tekelleşme ile olmuştur. Bu, Lenin deyimiyle, “sanayinin gelişimi ve üretimin muzzam ölçüde temerküzü” ile ortaya çıkmıştır. Tekelleşme bununla doğru orantılı olarak gelişmiştir. Bu tekelleşme ise üretimin her alanında daha da gelişmiş ve toplumu bütünüyle kendi kontrolü altına almıştır. Yani, tekeller, kitleler üzerinde, kapitalist devletler vasıtasıyla kendi brujuva diktatörlüklerini kurmuşlardır.

Lenin, emperyalizmin ekonomik temelini ortaya koyar ve sonra bunun siyasal etki ve yönelimlerini açıklar. Ekonomiyi elinde bulunduranlar ya da ekonomik olarak güçlü olanlar, siyaseti de belirlerler.

Lenin, kapitalizm ve emperyalizm olgusunu şöyle açıklar:

 

 

Kapitalizm:

“Genellikle, kapitalizmin ayırdedici özelliği, sermayenin mülkiyetine sahip olanlar ile sermayeyi üretime sokanları birbirinden ayırması, para-sermayeyi, sanayi sermayesinden veya üretken sermayeden ayırması ve yalnızca para-sermayeden sağladığı gelirle yaşayan rantiyeyi, gerek sanayiciden, gerekse sermayenin sevk ve idaresine doğrudan doğruya katılan tüm kişilerden ayırmasıdır.”

Para-sermaye ile sanayi sermayesinin birleşmesiyle kapitalizm emperyalizm aşamasına ulaşmıştır. Bu birleşme, ekonomi üzerinde, -Lenin'in “finans oligarşisi” olarak adlandırdığı- finans sermayesinin egemenliğini yaratmıştır.

Emperyalizm:

“Emperyalizm, ya da finans sermayesinin eğemenliği, kapitalizmin, bu ayrılığın geniş boyutlara ulaştığı sonuncu aşamasıdır. Finans sermayesinin, diğer bütün sermaye biçimleri üzerindeki hakimiyeti, rantiyenin ve finans oligarşisinin hegomanyası anlamına gelir; finans bakımından “güçlü” az sayıda devletin düğer tüm devletlere göre ayrıcalıklı konumu anlamına gelir.”2

Sanayinin ve üretimin alabildiğine gelişimi ve birikimi, kapitalizmin önceki dönemlerinden ayırt edici bir özelliği olarak; mal ihracının yanında sermaye ihracının yoğunlaşmasıdır. Sermaye ihracının mal (meta) ihracına göre öne çıkması kapitalizmin emperyalist aşamaya gelmesinin ayırt edici özelliği olmuştur.

Lenin'in 1916 yılında yazdığı Emperyalizm kitabı zamanında, incelediği çok az ülke vardı. İngiltere, Fransa, Almanya, ABD, Rusya, Japonya ve İsviçre. 1900'lerin başlarında bu bir avuç ülke, emperyalist aşamaya gelmişti.

O zaman, kapitalizm dünya ölçeğinde bugünkü gibi derinelemsine gelişmemişti. Ülkelerin büyük bir bölmüne kapitalizm yeni yeni giriyordu ve büyük bir bölümü de yarı-feodal durumdaydı.

Bugün ise kapitalizmin girmediği bir ülke kalmadığı gibi, hemen hemen bütün ülkeler kapitalist bir karaktere sahip hale gelmiştir. Kapitalizm o denli gelişmiş ve yayılmıştır ki, bir avuç yerli kabileleri bile kapitalist sistemin içine çekmek için vahşi uygulamlardan kaçınmıyor. Burjuvazi, kapitalist meta üretimini ve üretilen metayı dünyanın en geri bölgelerine kadar yaygınlaştırıyor. Deyim yerindeyse, ayak basmadığı, kontrolü altına almadığı bir alan bırakmazken, başta insan ilişkileri dahil her şeyi alınıp-satılan birer meta haline getirmiştir.

Özellikle 1980'lerden itibaren uluslararsı teklellerin eğemenliğinin esas hale gelmesi ve yagınlaşmasıyla, üretimin dünya ölçeğinde toplumsallaşmasını yagınlaştırmış ve hakim hale getirmiştir. Dünya ekonomisine ulsulararası tekeller egemen olmuştur. Bu üretimin uluslararasılaşmasının yagınlaşmasını ve esas hale getirmesini doğurmuştur. Ulusal tekeller uluslararası tekellerle içiçe geçmiş ve uluslararsı mali oligarşi doğmuştur.

Üretimin ve sermayenin temerküzü ve merkezileşmeleri birbirinden bağımsız değildir. Biri olmadan diğeri olamaz. Çünkü meta üretimi aynı zamanda sermaye üretimidir.

 

Emperyalizm Belli Ulus ve Ülkeye Mi Özgü?

Kapitalizm ulusal doğmuştur, ama uluslararası karaktere sahiptır. O, ortaya çıkar çıkmaz ulusal çitlerin dışına çıkarak uluslararası bir karakter kazanmıştır. Eğer kapitalizm ulusal sınırlar içinde kalsaydı, kapitalizm kapitalizm olamazdı.

Kapitalizm ulusal olmadığı gibi, onun daha gelişmiş bir aşaması olan emperyalizm de ulusal değildir. Ve “emperyalist olmak” salt bir kaç ulusa ait bir özellik olmayıp, aynı kapitalizm gibi uluslararası bir nitelliğe sahiptir. Kapitalizmin ilk olarak daha hızlı ve güçlü geliştiği yer İngiltere'dir. Ama, kapitalizm İngiltere ile sınırlı kalmamıştır. Buradan bütün dünyaya hızlı bir şekilde yayılmış ve sanayi kapitalizmin gelişmesi İngiltere'yi dönemin “üzerinde güneş batmayan imparatorluğu” haline getirmiştir.

Emperyalizm belli bir ulusa özgü olmadığı gibi, esasta, güçlü-güçsüzlük ilişkisiyle de ilişkisi yoktur. Nasıl ki, daha emperyalist aşamaya gelmemiş kapitalist ülkeler arasında, kapitalizmin gelişmişlik boyutuna göre “güçlü-güçsüzlük” ilişkisi varsa, emperyalizm aşamasına gelmiş ülkelerde de durum aynıdır. Güç, kapitalist ekonominin gelişmişlik ve büyüklük boyutuyla doğru orantılıdır. Nüfusun ve ülkenin yüzölçümüne bakarak güç ilişkisi belirlenemez. 41.528 km2 yüzölçümüne sahip ve yaklaşık 17 milyonluk bir Hollanda ile 2.381.741 km2 yüzölçümüne ve 45 milyonluk bir Cezayir'in ekonomik güçleri aynı değildir. Burada denebilir ki, biri emperyalist diğeri değil. Ama, günümüzde ABD ile Hindistan'ın nüfüsü da aynı değil. Hindistan, ABD'den bir milyar daha fazla nüfusa sahip bir ülke. İkisi de emperyalist. Ama ekonomik güç olarak ABD ile -şimdilik- kıyaslanamaz.

Kapitalizm eşitsizlik demektir, aynı zamanda. Ülkeler arasında eşitlik olmadığı gibi, tekeller arasında da eşitlik olamaz.

Bu konuda Lenin'e baş vuralım:

“... kapitalist düzende, işletmelerin, tröstlerin, sanayilerin veya ülkelerin eşit oranda gelişmeleri olanaksızdır. Yarım yüzyıl kadar önceki Almanya, o zamanki İngiltere'yle kıyaslandığında, kapitalizmin gücü bakımından zavallı ve önemsiz bir ülkeydi; Rusya'yla kıyaslandığında, Japonya'nın durumu da aynıydı. Bundan 10 veya 20 yıl sonra emperyalist devletler arasındaki güç oranının değişmeden kalacağı 'tasavur' edilebilir mi? Kesinlikle hayır.”3

Demek ki, emperyalizm tanımlasında ya da bir ülkenin emperyalist olup olmamasında “güç” sorunu değil, ekonomik durumuyla, ülkenin kapitalist ekonomisinin emperyalist aşamaya gelmesiyle doğrudan ilişkilidir. Ayrıca emperyalist ülkeler arasında dengesizlik esastır. Güç dengeleri de stabilize değil, sürekli değişim içindedir. Bugün “güçlü” olan emperyalist ülke, yarın en zayıf emperyalist ülke konumuna gelebilir. Örneğin, 1. emperyalist dünya savaşı öncesi İngiltere'siyle 2. emperyalist dünya savaşı sonrası İngiltere'sinin gücü ve dolaysıyla da emperyalist paylaşım içindeki yeri aynı değildir.

Petrol üreticisi ülkeler içinde Suudi Arapistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri (BEA)'nin sahip oldukları finans sermayesi, diğer emperyalist ülkelerin finans sermayesinden farklı mı? Elbette olamaz. Bu ülkelerin, ABD, Japonya, Almanya vb. gibi gelişmiş emperyalist ülkelerdeki sanayi kadar güçlü sanayileri olmasa da, söz konusu Körfez ülkelerin sahip oldukları finans sermayesi, uluslararası sanayi ve finans sermayesi ile birleşmiştir. Finans sermayesinin kaynağının oynadığı rolle fazla bir ilişkisi yoktur. Sermaye olarak varlığı ve oynadığı rol önemlidir. Ayrıca, söz konusu Körfez ülkelerinin sahip oldukları sermaye, en gelişmiş ülkelerden en geri ülkelere kadar yayılmıştır ve emperyalist bir rol oynamaktadır. Ve bu finans sermayesi, salt Körfez ülkelerindeki sanayi ile değil, uluslararası sanayi ile de birleşmiştir. Öte yandan, adı geçen Körfez ülkelerinin finans sermayesi,, uluslararası finans sermayesinin -adeta- can simidi olarak görev yapar.

