13 Nisan 2023 Perşembe

UKKTH-Tarihten Notlar ve Polemik-2

 

                                                  PartizanAğustos-Eylül-2008-SAYI_66

                        E- SAVAŞ-SİYASET İLİŞKİSİ VE ST’NİN SİYASET DIŞI DURUŞU

 

Partizan’ın ulusal hareketlerle ilgili devrimci, reformcu kriteri ulusal savaşlar sorununda da belirleyicidir, tamamlayıcıdır. Bu bölümde ulusal hareketin niteliğine rengini veren unsurun ulusal savaşlara da rengini verdiğini açıklayacak ve ST’nin siyaseti ihmal ederek ulusal savaşları nasıl içeriksiz bıraktığını göstereceğiz. Partizan milli baskıyı kökünden söktüğü, ulusal ezilmişlik konumuna son verip egemen ulusun, egemen sınıflarının çıkarları için yaşamsal olan devlet sınırlarına yöneldiği için UKKTH’yi ve onu siyasetinin temeli yapan ulusal hareketi devrimci değerlendirmektedir.

 

UKKTH’nin şekillendirdiği bir ulusal savaş ulusal bağımsızlık-kurtuluş savaşıdır; böyle bir savaş ulusal devrimci bir savaştır. MLM’nin savaş teorisi, savaşı siyasetle ilişkisi içerisinde ele alır ve onu siyaset üzerinden tanımlar ve savaşın niteliğini savaşa yol açan siyasetle açıklar. İşte Lenin’in bu konuya dair aydınlatıcı sözleri: “Peki, bir savaşın özünü nasıl tanımlayabilir, nasıl ortaya koyabiliriz? Savaş, siyasetin devamıdır. Öyleyse savaş öncesinde güdülen siyaseti, savaşa yol açan, savaşı ortaya çıkaran siyaseti incelememiz gerekir...

 

Eğer güdülen siyaset ulusal kurtuluş siyasetiyse, yani ulusa zulmedilmesine karşı olan yığın hareketinin ifadesiyse, o zaman bu siyasetten doğan savaş, ulusal kurtuluş savaşıdır.” (U.S.U.K.S, Sf 232-233) Lenin yoldaşın açıklamalarındaki gibidir Partizan’ın ele alışı. Ulusal kurtuluş siyaseti UKKTH ile şekillenir, UKKTH olmaksızın bir ulusal kurtuluş siyaseti ve elbette ulusal kurtuluş olmaz. Ulusal kurtuluş savaşı doğrudan bir siyaseti, UKKTH’yi gerçekleştirme siyasetini anlatır. İşler cinfikirli ST yazarının dediği “Çeşitli sebeplerle bu ilkenin geri çekilmesi, ya da somut olarak ileri sürülmemesi...” gibi olmaz.

 

Cinfikirli ST yazarı UKKTH’nin gizlenebilir olacağına, bir ulusal hareketin bunu gizleyeceğine öylesine inandırmış ki kendini “Biz devrimci gerçekçileriz, saklı olana da ilgi duyar, gizli olanı da değerlendirmeye alırız”. ST yazarının gizli-saklı olanı açığa çıkartma maharetine ileride değinecek, hakikaten bu işte ne kadar acar olduğunu göstereceğiz. Fakat “biraz ciddiyet” deme hakkımız var. Bir politik programın temel dayanaklarından bahsediliyor, örgütsel sırlardan değil, “gizli” “saklı” mı olur, bu da nereden çıktı?

 

ST bu tür kurgular, “ihtimaller” bulmak yerine, ulusal savaşın siyasetine yoğunlaşmalıdır. Ulusal savaşa dönüşen siyaset nedir, ulusun güttüğü siyaset neydi, egemen ulusun egemen sınıflarına durup dururken mi savaş açtı, egemen ulusun egemen sınıflarına karşı savaşırken hangi hedefi gerçekleştiriyor vb. vb. sorular var cevaplandırılması gereken. ST’nin ulusal hareketlerle ilgili koyduğu ölçütlerle hareket edelim; Proleter dünya devrimine hizmet edip etmediği ve komünistlerin örgütlenme ve propagandası karşısındaki tavrını baz alarak bu hareketleri devrimci, reformist diye ayrıştırıyor. Bu kıstaslar, üzerinde düşünülmüş olguyu bir bütünlük içerisinde değerlendirerek oluşturulmuş kıstaslar değildir. Siyasal amaç ve hedefler esas alınarak tanımlanması gereken bir hareket, ST’nin ele alışında bunlardan soyundurularak tanımlanmıştır. Hiçbir ulusal burjuva hareketin proleter dünya devrimine hizmet etmek gibi bir amacı yoktur. Böyle bir amaç ve hedef hiçbir ulusal devrimci hareketin doğuş nedeni değildir; o halde kendisinin var oluşuyla uzakyakın hiçbir ilgisi, ilişkisi olmayan nedenlerle, kıstaslarla o ulusal hareketin niteliğini nasıl tanımlayabiliriz?

 

Tanımlamaya kalkıştığınızda şu kıstaslara uygunsunuz siz devrimci, bu kıstaslara uymadığınız için de siz reformistsiniz dediğinizde o iki ulusal hareket de birden size demez mi ‘Tamam da bizim öyle bir amacımız, hedefimiz yok ki, bizi neden var oluş nedenlerimiz, o nedenlere göre şekillenmiş siyaset ve savaşımız üzerinden, o nedenlerin gereğine uygun davranıp davranmadığımız üzerinden tanımlamıyorsunuz?

 

 ST bize “bir ulusal hareket proleter dünya devrimine hizmet ettiğine ve komünistlerle dostluk ilişkisi kurduğuna göre bu hareket ulusal devrimci kurtuluş hareketidir ve güttüğü siyaset de ulusal kurtuluş siyasetidir” diyebilir. Bilimsel kriterlerden yoksun, tümüyle yorumlara dayanan böyle bir cevabı bir an kabul edelim. Peki ulusal kurtuluş siyaseti UKKTH değil midir, UKKTH ilkesi değil midir ulusal kurtuluş siyasetini şekillendiren! Siz ulusal kültür, özerklik siyasetiyle ulusal kurtuluşun sağlanacağını mı düşünüyorsunuz? Ulusal hareketleri en temel ilkeden UKKTH’den mahrum bırakması ST’ninhandikapıdır.

 

Ulusal hareketleri silahsızlandıran, siyasetten kopuk, boşlukta bırakan bu handikaptır. Somut bir örnek verelim. Kürt ulusal hareketinin benimsemiş olduğu siyaset nedir, veya bir siyaseti var mıdır? Kürt ulusal hareketinin siyasetini belirleyen hangi amaç ve hedeflerdir? Bu ve benzer soruların cevabı ST’de, aynı yayın grubu içinde olan “Devrimci Demokrasi Gazetesi”nde yoktur. Bahsettikleri en fazla ulusal hareketin taleplerini daralttığı, hızla reformizme gittiği vb.dir. Fakat taleplerin daraltıldığını nasıl tespit ediyorsunuz? Tam, bütün talep neydi? Neyin karşısında talepler daraltılmıştır veya neye bakarak, neyi kıstas alarak hızla reformizme gidiyor diyorsunuz? Belirsiz, muğlak kalmış şeylerdir. ST bunlara net cevaplar veremiyor. Bütün açmazlarının gelip dayandığı yer ST’nin ulusal hareketleri siyaset dışı bir 72 yaklaşımla değerlendirmesidir.

