24 Aralık 2022 Cumartesi

İlkeler Üzerinde Pazarlık Yapılamaz. ( Alıntı: Devrimci Demokrasi )


 İlkeler Üzerinde Pazarlık Yapılamaz. ( Alıntı: Devrimci Demokrasi )

Birlik meselesinde ilkeler üzerinde pazarlık yapılamayacağını Alman komünist hareketinde 1875 yılında gerçekleşen birlik deneyiminde ilkesizliğe karşı K. Marks ve F. Engels’in tutum ve anlayışından biliyoruz.

Küçük-burjuva sosyalisti Lasalle Ferdinand’ın kurucusu olduğu “Alman İşçileri Genel Birliği” (1865) ile Marks, Engels’in kurulmasında etkin oldukları ve ideolojik önderliğini sürdürdükleri dönemin komünist örgütü “Alman Sosyal-Demokrat İşçi Partisi” (1869) (Bu parti 1964’te burjuvazinin aletine döndü, komünizm amacına ihanet etti ve karşı-devrimci hale geldi) arasında Mayıs 1875 yılında gerçekleşen birliğin programına Lasalci görüşler damga vurdu.

Oldu-bittiye getirilen bu ilkesiz birliğin Lasalci Gotha programı, K. Marks tarafından “Gotha programı eleştirisi”nde ayrıntısıyla mahkum edildi. Engels programa “karışık, dağınık, tutarsız, mantık dışı ve utanç vericidir” şeklinde öfkesini belirtmiş ve programın ilkesizliklerini açıklamıştır.

Bu ilkesiz hatalı programla ilgilerinin olmadığını kitlelere açıklamak işini ötelemeleri tutarsız program içeriğinin burjuva basın ve diğer tüm kesimlerce görülmeyip “komünist program” olarak algılanmaya devam edilmesi nedeniyledir.

Sınıf düşmanları ve işçiler komünistlerin amaç ve düşüncelerini temsil eden bir program olduğunu düşünmeye devam ettikçe sessiz kalınabileceğini seçmişler.

 Program nihayetinde ancak Alman komünist hareketi 1891 Enfurt programıyla bu ilkesiz birliğin meyvesi Marks ve Engels’in ifade ettikleri “saçmalıkları” aşabilmişlerdir.

 Karl Marks ve  Friedrich Engels’in tutumundan komünistlerin asla unutmaması gereken

ilk ders şudur:

ilkeler üzerine pazarlık yapılamaz.

Birlik yada herhangi bir soruna ilişkin politikada ilkelerden taviz verilemez.

 İkinci ders ise şudur:

 işçi sınıfının sosyalizm hedefli iktidar mücadelesinde anın somut koşullarında tüm proletaryanın çıkarları bakışından bütünlüklü düşünme ve ona uygun davranma zorunluluğudur. İlkesel olan yerel değil, evrenseldir. İlkeler geçici başarı ve kazanımlara kurban edilemez.

 

K. Marks, F. Engels’in ilkelerden taviz verilemez tutum ve anlayışı V. I. Lenin’in önderlik ettiği RSDİP’te en kararlı biçimde sürdürüldüğü unutulmamalı. Gelişme halinde Marksist teori ve mücadele pratiği tutarlı bir sürekliliğe sahiptir, donuk ve durağan değildir. İşte birkaç örnek: Polonya Rus çarlığının boyunduruğu altında ezilen bir ulustu.

Bu ezilen ulus komünistlerin örgütü olan Polonya Sosyal-Demokrat Partisi 1903 yılında RSDİP kongresinde birlik için gelmelerine rağmen RSDİP’in programında bulunan “ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı” ilkesini o zaman reddettikleri için kongreyi terk etmiş ve birleşme gerçekleşmemiştir.

 Lenin ve kongre iradesi ezilen ulusun komünist örgütünün bu hatalı anlayışına birlik yapılması adına ilkelerden taviz vermeye kalkışmadılar. Ancak Polonya komünistleri UKKTH ilkesine itirazlarından vazgeçtikten sonra 1906 yılında RSDİP ile birlik (elbette özerk tüm haklara sahip biçimde) gerçekleştirilmiştir.

 

Keza RSDİP’in 1903 Kongresi’nden sonra gerçekleşen Bolşevik ve Menşevik ayrılığı da uzlaşmacı Plehanov’un Martov ve diğer Menşevikler ile birlikte parti tüzüğünü, dolayısıyla parti iradesini çiğnemeleri ve bir dizi ilkesizlikler nedeniyle Lenin’in merkez yayın İskra yayın kurulundan istifa etmesine sebep olmuş, parti ilkesizliğe, oportünizme karşı mücadeleye çağrılmıştır.

Çünkü kongrenin görev vermediği kişilerin Yazı Kurulu merkez organa tüzük çiğnenerek atanmaları örgütsel ilkesizlikti; parti iradesine karşı yapılmış darbeydi ve kabul edilemezdi. Lenin yoldaş, “parti birliği” deyip yapılan ilkesizliklere boyun eğmedi, aksine birliği yıkan bu oportünizme meydan okudu ve partiyi göreve çağırdı.

Nihayetinde parti bölündü ama Lenin’in teorik ve politik ilkeler çiğnenemez ve onlar üzerine pazarlık yapılamaz yönlü öğretici mücadelesi yanında partiye darbe yapan Mevşevik-azınlık ayrılıkçılığına karşı tavrı ve yaklaşımı da derslerle doludur.

 Bolşevik-Menşevik ayrılığı özünde örgütsel ilkelerin çiğnenmesi nedeniyle gerçekleşen bir ayrılıktı; ideolojik köklere dayansa da programsal ve ideolojik nedenlerden kaynaklanmıyordu.

Bölünmüş halde iki ayrı yerde yapılmış kongrelerle kesinleşmiş ayrılık sonrasında RSDİP 3. Kongresi’nin çağrısı birlik yapılması yönünde olmuştur.

 Kongre sonrası Lenin partiden ayrılanlarla birlikte çalışma temennisinde bulunmakla birlikte parti birliğinin sağlanması yönünde açıklama ve çağrı yapmaktadır. 

(*5) Sonuçta bu ayrılık 4. parti kongresinde tekrardan birleşmeyle sonuçlanıyor.

Keza daha önce özerk yapıda tüm haklara sahip olmasına rağmen tümüyle bağımsız hareket etme ilkesizliği dayatması kabul edilmeyip, ilkelerden taviz verilmeyince RSDİP kongresini terk eden Tüm Rusya Yahudi İşçileri Sosyal Demokrat Örgütü-BUND ile 1906’da yeniden birlik gerçekleşti.

1917 sosyalist devrim süreci öncesi ve sonrası ayrılık ve birlik deneyimleri de var. Lenin yoldaşın önderliğinde biçimlenen parti ve parti birliği, devrimci proletarya partisi anlayışında öğretici ders şudur: Parti birliği, teorik, programsal ve örgütsel ilkeler üzerinde, bunlara sıkı sıkıya bağlı kalınarak sağlanır.

 İlkeler pazarlık malzemesi yapılarak birlik sağlanamaz. Parti birliğinin ayrılık meselesine ilkesel yaklaşıma bağlı olduğudur. Ayrılık meselesine ilkeli ve doğru yaklaşım olmadan birleşmenin mümkün ve gerekli olduğu sınıf kuvvetleri vede partiden ayrılan taraflar, yada ayrılıp örgüt olarak kendisini oluşturmuş parti ve örgütlerle birleşmek olanaksızdır.


Bir örgütlenme dehası olarak V.I.Lenin birliğin ayrılık meselesine ilkeli ve doğru yaklaşıma bağlı olduğunu göstermektedir.



Parti ve Parti Birliği

 

Anlaşılır olması bakımından birlik karşıtı düşüncenin şekillendiği ayrılıkları özet geçmek gerekmektedir.

 

Uzun bir mücadele deneyimi arkasında bırakan Maoist Komünist Partisi (önceli Türkiye Komünist Partisi (Marksist-Leninist) komünist önder İbrahim Kaypakkaya öncülüğünde 24 Nisan 1972 yılında kuruldu. 2002 yılında 1. Kongresinde isim değişikliğine gidildi.

 Enternasyonel devrimci proletaryanın bir parçası olarak her türden saldırıya göğüs gererek komünizm bayrağını göndere çeken Maoist parti egemen sınıfların imha saldırıları sonucunda ilk yenilgisini önder kadrolarından Ali Haydar Yıldız’ın katledildiği Dersim-Vartinik baskını sonrası yaralı yakalanan önder İbrahim Kaypakkaya’nın üç ay süren işkenceli sorgulama sürecinde 18 Mayıs 1973 yılında katledilmesiyle başlayan ve örgütsel yapının kısa sürede darbelenmesiyle alınmıştır.

 Maoist Komünist Partisi kesintisiz sınıf mücadelesini sürdürmüş olsa da 1973 sonrası tüm dönemlerde önderlik sorunu aşılamamış, birlik deneyimlerine rağmen parti esas olarak ayrılıklardan kurtulamamıştır. 