Gelişmiş Batılı emperyalistlerin sermayesini “emperyalist” kabul ederken, aynı rolü oynayan Körfez krallıklarının sermayesi neden “emperyalist” olmasın? Buradaki anlayış, emperyalizmi, kapitalizmin en üst aşaması olarak değil, belli ülke ve uluslara özgü olarak değerlendirmekten kaynaklanıyor.

Bir ülkenin emperyalist aşamaya gelip gelmediğinin kıstasları var mı?

Lenin bunu net olarak belirtmiştir.

“1-Üretimin ve sermayenin temerküzünün ekonomik yaşamda belirleyici bir rol oynayan tekelleri yaratacak kadar yüksek bir gelişme derecesine ulaşması. Yani, bütün alanlarda tekelleşmenin olması...

2-Banka sermayesi ile sanayi sermayesi kaynaşmış ve bu “finans sermayesi” temeli üzerinde bir finans oligarşisi doğması...

3- Mal ihracından farklı olarak sermaye ihracının son derece önemli hale gelmesidir.”

Lenin, 4. ve 5. özellikler olarak belirttiği, “uluslararası tekellerin birleşerek dünyayı aralarında bölüşmeleri ve dünyanın en büyük emperyalist devletleri tarafından paylaşılmış olması...” kapitalizmin önlenemez çelişmeli karakterinden kaynaklanmaktadır.4

 

Dünyanın paylaşılmış olması yeniden paylaşılmayacağı ya da her an bu paylaşımın ölesiye mücadelesinin verildiğini yadsımıyor. Her emperyalist ülke, her tekel kendi sermaye gücü oranında bu paylaşıma katılıyor, pay alıyor ya da almaya çalışıyor.

Bunu, şöyle de tanımlıyabiliriz: her tekel, bir başka ülkede yaptığı sermaye yatırımı, dünya pazarından pay almadır. Emperyalist tekeller, kapitalizmin daha az geliştiği ülkerlere sermaye yatırımları yapmalarına karşın, esas olarak kapitalizmin daha çok geliştiği ülkelere daha büyük sermaye yatırımları yaparlar. Örneğin, en çok sermayeyi, başta ABD olmak üzere, sırasıyla Çin, Japonya, Almanya, İngiltere ve diğer emperyalist ülkeler çeker. Sermaye, yoğun meta üretimi ve yoğun tüketimin olduğu yerleri severler.

ABD ve İngiltere net sermaye ithalatçısı ülke konumundayken, diğerleri esasta sermaye ihracatçısı konumundadır. Yani, ABD ve İngiltere'ye dış ülkelerden gelen sermaye yatırımları, içerden dışarıya giden sermaye yatırımlarından fazladır. ABD'ye 2000-2021 yılları arası toplamda 13 trilyon 600 milyar dolar dış sermaye gelirken, aynı yıllar içinde ABD'nin dış ülkelerdeki toplam sermaye yatırımı (ya da ihracı) 9,8 trilyon ABD doları civarındadır.5

Sermaye gittiği yerlerde kapitalizmi de geliştirir. Bu bir niyet olgusu olmayıp, sermayenin karakteri gereğidir. Kapitalist gelişmenin olmadığı yerde sermaye birikimi olamaz. Bunu Lenin şöyle açıklıyor:

 

“Sermaye ihracı, yöneltilmiş olduğu ülkelerde kapitalizmin gelişmesini, onu güçlü bir biçimde hızlandırarak etkilemektedir. O halde sermaye ihracı, ihraç eden ülkelerin gelişmesinde belli bir noktaya kadar bir yavaşlamaya yol açmaktaysa da bu, bütün dünyada kapitalizmin genişliğine ve derinliğine geliştirme uğruna olmaktadır.”6

 

Kapitalizm gitiği yerlerde kaçınılmaz olarak kapitalizmin gelişmesine hizmet eder. Kapitalizmin olmadığı yerlerde sermaye de olamaz. İlk girdiği yerde de sermaye birikimini sağlayacak kapitalist gelişmeyi yaratır. Kapitalist, sermaye ihracını, sermayesini daha da büyütmek için yapar. Bu nedenle de kaçınılmaz olarak, sermaye geldiği ülkelerde kapitalizmin gelişmesini sağlar. Kapitalizm meta üretimi olduğuna göre, meta üretimin olmadığı yerde sermaye birikimi de olamaz.

Emperyalist dünya sisteminde son 50 yıllık gelişmeler dikkate alındığında, kapitalizmin genişliğine ve derinlemesine ne kadar geliştiği gözlemlenebilir. Bu gelişme, dünya (Gayri Safi Hasıla) GSH'ın toplamında görülür. Sadece 2000 yılı baz alınsa bile, son 22 yılda dünya GSH'nın katlanarak geliştiği, yani kapitalizmin katlanarak büyüdüğü görülecektir.

2000 yılında dünyanın GSH'ı 33,8 trilyon ABD doları iken, 2021 yılında yaklaşık üç kat artarak 96,1 trilyon ABD doları olarak gerçekleşmiştir. 1960 yılında ise bu rakam 1,39 trilyon ABD doları kadardı.7

Dünya GSH'ının katlanarak büyümesi, salt birkaç eski emperyalist ülkedeki büyümenin bir sonucu değil, yeni emperyalist ülkelerde büyüme oranlarının, eskilere oranla daha büyük olmasının yanısıra, bütün kapitalist ülkelerdeki büyümeden kaynaklanmaktadır. Kapitalizmin bu gelişmesi, varolan çelişmeleri daha da keskinleştirmektedir.

Sonuç olarak, kapitalizm derinlemesine ve genişlemesine geliştikçe, yeni emperyalist ülkelerde ortaya çıkmaya devam edecektir. Kapitalizmin gelişmesi, geliştirilmesi niyet sorunu olmadığı gibi, yeni emperyalist ülkelerin gelişmesini engellemekte tek tek ülke ya da kapitalist tekellerin iradesi altında değildir. Bu, kapitalist gelişmenin nesnel diyalektiğinin bir sonucudur. 21.08.2022

1Kaynak: Yusuf Köse, Emperyalist Türkiye, El Yayınları

2Lenin, Emperyalizm, Kapitalizmin Sonuncu Aşaması, sf. 82, Sosyalist Yayınları

3Lenin, age, sf. 143

4Lenin, age, sf. 112

5Veriler, UNCTAD'ın 2022 yılı Raporu'ndandır. /https://unctad.org/webflyer/world-investment-report-2022

6Lenin, age, sf. 87

7Rakamların alındığı kaynak: https://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.MKTP.CD

Fikret Karavaz_İttifaklar Sorununa İlişkin..


 

Halil Gündoğan’ın İttifaklar Sorununa İlişkin Yazıma Getirdiği Eleştiri Üzerine

 

Halil Gündoğan kendi bloğunda 3 Kasım 2020 Tarihli bir yazısında benim İttifaklar Sorunu Üzerine yazdığım bir yazıyı eleştiriyor. Halil Gündoğan’ın Partizanın Defteri sayfasında bir kaç kez yayınlanmış aynı başlıklı yazılardan hangisini esas aldığını bilmiyorum. 

Fakat Halil Gündoğan’ın eleştirisinde bir çok mantıksal tutarsızlık belirgin olarak kendisini göstermektedir. Bu arada Halil Gündoğan beni tanımadığını söylüyor. Ben Kaypakkaya geleneğinden biriyim. Bir dönem de Güneşin Sofrası’nda Kazım Gündoğan ile beraberdik. Ben de Halil Gündoğan’ı gıyabında tanıyorum. 

Halil Gündoğan’ın eleştiri yazısındaki mantıksal tutarsızlıklardan bir tanesi İttifaklar sorununun strateji ve ideolojiyle ilşkisine dair. Şöyle ki Halil Gündoğan eleştirisinin başlangıcında ittifaklar sorununa dair şöyle bir belirleme yapıyor:  ”Öncelikle belirtmek gerekiyorki Komünist Devrimciler için ittifaklar sorunu ideolojik-ilkesel bir sorun olmayıp; siyasal mücadelenin taktiksel bir sorunudur.

 Dolayısıylada sorun her türlü katı- basma kalıp formülerin dışında, günün objektif ve subjektif somut koşulları içerisinde, dinamik olarak ele alınacak bir sorundur.”  Halil Gündoğan daha sonra eleştirisinin ilerleyen bölümlerinde ittifaklar sorununa dair birinci belirlemesini yadsıyan başka bir belirleme daha yapıyor:  ”Somut olarak ittifaklar sorununda irdelenecek olursa görülecektirki; “Maoist Birleşik Halk Cephesi anlayışı”, devrim mücadelesinin başarıya ulaşmasının “olmazsa olmaz” üç stratejik silahından biri olan ittifaklar sorununda, komünist-devrimcileri esasen silahsızlandırmaktadır.

Çünkü öngörülen anlayış; komünist-devrimcileri, öncelikle yarı-sömürge, yarı-feodal sosyo-ekonomik koşullar ile sınırlıyor. Ve buna göre de o basma kalıp şablon ile reçeteler yazmaya koşulluyor:”  Bu iki belirleme açıkça birbirini yadsıyan belirlemelerdir. Halil Gündoğan, birinci belirlemesinde ittifaklar sorununu taktiğe indirgedikten sonra ikinci belrlemesinde ” ittifaklar sorununu devrim mücadelesinin başarıya ulaşmasının olmazsa olmaz üç stratejik silahından biri olarak değerlendiriyor.