 

 Özellikle Partizan’a yanıt diye kaleme alınmış ST’nin 14. sayısı bu açmazı derinleştirmiş, karman çorman yapmıştır. Siyaseti, savaşı bir oyun niyetine belliyor, kahUKKTH’yi gizliyor kah UKKTH de olur, özerklik de olur, bir besin zinciri gibi sonucun sonuçlarını üreterek “mantıki” sonuçlar halkası oluşturuyor vs. Ama sonuçta UKKTH temel ilkesi yoktur ya da bu ilke temel yapılmıyor ve bozuk bir temel üzerinde yapıyı yükseltiyor. Tabi yükseldikçe çarpıklık daha da güçleniyor. Ulusal kurtuluş siyasetine yön veren, onu biçimlendiren UKKTH’dir. Devrimci ulusal kurtuluş siyaseti ve bu siyasete bağlı olarak gelişen ulusal devrimci savaş, bütün varlığını UKKTH’ye borçludur. UKKTH hedefinin reddedilmesi halinde kaçınılmaz olarak yeni bir siyaset oluşturulur.

 

 Bu siyaset hiç şüphesiz bir savaşa da dönüşebilir veya şimdi Kürt ulusal hareketinde olduğu gibi savaş durumunun korunmasını da getirebilir. UKKTH’nin terk edilmesiyle birlikte yeni oluşturulan siyasetin niteliği devlet sınırlarını değiştirmeyi hedefleyen olmaktan çıkar, verili koşullar içerisinde milli baskıyı hafifletmeye dönük bir nitelik kazanır. Savaşın sürdürülmesi, savaş durumunun korunması milli baskıyı hafifletmek, özcesi reformlara zorlamak amaçlı olur. Tahminler, senaryolar yazmıyoruz, savaş-siyaset ilişkisinin, siyasetin çözüm olgusuyla ilişkisinin getirdiği sonuçlardır bunlar. Ulusal hareketler tarihi bu örneklere çokça tanıklık etmiştir. ST’nin bilimsel olmayan tahlili olguları ve olayları keyfi bir temelde değerlendirmekle yüz yüze bırakıyor ST’yi.

 

 

 F- ULUSAL DEVRİMCİ, ULUSAL REFORMİST SORUNU VE ST’NİN “OYUNUN KURALLARI”NI DEĞİŞTİRMESİ

 

Partizan, 66. sayısında ulusal hareketlerin kavranışıyla ilgili bir yaklaşım sunmuş ve ST’yi eleştirmişti. Partizan’ın eleştirisi dostça ve devrimciydi. ST, eleştirinin sunduğu imkanı da değerlendirerek konuyla ilgili anlayışını gözden geçirebilirdi. Her ne kadar ST’nin 12. sayısı böyle bir görevi yerine getirdiklerinin materyali ise de üzülerek belirtelim ki ST, konyla ilgili olarak dünkü durduğu yerden yalnızca çok da uzaklaşmış değil, akla ve bilime de savaş açmıştır. Böyle olduğunu, buraya kadar yazdıklarımızla dilimizin döndüğünce anlattık, şimdi konuyu biraz daha daraltıp derinleşelim. Lenin yoldaşın, Kautsky’yi ağır biçimde eleştirdiği sorunlardan biri de devlet ve devrim sorunuydu.

 

Lenin eskiden Marksist olmak için sınıflar mücadelesini kabul etmek yeterliydi diyor ve “bugün bu yetmez, proletarya diktatörlüğünü savunmak gerekir” diye tamamlıyordu. Sınıflar mücadelesinin kabulü oldukça geniş bir ortak paydadır ama devrimler ve devrimleri koruma sorunu güncelleştiğinde bu ortak paydada kopmalar oldu. Sınıflar mücadelesi reformistlerce de kabul görür, fakat proletaryanın iktidar sorununda yanımızda görmek bir yana eylemimize engel çıkartır, köstek olurlar. Toplumsal kurtuluş mücadelesinde devlet ve devrim sorunu ayrıştırıcı öğe olarak durur. Toplumsal kurtuluş mücadeleleri için durum buyken ulusal hareketler için değerlendirmeler söz konusu olduğunda bir ölçüsüzlük, bir keyfiyettir gidiyor.

 

Örneğin düşmanla bir masaya oturmak veya ateşkes ilanı reformist değerlendirilmesi için yeterli sayılıyor. Ya da silahlı mücadele veriliyorsa devrimcidir deniliyor. Emperyalizme, işbirlikçilerine karşı olması devrimci görülmeye, örneğin yasal parti kurmak reformist olmaya yetiyor. Bunların her biri değerlendirmede veri olarak alınabilir, buna itiraz edilemez. Sorun belirleyici kabul edilmeleridir. Bu, temel ilkelerin, onun şekillendirdiği siyasal çizginin bir tarafa bırakılması, gözardı edilmesidir. Böyle bir apolitiklik kabul edilemez, geçiştirilemez. Partizan, ST vesilesiyle aslında bu görüntüyü de eleştirmiştir. Emperyalizme karşı olmak devrimciliği belirlemez, çok geniş kesimler, çok farklı politik yapılar böyle bir zemin üzerinde bulunabilir/bulunur. Keza emperyalizme ve işbirlikçilerine darbe vurması veya dünya devrimine hizmet etmesi, dünya devrim cephesi içerisinde yer alması da aynı şekilde çok geniş bir ortak paydadır.

 

 Proletaryadan milli burjuvaziye kadar tüm sınıf ve katmanlar bunların politik eylem ve örgütleri hatta kimi istisnalarda gerici, karşı-devrimci sınıfların siyasi temsilcileri ve eylemleri de bu ortak payda üzerinde buluşabilir. Bunun geçmişte de günümüzde de sayısız örnekleri var. Nepal’den Hindistan’a, Filipinler’den Latin Amerika’ya kadar birçok yerde bu söylediklerimizi doğrular örnekler söz konusudur. Bu durumun açıklamasını, çelişkilerin özgünlüğünde, her çelişkinin çözümünün farklı saflaş73 malar yarattığı gerçeğinde aramalıyız. Aynı yerde hem reformist hem devrimci yapı buluşur, buluşabilir. O halde çizilecek kavramsal çerçeve bunu yansıtmalı. Emperyalizme karşı olmak bir demokratı tanımlar (şüphesiz devrimciyi de, ama devrimci bir yapı için bu yeterli değildir) çünkü emperyalizm aynı zamanda siyasal gericilik demektir. Lenin en tutarlı demokratlar, komünistlerdir derken çok haklıdır.