Önder kadroların katledilmesi, ideolojik ve siyasi çizgisinde çekirdek bir önderliğin yaratılamaması ve önderlik ihtiyacının giderilememesi hem sağlam, dayanıklı ve işleyen bir partinin oluşumuna engel, hem de güçlü bir önderlik çizgisinde güçlerin birleştirilmesine engel faktör olması kaçınılmaz sonucu doğurmuş birlikten çok ayrılıklar her dönemde partinin önüne çıkmıştır.

 Bu durum proletarya partisini güçten düşüren, enerjisini harcayan egemen sömürücü sınıflara karşı yürüttüğü savaşa darbe vuran bir etken olması ayrılık meselesinde sol sekter düşüncenin de beslendiği alan olmuştur. 

Ayrılıkları besleyen önderlik başta olmak üzere teorik ve pratik yönler üzerinde durmak ve sonuçlar çıkarmak yerine neden ve sonuçların tümü ayrılığın taraflarına yüklenmiş, birlik, birleşmeyi tesis etmek yerine edebileştirilmiş bir ayrılık düşüncesiyle hareket eden düşünceler kendine alan bulmuştur. 

Esasta örgütsel nedenlerden gerçekleşen ayrılıklar devrimci proletaryanın sınıf çıkarları aleyhine, burjuvazinin ise lehine işleyen içerikte işçi sınıfı partisinin güç kaybetme zemini olmuştur. Ayrılıklar birer sonuçtur, ayrılığı yaratan nedenlerin iyi tahlil edilmesi gerekir.

 

Tümü değil ama belli başlı ayrılıklar şunlardır:

 

İbrahim Kaypakkaya yoldaşın teorik ve siyasi çizgisinden kopmakla başlayıp modern revizyonizmin anti Maoizm cephesine dahil olan Koordinasyon Komitesi hizbi 1976 yılında partiden atılmıştır.

 

Birinci Merkez Komitesi’nin sağ pasifist çizgisine bir tepki olarak 1980 yılı ortasında gelişen Geçici Koordinasyon Komitesi (GKK) hizbi parti gücüne önemli bir zarar vermiş, tahribat yaratmıştır.

 

Mao Zedung yoldaş şahsında Marksizm, Leninizm, Maoizme karşı ideolojik saldırı çizgisinde gelişmiş ve 2. Konferansa doğru ve hemen akabinde sistemleşmiş çizgisiyle partiyi karşısına almış Yurt Dışı Hizbi 1981 ortalarında kopmuştur. Bolşevik Partizan olarak bilinen bu Yurt Dışı Hizbi parti ikinci konferansı tarafından revizyonist ve Troçkist kırması AEP’den etkilenme sonucu oluşmuş görüşler olarak değerlendirilmiştir. 

Yurt Dışı Hizbiyle 1976 yılında atılan Koordinasyon Komitesi hizbinin teorik ve siyasi çizgileri esas olarak Mao Zedung görüşlerine karşıtlık üzerinden Marksizm, Leninizm, Maoizmin teorik hazinesine, pratik deneyimine ideolojik saldırı muhtevasıyla çakışmıştır.

 Keza kendini kısa süre sonra feshedip partiye dönen, etkinlik göstermeyip dağılan nitelikte olan 1978 yılında üç hizip ortaya çıkmıştır. Çeşitli politik farklılıklar ve dönemin önderliğine karşı güvensizlik belirterek 1986 yılında yurt dışında Maoist Parti Merkezi ismiyle bir grup ayrılık ilan etmiştir.

 Partiye önderlik etmede süre gelen yetersizlikler, önderliğe karşı gelişen güvensizlik ve kaosun örgüt ortamını fazlasıyla zehirlediği ve iç sorunların giderilemediği koşullar içinde 7 konferans delegesinin bulunduğu 9 yoldaşın Kasım 1986 yılında Hürmek çatışmasında katledilmesi sonrası Merkez Komite tarafından konferansın yurt dışında yapılması kararı almasıyla önü alınamayan iç politik çekişmeler 1987 yılı ortalarında DABK ile Konferans ayrılığıyla sonuçlanmıştır. Bu ayrılık önderlik sorunundan kaynaklı politik meselelerden kaynaklanmıştır.

 

1987 ile 1992 birliğine uzanan süreçte TKP/ML Konferans kanadında Devrimci Partizan ismiyle bilinen bir ayrılık olmuştur. Merkez kadro ve üyelerin içinde yer aldığı ideolojik, siyasi çizgi farkları bulunan bu ayrılıkta Devrimci Partizan “iki asgari bir azami program”la Kürdistan’da parti örgütlenmesini savunmaktaydı. Konferans kanadı 4. Konferansta Devrimci Partizan çizgisini “sağ tasfiyeci, revizyonist” olarak değerlendirmiştir.

 Nisan 1992 yılında TKP (ML) DABK ile TKP/ML Konferans arasında gerçekleşen birlik, taşıdığı ilkesizlikler ve çürük zemin üzerinde fazla dayanamadan 1994 yılında yeniden ve daha ağır sonuçları olan bir ayrılıkla sonuçlandı.

 1995 yılında TKP/ML’de bir ayrılık daha oldu. TKP (ML) GÖK ayrılığında devrimci olmayan sekter bir anlayışla bu örgütün üç kadrosu hakkında 2. Olağanüstü Parti Konferansı’nda ölüm kararı çıkartılmıştır. ‘94 ayrılığında ellerindeki silahların alınmasına karşı söylemde devrimci ilkeler öne çıkaran TKP/ML, kendisinden ayrılan ve görece daha güçsüz olan TKP (ML)-GÖK’ten kadrolara ölüm kararı çıkarabilecek kadar ayrılık ve birlik meselesinde tutarsızlığa savrulabilmiştir. 

Ayrılık meselesinde devrimci olmayan yöntemlere yakınlaşma, kaba ve sekter politika ‘94 ayrılığıyla TKP/ML’de çizgi halini almıştır ve hiç bir zaman bu konuda hatalarına karşı özeleştirel olmamıştır. 

2000’li yıllarda kendilerinden kopan Güneşin Sofrası daha sonra Devrimci Dönüşüm gruplarına olsun, 2017 yılında yine örgütsel nedenlerden olduğu anlaşılan son TKP/ML ile TKP-ML bölünmesinde izlenen politika özelliklede Yeni Demokrasi çizgisi başta olmak üzere hatalı anlayışın bir süreklilik arz ettiği görülmektedir. ‘94 sonrası bu örgüt herhangi bir birlik sağlayamadı, ayrılık ve birlik sorunundaki hatalı anlayışını “en doğru fikirler” biçiminde savunmaya devam etti, ama ayrılıklardan da kurtulamadı.

 

Maoist Komünist Partisi ise Marksizm, Leninizm, Maoizme açık bir saldırı muhtevası taşıyan revizyonist çizginin darbeci yöntemle “3. Kongre” ile 2014 yılında ilan edilmesi sonrası ayrılık gerçekleşti. Marksizme sırt çeviren ve açıktan proletarya diktatörlüğü MLM teori ve siyasi çizgisini reddeden tasfiyeci mülteci kliğin önderlik ettiği bu örgütte de 2021 yılında Öncü Partizan ismiyle bir ayrılık daha gerçekleşti. 

Başkaları söz konusu olunca partimizin ayrılıklara karşı takınılması gereken ilkeli ve doğru tavrı söylemde tekrar eden, birlik üzerine ahkam kesip duran, akıl dağıtan, ama kendisi aynı sorunla karşılaşınca bambaşka bir forma giren darbeci revizyonist tasfiyeci 3. Kongre çizgisi savunucularının partimizin köklü proleter komünist çizgisini temsil eden proleter devrimcilere, partimize yönelik benimsedikleri devrimci politika ve anlayışla ilgisi olmayan yöntemler ve anlayış ile birlik sorununda ne derece tutarsız ve ilkeli duruştan saptıkları anlaşılır olmaktadır. 

Keza Öncü Partizan ayrılığında da bu eski yoldaşlar benzer seciyesiz polemik üslubu, devrimci olmayan yaklaşımlarını sürdürdüler.

 

Bu ayrılıklar bize ne söylüyor: Partimizden 1976 yılında atılan Koordinasyon Komitesi hizbi ve 1981 yılında Yurt Dışı Hizbi-Bolşevik Partizan ve son olarakta yine yurt dışı merkezli mülteci kliğin marifetiyle revizyonist “3. Kongre” darbesiyle gerçekleşen ayrılıklar ideolojik ve siyasi çizgi temeline dayanmaktadır. Partimizde gerçekleşen diğer ayrılık ve kopmalar örgütsel meselelerden kaynaklıdır.

 

Keza bu ayrılıklar tarihi partinin iç birliğini koruyamadığı ve her dönem ayrılıklarla boğuştuğunu, bölünme, parçalanma, tasfiyelerin ağırlaşarak devam ettiğini bize söylemektedir. Bu yakıcı olgularla boğuşan, yara alan Kaypakkayacı siyasi, politik çizginin tarihi sadece tutarlı ve ilkeli bir birlik anlayışına sahip olmak gerektiğinin yanında bu tutarlılık ve ilkeli olmak ve komünistlerin birliği bilgisi ve pratiğinin kararlı uygulayıcısı olmak gerektiğini göstermiştir.