Şimdi, bu belirlemelerden hangisi doğru? Kuşkusuz ikinci belirleme doğru. Çünkü ittifaklar sorunundaki taktik anlayışlar devrim stratejisi ve ideolojisinden bağımsız olarak ele alınamaz. Bu demek değildir ki bir devrim sürecinin bütün ittifaklar siyaseti stratejiktir. Bir devrim süreci için stratejik ittfaklar olabileceği gibi taktik ittfaklarda mümkündür.

 Örneğin, Sovyet ve Çin devrimlerinde proletaryanın öncüsünün köylülükle yaptığı ittifak stratejik bir ittifakken, Sovyetler Birliği’nin ikinci emperyalist paylaşım savaşında Alman faşizmine karşı Müttefik devletlerle yaptığı ittifak taktik bir ittifaktır. Bir ittifakın stratejik olması demek belirli bir çelişkide çelişkinin devrimci tarafında duran unsurları kapsaması demektir. Örneğin, demokratik devrim aşamasında işçi sınıfının köylülükle yaptığı ittifak stratejik bir ittifaktır. 

Çünkü bu ittifak gerçekleşmeden işçi sınıfının tek başına iktidarı ele geçirmesi ve sosyalizmi inşa etmesi mümkün değildir. İşçi sınıfı ile köylülük arasındaki ittifak, köylü sorununun çözülmediği, köylülüğün farklılaşma sürecinin halen devam ettiği coğrafyalarda stratejik bir ittifaktır. Dolayısıyla, bir devrim sürecinde proletaryanın politik öznesi öncelikle devrimden menfaati bulunan sınıflar arasında stratejik ittifakları gerçekleştirme mücadelesi sürdürür; bunun yol ve yöntemleri üzerinde yoğunlaşır.

Sratejik ittifaklar bir coğrafyanın devrim sürecinin temel stratejik yönelimlerini, esas ve tali mücadele araç ve yöntemlerini belirler. Stratejik ittifakları taktiğe indirgemek esas ve tali mücadele araç ve yöntemleri arasındaki ayrımı belirsizleştirmek anlamına gelir. Köylü sorununun çözülmediği, köylülüğün farklılaşma sürecinin tamamlanmadığı yarı-feodal coğrafyalarda köylülük temel güç, proletarya ideolojik güçtür. 

Maoist Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisi temel güç olan köylülüğe dayanılarak inşa edilir.

  Halil Gündoğan eleştirisinin devamında kendine has belirlemeler yapmaya devam ediyor. 

Örneğin şöyle diyor: 

”“Halkın Birleşik Cephesi, işçi-köylü temel ittifakı üzerinde, devrimden çıkarı olan anti-feodal, anti-emperyalist ve anti-komprador sınıf ve katmanların ittifakıdır. Esası toprak devrimi olan Demokratik Halk Devrimi sürecinde milli burjuvazi, bu ittifakın vazgeçilemez bileşenidir.

 Halkın Birleşik Cephesi (HBC), KP öderliğini şart koşar. Halkın birleşik cephesinin kurulabilmesi için KP önderliğinde bir veya birkaç bölgede kızıl siyasi üslerin kurulmuş olması gerekir. Bu, yürütülen savaşın en azından stratejik denge aşamasında olması anlamına gelir. KP bu güce, savaş bu düzeye varmadan HBC kurulamaz. KP önderliğinde kurulmamış olan ittifaklar da hem HBC olarak tanımlanamazlar ve hemde bunlar içinde yer almak kuyrukçu, sınıf işbirlikçi pozisyona düşürür. 

HBC bir iktidar orgaınıdır. Devrimle kurulacak yeni demokrasinin iktidar organıdır ve milli burjuvazi, sosyalist devrime kadar bu halk iktidarının bir bileşeni olarak varlığını devam ettirir.”“Maoist HBC anlayışı” diye sunulan sol-sübjektif perspektifin kaba özeti budur! 

Görüleceği üzere bu perspektifte;

 a-) ülkenin sosyo-ekonomik yapısında yaşanmış olan değişim ve dönüşümlerin, örneğin kapitalist üretim ilişkilerinin hakim hale geçmiş olmasının ve bunun devrim aşamasında ve ittifaklar sorununda ne tür farklılaşmalar yarattığının bir önemi bulunmuyor.

b-) Türkiye ve K.Kürdistan somutunda yaşanan gelişmelerin tolumsal ve ulusal çelişmeleri ve keza savaş strateji ve taktiklerini nasıl etkilediği ve değiştirdiğinin bir hükmü bulunmuyor. Türkiye ve K. Kürdistan’ın iki farklı sosyo-ekonomik yapıya, iki farklı devrim aşamasına ve iki farklı devrim stratejisine, iki farklı itifaklar siyasetine ve bunlarla birlikte çok daha ivedilikle öne çıkan birleşik devrim stratejisi ihtiyacına göre devrim teorisini yenilemek geregtiğinin bir önemi bulunmuyor. 

c-) derimci mücadelenin öncü öznesi olarak komünist-devrimcilerin, devrimci mücadeleye fiilen başladıkları andan itibaren, mücadelenin herbir evresini başarıyla tamamlayabilmek için, mücadelenin farklı herbir evresinde düşmanı o özgülün somutunda yenilgiye uğratma mücadelesinin de, Lenin’in önemle vurguladığı tarzda bir “kitlesel müttefikler” siyasetiyle mümkün olabileceğinin bir önemi bulunmuyor. Komünist-devrimcilerin, diğer sınıf ve katmanlara, onların siyasal önderi örgütlerine önderliklerini kabul ettirecek o güçlü duruma hangi mücadele yol ve araçlarını kulanarak varabileceklerinin bir önemi bulunmuyor. 

(Tipik bir öncü savaş mantığı mı güdülüyor acaba? Biz gerilla mücadelesiyle düşmana darbeler vurdukça, düşman zayıflayacak ve ters orantılı olarak bizde güçleneceğiz. Ve böylece kitleleşeceğiz. Işte bu sayede devrimden çıkarı bulunan diğer sınıf ve katmanlar dahil, milli burjuvazinin sol kanadıda önderliğimizi kabul ederek HBC’yi oluşturma koşularını olgunlaştırmış olacağız.) vs. vs.Fikret’in yaklaşımı da bunun tipik örneklerindendir.

 Lenin referansıyla konu özgülündeki doğmatik-mekanik yaklaşıların eleştirisi yapılmak istenmişse de ancak anlaşılan o ki, tedrisatından geçtiği “Maoizim” buna pek fazla şans tanımamış. Karşımızda farklı versiyonuyla kaskatı bir dogmatizm var.” 

  Şimdi, bu belirleme neresinden tutsanız elinizde kalacak bir belirleme. Birincisi, Halil Gündoğan coğrafyamızda kapitalist üretim ilişkilerinin hakim hale geldiğine inanıyor. İnanıyor diyoruz; çünkü, tarımda kapitalist üretim ilişkilerinin nasıl hakim hale geldiğine dair gösterilen herhangibir veri yok. Öyle ise biraz Anadolu ve Kürdistan coğrafyasının sosyoekonomik yapısından bahsetmek gerekiyor.         

Anadoluda bugüne kadar başlamış ve tamamlanmış hiçbir toplumsal devrim yoktur.İkinci meşrutiyete kadar olanların tamamı emperyalistlerin güdümündeki reform hareketleri idi zaten.İkinci Meşrutiyet ise cılız bir burjuva hareketi olup,başarısızlıkla sonuçlanmış,hareketin başındakiler emperyalistlerle birlikte kapitalist ve feodal üretim ilşkilerini yan yana sürdürmüşlerdir.İkinci meşrutiyetin ilanındada cumhuriyetin ilanındadan sonra da iktidardaki toplumsal sınıflar önceki toplumsal sınıflarla aynıdır.  

    Cumhuriyetle birlikte elbette ki değişen bazı şeyler vardır.Cumhuriyetten önceki komprador büyük burjuvazinin, toprak ağalarınıneski bürokrasinin,ulemanın yerini,ulusal karakterdeki orta burjuvazi içinden güçlenerek çıkan emperyalizmle komprador ilişkilere giren Türk ve Kürt burjuvazisi ve eski Türk ve Kürt komprador burjuvazi ve toprak ağalarının bir kısmı aldı.       

Anadoluda bugün istihdam edilen 22 594 000 kişinin yaklaşık %61’i üçretli veya yevmiyeli,%25’i kendi hesabına çalışan, veya işveren,%13,6’sı ücretsiz aile işçisidir.      Ücretli ve maaşlı olan13 762 000 kişinin 527 000 i tarım, 4 950 000 i sanayi, 8 285 000 i hizmet sektöründe çalışmaktadır. Kendi hesabına çalışan 5 750 000 kişinin 2 513 000 i tarım, 883 000 i sanayi, 2 354 000 i hizmet sektöründe çalışmaktadır.Ücretsiz ailşe işcisi olan 3 083 000 kişinin 2 643 000 i tarım, 94 000 i sanayi, 346 000 i  hizmet sektöründe faaliyet göstermektedir.      Kendi hesabına çalışan 5 750 000 kişinin %90 ı 1-4 kişi çalıştıran iş yeri sahibi,%6 sı 5-9 kişi çalıştıran iş yeri sahibi,%2 si 10-24 kişi çalıştıran iş yeri sahibi, %1 i 25-49 kişi çalıştıran işyeri sahibi ve %0,5 i 50 kişiden fazla işçi çalıştıran işyeri sahibidir.        Ücretsiz aile işçisi olan 3 083 000 kişinin %86 sı 1-4 kişi çalıştıran işyerlerinde, %0,6 sı 10-24 kişi çalıştıran işyerlerinde, %0,03 ü 25-49 kişi çalıştıran işyerlerinde, %0,03 ü 50 den fazla kişi çalıştıran işyerlerinde çalışmaktadır.   