 

Çünkü komünistler sadece cepheden karşı olmakla kendilerini sınırlamazlar, bir başka dünyanın temellerini de atarlar, bu bakımdan emperyalizmi mezara gömmeye yönelirler. Mesele burada, demokratlar bu kapsamda bir emperyalizm karşıtlığı tartışması değil, bu komünistlerle kıyas sorunudur. Ancak bu onların emperyalizme karşı olduğu gerçeğini değiştirmez.

 

 Türkiye gibi sömürge, yarı-sömürge, yarı-feodal ülkeler siyasal demokrasinin hemen hiçbir koşulunu gerçekleştirmiş, hakim kılmış değildir. Feodalizmin komprador kapitalizm ve emperyalizm ittifakı ekonomik ve sosyal gelişmenin ayak bağı, frenleyicisi olmuş, siyasal ve ideolojik üst yapı ise bu en gerici sınıfların ve ekonomik yapının yeniden üretilmesine uygun bir biçim almıştır. Bu durum nesnel olarak çok geniş bir yelpazede siyasal sistem karşıtı bir gücün birikmesini sağlar. Burjuva demokrasisinin çözüme kavuşturduğu sorunlar (ezilen ulus ve milliyetler, farklı inanç gruplarının sorunu, örgütlenme sorunu, idari yapı ve kamu yönetiminin kısmi demokratikleşmesi, askeri hizmet vs. vs. sorunlar) bu ülkelerde yakıcı biçimde varlığını korur.

 

 Farklı sorunlar üzerinden gelişen, farklı çözüm ve hedeflere sahip olan çok değişik dinamikler siyasal sistem karşısında birer mücadele gücü, toplumsal gelişmenin unsurları olarak dururlar. Çizmeye çalıştığımız bu tablo siyasal nitelikleri, siyasal ufukları, farklılaşan ama emperyalizme de, işbirlikçilerine de (derecesi, şiddeti değişik de olsa) karşı olan çok farklı sınıf ve katmanların, sosyal grupların, ulusal ve inanç temelli toplulukların varlığını ve pratiklerini gösterir.

 

 Doğal olarak bu mücadele dinamikleri harmonisinde sosyal devrimciyi, sosyal reformistten, ulusal devrimciyi ya da reformisti diğerlerinden ayırmak emperyalizme karşı mı, dünya poleter devrimine hizmet ediyor mu sorularıyla mümkün değil. Partizan ulusal hareketler bağlamında ayrıştırmayı sorunun (ulusal sorunun) çözümü ve bu çözümü gerçekleştirmenin siyasetini esas alarak yapmıştır. Ulusal çelişkinin çözümü UKKTH’nin gerçekleşmesiyle olur, bu ise (ulusal hareketler açısından) ulusal kurtuluş siyaseti ve pratiğiyle olur. UKKTH ve ulusal kurtuluş siyasetiyle kendini tanımlayan ulusal hareketler ulusal devrimci hareketlerdir. Emperyalizme (işbirlikçilerine) karşı olmak, dünya devrimine hizmet etmek gibi bütün sonuçlar, bütün her şey ancak ve ancak çözüm yolu ve siyaseti sentezinin dolaysız etkileri, yansımalarıdır. Bunu böyle kavramalıyız.

 

Partizan’ın anlayışı budur. Partizan, savunduğu bu görüşle MLM’ye yeni bir katkı yapmıyor. O hazinede mevcut olan anlayışı ifade ediyor. Siyasal ilkelerle hareket etmek, olayları, olguyu bu ilkelerle ilişkisi içerisinde değerlendirmek... İşte Partizan bunu yapıyor. “Reform olarak özerklik ile devrimci bir önlem olarak ayrılma özgürlüğü arasında ilke farkı vardır...” Dikkat ederseniz Lenin yoldaşın karşılaştırdığı her iki kavram da bir siyasal hedefi, bir siyaseti ifade ediyor. Bu siyasal ilkeler dururken ulusal bir hareketi tavşanın suyunun suyuyla değerlendirmek olacak gibi değil. Ayrılma özgürlüğü zoraki birliği ve bunun sonucu oluşan çelişmeyi ortadan kaldırır, devlet sınırlarını gündemleştirir. “Reform” diye tanımlanan özerklik ise ezilen ulusa ulusal haklar bakımından “tavizler” sağlasa da hepsi bundan ibarettir. Dolayısıyla özerklik zoraki birliğin yeni bir biçim altında üretilmesi, devamıdır.

                                          PartizanAğustos-Eylül-2008-SAYI_66


 G- ULUSAL REFORMİST HAREKETLER DÜNYA DEVRİMİNİN NERESİNDE YER ALIR?

 

Şimdi Lenin yoldaşa ait fakat biraz uzun tutmak zorunda kalacağımız bir pasajı aktaralım: “Polonyalı sosyal-demokratlar, bizim programımızı ‘ulusal reformist’ buluyorlar.

 

Şu iki pratik öneriyi kıyaslayınız.

 

1) Özerklik için ve

2) ayrılma özgürlüğü için.

 

Programlarımız özellikle ve yalnızca bu noktada birbirinden ayrılmaktadır. Bunlardan birincisinin reformist olduğu ve onu ikincisinden ayırdeden şeyin, bu reformizm olduğu açık değil mi? Reformist bir değişiklik egemen sınıfın temellerini sarsmayan, bu sınıfın bir ödünü olan ve onun tahakkümünü sürdüren bir değişikliktir.

 

Devrimci bir değişiklik ise, bu iktidarı temellerine kadar sarsar, ulusal programda reformizm, ulusal baskının tüm biçimlerini yok etmez. ‘Özerk’ bir ulus, ‘egemen’ bir ulusla, haklar bakımından eşit durumda değildir. Polonyalı yoldaşlar (eski ‘ekonomistler’ gibi) siyasal kavramların ve kategorilerin tahlilini yapmaktan inatla kaçınmasalardı bunun farkına varmamazlık edemezlerdi.” (UKKTH, Sf 176) Polonyalı yoldaşlar mazur görülmeseler bile anlamaya çalışılır, hataları/sapmaları tebessümle karşılanabilir.

 

Fakat tam 100 yıl sonra siyasal kavramların ve kategorilerin bırakalım tahlilini, varlığından habersiz olan ve bu nedenle “Lenin’in o sözleri komünistler, KP’ler için geçerli” diyen ST’ye ne demeli?! Lenin Polonyalı devrimcilerle polemik yapıyor, iki KP’nin ulusal programını karşılaştırıyor vs. Bu doğru. Fakat bu sadece bir kaçış için mazeret olabilir, MLM kavramlarla düşünmeyen ya da MLM bir içerikle doldurulmayan, karşılanmayan böyle bir itiraz geliştirebilir bunu. ST gibi bir devrimci yayının yapması şaşırtıcı oluyor.