 

Maoist Komünist Partisi ‘94 ayrılığı sonrası iç-dış saldırıları tüm zorlukları göğüsleyerek boşa çıkardı. 1996’da gerçekleştirilen Kongre Hazırlık Konferansı’nda içe sızdırılmış düşman unsurlarını açığa çıkararak cezalandırmış, parti iç birliğini bozma ve anlayışını yozlaştırmaya yönelik karşı-devrimci faaliyetler konusunda çok önemli sonuçlar çıkarmıştır. 

Ayrılık meselesinde sekter hatalı yaklaşımlar mahkum edilmiş ve birlik perspektifini geliştirmiştir. TKP/ML’ye birlik çağrısında bulunmayı da içeren birlik meselesi devrimci ilkeler üzerinden tanımlanmış ve her geçen günde pekiştirilmiştir.

 

22 Aralık 2022 Perşembe

MARKSİZM, DİN VE HUKUK ----Mehmet Akkaya

 




Marx ve Engels'in Din ve Hukuk Teorisi - 21Aralık 2022---Mersin-Kültürhane                     

 

Materyalizm bakımından dinsel olan üç değişik açıdan değerlendirilir.

 

Bunları --teosantrik din anlayışı,

            ---antroposantrik din anlayışı

            ---ve sosyalsantrik din anlayışı

 olarak sıralayabiliriz.

 Materyalist açıdan din felsefesi mantığıyla yapılacak bir sunum din, Tanrı ve benzeri metafizik kavram ve değerleri, insanı önceleyen değerler olarak ele almaz. Tüm diğer fenomenler gibi bunları da tarihsel-toplumsal kategoriler olarak değerlendirmek durumundadır. 

Bu yüzden Ksenophanes’in düşündükleri de Augustinus, Gazzali ve bunlara benzer düşünürlerin dinselliği, Tanrı’yı ya da Tanrıları, insanın ve özellikle de toplumun önüne koymaları gerçekliği yansıtmıyor.

 Tarihsel materyalizm açısından dinler, toplumsal gelişmeleri izleyen fenomenler olarak var olmuşlardır. Kendi başlarına, bağımsız, özerk yapıları bulunmuyor. Bu yüzdendir ki Homeros ve Hesiodos gibi ilk kuşak sanat insanları Tanrıları insanlara benzetecek şekilde betimlemişlerdir.

 Öte yandan, vülger materyalistlerin ve günümüzdeki laiklerin sandığı gibi din “uyanık” birtakım adamların “uydurduğu” ve geniş bir “saf”, “salak” kesimin de inandığı bir icat da değildir. Üretim ilişkilerinin biçimiyle, düzeyiyle ilgili bir olgudur. Marx ve Engels gibi tarihsel Materyalistler ile Feuerbach ve B. Bauere gibi antropolojistler arasındaki çatışmanın kaynağını da bu noktada aramak gerekiyor.

 Hukuk disiplini, günümüzdeki tüm düşün ve sanat alanlarıyla ilgi içinde olmakla özgün bir yerde duruyor. Düşünce tarihine bağlı olarak da sürekli hareketli bir disiplin içinde kendini var etmiştir. Ortaya çıkışı özel mülkiyet, sınıflar, devlet ve aile kurumuyla birlikte olmuştur. Dolayısıyla sınıflı uygar ve modern toplum için gerekli bir kurum olarak var olmakla birlikte eşitlikçi ve özgür bir dünya için zorunlu bir kurum olduğu asla düşünülemez.

 Hukuksuz toplum mümkündür.

 Hukukun tarihi yenidir. Sınıflı, uygar toplumla ortaya çıkmıştır. Emek - sermaye çatışmasının üstünü örtmektedir. Kadim toplumların klan ve kandaş ilişkileri içerisinde hukuk yer almıyor. Bu yüzden de yapılacak bir sunum ister istemez hukukun ortadan kalkacağını ileri sürmek durumundadır.

Demek ki hukuk “ara” bir tarihsel kategori olarak vardır.

 Nasıl ki Marx için sınıflı uygarlık toplumu “gerçek insanlık tarihi”nden bir sapmaysa hukuk da bu sapmaya eşlik etmiştir. Sönümlenmesi, toplumsal/evrensel eşitliğin gerçekleşmesiyle mümkün olacaktır.

 21Aralık 2022---Mersin-Kültürhane  


FİLOZOFÇA’nın yazarı olarak tanınan Mehmet AKKAYA, 1964’te Malatya’da doğdu. İlkokulu Malatya’da okudu; orta ve lise eğitimini İstanbul’da tamamladı. Kocasinan Lisesi’nden sonra Anadolu Üniversitesi İşletme Bölümü’nü bitirdi. Maltepe Üniversitesi’nde Psikoloji, İnsan Bilimleri ve Felsefe Bölümü’nde yüksek lisans (master) yaptı; dil ve kültür felsefesi konusundaki tez çalışmasıyla mezun oldu. Çeşitli gazete ve kültür-sanat-felsefe dergilerinde bilim, sanat, felsefe ve politika içerikli yazdığı yazılarla biliniyor. Sanat felsefesi, dil felsefesi, siyaset felsefesi, bilgi felsefesi, tarih felsefesi gibi konularla ilgilenen Akkaya, televizyon ekranlarında yaptığı felsefe/düşünce programlarıyla da tanınıyor.

http://mehmetakkaya.org/biyografi/


2008’den itibaren kitap çalışmalarına yoğunlaşan yazarın eserleri düşün, sanat ve politika meraklıları tarafından ilgiyle izleniyor. Eserlerinde ve konuşmalarında “Diyalektik toplumcu gerçekçilik”, “Felsefi-ideolojik bilinç”, “Epistemolojik kopuş”, 

“Kültürün Dört Unsuru” (Bilim, Politika, Felsefe, Sanat) yanında Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Ruhi Su, Yılmaz Güney ve Muzaffer Oruçoğlu’nu kastederek geliştirdiği “Ülkemizin Beş Büyükleri” gibi kendine özgü terimler de kullanıyor.

 Yurtiçinde ve yurtdışında sunumlar yapan, konferanslar veren Akkaya, “Alternatif Sanat Felsefesi”, “Hangi Felsefenin Mirasçısıyız?”, “Dillerin Kendi Kaderini Tayin Hakkı”, “Estetik Kriz Teorisi”, “Teolojik Epistemoloji”, “Milliyetçi/ulusalcı Pedagoji”, “Bilgi-Bilinç Diyalektiği” başlıklı tartışmalar yapıyor. Akkaya’nın “Filozofça” üst başlığıyla çıkmış olan kitapları şunlardır:

Düşünceler/Söyleşiler, Belge Uluslararası Yayıncılık, (2008)

 Bakış (Felsefecilerle Tartışmalar), Belge Uluslararası Yayıncılık, (2009)

 Portreler (Felsefe/Sanat), Belge Uluslararası Yayıncılık, (2010)

 Dil Felsefesi, Belge Uluslararası Yayıncılık, (2011) (Genişletilmiş 2. Baskı (2018)

Politikanın Evrimi (Siyaset Felsefesi), Belge Uluslararası Yayıncılık, (2013)

 Hayat ve Sanat (Sanat Felsefesi), Belge Uluslararası Yayıncılık, (2014)

 Epistemolojik Kopuş, Belge Uluslararası Yayıncılık, (2015)

 Bilgi Kuramı (Bilgi Felsefesi), Belge Uluslararası Yayıncılık, (2019)

Din Felsefesi, Belge Uluslararası Yayıncılık, (2021)

Hukuk Felsefesi, Belge Uluslararası Yayıncılık, (2022)

Yazdığı Dergiler ve Gazeteler:

 Sanat ve Hayat, Mesele, İnsancıl, Özne (Hakemli Dergi), Sancı, Üvercinka, Evrensel Kültür, Bağlaç, Devrimci Marksizm, Tiyatral İstanbul, Teori ve Politika, Broy, Eski, Güncel Sanat, Evrensel, Cumhuriyet, BirGün.

Katkı Yaptığı Kitaplar:

Sokaktan Parlamentoya, Su Yayınları, İstanbul, 2008 Kuşatmaya Karşı 25 Yıl, İnsancıl Yayınları, 2014 Köy Enstitülerinden Doğan Edebiyat, KAVEG Yayınları, İstanbul, 2014 Felsefede Elli Yıl, Notos Yayınları, İstanbul, 2016 PLATON (Özne Özel Sayısı), Çizgi Kitabevi, Adana, 2016 Yolculuk, Felsefe – Şeyh Bedreddin, Ceylan Yayıncılık, İstanbul, 2017

 http://mehmetakkaya.org/

 

Fikret Karavaz Yazdı: “Güncel Faşizm Tartışmaları” ve Yeni Demeokrasi_partizan







Fikret Karavaz Yazdı: “Güncel Faşizm Tartışmaları” ve Partizan

YeniDemokrasi_Partizan dergisi Web Sitesinde, “Güncel Faşizm Tartışmaları Üzerine’’ başlıklı uzun bir analiz yazısı var. Bu analizin kullandığı kaynaklardan biri olan Lenin’in “Marksizm’in Bir Karikatürü- Emperyalist Ekonomizm” yapıtından da uzun bir aktarım yapan Partizan Dergisi, faşizm olgusunu algılama biçimine de bu kaynak üzerinden bir temel oluşturmaya çalışmaktadır.