    Merkezi feodal Osmanlı imparatorluğu döneminde, küçük üreticilere toprağın küçük parçalar halinde sadece kullanım hakkını veren Asya tipi üretim biçimi uygulandığından bu olgu önce köylülüğün farklılaşmasını yavaşlatmış el zanaatları ve manifaktürün gelişimini ve buna bağlı olarak ilkel birikimi engellemiştir.Sonrasında emperyalizmin önce meta ihracı ve sonrasında sermaye ihracı ile zaten güdük olan ve ilkel iş aletleri ile üretim yapan el zanaatlarını ve manüfaktürü çökertmesi ile yerli sanayinin gelişmesi engellendiği gibi karşılıklı diyalektik etki ile tarımda kapitalist üretim ilşkileri gelişememiştir.       

Anadoluda toprak mülküyeti, 1924 Anayasası ile güvence altına alınmış,eski tımar vb. toprakları işleyenlere,bu durumu kanıtlamaları halinde,bu toprakları mülküyetlerine geçireceklerine ilşkin yasanın çıkışından sonra bir çok nüfuzlu esnaf, büyük toprak sahibi, ellerindeki eski osmanlı belgelerini mahkemelere sunarak bu toprakları sahiplenmişlerdir.        Osmanlı döneminden beri emperyalizm bir taraftan ülkedeki hammaddeleri talan etmekte,artı-değerin önemli bir bölümünü borçlandırma ile kendi hanesine aktarmaya devam etmektedir.Emperyalizm, bunu yaparken,kapitalizm öncesi geri üretim ilşkilerini korumakta, tarımın ve sanayinin gelişmesine engel olmaktadır.

Bu talan ve soygun sisteminde küçük üretici köylü topraktan ve üretim araçlarından belli bir oranda kopmaktadır.Böylece özgür emekçilerin sayısı her geçen gün artmaktadır.Fakat bu artışın çok yavaş ve sancılı olduğu, tarım kesiminde yoksul ve küçük köylü üreticilerinin, sanayi kesiminde mikro ve küçük işletmelerin çokluğundan anlaşılmaktadır.Anadoludaki tarım ve sanayinin emperyalizmle ilişkisi artarak sürmekte, tarım ve tarım dışında gelişen ilkel birikimin geri üretim ilşkilerini tasfiyesi engellenmektedir.     

  İlkel birikim denilen kavram serf niteliğinde topraksız köylülüğün ve küçük üretici köylünün üretim araçlarından ayrılması buna karşılık üretim araçlarının belirli ellerde toplanarak sermayeye dönüşmesidir.Kapitalizmin kendi dinamikleri ile geliştiği bir süreçteki ilkel birikim kavramı ile komprador kapitalizmin yarattığı ilkel birikim işlevsel olrak farklı olgulardır.Birinci olguda kapitalizmin gelişmesi ve ilkel birikimin gerçekleşmesi geri üretim ilşkilerinin tasfiyesi ile doğru orantılı iken ikinci olguda komprador kapitalizm bizzat geri üretim ilşkileri zemininde geliştiğinden bu ilşkileri koruyup sürdürmesi esas eğilimidir.       

  Tarımda etkinlik gösteren 3 022 127 işletmenin arazi büyüklüğüne ve dahil edildikleri toplumsal sınıflara göre dağılımı  şöyledir: 

        Tarımda etkinlik gösteren işletmelerin 1 952 142 si yoksul ve küçük köylü işletmelerdir.

Bu işletmeler Anadoludaki tarım işletmelerinin %68 i olup, işlettiği arazi miktarı Anadoludaki toplam arazinin %21 idir ve bu işletmelerde bir traktöre düşen arazi miktarı 9 dekardır.

Orta köylü işletmelerin sayısı 887 376 dır ve bu işletmeler Anadoluda tarım işletmelerinin %29 u olup, işlettikleri arazi miktarı, Anadoludaki toplam arazinin%45 idir ve bu işletmelerde bir traktöre düşen arazi miktarı 25 dekardır.

Zengin köylüler 171 113 işletmeye sahiptir ve bu işletmeler, Anadoludaki toplam işletmelerin %6 sı olup, işlettikleri arazi miktarı,Anadoludaki toplam arazi miktarının %29 udur ve bir traktöre düşen arazi miktarı 730 dekardır.Büyük toprak sahipleri ve toprak ağaları 2 477 işletmeye sahip olup, bu iletmeler Anadoludaki toplam işletmelerin %0,15 i olup, işlettikleri arazi miktarı, Anadoludaki toplam arazinin %5 dir ve bir traktöre düşen arazi miktarı 1 265 dekardır.     

  Yoksul ve küçük köylülerden arazi,si olanların %88 i yalnız kendi arazisini işlerken,diğerleri hem kendi arazisini hem zilyetlikle,hem kendi arazisini hem başkasının arazisini işletmektedir.Arazisi olmayanlar ise,kirayla,ortakçılıkla, diğer şekilde, iki yada daha fazla tasarruf şekli ile arazi işletmektedir.       

  Orta köylülerden arazisi olanların %79 u yalnız kendi arazisini, işletirken,diğerleri,zilyetlikle,hem kendi arazisini hem zilyetlikle,hem kendi arazisini hem başkasının arazisini işletmektedir.Arazisi olmayanlar kirayla, ortakçılıkla,diğer şekilde, iki veya daha fazla tasarruf şekliyle arazi işletmektedir.       

  Zengin köylülerden arazisi olanların %70 i yalnız kendi arazisini işletirken, diğerlerinin çok küçük bir bölümü zilyetlik, hem zilyetlik hem kendi arazisini işletirken, çok büyük bölümü hem kendi arazisini hem başkasının arazisini işletmektedir.Arazisi olmayanlar, tasarruf biçimlerinin tümüyle arazi işletirken, esas olarak kiracılık ve ortakçılık ile arazi işletmektedir.         

Büyük toprak sahiplerinin ve toprak ağalarının arazisi olanların %49 u yalnızca kendi arazisini işletirken, dğerleri topraklarını arazi tasarruf biçiminin tümüyle işletmekte, esas olarak, hem kendi arazisini hem başkasının arazisini işletenlerle işletmektedir.Arazisi olmayanlar ise, bütün tasarruf biçimleri ile arazi işletmekle birlikte, arazi işlettikleri esas tasarruf biçimi ortakçılıktır.         

Yoksul ve küçük köylü üreticilerinin büyük çoğunluğu, toprak sahipleri ile  veya temsilcileri ile zilyetlik, ortakçılık ve diğer feodal ilişkiler içinde değildir.Ancak Anadolu tarımında feodalizm esas olarak değişim sürecinden ziyade üretim sürecinin kendisindedir.Küçük meta üretimi yapan köylülük esas olarak kendi geçimlik ihtiyacı için kulanım değeri üretmektedir.Ürünün sonradan metalaşması bu gerçekliği değiştirmez ve bu kullanım değeri üretilirken yine belirleyici olarak satın alınmış emek değil aile emeği kullanılır.Yani emeğin kendisi metalaşmamaktadır.Artı ürünün bir kısmı zorunlu olarak diğer geçim araçlarını edinmek için metalaşır.Bu değişim sürecinde tefeci, tüccar ve tefeci, tüccar niteliğindeki devlet köylünün artı-emeğine el koymaktadır.Ürünün metalaşma sürecinde ürününü pazara götürecek olanağı olmadığından köylü ürünü pazar fiyatının altında bir fiyatla elden çıkarır.Ama esas sömürü şu olgudadır ki metalaşan ürünün kar realizasyonu tefeci, tüccar yada tefeci tüccar niteliğindeki devletle değişim sürecinde sonlanmaz;kar realizasyonu mamul maddenin yani sanayi ürününün pazara sunumu ile tamamlanır.İşte bu olgu, komprador kapitalizmin niteliği gereği gereksinim duyduğu ucuz hammaddenin yaratılmasının dinamiğinin tarımda küçük meta üretimi olduğu gerçeğinden kaynaklanır.     

  Bu anlaşılır bir şeydir; eğer tarımda kapitalist ülkelerde olduğu gibi esas olarak satın alınmış emek kullanılsa idi ve bir tarafta üretim araçlarından yoksun emek kitlesi diğer tarafta üretim araçlarını ve toprağı sermayeye dönüştürmüş olan kapitalistler şeklinde bir sınıfsal bölünme oluşsaydı, kapitalizm kendi dinamikleri ile gelişecek ve ilkel birikim süreci tamamlanacaktı.Ancak emperyalizm ve ona bağlı olarak gelişen komprador ilşkiler bizzat kar realizasyonunu tarımın bu yarı-feodal niteliğinin yani küçük meta üretiminin çelişkileri ile gerçekleştirmektedirler.       

  Komprador kapitalizm ve emperyalizmin gereksinim duyduğu ucuz hammadde ve hatta ucuz iş gücünü yaratan üretim ve hatta değişim süreci feodal karakterde olan küçük meta üretimidir.Komprador kapitalizmin ilkel birkimin oluşmasını engellediği iddaları doğru değildir.

Büyük komprador holdinklerin kökeninde tefeci, tüccar sermayesi ve toprak ağalığı vardır.Oluşan bu sermaye birikimi tarımda küçük meta üretimini tasfiyeye yönelemez çünkü bizzat onun üstüne inşa edilmiştir. 