 

Şimdi alıntıda geçen “ayrılma özgürlüğü” ulusal hareketlerde ayrılmama özgürlüğü, yarı ayrılma özgürlüğü veya başka bir karşılığa mı sahip? Lenin reformizmi (ulusal sorunda) açıklıyor, ulusal baskının tüm biçimlerini yok etmez diyor, şayet bu ulusal hareketlerce gerçekleşse bambaşka bir sonuç mu yaratıyor? Ulusal sorunun çözümü için hazırlanmış bir program özerklik talebine göre şekillenmişse bunun karşılığı ulusal devletten vazgeçmektir, ulusal eşitsizliğin korunması vs.dir. Özerkliği benimseyen eğer ulusal bir hareketse ortaya çıkan sonuç farklı olmayacaktır. Kavramların yüklendiği siyasal içerik aynıdır, hayatın simgelerle anlatımıdır. Pratik kullanımında aynı şey yapılır, aynı şey anlaşılır. Lenin’in verdiği şu örneği alalım: “Norveç yalnızca özerk iken, İsveç aristokrasisinin fazladan bir ayrıcalığı vardı ve bu ayrıcalık ayrılma sonucu ‘azaltılmakla’ kalmadı (reformizmin özü, kötülükleri azaltmaktır, onları yok etmek değil) tamamen yok edildi (devrimci nitelikte bir programın başlıca belirtisi budur)” (UKKTH, Sf 176) Lenin yoldaş örneğini nereden alıyor? Norveç pratiğinden, yani bir ulusal hareketin pratiğini, özerkliği savunan Polonyalı komünistlere örnek veriyor. Polonyalıların, ulusal sorun programının reformist olduğunu Norveç’le gösteriyor.

 

 Özerklik, karşılığı olmayan, sadece düşünce alemine ait bir kavram değildir. O, gerçekleşen maddi hayatta bir karşılığı olan bir durumu anlatır. Keza UKKTH de öyle. Bu kavramların hayat bulması birbirinden nitelik olarak farklı iki durum demektir. Bu nedenle, Polonyalılar içinde bir aklıevvelin Lenin’e, Norveç örneğini verdiği için, ‘o özerklik, o ayrılma özgürlüğü ulusal harekete aittir, bizimkinin karşılığı başkadır’ demiş olamaz. Hatırlarsanız Kautsky ile tartışmasında da sorun aynıydı.

 

KautskyUKKTH’nin, ayrılma özgürlüğünün yanından bile geçmiyordu, ‘yasallığın sınırları içinde kaldıkça, devlet sınırlarını sorun etmedikçe egemen sınıflar özerklik de verir, başka şey de’ diyordu. ST gerek ayrılma özgürlüğünün gerekse reformizm demek olan özerkliğin soyut tanımlar olmadığını, ulusal ya da proleter hareket olup olmadığına bakmaksızın anlam, içerik ve karşılığı olan pratiğin aynı olacağını artık kabul etmelidir.

 

Özerklik bir ulusal programa reformist bir nitelik kazandırıyorsa bu her şeyden önce özerklik hedefine göre siyasal mücadele ve araçlarının, düşmanla ilişki ve taleplerinin belirlenmesi ve pratikleştirilmesindendir. Özerklik hedef alınırsa egemen devlet sınırları meşru görülür, her istek, düzenleme egemen devletin yasaları içinde olur. Lenin’in “yasallığın sınırları içinde bakmak” dediği budur.

 

Bir proleter hareket verili durumda özerkliği benimserse ulusal programı bu nedenle reformist olur, bir ulusal hareket özerkliği hedefliyorsa yine aynı nedenlerden dolayı reformisttir. Konuyu bıktırırcasına uzatmak istemiyoruz. Ayrılma özgürlüğünün bir hareketi neden devrimci kıldığına ayrıca girmek istemiyoruz. Devlet sınırlarını kabullenmez, onun meşru olmadığını, zoraki çizilmiş ve milli zulümlerle zoraki korunduğunu söyler ve ulusal mücadelesini o sınırları da, o milli zulmü de ortadan kaldırmak üzere bir kurtuluş mücadelesi olarak yürütür.

 

 Proleter hareketin ulusal programını da ulusal hareketi de devrimci kılan budur. ST, kolaya kaçıp ‘bu komünistler için geçerlidir’ derken gerçek karşısımnda yan çiziyor, bu açık. Ama bunu aslında bir başka nedenden dolayı yapıyor; ulusal hareketlerin politik niteliği UKKTH ilkesiyle ilişkisi üzerinden belirlenir diyen Partizan’ı çürütmek ya da kendisinin UKKTH ile değil, başka olgularla belirlenir iddiasını doğrulamak adına yapıyor.

 

 Bir yanlışta ısrar etmek, doğruları inkar etmekle birlikte yürür. ST’nin ulusal hareketlerin politik niteliğini belirleyen unsurlar olarak sıraladığı özelliklerin siyaseten teorik ve pratik bir karşılığı ve değeri varsa da bir ulusal politik hareketin niteliği demek olan hedefini, amacını ve bunlara bağlı, bunları gerçekleştirmek üzere oluşturulan taktikleri, sınıf ilişkilerini 75 vs. belirleyen türden bir özellik olmadığını, sadece o politik niteliğin, pratikteki yansımalarından ibaret, sonuçlar olduğunu belirtmiştik. ST’nin temel koşul yaptığı ‘dünya proleter devrimine hizmet etmesi ve komünistlerin örgütlenme ve propagandasına engel olmaması’ ulusal devrimci hareketin değil bütün olarak devrimci ve reformist hareketlerin siyasal mücadelelerinde genel anlamda yaşanan, açığa çıkan sonuçlardır. ST, tayin edici unsurları tali olan olgulardan çıkartmaya çalışıyor, bunu deneyip duruyor, yaptığı budur.

 

Oysa kaderini tayin hakkı için gerçekleşen bir siyasal çizgi ve onun sonuçları da özerklik siyasetine göre belirlenmiş bir pratiğin sonuçları da dünya devrim cephesine hizmet eder. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: ulusal devrimci hareket de, ulusal reformist hareket de proleter dünya devrimine hizmet eder, bunlara sosyal/reformist hareketleri de dahil edebiliriz. Bugün emperyalizm ve işbirlikçileriyle ezilen ulus ve ezilen halklar arasındaki mücadele toplumsal gelişmenin tayin edici dinamiğidir. Ezilen halklar ve ezilen ulusların mücadelesi dünya karşı-devrim cephesini zayıflatır, dünya proleter devrim cephesini güçlendirir. Dünya proleter devrim cephesi yalnızca komünistlerden ve devrimcilerden oluşmaz. Emperyalizme ve işbirlikçilerine vurulan küçücük bir fiskenin sahibi bile bizim cephemizdedir, kısacası ‘bir damlanın bile okyanusa faydası var’.