Aynı yazıda Partizan, çok doğru olarak “kapitalizmde demokrasiye ulaşmak bir hayaldir” dese de emperyalist metropollerdeki askeri bürokratik aygıtlarla, BM, NATO, İMF, Dünya Bankası gibi uluslararası siyasal, askeri ve mali üst yapı örgütlerine burjuva demokrasi nosyonu verenin de kendisi olduğunu unutması da şaşırtıcı oluyor.

 Partizan dergisinin alıntıladığı uzun pasajda Lenin, burjuva demokrasisinin kapitalizmin serbest rekabetçi aşamasına karşılık gelen bir devlet biçimi olduğunu, kapitalizmin emperyalizm aşamasında ise mali oligarşi ve işbirlikçilerinin denetiminde olan finans-kapitalin mutlak egemenliği üzerine kurulu ekonomi politiğin, burjuva demokrasisinin nesnel koşullarını ortadan kaldırdığını ifade ediyor

  Peki, kapitalizmin emperyalizm aşamasında ne olur?

https://gazetepatika19.com/fikret-karavaz-yazdi-guncel-fasizm-tartismalari-ve-partizan-dergisi-126164.html

 



GÜNCEL FAŞİZM TARTIŞMALARI ÜZERİNE

 

Devlet, proletarya diktatörlüğü ve faşizm konularının tanımlanması Marksist-Leninist-Maoist’lerle her türden burjuva ideolojisi arasında temel ayrım noktalarından birini oluşturur. 

Bu konular MLM ile revizyonizm, reformizm ve oportünizm arasındaki ideolojik ve teorik mücadelenin gerçekleştiği başat alanlardır.

 

Her sınıf ve onun temsilcisi ideoloji, kendi bakış açısına göre faşizmi değerlendirir. Bu bakış açısı doğal olarak faşizme ve faşist diktatörlüğe karşı mücadelenin nasıl olacağını da belirler.

TC’nin kurulduğu günden bu yana onun niteliğinin ne olduğu; hangi sınıfların iktidarı olduğu ve devlet biçimi üzerine tartışmalar hep süregelmiştir.

 Bu tartışmaların özü komünist ve devrimcilerle ile reformist ve revizyonistleri ayrıştırır. Diğer taraftan devrimciler içinde de söz konusu konu ve kavramlara yüklenen içerik, komünistler ile oportünistleri ayrıştıran önemli noktalardır.

https://www.partizanmlm26.net/guncel-fasizm-tartismalari-uzerine.html

19 Aralık 2022 Pazartesi

Devrimci Demokrasi: Bir Kez Daha Birlik Meselesi Üzerine

 

Bir Kez Daha Birlik Meselesi Üzerine


Maoist partinin açık birlik çağrısını uzun yıllar reddeden anlayış, Yeni Demokrasi’de ayrı durma pozisyonunu birlik meselesi üzerine tartışmayla güncelledi.


 “Dağıtıcı ve Bölücü Pratiklerin Birlik Anlayışı Oportünisttir” başlıklı yazının içeriğine Halkın Günlüğü gazetesi tarafından eleştirel değerlendirmeyle yanıt verildi. Dağıtıcı ve bölücü olanların birlik anlayışının oportünist olduğundan kuşku duyulamaz fakat bu başlığı slogan gibi kullananların da doğru birlik anlayışına sahip olduğu anlamına gelmez. 


Yeni Demokrasi’de birlik meselesinde söz konusu yazıda savunulan görüşler tutarsız, karışık ve hatalı. Ayrıca birlik konusunda tartışmalar “içeriksiz ve belirsiz” bulunsa da, -kendisi içeriği devrimci ve belirli bir şey söylememesine rağmen- 

Halkın Günlüğü’nün anlayış düzleminde Yeni Demokrasi’ye yönelttiği eleştiriler bir tartışma zemini oluşturdu. Birlik gibi önemli bir konuda tartışmaların hatalı fikirlere karşı proletaryanın devrimci fikirlerinin gelişmesine hizmet etmesini belirterek önemsiyoruz. 

Her ne kadar birlik için temel olan teori ve ilkeler, genel çerçeve kapsamı dışında hâla birliği savunup-savunmamak gibi geri bir eşikte dolaşıp duran bir tartışma olsa da gerçeği görmeye yardım edebilir kanaatindeyiz. Bağlamı itibariyle birlik ve ayrılık meselesinde söylenenleri bu örgütlerin teori ve pratik bütünlüğü içinde değerlendireceğiz. 


Güncel Faşizm ve İttifaklar Sorununda Yeni Demokrasi Gazetesi


Yeni Demokrasi, anti faşist mücadeleye ilişkin olarak taktik açılımlar yapamamaktan ve bu taktik açılımları strateji ile ilişkisi içinde değerlendirememekten mustarip olduğu için ittifaklar sorununda da yanlış konumlanmaktadır. 

Oysa, Yeni Demokrasi’nin kendisinin de birleşik anti faşist cepheye dahil ettiği milli burjuvazi, dün olduğu gibi genel olarak milliyetlerden azade bir orta burjuvazi değil, siyasal konjonktürün bugünkü durumunda Kürt milli burjuvazisidir ve 

Kürt milli burjuvazisinin siyasal temsiliyeti de Kürt Ulusal Hareketi’ndedir. 

Türk milli burjuvazisi ise -ki kalmışsa eğer- bugün ağırlıklı olarak faşizmin çeşitli versiyonlarından birinin yedeği durumunda olup şoven sınıf karakterinden dolayı da Kürt ulusal sorunu gündemde olduğu sürece, Türk milli burjuvazisini birleşik cephe saflarına davet etmek bir ham hayalden öte başka bir anlam ifade etmez.

 Buna karşılık Kürt milli burjuvazisi faşizme karşı her türlü ittifaka bugünden hazırdır ve somut durum, coğrafyamızda böyle olduğu için pratik mücadelenin ihtiyaçları bağlamında Faşizme Karşı Birleşik Cephe’nin kendisini değilse de bir prototipini yaşama geçirmek için bütün şartlar uygundur.

 Faşizme karşı birleşik cephenin kendisinin vücut bulabilmesi içinse, Türkiye proletaryası ve yoksul köylülüğünün faşist demagojinin etki alanı dışında, devrimci mücadele tarafından kazanılması gerekir. Her siyasal oluşumun kendisi nasıl kendi öncüllerinden vücut buluyorsa, Faşizme Karşı Birleşik Cephenin de kendi öncülünden vücut bulmaması için hiçbir neden yoktur. Bunun için doğru ve tutarlı bir siyasal güzergahta yol almak yeterlidir.

 Bugün, Kürdistan coğrafyasında, başta Irak Kürdistanı’nın kırsal bölgeleri ve Suriye coğrafyasında da Rojova, Kızıl Siyasi İktidarlar (KSİ) için uygun bir pozisyonda olup, (KSİ’lere dönüşebilecek siyasal ve askeri ve ekonomik potansiyellere sahip olup) bir birleşik cephe prototipi üzerinden, birleşik cephenin kendisine doğru atılacak pratik siyasal adımlar için birer manivela konumları ile devrimin politik öznelerinin yaratıcı stratejik ve taktik açılımlarını beklemektedirler.

https://gazetepatika19.com/fikret-karavaz-yazdi-guncel-fasizm-ve-ittifaklar-sorununda-yeni-demokrasi-gazetesi-126006.html 

Maraş, 19 Aralık Cezaevleri, Roboski... Konuk: Hasan gülbahar

 


Maraş, 19 Aralık Cezaevler ve Roboski Katliamları
33 yılını zindanlarda geçirimiş, bu ve buna benzer daha onlarca katliama tanık olmuş eski politik mahkum ve insan hakları savuncusu sayın Hasan Gülbahar ile  canlı yayın...
 Aralık ayı katliamları üzerine konuşma..
Konuk : Hasan Gülbahar Eski Politik Mahkum, İnsan Hakları Savunucusu
Moderatör: Hüseyin İşli


https://www.facebook.com/watch/live/?ref=watch_permalink&v=469178988629718 

BİR İŞKENCEHANE OLARAK SANSARYAN HAN VE SÜLEYMAN CİHAN!

 

 15.12.2022

 http://halilgundogan.blogspot.com

Halil GÜNDOĞAN

 Dün, Sansaryan Han’a ilişkin bir haber okudum gazetelerde: “92 yıl sonra Sansaryan Han için tarihi karar.” başlığı altında, özetle, şunlar aktarılmaktaydı:

 “Ermeni fakir çocukların eğitim masraflarının karşılanması amacıyla vakfedilen ancak 1930

yılında devlet tarafından el konulan ve uzun yıllar İstanbul Emniyet Müdürlüğü olarak kullanılan Sansaryan Han, Anayasa Mahkemesi kararıyla 92 yıl sonra Ermeni vakfına geri verilecek.”[1]

 Öncelikle ifade etmem gerekiyor ki; elbette, Anayasa Mahkemesi’nin, gecikmeli de olsa, devlet zoruyla gasp edilen bu mülkün, sahiplerine iade edilmesi yönündeki kararı olumlu ve önemlidir.