      Başkasının toprağını işletenler işletmeyenlere göre çok daha kötü koşullarda üretim yapmaktadır.Ortakçılıkla kiracılık, kapitalist üretim biçimine yakınlığı ile karşılaştırıldığında, kiracılık daha yakındır.Ortakçılıkta, hasat iyi de olsa kötü de olsa, ürün önceden anlaşıldığı şekilde toprağı işletenle toprak sahibi arasında bölüşülmektedir.Kiracılıkta durum daha farklıdır.

Hasat iyi olduğunda kira rahatlıkla ödenebilmektedir.Toprak verimliyse, ürün pazarda değer buluyorsa, ücretli işçi bile çalıştırılıp,kapitalist ilşkilere girilebilmektedir.Hasat kötü olduğunda, üretici kirayı ödeyememekte,ödediyse de kendisine bir şey kalmadığından, tefeciyle, tüccarla ilşkiye girmekte, daha önceden ilşkisi varsa, bu ilşkiler, kendi aleyhine dönüşmekte, topraktan ve üretim araçlarından kopmaktadır.     

   Köylülüğün topraktan ve üretim araçlarından kopma süreci komprador kapitalizm koşularında kapitalizmmin kendi dinamikleri ile geliştiği koşulardan farklıdır.Bir taraftan giderek bölünen arazi ve yoğun sömürü yoksul ve küçük köylülüğü ve hatta orta köylülüğü topraktan koparırken köylülüğün oldukça önemli bir kısmı proleterleşmemekte ve yarı proletere dönüşmektedir.Tarımla ilişkisini toprağını ortakçı veya kiracıya bırakarak sürdüren bu kitle komprador kapitalizme ucuz iş gücü ve yedek iş gücü yaratmaktadır.Yarı- proleterler ücrete karşılık gelen gerekli emek zamanını düşürerek vasıfsız iş gücü kullanan sektörlerde komprador kapitalizme ucuz iş gücü yaratmaktadır.Ucuz iş gücünün bir diğer kaynağı da yedek iş gücüdür.   

  Yoksul ve küçük köylü üreticiler, az sayıda ve ilkel tarım araçlarına sahip olup, kendi emekleri ile ve aile bireylerinin emekleri ile üretimde bulunmakta, kapitalist üretimdeki işçiler gibi çalışmaktadırlar.Onlardan farkları, üretim araçlarının kapitalistlere değil kendilerine ait olmasıdır.Üretim araçları kapitalistlere ait olsaydı, üretim ilşkileri kapitalistle olacaktı, fakat kendi toprağı olan yoksul ve küçük köylülerin ilşkileri, tefeci, tüccar ve tefeci, tüccar niteliğindeki devletle; başkalarının topraklarını işletenlerin ilşkileri, hem toprak sahibile hem de tefeci, tüccar ve tefeci, tüccar niteliğindeki devletledir.Bu sınıfın ürettiği artı emek,tefeci,tüccar,toprak sahibi ve tefeci,tüccar niteliğindeki devlet tarafından gasp edilmektedir.Daha başka bir anlatımla,yoksul ve küçük köylü üreticiler, feodal ilşki içinde üretimlerini sürdürmekte, çok zor duruma geldiklerinde, topraktan ve üretim araçlarından yukarıda anlatıldığı gibi kopmaktadırlar.     

  Yoksul ve küçük köylü üreticiler,feodal üretim biçiminde görülen kullanım değeri üretmektedir. Bilinmektedir ki,kulanım değeri, üreticinin kendi gereksinimlerini karşılamak,yaşamını sürdürmek için yapılmaktadır.Bu nedenle,üreticinin ürünlerini pazara götürmesi,onun pazar için üretim yaptığı anlamına gelmez.Pazar için üretim, değişim değeri üretimi demektir.Küçük üreticinin kendi üretim araçları ile doğrudan ürettiği ve kullanım değerine sahip ürün, tüccar aracılığı ile bilinmeyen pazara götürüldüğünde değişim değerine sahip metaya dönüşmektedir.Burada artı- değer,feodal biçimde üretilmekte, değişim sırasında tüccar tarafından ele geçirilmektedir.Üretim araçlarına sahip kapitalist,emekçilerin iş gücünü ücret karşılığında satın alarak ürettiği ürünü parayla değiştirmek için pazara götürmektedir.Burada ürünün üretilme biçimi önemlidir,pazarda para yerine başka bir ürünle değiştirilmesinin hiçbir önemi yoktur.        Kapitalist üretimin temel ölçütü üretimin ücretli emek tarafından yapılmasıdır.Kapitalist üretim, aynı zamanda süreç ilerledikçe sermaye birikimi yapar, küçük tarım üreticilerinin yerini  ücretli tarım işçileri alır.Yoksul ve küçük köylü üreticileri, üretim araçlarının parçası yada sahibidir ve doğayla ayrılmaz bir bütün oluşturmaktadır ve üretim araçları, üreticinin kendisini yeniden üretmek için kullanılmaktadır.       

Orta köylülerin büyük çoğunluğu kendi arazilerini işletir.Bu sınıfın esas özelliği, kendi emeği ile aile bireylerinin emeği ile tarımsal üretim yapmaktır.Küçük meta üretimi yapan orta köylüler, bazen tarım işlerinde ve tarım dışı işlerde geçici ücretli işçi olarak çalışırken, bazen kendileri de ücretli işçi kiralayarak kapitalist meta üretimi yani pazar için üretim yapmaktadırlar.İşleri iyi gidenler zamanla kapitalist çifçilere dönüşürken, kötü gidenler, tüccar tefeci veya banka borçları nedeni ile topraktan ve üretim araçlarından kopmaktadırlar.         

Zengin köylülerin esas üretim biçimi , kapitalist üretimdir, çünkü gelirleri, ücretli işçilerin artı-değerleridir.Bunun yanında, topraklarını kiraya verip, bu yolla da getirim elde etmektedirler.Zengin köylülerin topraklarını kira karşılığında işleten yoksul ve küçük köylüler ise, kendi gereksinimleri için üretim yaptıklarından, toprak sahibi ile feodal ilişki içindedirler.Söz konusu topraklar, ücret karşılığında işçi çalıştıran kapitalist işletmeler tarafından işletildiğinde, buradaki ilişki, kapitalist ilişkidir, toprak sahibine ödenen kira, artı-değerin işçilere ödenmeyen bölümünden verilmektedir.Bir başka anlatımla zengin köylülerin bir tarafı ücretle çalıştırdıkları işçilerle kapitalist ilişki içinde olurken,diğer tarafı, topraklarını, kirayla, ortakçılıkla, yarıcılıkla verdiği yoksul ve küçük köylülerle,orta köylülerle feodal toprak ilişkisi içindedirler.       

Büyük toprak sahipleri ve toprak ağalarının tamamına yakını kendi topraklarına sahiptir.Zengin köylüler gibi ücretli işçi kiralayarak, kapitalist üretim gerçekleştirirken, ticaret yaparken, topraklarını, tarımsal üretim yapan yoksul ve küçük köylülere, orta köylülere, zengin köylülere yarıcılıkla, ortakçılıkla veya kiracılıkla vererek, bu kesimlerle feodal ilşki içindedirler.     

  Tarımsal kesimde, ücretli işçi çalıştıran kapitalist işletmeler, dikkate değer bir varlık göstermemektedir,Kendi hesabına çalışanlarla ücretsiz aile işçisi toplamı neredeyse, esas işi tarım olanların tamamıdır.      

  Anadoluda işletmelerin işlettiği araziler daha çok küçük parçalar halindedir.Bunun nedenleri, Osmanlı tımar sisteminde kullanım hakkı olan arazinin onu işletenlere verilmesi, borçlarını ödeyemeyen bazı köylülerin arazilerinin belli bir kısmını elden çıkarması ve veraset nedeni ile arazilerin daha küçük parçalara ayrılmasıdır.Bir işletmenin çok sayıda parça işletmesinin nedenleri ise, kendi topraklarında elde ettiği ürünle geçinememesidir.Yoksul köylüler, küçük köylüler ve orta köylülerin bir bölümü böyle yapmaktadır.     

  Yoksul ve küçük köylüler, küçük meta üretimi ile sağlanan gelirle geçinemediği halde, topraktan ve üretim araçlarından kopamamaktadırlar.Bunun en önemli nedeni ücretli olarak çalışacakları kapitalist işletme bulamamalarıdır.       

  Kırsal nüfusta nispi azalma ile birlikte tarımda küçük meta üretiminin korunması Asya tipi tarım geçmişinden gelen yarı-feodal formasyonlarda esas eğilimdir. çünkü komrador kapitalizmin tarımı kapitalistleştirme dinamiği olmadığı gibi bizzat küçük meta üretimi niteliğindeki tarım emperyalizme bağımlılığın koşulları olan ucuz tahıl ve hammadde ile ucuz iş gücünün yaratıcısıdır.         

Lenin tarımda kapitalizm ile ilgili değerlendirmelerini yaparken ücretli emeğin ve makina kullanımının yaygınlaşmasını ve ücretli işçi artış oranının toplam nüfus ve kırsal nüfus artış oranından yüksek olmasını önemli ölçütler olarak görür.          Tahıl fiyatlarının küçük köylü toprak mülkiyetinin belirleyici olduğu ülkelerde kapitalist üretim biçimine sahip ülkelerden daha düşük olmasının esas nedeni küçük meta üretiminde emeğin kendisinin metalaşmamasıdır.         

  Küçük meta üretiminde sermaye birikiminin üretim süreci döngüsünün dışında gerçekleşmesi önemlidir çünkü bu olgu bu üretim tarzının kendi dinamikleri ile asla kapitalist üretim tarzına dönüşemeyeceğini anlatır. 