 

Ezilen ulus ve ezilen halklardan onların mücadelesinden oluşmuştur bu okyanus. Dünya, emperyalizm ve işbirlikçileriyle komünistler ve devrimciler biçiminde ayrışmış değildir. Tam tersine bu iki güç arasında çok geniş bir ara güçler, akımlar var. Peki bunların pratiği kime hizmet ediyor, dünya devrim cephesine mi dünya karşı-devrim cephesine mi?

 

ST ulusal hareketleri a) ulusal devrimci, b) ulusal reformist, c) ulusal karşıdevrimci hareketler olarak üç grup biçiminde tasnif ediyor, bu gruplandırmayı esas alıp ST’ye sormak isteriz: ulusal reformist hareketler uluslararası saflaşmada hangi cepheye hizmet etmektedir, dünya devrim cephesine mi, dünya karşı-devrim cephesine mi? ST’nin tanımıyla hareket edersek (ST, Sayı 14, Sf 98) ulusal reformist hareketler emperyalizm ve işbirlikçilerinin maşası değil ama onlara darbe de vurmayan, ulusal demokratik hak ve özgürlükleri için mücadeleyi, düzen içi sınırlarda yürüten, komünistlerin çalışmalarını bilfiil engellemeyen, gerici dünyanın parçası olmayan hareketlerdir.

 

Bütün bu özellikleriyle birlikte ele aldığımızda ulusal reformist hareketin dünya karşı-devrim cephesine hizmet etmediği açığa çıkıyor. Peki, karşı-devrim cephesine hizmet etmiyorsa ortaya çıkardığı enerji, politik sonuçlar kime hizmet ediyor. (tabii genel durumdan, genel ulusal reformist hareketlerin sonuçlarından bahsediyoruz) Bizim cevabımız bu hareketlerin boşlukta olmadığı ve dünya devrim cephesine hizmet ettikleri yönündedir. 


Ulusal demokratik talepler için mücadeleyi ulusal kurtuluşçu, UKKTH hedefli değil, verili koşullar içerisinde yasal sınırları zorlayarak yapmaları bu taleplerin ve eylemlerdeki demokratik içerik ve mücadele birikimlerinin inkarını getirmez. Onun dünya devrim cephesine hizmet eden yönü de bu mücadelesidir. Ulusal devrimci hareketlerle kıyaslandığında daha zayıf, daha küçük bir hizmet olması yukarıdaki gerçeği değiştirmez. 

devamı var

10 Nisan 2023 Pazartesi

UKKTH-Tarihten Notlar ve Polemik-1



 

ST. anlayışını yeniden gözden geçirmelidir UKKTH’deki devrimci özü inkar etmekle UKKTH’Yİ, reddetmek arasındaki çizgi zannedildiği gibi kalın değildir!

 (agd, Sf 95, abç) anlatıyor. Balkanları, Kafkasları örnekliyor ve Partizan’a ‘işte bunları devrimci görüyorsunuz’ diye ayna tutuyor. Peki gerçekten Partizan ne diyor? Bakalım!

 

“Emperyalizme (ve işbirlikçi sınıfa) karşı olması, egemen ulusun egemen sınıflarını zayıflatması gibi özelliklerin yanı sıra UKKTH için savaşması, bu hakkı elde etmeye yönelmesi ulusal harekete devrimci bir nitelik kazandırır.” (Pzn, Sayı 66, Sf 13) Şimdi ST’den aktardığımız ve yalnızca küçük bir bölümü olan alıntıları yeniden okuyalım ve bunları Partizan’dan aldığımız pasajla karşılaştıralım.

 Açık söyleyelim başvurulan bu yola-yönteme demagoji denilir. ST yazarı demagogdur, ST bir demagoga açmıştır sayfalarını. Partizan, net bir biçimde emperyalizme ve işbirlikçi sınıfa karşı yürüyen bir ulusal hareketi mevzu bahis ediyor, üstelik daha konuya başlarken yukarıdaki ön girişi yapıyor. Partizan’ın ne dediği bu kadar açıkken ST’nin bıkmadan, kerelerce Partizan’ın UKKTH dışında hiçbir şeyi dikkate almadığını “salt”, “yalnızca”, “tek başına” UKKTH ile ilişkili olduğunu söylemesi ya da emperyalizmin kışkırtması hareketlerden dem vurması, Partizan’ın anlayışına göre bunların devrimci olması gerektiğini durmadan yinelemesi nasıl bir anlayıştır. Önce Partizan’a söylemediğini söylet ya da söylediğini görme, yok say sonra da evirip-çevirip sayfalarca “eleştiri” diz, “mahkum” et! Devrimciler politik bir deontolog kurula ihtiyaç duymadılar, hala da duymuyorlar ama bu nedir, bir vicdan tutulmasıyla mı karşı karşıyayız!

Devam edelim:

Evet, Partizan ulusal hareketlerin niteliği sorununu ele alırken çıkış noktası, temel ölçütü o ulusal hareketin UKKTH ilkesi karşısındaki konumudur. Tabi Partizan emperyalizm ve işbirlikçi sınıflara karşı ulusal hareketlerden, en genelde ilerici, demokratik muhteva taşıyan hareketlerden bahsediyor, zaten reformist veya devrimci ulusal hareketler hakkında tartışma yürütülüyor, ölçüt sorunu bu hareketler için sorgulanıyor, emperyalizmin işbirlikçisi önderliklerin denetimindeki “ulusal hareket” tartışmanın bağlamından (ve Partizan’ın vurgusundan) belli ki konu dışı tutulmuştur.

 

 İlerleyen sayfalarda sorun farklı açılardan tartışılacaktır. Bundan sonraki bölümde uluslaşma süreci, ulusal hareketler, ulusal hareketlerin eğilimi gibi konulara değinecek, soruna dair tarihsel bir arka plan sunacağız.

 

 ULUSAL SORUN, ULUSAL HAREKETLER

 Uluslaşma, ulusal devletlerin kuruluşu Ücretli emek sermaye ilişkisi üzerinden biçimlenen meta üretimi, emek sürecinin yeni bir biçimde kurulması demekti. Sürecin bütün öğeleri (işgücü, üretim araçları) burada sürece meta olarak girer ve öncekinden daha fazla değer yüklenmiş olarak çıkar.

 Bu fazlalık emek sürecinin kurucusu ve sermayenin kişileştiği burjuvazi tarafından cebe indirilen artı-değerdir. Emek süreci artı-değerin üretildiği yerdir, fakat artı-değerin de içerisinde olduğu toplam değerin meta sermaye olarak kalması halinde emek süreci durur, yeniden üretim için ya da yeni bir üretken tüketim için meta sermayenin para sermayeye ve yeniden metaya dönüşmesi gerekir.