 Devamı »http://halilgundogan.blogspot.com


17 Aralık 2022 Cumartesi

Birleşik Mücadele Güçleri (BMG)

 

Birleşik Mücadele Güçleri (BMG)

Birleşik Mücadele Güçleri (BMG), “Açlığa, faşizme ve işgale karşı tek yol devrim” başlıklı kampanyası kapsamında yürüttüğü çalışmalarını bugün akşam saatlerinde HDP Bağcılar ilçede yapılan panelle sürdürdü.

Saygı duruşunun ardından konuşmalarına başlayan panelistler, ilk sözlerine Aralık ayında yapılan katliamlarda yaşamını yitirenleri anarak başladı.

‘Devrim günceldir ancak nasıl örgütlenecek bu önemli’


 


16 Aralık 2022 Cuma

Lorenzo Orsetti…Orso, Tekoşer, Lorenzo...


Lorenzo Orsetti…

Nubar OZANYAN yazdı —alıntı.ÖzgurPolitika

 

Aylarca birlikte kaldık. Bir İtalyan köylüsü gibi duruyordu. Derme çatma Kürtçesiyle “Kefxweş” diyerek herkes üzerinde bir sevgi izi bırakıyordu. Tüm savaşçılarla yoldaşlığın diliyle iletişim kuruyordu. Efrîn’de gösterdiği direnişle herkesin haklı saygısını kazanmıştı. 

Yolculuk boyunca başını arabanın arka koltuğuna yaslayarak uyurdu. Yaptığımız yolculuklarda Lorenzo’yu uyanık görmek neredeyse mümkün değildi. Araç içinde uyuyarak saatlerce yolculuk yapabilirdi. Ama “yeni bir özgürlük hamlesi olacak” cümlesini duyduğunda ne gözünde uyku belirtisi ne de yorgunluktan eser kalmazdı. Barış halinden savaş haline, uyku halinden silahlı tekmil haline nasıl hızlıca geçildiğinin örneğiydi Lorenzo.

Doğa ve hayvan sevgisi güçlü olan Lorenzo’nun silah ve özgürlükle kurduğu ilişki her şeyin üstünde ve önündeydi. Rojava Devrimi’ne katılmak için gelen enternasyonalist savaşçılar içinde özgün bir yerde duruyordu. Sanki silah ve devrimci savaş için doğmuştu. Tıpkı Nubar Ozanyan yoldaş gibi... Her şeyini devrimci savaşa ve silaha feda eden korkusuz duruşu, herkes üzerinde ciddi bir saygınlık ve derin bir sempati yaratıyordu.  

Aylarca birlikte kaldık. Bir İtalyan köylüsü gibi duruyordu. Derme çatma Kürtçesiyle “Kefxweş” diyerek herkes üzerinde bir sevgi izi bırakıyordu. Tüm savaşçılarla yoldaşlığın diliyle iletişim kuruyordu. Efrîn’de gösterdiği direnişle herkesin haklı saygısını kazanmıştı. QSD’nin devrimci hamlelerine katılacak enternasyonalist savaşçıların başında gelirdi.  

Lorenzo, Efrîn direnişinde büyük bir fedakarlık gösterdi ve halkla kurduğu ilişkide örnek oldu. Ona kalsa Efrîn’den bir adım bile geri çekilmemek gerekirdi. Çekilme kararı üzerinde derin bir acı bıraktı. “Efrîn nasıl terk edilir?” diye günlerce düşündü. “Bir başka hamleye, bir başka direnişe!” hazırlanması gerektiğini söylediğimizde bu sözlerimiz içine sinmese de kabul etmekten başka seçeneği olmadığını biliyordu.  

O “başka bir direniş günü”nün geldiğini duyduğu ve Bahoz hamlesine katılacağını öğrendiği andaki sevinci görülmeye değerdi. “Bir insan savaşa katılmaktan nasıl bu kadar mutlu olabilir?” sorusunun yalın bir İtalyan Partizan yanıtıydı o. Ona baktıkça Nubar Ozanyan yoldaşı anımsıyordum. Günlük yaşamda fazlasıyla sessiz ve sade olan bir insanın “hamle, cephe, direniş” sözünü duyduğunda dünyanın tüm ağırlığından kurtulup bir anda başka bir heyecan ve mutluluk haline nasıl geçtiğini ancak Lorenzo’ya bakarak anlayabilirdik.

Karargah yaşamının rutine bağlanmış günlük görevlerinden bir an önce çıkıp hareketli ve silahlı direniş yaşamına geçmenin ismiydi Lorenzo Orsetti. Onu, İtalya’nın Floransa şehrinden çıkıp haritada daha önce yerini bile bilmediği Rojava’ya getiren güçlü fırtınanın devrimci bir damlasıydı Lorenzo. Lorenzo’nun gözlerinde ve pratiğinde İtalyan partizanlarının faşizme karşı onurlu direnişinin parıltıları görülüyordu. Kapitalizmin sömürü ve maddiyat dolu kirli dünyasına büyük tepkiydi. Kölelik dünyasından koparak devrim ve özgürlüğün doygunluğunda dolaşıyordu. Gözü ne mal ve mülkte ne de gösterişli bir kariyerde olmadı.   

Der Zor’un özgürleştirilme hamlesine katılmadan önce zarf haline getirdiği düzensiz bir kağıt parçası içine saklı bir mektup bıraktı. Sonra okumamı söyledi. Belki de son yolculuğu olacağını hissettiği için bıraktığı mektubu sonra okumamızı istedi. Ölümsüzleştiği haberini aldığımızda mektubu açtık. İtalyanca yazılmıştı. Bir şekilde tercüme ettirebildik. Türkçe, Kürtçe ve Arapça başta olmak üzere çeşitli Avrupa dillerine çevrildi. Asla unutamayacağım bu mektup, devrimci bir vasiyet gibiydi. Gözlerim mektupta, sözleri kulaklarımda çınlamaya devam ediyor.
Devrimin İtalyan partizanın anısına saygı ve hürmetle...  

“Ciao! Eğer bu mesajı okuyorsanız, bu benim hayatta olmadığımın işaretidir. Ah, sakın üzülmeyin! Ben bu şekilde iyiyim; pişmanlıklarım yok. Doğru olduğunu düşündüğüm şeyi yaparken öldüm, en zayıf olanları savundum ve adalet, eşitlik, özgürlük ideallerime sadık kaldım. Yani erken gidişime rağmen hayatım hala başarılıdır ve dudaklarımda gülüşümle gittiğimden neredeyse eminim. Bundan daha iyisini isteyemezdim.
Sizin için her şeyin en iyisini diliyor ve (eğer henüz yapmıyorsanız) bir gün sizin de bizden sonrakiler için hayatınızı verme kararı almanızı umuyorum. Çünkü dünya yalnızca bu şekilde değiştirilebilir. Ancak her birimizin içinde bulunan bireyselliği ve egoizmi yenerek fark yaratabiliriz. Bunlar zor zamanlar biliyorum ama sakın vazgeçmeyin, umudunuzu yitirmeyin; asla! Bir an bile.
Her şey kaybedilmiş gibi gözükse de, kötü şeyler insanlara acı verse de ve dünya dayanılmaz hale gelse de güç bulmaya devam edin ve bunu yoldaşlarınıza aktarın. Tam da bunun gibi karanlık anlarda bu ışık yardımcı olacaktır. Ve her zaman hatırlayın: “Bütün fırtınalar küçük bir damla ile başlar.”
Siz de bu damla olmaya çalışın. Hepinizi seviyorum ve sözlerimi değerli bulmanızı umuyorum.
Serkeftin!
Orso, Tekoşer, Lorenzo...” 


Nubar OZANYAN yazdı —

11 Nisan 2022 Pazartesi - 23:3

 

 

14 Aralık 2022 Çarşamba

HBDH Avrupa eyleme çağrı yaptı


 

HBDH Avrupa  

Açıklamanın sonunda HBDH Avrupa 17 Aralık 2022 günü, saat 13.00’de Disburg Haupbahnof önünde gerçekleştirilecek eyleme çağrı yaptı.

 “Bugün Türkiye ve Kuzey Kürdistanlı ve Avrupalı devrimci, demokrat örgütlerin sömürgeci faşist Türk Devleti ve bölge faşist devletlerine, emperyalizme karşı ortak direniş hattını örmek gibi önemli bir görevle karşı karşıyayız. Ve dünyada karşı devrimci dalganın böylesine güçlü olduğu bir süreçte, akıntıya karşı durmak, yol açmak ve yol almak kolay değil oldukça anlamlı ve değerlidir. Devrimi halkların yaşamında somut bir gerçekliğe dönüştürme görevinin ortak mücadele hattını büyütmekten geçtiğinin farkındayız.” sözleriyle başlayan açıklamada, Türk Devleti’nin Rojava Kantonlarına yönelik hava saldırılarını aralıksız devam ettiğine, Suriye Şam Rejim Hükümetinin de Şehba, Şex Meqsud kantonlarına ambargo uygulayarak, işgalci Türk ordusunun saldırılarına destek sunduğuna, bu saldırılar karşısında Rojava devrimini savunmak görevinin tüm dünya halklarına, eşitlik, özgürlük ve demokrasi mücadelesi yürüten bütün siyasal kuvvetlere düştüğüne dikkat çekildi.