Anadolu ve Kuzey Kürdistanda tarımda ücretli emek kullanım oranları bölgelere göre şöyledir:

          İstanbul buölgesi %0,1, Batı Anadolu bölgesi %1,9,Batı Marmara bölgesi %4,5, Doğu Marmara bölgesi %2, Ege Bölgesi %5,4,Akdeniz bölgesi %10,6,Orta Anadolu bölgesi %4,5,Batı Karadeniz bölgesi %2,9, Doğu    Karadeniz bölgesi52,Orta Doğu Anadolu bölgesi%3,6, Kuzey Doğu Anadolu bölgesi %4,2,Güney Doğu Anadolu bölgesi%7,9           

    Görüldüğü gibi sanılandan farklı olarak tarımın en fazla kapitalistleştiği bölgeler ücretli iş gücü kullanım oranları ile %10,6 ile Akdeniz bölgesi ve %7,9 ile Güney Doğu Anadolu bölgesidir.Bu bölgeler aynı zamanda büyük toprak mülküyetinin en fazla görüldüğü bölgelerdir.         

  Kır nüfusunda yüzdelik azalmaya karşılık tarımda kapitalist üretim ilişkilerinin geliştiği ve tarımın kapitalist bir niteliğe büründüğü iddaları tutarsızdır.Nüfus oranlarına dair istatistik yüzdeler tek başına üretim ilişkilerinde bir nitelik ifade etmezler; üretim ilişkilerinin niteliği konusunda bir vargı oluşturmak için bizzat üretim sürecine içkin olan çelişkilerin tahlil edilmesi gerekir.Tarla tarımına yarı feodal niteliğini veren esas olgu üretim aşamasında emeğin metalaşmamasıdır.Kısmen satın alınmış emek kullanımı tarımın yarı feodal niteliğini değiştirmez.

Ayrıca kır nüfusunda yılara göre nispi azalma yani kırdan şehire sürekli nüfus hareketi yine yarı- feodal ekonomilere dair bir olgudur.Küçük meta üretimi niteliğindeki tarla tarımı köylülüğün esareti olduğu gibi kırdan şehire nüfus hareketi komprador kapitalizme vasıfsız iş gücü ve yedek iş gücü yaratır.Ayrıca kırdan göçle gelen yığınların tarımdan tamamen ayrılmaması ve yarıcı, ortakçı,kiracı ilişkisi ile kır ekonomisiyle ilşkisinin sürmesi onlara yarı proleter nitelik verir ve bu yarı proleter kitle işçinin kendisini yeniden üretmek için ihtiyaç duyduğu miktara karşılık gelen gerekli emek zamanını yani ortalama ücretleri düşürür.         

Görüldüğü gibi Anadolu tarımında küçük meta üretimi niteliğinde kapitalist ve feodal formasyonlar çok farklı biçimlerde iç içe geçmiş ve birlikte komprador kapitalizmin karakterini belirlemektedirler.Bu üretim ilşkilerinden hangisinin belirleyici olduğu tartışmasının tutarlılığı yoktur.

Bu iki üretim biçimi iç içe geçerek bir format oluşturmaktadır.          İMF ve Dünya Bankası tarım projeleri ile tarımı tekeleştirme girişimleri ile getirilen sözleşmeli çiftçilik gibi olgular da  sonuçta küçük meta üretiminden başka bir şey değildir.Tarımda kar marjları düşük, doğal etkilere açık,risk oranı yüksektir. Bu olgularda tefeci tüccar sermayesinin ve komprador sermayenin tarımda kapitalist yatırıma yönelmemesinin nedenlerindendir.Küçük üretici topraktan tedricen kopsa da  küçük meta üretimi ve yarı feodal formasyon komrador kapitalizmin karakterini belirlemeyi sürdürecektir.   

Görüldüğü gibi Halil Gündoğan’ın Anadolu ve Türkiye sınırları içinde kalan Kuzey Kürdistan coğrafyasının iki farklı sosyoekonomik yapı ve dolayısıyla iki farklı devrim stratejisi ve sınıf ittifakları içerdiğine dair belirlemesi doğru değildir. Zaten böyle bir belirleme eşyanın tabiatına da aykırıdır. Belirli bir devlet sınırları içinde kalan ve aynı üretim ilşkileriyle koşullanmış bir coğrafyanın iki farklı sosyoekonomik yapı göstermesi mümkün değidir.  

İbrahim Kaypakkaya’nın 72 programından bu yana sosyoekonomik yapıda nitel bir değişim olmadığı halde yarı feodal yarı sömürge coğrafyalara özgü Maoist HBC siyasetinin eskidiğini, güncelliğini yitirdiğini idea etmek revizyonizme karşılık gelir.

Şöyle devam ediyor Halil Gündoğan:

  ”Bu öylesine tipiktir ki; Mao Zedung’un Çin koşulları ve uzun süreli halk savaşı stratejisi bağlamında formüle ettiği, Kaypakkaya’nın da (indirgemeci bir tarzla) doğrudan Türkiye ve K. Kürdistan koşulları için öngördüğü, tanımlı, “Halkın Birleşik Cephesi” teorisini, “Maoist Birleşik Cephe Anlayışı” adı altında, genel geçerliğe sahip bir teoriymiş gibi, ittifaklar sorununa ilişkin tüm teorisini bunun kantarına vurarak oluşturmaya çalışmış.”   

Böylelikle, Halil Gündoğan, ibrahim Kaypakkaya’yı ve beni Mao Zedung’un Çin koşulları ve Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisi (USHSS) bağlamında formüle ettiği Halkın Birleşik Cephesi (HBC) teorisini ”Maoist Birleşik Cephe Anlayışı” adı altında indirgemeci bir mantıkla Anadolu ve Kürdistan coğrafyasına uyarlamakla suçluyor.    

Bir süre yalnız kalmış devrimcilerde geçmişin inkarı neredeyse bir moda gibi yaygın bir ruh hali haline geliyor.Geçmiş elbette yadsına bilir; fakat bu yadsımanın nesnel gerekçeleri, bir iç tutarlılığı olmalıdır. Maoist Birleşik Cephe Anlayışı yarı-sömürge yarı-feodal sosyoekonomik yapıların tamamı için evrensel olarak geçerli bir teoridir. Halil Gündoğan’ın buna itirazı ancak sosyoekonomik yapının değiştiğini göstermekle olabilir ki biz yukarıdaki verilerle sosyoekonomik yapının genel karakterinin cumhuriyetin ilanından buyana değişmediğini, köylü ve tarım sorununun çözülmediğini, tarımda klasik feodalizmin yerini yarı-feodal üretim ilşkilerine bırakmasından başka sosyoekonomik yapıda belirleyici nitelikte bir değişim yaşanmadığını göstermeye çalıştık. Zaten, emperyalizmle komprador ilşkisini sürdüren bir coğrafyada tarımda kapitalist değişim de mümkün değildir. Çünkü, komprador kapitalizm bizzat tarımın bu yarı-feodal yapısı üzerine inşa edilmiş ve onun tarafından yeniden üretilmektedir.  

  Tarım ve köylü sorunu demek mutlak anlamda bir klasik feodalizmin varlığı demek değildir. Tarımda emeğin metalaşmadığı, toprağın yoksul köylülüğün sefaletinin ve esaretinin kaynağı olduğu ve köylülüğün farklılaşmasının halen sancılı ve yavaş bir biçimde sürdüğü bir coğrafyada toprak devrimi halen güncel demektir. Toprak devrimi demek mutlak anlamda bir toprak reformu demek değildir. Bizim gibi coğrafyalarda toprak reformu tarımda yarı-feodal yapıyı ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla, köylü ve tarım sorunun nihai çözümü sosyalizmin ilerleyen aşamalarında kolektif tarıma geçilinceye kadar güncelliğini koruyacaktır. Yarı-feodal bir coğrafyada da işçi-köylü temel ittifakı demokratik devrimin temel stratejik ittifakıdır.  

  Halil Gündoğan, beni ve İbrahim Kaypakkaya’yı birleşik cephe anlayışında Çin şablonculuğuyla suçladıktan sonra beni  HBC’ye ilişkin coğrafyanın bir takım özgünlüklerini aynı şablona uyarlamakla itham ediyor.Ben, adı geçen yazıda coğrafyanın bir takım özgünlüklerine ilşkin olarak şöyle diyorum:

”Peki coğrafyamızda birleşik cephenin bir prototipinin gerçekleşme koşulları var mıdır?
Coğrafyamızda köylülük genel olarak kendi tarlasını ekip biçen küçük köylü karakterindedir. Topraksız köylülüğün oranı genel ortalama içinde düşük kalmaktadır. Bu olgu toprak talebinin cılız olması sebebi ile köylülüğün geniş kitleler halinde hızla demokratik devrime politize olmasını engellemektedir. Buna karşılık birleşenleri içinde Kürt köylülüğü, proleteryası ve küçük burjuvazi ile birlikte milli burjuvazi ve bir kısım büyük toprak mülküyetini de barındıran Kürt Özgürlük hareketinin anti faşist karakteri ile varlığı ve birleşenleri içinde asıl savaşan güçlerinin Kürt köylülüğünden oluşması Kürt özgürlük hareketine aynı zamanda köylü sorununun coğrafyamıza özgü politik biçimi karakterini vermektedir.