 

 Bunun için metalar dolaşıma girer, artı-değer bu dolaşımla birlikte gerçekleşir. Burjuvazi için amaç üretmek değildir, o, artı-değer üretmek için üretir. Artı-değer üretimi burjuvazi için amaçtır ve daha çok artı-değer için daha çok üretmek kaçınılmazdır. Bir başka kaçınılmaz ya da zorunlu şey de tüketim alanları bulmaktır. Feodal parçalanmışlık kapitalizme aykırıdır. Birleştirerek, merkezileştirerek gelişir kapitalizm. Kendi kendine yeten, önemli ölçüde yalıtılmış geçimlik-doğal ekonomiye dayalı bir toplumsal yapı kapitalist meta üretimi ve iç pazarın gelişmesi karşısında çözülür, iç pazar mülksüzleştirmeyle birlikte genişler.

 Bu sosyo-ekonomik süreç feodal hiyerarşi doğrultusunda parçalara ayrılmış ve fakat esasta aynı dili konuşan insanların birleştirilmesini ve yerel, bölgesel feodal egemenliklere son verilmesini dayatır. Bunun anlamı şudur; aynı dili konuşan toplulukların iktisadi birliğini sağlamak ya da yurtiçi pazara hâkim olmak, sosyo-ekonomik ve siyasal olarak bu sürecin önüne engel olarak dikilenleri temizlemektir.

Feodal üretim tarzı, bu tarzın sosyal sınıfları ve feodal devlet sözünü ettiğimiz engelin kendisidir. Feodal egemenlere karşı savaş bu uğrakta burjuvazi önderliğinde yükselir. Burjuvazi ulusun işçilerini, köylülerini etrafında toplar, feodal sınıflara ve kiliseye karşı iktidar savaşını yükseltir. Bu savaş bir burjuva devrim olduğu kadar bir ulusal savaştır da. “Onun için her ulusal hareketin eğilimi, modern kapitalizmin gereksinimlerinin en iyi karşılanabileceği ulusal devletlerin oluşumuna doğru bir eğilimdir.” 61 (Lenin, UKKTH, baskı tarihi 1998, sayfa 53) Fransa’da burjuva ulusal hareket feodal egemenlerin ve kilisenin iktidarına bir vuruşta son verdi.

Fakat Almanya’da böyle olmadı, bağımsız şehirleriyle, pek çok devletleriyle fazla bölünmüştü Almanlar. En güçlüsü Prusya idi. Katalizör o oldu. Diğer Alman devletlerini zorla dize getirmeye, yutmaya yöneldi. Bismarck komutasında uzun, sancılı bir süreç ve ulusal hareket gelişmişti. 1850 başlarında diğer Alman devlet ve bağımsız şehirlere saldırdığında ve bu saldırıyı birkaç Alman devletine yutmakla sınırlayıp durdurduğunda Bismarck’ı kastederek biz olsa olsa yeterince devrimci olmadıkları için eleştiririz diyordu Engels.

Çünkü Alman ulusunun parçalanmışlığı devam ediyordu ve bu birleşik Almanya amaçlı Bismark çıkışlarında bu hedef başarılabilirdi, sorun ulusal devlet sorunuydu. 2. Batı Avrupa’da Ulusal Hareketler Kapitalizmin ortaya çıkışı, ulusların şekillenişi ve ulusal hareketler, birbirine bağlı, iç içe geçmiş olgulardır. Ekonomik temelde kök salmaya başlayan burjuvazi siyasal ve ideolojik üst yapıda da yankılanır. Batı Avrupa’da Rönesans dönemi, aydınlanma çağı burjuva dünya görüşüne (ideolojisine) şekil verdi, onu biçimlendirdi. Milliyetçilik, kapitalist gelişmenin ideolojik planda davet ettiği bir unsurdur. Bütün bu gelişmelerin özeti şudur: “Batıda, Avrupa kıtasında burjuva-demokratik devrimler dönemi belli bir zaman süresi içine girer.

 Yaklaşık olarak 1789’dan 1871’e kadar. Bu dönem ulusal hareketler dönemi ve ulusal devletlerin kurulması dönemidir.” (Lenin, age. Sf 63) Batı Avrupa’nın söz konusu zaman aralığındaki süreci “herkesin herkesle savaştığı bir süreçtir”. Fransız ihtilali gerici feodal monarşiyi yıkıp burjuva iktidarını tesis ederken tarihsel olarak ilerici rolünü oynuyor, toplumsal gelişmenin önünü açıyordu.

Devrimci Fransa’ya karşı feodal gerici ittifaklar savaş açtığında, Fransa ulusal devrimci bir savaşla savunuldu. Aynı Fransa Avrupa’da yayılmaya, bunun için kimi ulusal devletleri işgal etmeye başladığında gerici, işgallere karşı ulusal bağımsızlık için savaşan uluslar devrimci bir nitelik kazanıyordu. Bu büyük karmaşa içerisinde çarlık Rusya’sı sıyrılmış B. Avrupa’nın başına bekçi kesilmişti.

Gelişmelerin Rusya’yı bu konuma taşıması Marks ve Engels yoldaşları kaygılandırıyor, bu feodal monarşiyi Avrupa’daki burjuva devrimlerin engeli olarak görüyorlardı. Feodal egemen sınıflara, çarlık Rusyası’nın, gericileşen Fransa’nın vb. işgallerine karşı B. Avrupa ulusal kurtuluş ve iktidar savaşlarıyla burjuva devrimler dönemini tamamlar. Dünyanın diğer coğrafyaları D. Avrupa, Rusya, Asya vb. yeniden ve daha farklı bir biçimde yaşadı bu süreci. Çok uluslu olan Avusturya, Macaristan, Rusya, Osmanlı İmparatorluğu vb.leri ulusal savaşlarla sarsılır. Egemen ulusun ayrıcalıklarına karşı ezilen ulusun burjuvazisi önderliğinde ulusal kurtuluş savaşları yükselir. Bu çok uluslu devletlerin her birinin özgünlükleri oldukça farklı olsa da ulusal eşitsizlikler ve milli baskı ortak paydalarıdır.

3. Ulusal Hareketler Hangi Koşulların Sonucudur?

Toplumsal yapıda feodalizmin ağırlığına, derecesine paralel olarak milli baskının derecesi de artabilir (Stalin).

Dolayısıyla gelişen ulusal kurtuluş savaşları feodal gericiliği sarsıcı, burjuva demokratik cepheyi genişletici bir rol oynar. Feodalizmin tasfiyesi, feodal parçalanmışlığa son vererek ulusal devletlerin kuruluşu ve bu hedefli gelişen ulusal hareketleri ayırdığımızda Batı ve Doğu Avrupa’daki ulusal burjuva hareketler işgale, ilhaka ve milli baskıya karşı Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı biçiminde gelişen ulusal bağımsızlık için ulusal kurtuluş savaşlarıdır; Lenin yoldaş bu savaşlar hakkında şöyle diyordu: “Eğer güdülen siyaset ulusal kurtuluş siyasetiyse, yani ulusa zulmedilmesine karşı olan yığın hareketinin ifadesiyse o zaman bu siyasetten doğan savaş, ulusal kurtuluş savaşıdır.”