 

 Açıklamanın sonunda HBDH Avrupa 17 Aralık 2022 günü, saat 13.00’de Disburg Haupbahnof önünde gerçekleştirilecek eyleme çağrı yaptı.

Liberallerin ve Ulu“sol”cuların Solculuğu-2

 

 SENTEZ | Kemalizm Sol Değildir!

  Liberallerin ve Ulu“sol”cuların Solculuğu-2 

  "Liberaller ve ulu“sol”cular bu iki farklı cephe, Kemalizm konusunda anlaşamasalar da, Marksizm’i revize etme ve “sol”u, burjuvazinin kabul edebileceği noktaya çekme konusunda birleşiyorlar. Farklı kulvarlarda yürüyerek aynı bulvarda buluşmak buna denir."

 Komünistler, “ne mutlu Türk’üm”, “ne mutlu Alman’ım”, “ne mutlu Fransız’ım” diye övünmez. Eğer övünmek gerekiyorsa, “ne mutlu komünistim” diye övünürler ve bunu da her yerde gururla ilan ederler.

Komünizm birleştiricidir, ulusalcılık ise ayrımcılık ve bölücülüktür. İşçi sınıfı ve emekçileri ulusal kimliklerine göre bölme burjuva politikasıdır. Burjuvazi, kendi sınıfsal çıkarları için kitleleri “ulusal bayrağı” altında toplanmaya çağırır. Sınıf bilinçli işçi sınıfının bayrağı ise bütün dünyada tekdir: 

Kızıl bayraktır.

Kızıl bayrak; emperyalizme, feodalizme, kapitalizme, ataerkiye, faşizme ve her türlü gericiliğe karşı mücadeleyi ve sömürüsüz, sınıfsız, sınırsız bir özgürlükler dünyasını temsil eder. Burjuvazinin ay yıldızlı bayrağı ise bir avuç burjuvazinin toplumun ezici çoğunluğu üzerinde baskıyı, sömürüyü ve zulmü temsil eder.

 14 Aralık 2022

13 Aralık 2022 Salı

Liberallerin ve Ulu“sol”cuların Solculuğu-1-

 


 Liberallerin ve Ulu“sol”cuların Solculuğu-1- (Sentez)

"İşçi sınıfının devrimciliğine karşı çıkanlara sol denebilir mi? Ya da bunlar gerçekten sol olabilir mi?"

Sınıflı bir toplumda, bu toplumun alternatifi olarak sınıfsız toplumu öngören ve bunun mücadelesini veren Marksizm-Leninizm-Maoizm’in eleştirilmemesi, özellikle de mülk sahibi sınıfların ideolojik ve siyasal temsilcilerinin eleştirileri ve demagojik saldırılarına maruz kalmaması düşünülemez.

Bunlara ek olarak, ezilen küçük burjuva kesimlerden de Marksizm adı altında Marksizm’e yönelik saldırıların ya da ideolojik eleştiri adı altında çarpıtmaların olmaması beklenemez. Mülk sahibi sınıfların, Marksizm’e yönelik eleştirileri direkt gelirken, kendine “Marksist” maskesini takan küçük burjuva kesimlerin eleştirileri dolaylıdır ve bu da işçi sınıfını ve emekçileri olumsuz yönde en çok etkileyen olgudur.

Sınıf mücadelesinin çatışmalı diyalektiği içinde, karşıt sınıfların ideolojilerinin de birbirlerine karşı eleştirel olması, toplumun sahip olduğu üretim ilişkilerinin çatışmalı diyalektiğinin doğasından gelmektedir. Egemen sınıfların toplumdaki egemen ideolojinin[1], baskı altında tutulan işçi sınıfının ideolojisi karşısındaki üstünlüğü, onun bilimsel doğruluğundan değil devlet iktidarını elinde bulundurmasından ve kendi karşıtı ya da alternatifi ideolojileri savunan sınıflar üzerinde aşırı baskı uygulamasından, devletin gerici şiddetini onlara karşı kullanmasından gelmektedir.

Üretim araçların mülkiyetini elinde bulunduran mülk sahibi sınıfların (burjuvazi), devlete egemen olması, küçük mülk sahibi sınıfları etkilediği gibi gelir düzeyi işçi ve emekçilere göre yüksek olan şehir küçük ve orta burjuvazisini de ciddi bir şekilde etkilemektedir.

Bu küçük ve orta burjuva sınıfların büyük burjuvazi tarafından ezilmelerine karşın, ekonomik durumlarından kaynaklı yükselme ve sınıf atlama istekleri onları, daha çok büyük burjuvazinin ideolojisinden etkilenmeye yatkın hale getirir. Toplumsal devrim dönemlerinde yani işçi ve emekçilerin sınıfsal mücadelelerinin yükseldiği dönemlerde daha çok işçi sınıfının yanında görünmelerine ya da durmalarına karşın, ideolojik olarak da aynı yerde durduklarını söylemek yanlış olur. Küçük burjuvazi, gericilik dönemlerinde siyasal olarak da burjuvazinin yanında yer alarak gerçek niteliğini açıkça ortaya koyar.

Marksizm’e böylesi dönemlerde saldırılar daha da artar. Burjuvazinin anti-Marksist cephesi, yeni bir şey keşfetmişler gibi Marksizm’e yüklenir. Gericiliğin getirdiği güç içinde adeta saldırı sarhoşluğu içine girerler. Sanki yüz yıllardır topluma sosyalizm egemenmiş de onlar yeni kurtulmuş gibi sosyalizme ve onun kazanımlarına saldırırlar. Kapitalizmin nimetlerinden söz ederler. Burjuva demokrasisinin “özgürlükçü”lüğünü övmekle bitiremezler. Bunlar o kadar ileri giderler ki, kapitalizmin işçi ve emekçileri zorla köleleştirici baskı ve sömürülerini, katliamlarını görmezden gelerek, bireysel özgürlüklerin genişlemesinden söz ederler. Ve Marksist iktisadın, sorunları salt ekonomik açıdan ele aldığını ileri sürerek, emperyalist neo-liberal politikaları, burjuvazinin toplumu ne kadar ileri taşıdığının göstergeleri olarak ileri sürebilecek denli riyakarlığı meslek edinirler.

Marksist görünüp Marksizm’e karşı çıkanların, eleştirenlerin, kapitalizme karşı alternatifleri yine kapitalizmdir. Görünüşte kapitalizme karşı çıkar gibi davranırlar, ancak kapitalizmin karşısına alternatif bir sistem koymazlar, kapitalizmin özgürlükleri biraz daha geliştirmesini isterler. Görüşlerini, “serbest piyasa özgürlüğe, düşünce özgürlüğe” altında toplarlar. Ekonominin serbestliğinden kasıt, mülkiyetçi kapitalist ekonomik sistemin sürdürülmesi, düşünce özgürlüğü ise burjuvazinin ve küçük burjuvazinin kitlelerin kafasını bulandırma özgürlüğüdür.

Solu tanımlamak

Toplumun sağ-sol olarak kategorileşmesinin tarihsel çıkış noktalarının bilinir olması bir yana, Marksizm’in bir bilim olarak ortaya çıkışı (ki, toplumun sağ-sol kategorileşmesi de kapitalizmle birlikte, burjuvaziyle proletaryanın ortaya çıkışıyla beraber başlamıştır, daha önce değil) ve gelişmesinden sonra sağ-sol kavramları yerli yerine oturmuştur. Sağ kavramı, ezilen yığınların karşısında duran burjuvaziyi ve ona bağlı gericiliği temsil etmektedir.

Sol kavramı ise burjuvazi ve gericiliğin karşısında duranlar, toplum içinde ileriyi temsil edenleri içeriyor. Daha özel bir tanım yapılırsa; anti-kapitalist, anti feodal, anti-faşist, anti patriyarkal ve anti-emperyalist bir içeriğe sahip olmak sol demektir.

Bu saydıklarımızı kendi içinde barındırmayan bir siyasal akım ya da bireysel duruşa gerçek anlamda sol denemez. Salt anti-emperyalist, anti-faşist olmak sol olmayı değil, olsa olsa demokrat bir duruşu ifade edebilir. Ama bunların yanında anti-kapitalist olmak sol’u içerir. Çünkü sol demek, sömürü ve baskıya karşı olmak, onun karşısında sömürüsüz, baskısız ve sınıfsız bir toplumsal sistemi; sosyalizmi ve komünizm savunmak demektir. Sosyalizmi savunup komünizmi savunmamak solu savunmak adına tutarsızlıktır. Komünizmi savunmayanlar sosyalizmi de savunamazlar. Sosyalizm ve komünizmi birbirinin karşısına koymak, birini diğerinin anti-tezi yapmak, sapla samanı karşı karşıya koymak gibi bir şeydir. Çünkü sosyalizm gerçekleşmeden komünizm gerçekleşemez. Sınıflı toplumdan sınıfsız topluma geçişte sosyalizm komünizmin ilk aşamasıdır. Sosyalizm merdivenini atlayarak bir ileri tarihsel merdivene geçilemez.