Kürt Özgürlük Hareketinin Orta Doğu coğrafyasının diğer parçaları olan Irak, Suriye ve İran coğrafyasındaki parçaları genel olarak bir köylü hareketi karakterinde olup proleter bir arka cepheden yoksundur. Kürt Özgürlük Hareketinin proleter bir arka cepheye sahip olduğu yegane coğrafya Anadolu coğrafyasıdır. Kürt Köylülüğü Anadolu coğrafyasında kendi coğrafyası dışında metropol şehirlerde proleterleşmektedir.Bu olgu Kürdistanın özgürleşmesi sorununu Anadolu coğrafyasının komprador kapitalizm ve faşizmden özgürleşmesi sorununa doğrudan bağlamaktadır. Yine Kürdistanın diğer parçalarının özgürleşebilmesi için yegane proleter arka cepheye sahip olduğu Kuzey Kürdistanın özgürleşmesi soruna bağlıdır.

Kürt Özgürlük Hareketinin varlığı koşullarında anti faşist, anti emperyalist gerilla savaşı Kürt Özgürlük Hareketinin Irak Ve Suriyede askeri üslere sahip olması, kitle desteği ve gerilla sayısı itibari ile halen stratejik savunma aşamasında olmasına rağmen stratejik denge aşamasına yakın özellikler göstermektedir. Geniş anti faşist, anti emperyalist birleşik cephenin kurulması bir takım nesnel şartların gerçekleşmesine bağlıdır. Bu nesnel şartlar KP nin bir yada bir kaç KSİ ye sahip olması asgari programının geniş kitleler tarafından benimsenmesi gibi nesnel şartlardır. Türk köylülüğü halen şovenizmin etkisinde olduğu için geniş kitleler halinde halk savaşına politize olmamakta politizasyon tedricen gerçekleşmektedir.

 Buna karşılık Kürt kölülüğü geniş kitller halinde gerillla savaşına politize olabilmektedir.Kürt Özgürlük hareketinin bu niteliği ile köylü sorunun coğrafyaya özgü politik biçimi niteliğinde olması dar anlamda bir birleşik cephe prototipinin gerçekleşebilmesine de olanak tanımaktadır. Kürt sorunu mevcut niteliği ile Demokratik Devrimin dinamosu rolünü oynamaktadır. Kürt Özgürlük mücadelesindeki her gelişme Demokratik Devrim sürecinde ileri bir aşamaya karşılık gelmektedir. Mevcut siyasal konjontürde Demokratik Devrim mücadelesi sürdüren siyasal yapıların Kürt Özgürlük hareketi ile bir birleşik cephe protipi etrafında birleşmeleri siyasal ve askeri bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır.
Fakat, ulusal sorunun politik mücadele sonucunda öne çıkmış olması baş çelişkinin değiştiği anlamına gelmez. Baş çelişki sosyoekonomik yapının karakteri tarafından belirlenir ve yine, köylülükle yarı feodal üretim ilişkileri arasındaki çelişkidir.Sosyoekononik yapının karakteri değişmeden baş çelişki değişmez.

Geniş anlamda Halkın Birleşik Cephesini oluşması ise yukarıda değinilen nesnel şartların gerçekleşmesine bağlıdır. Demokratik devrim mücadelesi sürdüren siyasal yapılar KSİ lerin gerçekleşmesi ve geniş kitlelerin demokratik devrime politize olmasını beklemeden dar anlamda bir birleşik cephe protitipi etrafında Kürt hareketi ile HBDH oluşumu etrafında doğru bir siyasal hamle ile ortaklaşmışlardır.
Halkların Birleşik Cephesinin gerçekleşme koşullarından en önemlisi demokratik devrimin asgari programının geniş kitllerce benimsenmesidir. Bu anlamda demokratik devrimin asgari programı Kürt Özgürlük Hareketinin kitlesi tarafından kabul görmektedir. Toprak devrimi programı ise zaten köylülüğün büyük oranda kendi toprağına sahip küçük köylü karakterinde olması sebebi ile azami prorama devredecek bir sorun niteliğindedir.

Kürt Özgürlük Hareketinin sınır dışında da olsa askeri üs bölgelewrine sahip olması ve bu bölgelerin komünist faaliyete uygun olması Birleşik Cephe için KSİ şartına özgün bir nitelik vermektedir. Demokratik Devrim mücadelesi veren siyasi yapılar kendi siyasal ve ideolojik bağımsızlıklarını koruyarak Kürt Özgürlük Hareketi ile HBDH oluşumu içinde bir birleşik cephe prototipi gerçekleştirerek mücadelelerinde nitel bir gelişme gerçekleştirmişlerdir.
Ulusal sorunun var olduğu ve geniş kitlesel örgütlülüğe dönüştüğü bir ülkede milli burjuvazi ve köylülük siyaseten bölünmüştür. Hem ezen ulus milli burjuvazisi hem de ezilen ulus milli burjuvazisi ile anti emperyalist, anti faşist, anti şoven temelde ittifak yapmanın nesnel koşulları yoktur.

Ezen ulus milli burjuvazisi şovendir.Ezen ulus köylülüğü de bu şovenizmin etkisindedir.Ezen ulus halk sınıflarının şovenizmin etkisinden kurtulabilmesi demokratik devrim mücadelesinin gelişme koşullarına bağlıdır.Demokratik devrim mücadelesi sürdüren siyasal yapıların ittifak siyasetinde ezilen ulus milli burjuvazisi ve halk sınıfları ile ittifak nesnel bir zorunluluk olarak oryaya çıkmaktadır. Her coğrafyanın demokratik devrim sürecinde izleyeceği yol ve ittifaklar siyaseti coğrafyanın özgünlükleri tatafından belirlenir. Kürt Özgürlük hateketinin siyaseten reformist niteliği geçici ve konjoktürel bir durumdur.

Demokratik devrim mücadelesinin ilerleyen aşamalarında Kürt özgürlük hateketi Özgür Kürdistan paradikmasının komrador kapitalizm ve onun üst yapısı olan faşizmin tam tasfiyesine bağlı olduğunu,. Kürdistanın Orta Doğu coğrafyasındaki diğer parçalarının özgürleşmesinin ve emperyalist siyasetten bağımsızlaşabilmesinin de yegane proleter arka cepheye sahip olduğu Anadolu coğrafyasının demokratik devriminin başarısından geçtiğini kendi deneyimleri ile öğreneceklerdir.” 

Halil Gündoğan bizim bu belirlemelerimizi uçuk-kaçık olarak niteliyor. Fakat belirlemelerde uçuk kaçık olanın ne olduğunu göstermediği için bu tesbiti temelsiz bir suçlama olarak kalıyor.     

Halil Gündoğan, benim Kürt Özgürlük Hareketinin geleceğine dair tebitlerimi bir temenni olarak değerlendiriyor. Bir temenni ile bir öngörüyü birbirinden ayran şey öngörünün nesnel bir tahlile dayanmasıdır. Ben, Kürt Ulusal Sorununun köylü ve tarım sorunuyla ilişkisini gösterek KÖH”nin bugünkü önderliğinin reformist çizgisinin konjonktürel olduğunu ve KÖH”nin demokratik devrim sürecinin ilerleyen aşamalarında devrimci bir çizgiye doğru evrileceğini öngörüyorum.

 Bu öngörü nesnel bir tahlile dayandırılan bir öngörüdür. Reformlarla çözülemeyecek bir sorunun devrimci bir tarzda çözülmeden sürekli gündemde kalacağını ve coğrafyanın devrimci dinamiklerinden birini oluşturacağını söylemek bir temenni değil bir öngörüdür. İbrahim Kaypakkaya’da derin devrimci iç güdüleriyle Halk Savaşını Kürt Ulusal Sorununun bu devrimci potansiyelinden hareketle Kürdistan coğrafyasından başlatmıştır.

Halil Gündoğan Kürt Özgürlük Hareketi’nin (KÖH) anti faşistliğinin de anti emperyalistliğinin de konjonktürel olduğunu, hatta KÖH’nin hiç bir zaman anti emperyalist olmadığını, anti sömürgeci olduğunu söylüyor. Faşizmin hedefindeki bir siyasal hareketin anti faşist olmaktan başka bir seçeneği var mıdır sayın Gündoğan?

Anti emperyalizme gelince, KÖH’nin Orta Doğuda emperyalistler arası çelişkiye oynamaktan, emperyalistler arasındaki çelişkiler üzerinden siyaset üretmekten başka bir seçeneği var mıdır? Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği de Mao önderliğindeki Çin Halk Cumhuriyeti de emperyalistler arasındaki çelişkiler üzerinden siyaset üretmiş ve bunlar arasında kendilerine saldıran emperyalistlerle saldırmayan emperyalistler arasında ayırım yapan bir taktik ittifaklar siyaseti izlemişlerdir. 

Lenin’in bizim de alıntıladığımız ittifak anlayışında vurguladığı gibi düşman kamp arasındaki her çatlaktan yararlanmak devrim sürecinin menfaatinedir.

“Güçlü bir düşman ancak, güçlerin en yoğun biçimde biraraya toplanmasıyla ve ancak hem düşmanlar arasındaki en küçük ‘çatlak’lar da dahil her çatlaktan, çeşitli ülkelerin burjuvazileri arasındaki, tek tek ülkelerde burjuvazinin çeşitli grup ve kesimleri arasındaki her türlü çıkar çatışmasından, hem de geçici, iktikrarsız, emniyetsiz, güvenilmez ve koşullu da olsa kitlesel bir müttefik kazanmak için en küçük imkan da dahil her imkandan mutlaka* en ihtimamlı, en itinalı, en dikkatli ve en usta şekilde yararlanılırsa yenilebilir. Bunu kavramamış olanlar, Marksizmden, bilimsel, modern sosyalizmden zerrece bir şey anlamamışlardır.