(Ulusal Sorun Ulusal Kurtuluş Savaşları, Lenin, Baskı 1993, Sf 233)

 Ulusal kurtuluş hareketlerinin milli baskıya karşı, burjuva ulusal devletler kurma yüklenimi ile, işçi sınıfının köylülük ve ilerici burjuvazinin burjuva demokratik toplumsal mücadelesi aynı potada eriyordu. Bir taraftan demokrasinin genel talepleri uğruna burjuva demokratik mücadele; diğer taraftan demokrasinin taleplerinden biri olan UKKTH için ulusal kurtuluş mücadelesi… Bu iki ayrı kanaldan ilerleyen mücadele, kapsam ve hedefleri bakımından demokratik bir dünya için mücadeleydi. Lenin yoldaşın ifadesiyle bunlar dünya demokratik hareketinin (bugün sosyalist hareketin) tümünün bir parçasıdır.

 Soruna farklı biçimde yaklaşan, ulusal hareketleri küçümseyen, bu hareketlerdeki ileri olan yönü, egemen ulusun egemen sınıflarına, işgale karşı yükselişinde içerdiği devrimci niteliği görmeyenler de vardı. Bunlar soruna basitçe “haklar” bakımından yaklaşıyor ve burjuva devrimlerin yaratacağı demokratik zeminle birlikte sorunun kendiliğinden hal yoluna gireceğini savunuyorlardı. Oysa mesele ezilen ulusların kurtuluşu sorunuydu. Bütün o ulusal hareketlerin ortaya çıkış nedeni bu sorunun varlığıydı. Ve her şeyden önce açığa çıkan kurtuluş hareketleri toplumsal gelişmenin itici güçlerinden biriydi. Nitekim kapitalizmin emperyalizm aşamasına ulaşması, dünyanın yeniden paylaşılma sorununun kendini dayatması sömürgelerin kurtuluşu sorununu yakıcı bir biçimde yaşama taşımış, ezilen uluslar meselenin İrlandalılar, Macarlar, Polonyalılar, Finliler, Sırplar ve Avrupa’nın başka birkaç ulusu[ndan] (Stalin) ibaret olmadığı görülmüştü.

 Komünistler “… beyazı siyahtan, Avrupalıyı Asyalıdan, emperyalizmin ‘uygar’ kölesini ‘uygar olmayan’ kölesinden ayıran duvarı yıkmış ve böylece ulusal sorunu, sömürgeler sorununa bağlamış…” (Marksizm Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu, Stalin, Baskı tarihi 1990, Sf 223) olarak almıştır.

Ezilen uluslar çemberinin (kapsamının) genişlemiş olması örnek bir anlayış değil, nesnel olanın yeni koşullarla birlikte bilimsel ifadesidir. Lenin yoldaş daha tam bir ifadeyle dünya kesin olarak ezen ve ezilen uluslar biçiminde ayrışmıştır diyor. Bu emperyalizm olgusunun getirdiği bir sonuçtu.

 Ezilen ulusların kapsamı tüm sömürgeleri, ezilen bağımlı ulusları, yarı-sömürgeleri içerisine alıyordu. Yarı-sömürgeler her ne kadar kendi kaderini tayin demek olan siyasal örgütlenmesine, devletine sahipse de emperyalizme olan ekonomik bağımlılıkları, siyasal bağımsızlıklarını biçimselleştirmiştir. Bugün açısından yarı-sömürgelerde emperyalizmin yeri ve rolü daha bir görünür olmuştur. Emperyalist sermayenin çıkarlarına uygun olarak bütün bir ekonomi şekillendiriliyor (emperyalist sermaye eliyle), iç ve dış politika emperyalizmin programlarına göre belirleniyor ve yaşamın içerisinde belirginleşen bu müdahale yarı-sömürgelerde ulusal çelişki üzerinde keskinleştirici bir rol oynuyor.

Bu ülkelerde emperyalizm karşıtı bir ulusalcılığın geliştiği ya da yeşermesi için ortamın olgunlaştığı görülmektedir. Bu bir olgu olmakla birlikte burada, yarı-sömürgeler sorununu dışta tutup, siyasal hakları ellerinden alınmış sömürge ve ezilen bağımlı ulusları konuşacağız. En genel ifadesiyle bir ulusun bütün haklarının bir başka ulus, devlet tarafından elinden alınması, gasp edilmesi sonucu oluşan duruma ulusal sorun denilmektedir. Ulusal sorun yalnızca sorunun ortaya çıkışını, varlığını değil aynı zamanda sorunun çözümünü de içerir. Bir başka ulus tarafından haklarının elinden alınması pratikte egemen ulusun egemen sınıfları tarafından ezilen ulusun diline, kültürüne, siyasal örgütlenme hakkına, iktisadi sürecine vb. baskı uygulanmasıyla gerçekleşir.

Milli baskı sadece boyunduruk altına alma, bağımlılaştırmakla sınırlı değil, verili olan koşulları, yani ezen-ezilen ulus koşullarını devam ettirmeyi amaçlar, ulusal kurtuluş hareketleri de bu milli baskıya karşı açığa çıkan hareketlerdir. Kendi ulusunun maddi kaynaklarını, emek gücünü, pazarlarını tek başına sahiplenmeyi kendisi için bir hak, meşru bir imkan olarak gören ezilen ulusun burjuvazisi ve küçük toprak sahipleri deyim yerindeyse kendi çiftliklerinin hükümranı olamayışına, gelişmelerinin önüne ekonomik ve siyasal alanda sayısız engel çıkartılmasına sessiz kalmazlar.

 Ezen ulusun olsun, ezilen ulusun olsun fark etmez, burjuvazinin hepsi de sermayede içkin kurallar olan rekabet, daha fazla kâr gibi ekonomik davranışlar izlerler. Bir rekabet gücü olarak ezilen ulus burjuvazisi tam da taşıdığı bu özellik nedeniyle rakibi ve aynı zamanda siyasal kural koyucusu, siyasal iktidar sahibi olarak egemen ulusun hâkim sınıflarının daha “özel” ilgisine muhatap olur ve milli baskıdan payını alır. Sınıfının kazandırdığı yeteneklerin (örgütlenme, sevk ve idare, esneklik, yönetme ve düşünsel gelişme vb.) de bir getirisi olarak ama odağında ulusal pazarın hükümranı olma tepkisi olarak ulusal ezilmişliğe, milli baskıya isyan eder, isyanları örgütler.

 Milli baskıya karşı yükselen ulusal hareketin biricik hedefi milli baskının olmadığı, ulusal özgürlüğünü kazandığı koşullara sahip olmak, kendi ulusal devletini kurmaktır. Ulusal hareketleri belirleyen bu siyasal amaç kaçınılmaz olarak egemen ulusun hâkim sınıflarına karşı savaşmayı getirir. Milli baskıya karşı açığa çıkan ve ulusal özgürlük siyaseti olarak yaşam bulan ulusal hareket, bu pratik doğrultusuyla, gasp edilen ulusal haklarını elde  etmeye kalkışır.