İşçi sınıfının devrimciliğine karşı çıkanlara sol denebilir mi? Ya da bunlar gerçekten sol olabilir mi? Hayır. Çünkü, kapitalist toplumda solu işçi sınıfı temsil eder. Bu onun, sınıf olarak üretim ilişkileri içindeki yerinden kaynaklı devrimci bir duruşa sahip olmasından ileri gelir. İşçi sınıfının bu sınıfsal rolünü reddedenler, sosyal-demokrat çizgide kendilerini bulurlar.

Burjuvazi, riyakâr biçimde, kendi çıkarları doğrultusunda bir sağ ve sol yaratmıştır. Bunların sağ dedikleri emperyalist ülkelerdeki Hristiyan demokratlar (ABD’de cumhuriyetçiler), sol dedikleri ise sosyal-demokratlardır. (ABD’de, demokratlar, Fransa’da adı “sosyalist parti”, İngiltere’de “işçi partisi”, Almanya’da Sosyal Demokrat Parti -SPD- vs…). Oysa, her ikisi de burjuvaziyi temsil eder ve burjuva sınıfının çıkarlarını savunurlar. Sosyal-demokratların ilk tarihsel çıkışından başka sol ile herhangi bir yakınlıkları – özellikle emperyalizm ve proleter devrimler çağıyla beraber- söz konusu değildir. Solun tam karşısında, sınıfsal ve ideolojik olarak solun düşmanıdırlar. Fransa ve daha birçok ülkede olduğu gibi adları “sosyalist” ya da “işçi partisi” olması da solu benimsedikleri anlamına gelmemektedir. Özünde bu isimlendirmeler, burjuvazinin kitleleri aldatma politikasıdır. Bu isim benzerlikleri, bu tür partilerin işçi sınıfının dostu ya da onların temsilcisi değil tam tersi, karşısında yer alan burjuva sınıfının temsilcileri partiler ve oluşumlar oldukları gerçeğini karartmamalıdır.

Türkiye’de kendilerini sağcı olarak değerlendiren burjuva partilerinin birçoğu CHP’yi “sol” olarak değerlendirir ya da öyle göstermeye çalışır. Oysa CHP’nin sol ile uzaktan yakından bir ilişkisi olmamış, kurulduğu günden beri hem sola hem de sol düşüncelere karşı olmuş ve sola karşı hep mücadele içinde olmuştur. İktidarda olduğu dönemlerde ise solu tırpanlayan, ağır baskılar uygulayan bir partidir. Kısacası geleneksel sağ partiler ile CHP arasındaki ideolojik bir fark olmadığı gibi siyasal anlamda bazen sağ partilerden dahi geri durumda kalmış, milliyetçi, yer yer ırkçı ve sosyal-şovenist, faşist bir partidir. Avrupa’daki sosyal-demokrat partilerden dahi siyasal olarak geri bir konumdadır.

Günümüzde, burjuva partilerinde “sosyal-devlet” anlayışını ya da uygulamasını aramak da boşunadır. Tekelci burjuvazinin geldiği noktada, özellikle emperyalist neo-liberal politikaların yaşama geçirilmesinden (bir tarih vermek gerekirse, net olarak 1970’lerin ortalarından) sonra burjuva “sosyal-devlet” olgusu çok gerilerde kalmıştır. Sosyal-devlet savunusu küçük burjuva liberallerine kalmıştır. Bunun, sermayenin aşırı birikimi, merkezileşmesi ve emperyalist tekeller arası rekabetin artmasıyla doğrudan ilgisi vardır. Bu aynı zamanda burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki baskılarını artırmasını da koşullar.

Burjuvaziyi siyasal ve ideolojik olarak olumlayıp, işçi sınıfını siyasal ve ideolojik olarak olumsuzlayanlar, ücretli köle olarak kalmasını savunanlar ve onaylayanlar ve bunun teorisinin “sol” ya da “sosyalist-sol” adı altında yapanlar, burjuvazinin cephesinde yer alanlardır. Bunları “sol” olarak adlandırmak, sol düşünceler doğrultusunda mücadele edenlere, ücretli köleliğe karşı çıkanlara, sınıfsız, sınırsız ve sömürüsüz bir toplumsal sistemi savunanlara büyük bir haksızlık olur.

İşçi sınıfının devrimciliğini, toplumsal dönüşümdeki yerini, önemini reddedenler ve onu küçümseyenler, “ayaklar ne zaman baş oldu” diyen R.T.Erdoğan ile aynı kulvarda yürüdüklerini göremeyecek kadar sınıfsal körlüğün içine girmişlerdir.

Burjuva ulusalcılığı ve sol

Kapitalizmin ürünü olan burjuva ulusalcılığı, her zaman, hemen hemen bütün ülkelerde küçük burjuvazinin çekim merkezi olmuştur. Ülkemizde de TC’nin kuruluşundan beri küçük burjuvazi kendini “kurtuluş savaşı”nın ve komprador burjuvazinin sahte kahramanlık hikayelerine kaptırmıştır.[2]

Burjuvazi ile işçi sınıfı arasında ara bir tabaka olan ve her geçen gün eriyen küçük burjuvazi, sınıfsal karakteri gereği büyük ulus damarı kabarır ve hatta zaman zaman komprador büyük burjuvaziden dahi daha keskin ulusalcı olur. Büyük burjuvazi, uluslararası burjuvaziyle ilişkilerini geliştirdiği için ya da onun direkt kontrolü altında ve de işbirliği içinde olduğu için ezilen küçük burjuvazi, işçi sınıfının sınıf mücadelesinin gelişmediği yerde, ulusalcılığa sarılarak, ezilmişlikten kurtulacağını, küçük burjuva sınıf yapısını değiştirebileceğini sanır.

Küçük burjuvazi için burjuva “vatan savunması”, onun için sosyalizmden, işçi sınıfının kurtuluşundan önde gelir ve burjuvazinin ulusal savaş marşları çaldığında, burjuvazinin vatan savunmasına, silahı alarak ilk o koşar. Onun için önemli olan, “düşmanın vatana saldırması” ya da “vatanı tehdit etmesidir.” Ama bu savaşın kimin savaşı ve ne için savaş olduğunu düşünmez. Onun için varsa yoksa “vatan”dır. Ama bu vatanın burjuvazinin, “çek defterleri”, “çiftlikleri”, toplumsal üretim araçlarının iki elin parmak sayısını geçmeyen komprador şirketlerin elinde toplanması, “banka kasaları”, borsa trendleri, işçilerin ve emekçilerin ağır ekonomik ve siyasi baskı koşulları altında sömürülmesi ve sermaye birikimi olduğunu düşünmez. Ve burjuvazinin çıkarı için ölüme ve öldürmeye koşar. Savaş bittiğinde ise ölmediyse, ya “gazi” ya da işsiz olarak her yönüyle tahrip olmuş bir şekilde sefilce bir yaşam sürdürülmeye mecbur edilmiş işsizler ordusunun arasına katılır.

Burjuvazi, her zaman “ulusal” çitlerle kitlelerin gözünü boyamaya, gerçekleri perdelemeye ve kendi çıkarlarını kitlelerin çıkarları gibi göstermeye çalışır. Kendi burjuva sınıf sembollerini bütün toplumun sembolü olduğuna inandırır. Sınıflar arasındaki uçurumun üstünü örtmek için ulusalcılığı hep önde tutar. Sınıfların olduğunu ve devletin ise egemen burjuvazinin devleti ve onun üstün çıkarlarını korumak için var olduğunu kitlelere söylemez, tersini, devletin bütün “milletin” devleti olduğu büyük yalanını ileri sürer.

TC’yi kuranlar da “sınıfsız imtiyazsız bir ulus” yarattıklarını sık sık vurgulamanın yanında bunu, “ne mutlu Türküm diyene”, “bir Türk bir dünyaya bedel”, “güneş dil teorisi” gibi ırkçı söylemlerle, egemen ulus ırkçılığını en üst boyutlara çıkararak, buna koşut olarak da ezilen ulus ve diğer azınlıklar üzerinde baskıları arttırdıkları gibi, ülkede, en azından burjuva demokrasisi bağlamında dahi demokratik bir zemin bırakmamışlar, “yasakçı” ve egemenlerin çıkarlarını en üste tutan bir siyaset izlemişlerdir. Egemen ulus şovenizminin ve ırkçılığın olduğu bir ortamda demokratik hak ve özgürlüklerden söz edilemez.

Burjuva Kemalist diktatörlük, burjuva muhalefete dahi müsaade etmemiş, Kemalist yönetime karşı çıkan burjuva muhalefeti anında her türlü baskı yöntemini kullanarak bastırmıştır. Kitle muhalefeti olsun, burjuva muhalefeti olsun, üzerinde baskı hiçbir zaman eksik olmamış ve bu baskı hafiflememiştir. II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra savaşı kazananların siyasal ve ekonomik çıkarları doğrultusunda, ülkede de çeşitli biçimsel değişikliklerin yaşanmasına neden olmuştur.