*Epeyce uzun bir zaman dilimi içerisinde ve epeyce değişik politik durumlarda, bu doğruyu fiilde uygulamayı becerdiğini pratikte kanıtlamamış olanlar, tüm emekçi insanlığı sömürücülerden kurtarma mücadelesinde devrimci sınıfa yardımcı olmayı henüz öğrenememişler demektir. Ve bu söylediklerimiz aynı ölçüde, politik iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesinden önceki dönem için de, sonraki dönem için de geçerlidir.”‘

Sol’ komünizm, Vladimir İlyiç Lenin

Sol Komünizm’deki bu görüşleri siyasal öncünün ittifaklar siyasetinin temel ilkesi olarak kabul ettikten sonra düşman kamptaki çelişkilerden yararlanma hakkını Kürt Özgürlük Hareketinden neden esirgiyorsunuz?

Emperyalist kamptaki çelişki ve saflaşmalar etrafında siyaset üretmek, emperyalist kamptan geçici de olsa müttefikler edinme siyaseti izlemek emperyalizme yedeklenmek anlamına gelmez. Fakat bu KÖH’ nin emperyalizme yedeklenme potansiyeli taşımadığı anlamına da gelmez. Komünistler işte bu ikinci olasılığa karşı Kürt ulusal sorunun coğrafyanın demokratik devrim sürecinin menfaatine devrimci tarzda çözülmesi için KÖH ile sıkı ilişkiler gerçekleştirmeli, KÖH ile gerçekleştirilecek bir birleşik cephe öncülünü gelecekte HBC’ ne dönüştürecek bir siyasal yaklaşımı ivedilikle hayata geçirmelidirler.

Halil Gündoğan, HBDH’nin birleşik cephenin bir prototipi olamayacağının çünkü bunun şartlarını taşımadığını söylüyor. Oysa, HBDH projesi tam da bileşenleri içersinde Kürt köylülü ve proletaryasını bulunduran KÖH ile devrimci güçler arasında somut ittifak koşullarına dayanan bir birleşik cephe prototipidir. Her hangi bir olguya dair bir prototip (öncül) olgunun gelecekte alacağı biçimin ön verilerini içerdiği kadarıyla bir prototiptir.

 HBDH projesi Kürt köylülüğü ve proletaryasıyla birlikte Kürt milli burjuvazisini kapsayan sınıfsal içeriğiyle devrimci güçlerle KÖH arasında somut ittifak olasılığının aldığı siyasal bir biçim o0larak demokratik devrim sürecinin ilerleyen aşamalarında gerçekleşmeye aday geniş birleşik cephenin bir öncülüdür. Adı geçen yazıda birleşik cephe prototipiyle geniş birleşik cephe arasında farka ilişkin olarak şöyle bir belirleme yapıyoruz: ””Gerçekliğin zorunlu ilişkileri ve yanları tarafından ortaya çıkarılan gerçek olanaklılıklar, gerçekleşmeleri için gerekli koşullarla olan bağlarına göre, aralarında ayrılırlar. Ve bu koşullarla olan bağın biçimlerine göre de, soyut ve somut olanaklılıklara bölünürler.

Somut olanaklılık öyle bir olanaklılıktır ki, onun için, denk gelen koşullar, şimdiki zamanda yoğunlaşabilir. Soyut olanaklılık ise öyle bir olanaklılıktır ki, içinde bulunulan anda onun gerçekleşmesi için zorunlu koşullar yoktur. Gerçekleşebilmesi için onu içeren maddesel oluşumun bir çok gelişim evresini aşmış olması gerekir.
Somut bir olanaklılık örneğin, çağımızda, eş zamanlı olarak bütün kapitalist ülkelerin ya da kapitalizm öncesinde gelişim evresinde olanların sosyalizme geçişinin olanaklılığıdır.Buna karşılık, soyut olanaklılığa bir örnek de şudur: Yalın mal (emtia) üretiminde ekonomik bunalımların olanaklılığı.

 Bu olanaklılığı gerçeğe dönüştürebilmek için yalın mal üretiminde, bu zorunlu koşullar bulunmuyordu; yalın mal üretiminin bir çok gelişim evresini aşması, nitel bir çok dönüşümlerden geçmesi, kapitalist mal üretimine dönüşmesi ve bu sonuncunun da öte yandan gelişiminin belli bir düzeyine ulaşmış olması gerekiyordu. İşte bunun için, ilk ekonomik bunalım, ancak 1825’te patlak verdiyse, bu bir rastlantı değildir.

Gerçek soyut ve somut olanaklılıkların ayırdına varılması ve onların göz önünde tutulması, insanların pratik etkinliği için, özelikle de somut planlama ve uzun erimli planlamayı gerçekleştirmek için büyük bir önem taşır.Değişik tipteki olanaklılıkların karışıklığı, büyük yanılgılara yol açar. Bu karışıklığın sonuçlarına örnek olarak, Sovyetler Birliği’nde kolektifleştirme sırasında düşülmüş olan yanılgılara değinilebilir; yerel yöneticilerin özel küçük mal üretiminden, kolhozlara değil de, doğrudan doğruya komünlere geçme kararları vermeleri; komüne geçiş gerçek bir olanaklılıktır, sovyet devletinin doğal iç yapısından, işleyiş ve gelişiminin yasalarından kaynaklanır. Adı geçen dönemde, bu olanaklılık soyuttur; zira onun gerçekleşmesi için gerekli koşullar yoktur; bu koşulların doğabilmesi için Sovyet toplumunun ekonomisi ve kültürü bir çok gelişim evrelerini aşmış olmalıydı ve bir çok nitel dönüşümleri geçirmiş olmalıydı.”

Aleksandr Şeptulin, Diyalektiğin Katagorileri Ve Yasaları, Yordam Kitap, s: 375

Bu alıntıda örneklenen olanaklılık tipleri arasındaki somut ve soyut ayırımı tıpkı işçi-köylü ittifakının Çin Devriminde ve Sovyet devriminde somut bir olanaklılık olarak gerçekleşmesine karşın bizim coğrafyamız için söz konusu ittifakın gerçekleşme koşulları için bu ittifakın soyut bir olanaklılık olarak kendini göstermesine benzemektedir. Sovyet devriminde birinci emperyalist paylaşım savaşının özellikle köylü kitleler üstünde yarattığı yıkıma bağlı olarak kitlelerin yükselen tepkisi ve özellikle köylü kitlelerin politik ajitasyona yanıt vererek hızla devrim saflarına akın etmesi bir devrimci durum yaratıyor ve işçi-köylü ittifakını somut bir olanaklılık haline getiriyordu.

Yine, Çin devrimi koşularında köylülüğün çoğunlukla topraksız köylülüktern oluşması, toprak talebinin köylülük için hayati önemi, köylülüğün toprak talebi etrafında halk savaşına hızla politizasyonu işçi-köylü ittifakını somut bir olanaklılık haline getiriyordu. Oysa, coğrafyamızda köylülüğün çoğunlukla kendi toprağını ekip biçen küçük ve orta köylülükten oluşması toprak talebi etrafında köylülüğün Halk Savaşına hızla politizasyonunu engellemekte ve bu durum işçi-köylü ittifakının gerçekleşmesini komprador kapitalizmin krizlerinin derinleşmesine bağlı olarak devrimci durumda bir yükselme yaratacak koşullara bağımlı hale getirerek işçi-köylü ittifakını soyut bir olanaklılık haline getirmektedir. İşçi-köylü ittifakının somut bir olanaklılığa dönüşmesi devrimci durumda bir dizi gelişmeyle birlikte güçlü bir politik öznenin yaratılmasına bağlıdır.” 

Halil Gündoğan, bizim yaptığımız bu tahlil ve belirlemelerin üzerinde hiç durmadan bizi ittifaklar sorununu kitabına uydurmakla suçluyor. Maoizmde neyin evrensel neyin özgün olduğu Çin Devrim Tarihinin dersleriyle sabittir. Maoizme benzeri eleştiriler soldan ve sağdan geçmiş zamanlarda bir çok kez getirilmiştir. Fakat bu eleştirilerin hemen hepsinin ortak noktası özgün olanla evrensel olanın ayırımının çarıtılmasıdır. İşçi-köylü temel ittifakı bütün yarı sömürge yarı feodal coğrafyalara uyarlanabilecek demokratik devrimin temel stratejik ittifakıdır. 

Halil Gündoğan Coğrafyanın devrim sürecinin halen demokratik devrim süreci olduğunu, köylü ve tarım sorunun halen güncel olduğunu, yalnızca Kürt sorununun varlığının bile coğrafyanın halen demokratik devrim aşamasında olduğu gerçeğini gösterdiğini yadsıyarak ittifaklar sorunun taktik bir sürece indirgemekle devrim gemisinin yelkenlerini rüzgarsız bırakıyor. İşçi-köylü temel ittifakını yadsıyan Halil Gündoğan’ın proletaryanın öncüsünün ittifaklar siyaseti yerine nasıl bir sınıfsal ittifak siyaseti ikame ettiği ise eleştiri yazısında muğlak kalıyor. Öyle ya bir toprak devrimi etrafında işçi-köylü temel ittifakı gereksizse ve KÖH anti faşist anti emperyalist mücadele için güvenilmez bir müttefikse Proletaryanın öncüsünün bir devrim süreci için aradığı müttefikleri nerede bulacağını da Halil Gündoğan’ın kendisinden başka kimse bilmiyor demektir.

Not: İstatistikler Vasfi Nadir Tekin’in Zincirin Halkası çalışmasından alınmış TÜİK verileridir.


Fikret Karavaz   

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)