Burjuvazinin, sınıfsal çıkarları doğrultusunda siyaset izlemesi, toplumsal ilerici güçlerin önünü tıkaması ve baskı uygulaması, onun sınıfsal karakterinin bir gereğidir. Bu anlamda, ulusalcılığı da her dönem öne çıkarır. Bugün AKP, her ne kadar “ümmetçi” bir siyaset izlemeye çalışsa da “tek vatan, tek bayrak, tek millet ve tek din” de diretiyor ve böylesi bir ırkçı propaganda yapabiliyor. Bu, Türk egemen sınıfların ezeli politikasıdır. Faşist ve gerici diktatörlüklerde, ülkenin her yanı burjuva bayrakları ile donatılır, vatan millet kavramları sabah akşam kitlelere görsel ve yazılı basın yoluyla empoze edilir. Sokaklar, caddeler ve meydanlar burjuvazinin “ulusal” sembolleriyle donatılır.

Kitlelerde bu politikadan etkilenmekte, özellikle egemen ulus şovenizminin etkisi altında kalmaktadır. İşte, küçük burjuvazi, bu politikadan en fazla etkilenen kesimdir. “Bayrak”, “vatan”, “millet” kavramları, onlar için, bir var olma, sınıfsal ezilmişliklerini atlatmanın araçları olarak görülür ya da böyle gösterilir. Ancak burjuvazinin bu kavramları içinde, işçi ve emekçilerin sömürü ve baskıdan kurtuluşları, ezilen ulusun özgürlüğü, diğer azınlıklar üzerinde baskıların kaldırılması, kadınların özgürlüğü yoktur. Tersine, bu saydıklarımızın devam ettirilmesi politikası vardır. İşçi ve emekçilerin (Bunun içinde küçük burjuva sınıfı da vardır.) özgürlüğü ile burjuva sembolleri örtüşmez, bu sembollere verilen önemin derecesi arttıkça, kitlelerin özgürlüğünde o oranda kısıtlanır.

Burjuvazinin ortaya çıktığında ilerici bir rol oynaması, feodalizme karşı devrimci olması ve burjuva devrimini gerçekleştirmesi desteklenir ve savunulur. Ancak bu süreç, emperyalizm ve proleter devrimler çağında, burjuvazinin siyasal olarak daha da gericileşmesiyle bitmiştir.

Vatan savunusu sınıfsaldır!

Emperyalist bir ülkenin saldırısı karşısında “vatan savunması” söz konusu olur. Ancak bu, ulusal burjuvazinin, yani egemen burjuvazinin güdümünde bir vatan savunması olmayıp, işçi sınıfının kendi örgütsel bağımsızlığını koruyarak ve emperyalist işgale karşı savaşanlarla birlikte ortak hareket etme ve güçleri tek bir cephe içinde birleştirme şeklinde de olabilir. Bunun örnekleri çoktur. Çin devrimci sürecinde, Japon işgaline karşı ÇKP (Çin Komünist Partisi) Çin egemen sınıfın partisi olan Guomindang ile “milli birleşik cephe” içinde hareket etmiştir. İşgal biter bitmez ise Guomindang karşı devrimci savaşını sürdürmeye devam etmiştir.

Demokratik devrim sürecinde, devrim mücadelesinin baş hedeflerinden biri burjuvazidir. Yani Türk egemen sınıflarıdır. Türk egemen sınıflarına karşı mücadele anti-emperyalist mücadeleyi de içerir. Sadece emperyalizme karşı olup, Türk egemen burjuvazisine karşı olmamak, kapitalizme karşı olmamak, burjuva sömürü sistemine karşı olmamak demektir ki, bu anti-emperyalist mücadeleyi boşa çıkarır. Emperyalizm ile kapitalizmi birbirinden ayırmak olası değildir.

Türkiye’de “yerli” komprador burjuvazi ile uluslararası emperyalist burjuvazi iç içe geçmiştir. Ülkenin bağımsızlığı mücadelesi salt emperyalizme karşı mücadele olarak algılanır ve bilinirse, sorun yanlış ve eksik kavranmış olur. Bu nedenle, devrim için mücadele anti-emperyalist ve anti-kapitalist bir mücadeledir. Ve bu mücadele aynı zamanda emperyalizmden bağımsızlığı da içerir. Kuru bir “vatan savunması” ya da “bağımsızlık” savunusu; küçük burjuvazinin, sorunu yanlış kavramasından, komprador burjuvaziyi emperyalizmden ayrı ele almasından, kapitalizme karşı mücadele edilmeden emperyalizme karşı (ya da tersi) mücadele edilemeyeceğini bilmediğindendir.

Örneğin, Türk egemen sınıflarının sınır komşularından birine saldırması ve işgal etmesi durumunda, bu işgale ve savaşa aktif bir şekilde karşı çıkarken, aynı zamanda, devrimcilerin, işgalci burjuvaziye karşı iç savaşı geliştirmek görevi vardır. Burjuvazinin peşinden işgal ve savaş yanlısı olmak değil. 1980’lerdeki İran-Irak egemenleri arasındaki savaşta İranlı komünist ve devrimcileri bu büyük hataya düştü. Yani “vatan savunması” adı altında İran burjuvazisinin hizmetine girdi. İran burjuvazisinin ordusunun saflarında Irak’a karşı savaşa katıldı. Savaş biter bitmez ise komünist ve demokrat avı başladı. Ve devrimci ve komünistlerin büyük bir bölümü savaşta, geri kalanı ise hapishanelerde katledildi. Burjuva ulusalcılığın “vatan savunusu”na kapılmak, böylesi ağır ve imhaya neden olan sonuçları da beraberinde getirir.

Komünistler için vatan savunusu, proletarya iktidarındaki sosyalist vatandır. Burjuvazinin egemenliğinde bir vatan savunusu asla değildir. Emperyalist işgale karşı bir “vatan savunusu”, burjuva iktidarının sürdürülmesi için bir “vatan savunusu” değil, esas olarak; emperyalizme karşı mücadele ve burjuvaziyi iktidardan al aşağı ederek proletarya iktidarını kurma savaşımıdır.

Türk egemen burjuvazisi, TC tarihi boyunca küçük burjuvaziyi oldukça iyi kullandı. Burjuva ulusalcılığı, Kemalizm savunuculuğu ile birleştirildi. Kemalizm demek Türk burjuva ulusalcılığı demekti. Ve bu anlayış, kitlelere “ilerici”, “devrimci” olarak lanse edildi. Bunun karşısında duran hareketler ise “gerici” olarak tanıtıldı ve anında burjuva devlet despotizmi ile bastırıldı. Küçük burjuvazi de başından beri Kemalizm’in kuyruğuna takıldı. Bunda, T“K”P’nin de büyük bir katkısı oldu. Türkiye’de tek sol örgüt olarak var olan T“K”P, Kemalist propagandanın etkisi ve baskısı altında, kitleleri Kemalizm’in peşine taktı. Kemalist (burjuva) ideolojinin yayıcıları arasında başta T“K”P saflarından gelen kadrolar yer almıştır. Şevket Süreyya Aydemir, Vedat Nedim Tör bunlardan başı çekenlerdi.

Sosyalizme karşı “alternatif” olarak Kemalist ideoloji öne çıkarıldı ve o günden bugüne kadar küçük burjuvazi Kemalist ideolojinin önde gelen savunucuları oldular. Daha ilk okullardan başlayarak çocuklar burjuva Kemalist ideoloji ile yatırılıp Kemalizm ile uyandırıldı. “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım” ile büyütülen küçük çocuklar, büyüdüklerinde de Kemalizm’in “kahramanlık” hikayeleri ile uyutulmaya devam edildi. Bu Türk egemen sınıfların övülmesiydi ve onun siyaseti ve kültürünün işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde etkin kılmak amaçlıydı.

Günümüz Kemal Okuyan ve Aydemir Güler T“K”P’sinin Kemalizm hayranlığı, Nedim Tör ve Ş.S.Aydemir’in Kemalizm şakşakçılığıyla aynıdır. T“K”P’nin Kemalist hayranlığının teorik ve siyasal temelini önce T“K”P’li sonra Kemalist olan bu iki dönek atmıştır.  Ş.S.Aydemir Kemalizm’e bağlılığı ile günümüz T“K”P’nin Kemalizm bağlılığı aynıdır.

Burjuvazinin “Kemalizm” ve “cumhuriyet” kahramanlık hikayelerini yayması, bir yalanın üzerine beş yalan daha katması normaldir. O, bunları kendi sınıfsal çıkarları için yapıyor. Bu salt Türk burjuvazisine özgü olmayıp, bütün ülkelerin burjuvalarına özgü bir davranıştır. Böylesi bir yönelim, burjuva sınıfsal bir karakteristiktir. Normal olmayan, kendine “sol” ve “komünist” diyenlerle beraber burjuvazi karşısında ezilen küçük burjuvazinin bu propagandanın gönüllü yürütücüleri olmalarıdır. (Devam edecek)

Dipnotlar

1- “Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretim araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.” (Marks-Engels, Alman İdeolojisi, s. 70, Sol Yayınları)

2- Bkz. https://ozgurgelecek45.net/turkiye-cumhuriyeti-kime-ait/2015-12-21



https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/liberallerin-ve-ulusolcularin-solculugu-1-sentez

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)