 Diğer bir ifadeyle ulusal hareket ulusun kendi kaderini belirleme hakkının realize oluşudur. Bu bakımdan ulusların kendi kaderlerini tayin olgusu, ulusal kurtuluş hareketleri pratiğinin kendisidir. Komünistler bu nesnel ve eylemsel durumu tahlil etmiş ve UKKTH’yi ulusal sorunun çözümünde devrimci bir ilke olarak tanımlamışlardır. Kısacası önce eylem vardı, söz sonra geldi.

 Milli baskıya kökten karşı olmak, UKKTH ilkesini, siyasetinin (ulusal sorun siyasetinin) merkezine oturtmak demektir. Verili koşulların sonucu oluşan (ezen ezilen ulus ilişkisinin yükseldiği koşullar) milli baskı, aynı verili durum korunarak ortadan kalkmaz. UKKTH dıştalanarak ulusal sorunda çözüm diye benimsenen siyasetler olsa olsa milli baskının hafifletilmesini sağlayabilir. Milli baskıya tümden karşı olmanın siyasal ifadesi UKKTH’dir. Verili olanı kökten değiştirdiği için UKKTH siyasal olarak devrimci bir ilkedir. Mevcut koşulları esastan değiştirmeyen, bu koşullar üzerinde hak talebi için mücadele eden ulusal hareketle, UKKTH için mücadele eden ulusal hareket biri reformist diğeri devrimci olmak üzere farklılaşır. *** Sınıf Teorisi ile tartışmamızın ekseni böyle bir tarihsel çerçeveye sahiptir.

Buraya kadar yazdıklarımız yazı içerisinde tekrarlara düşmemek ve meselenin daha bir anlaşılır olması gibi kaygılarla ele alınmış, kısmen bir arka plan olarak görülmelidir.

 

Sonraki sayfalarda özel olarak ST’nin görüşleri tartışılacak, sınırlı da olsa konu, Kürt ulusal sorunu ve ulusal hareketin bugünü hakkında değerlendirmelerle ilerleyecektir.


UKKTH-Tarihten Notlar ve Polemik-2

 

 

 DEVRİMCİ PROLETARYA İÇİN OLDUĞU KADAR; ULUSAL DEVRİMCİ HAREKET İÇİN DE MİHENK TAŞI UKKTH’DİR

Ulusal sorunun çözümünde temel ilke Partizan, 66. sayısında (2008) bir ulusal hareketin “hangi amaç ve görevleri önüne koymuştur?” sorusuna verdiği yanıtla değerlendirilebileceğini söylemiş ve şöyle devamını getirmiştir.

 

“Emperyalizme (ve işbirlikçisi sınıfa) karşı olması, egemen ulusun egemen sınıfları zayıflatması gibi özelliklerin yanı sıra UKKTH için savaşması, bu hakkı elde etmeye yönelmesi, ulusal harekete devrimci bir nitelik kazandırır.”

 

 (age, Sf 13) Partizan, bu formülasyonuyla ulusal devrimci bir hareket için emperyalizme (ya da egemen ulusun egemen sınıflarına) karşı olmayı kendi başına yeterli görmemektedir.

 

Siyasal perspektifi esas almakta, önemsemekte, emperyalizme ve işbirlikçilere karşı olmayı, UKKTH ile ilişkisi içerisinde anlamlı bulmaktadır.

 

Çünkü bütün ulusal hareketler milli baskıya karşı ortaya çıkar, yüz yüze kaldığı milli baskıdan kurtuluş onu ulusal kurtuluş mücadelesine taşır. Bu, aynı zamanda hâkim ulus tarafından el konulmuş ulusal haklarına kavuşmaktır. Burada kendi kaderini tayin ulusal hareketlerin dolayımsız perspektifidir. Stalin yoldaşın (ve Lenin’in) o çok bilinen ulusal hareketlerin tabii eğiliminin ulusal devlet kurma yönünde olduğu görüşü, bizim dolaysız perspektif dediğimiz durumdur.

 

Nasıl ki sermayenin doğasında genişleme varsa, ulusal hareketlerin doğasında olan da kendi kaderini tayin isteğidir. Bütün o savaşlar, emperyalizme karşı olmalar, egemen ulusun egemen sınıflarına vurmalar işte bahsettiğimiz kendi kaderini tayin hakkını kazanmanın, bunun uğruna bir savaşın sonuçlarıdır.

 

Şu ya da bu ulusal harekete özgü bir durumdan değil, ulusal hareketlerin genel karakterinden bahsediyoruz. Sorun özgüle uygulandığında koşullar, hareketin iç dinamikleri, ulusal hareketin doğrultusu, savaş siyaseti üzerinde ileri ya da geri düzeyde sonuçlara yol açtıklarını, bu hareketleri ileri ya da geri anlamda etkilediklerini görürüz. Her şey gibi diyalektik süreç ulusal hareketler için de işliyor, onlar maddi koşulları, maddi koşullar bu hareketleri olumlu-olumsuz yönde etkiliyor, ulusal hareketleri ele alışımız diyalektik ve tarihsel materyalistçe olduğunda yaşanan değişimi, değişimin hangi durum ve koşullarda, ne yönde gerçekleştiğini kavrayabiliyoruz.

 

Hiçbir şey bir anda olmaz, taşıdığı potansiyel uygun koşullarla birleştiğinde değişimin sembolleri, siyasal ve pratik ifadeleri kendini açığa vurur. Bunun için bir dizi parametre sıralayabiliriz ama bir de diğerlerine kaynaklık eden, bir anlamda ona parametre ayarında değerler var, doğurgan olan budur. Çoğunlukla esasla tali karıştırılmakta, meselenin özünü neyin oluşturduğu ve bu özün nerede aranması gerektiği unutulmaktadır.

 

Toplumsal mücadelede bu karışıklığın, uluorta düşünüşün bir bedeli, bir karşılığı mutlaka olur. Bize fazlasıyla sorumluluk yükleyen de işin işte bu yönüdür.

 

Tartıştığımız  sorun özgülünde niteliği belirleyen, esas alınması gereken nedir sorusu Partizan tarafından UKKTH olarak yanıtlanmıştır.

 

Milli baskıyı tümden hedeflemesi, onu bir vuruşta kökten halletmesi, milli baskıyı uygulayanları vurması vb. nedenlerden dolayı UKKTH devrimci bir ilkedir, ulusal sorunun devrimci çözümü bu ilke etrafında biçimlenmiş siyasetle olur.

 

Bundan dolayıdır Partizan’ın UKKTH’ye mihenk taşı demesi. ST ise bu ilkenin devrimci niteliğinin sadece komünistler için geçerli olduğunu söylüyor; ulusal hareketler için “onun özgünlüğü daha farklı olup devrimci oluşunun ölçütleri daha başkadır” diyor.

 

ST ilgili yazısı boyunca, bize, UKKTH’nin ulusal hareketlerin politik niteliği açısından belirleyici bir özellik taşımadığını, UKKTH’nin politik nitelik açısından konu dışı olduğunu anlatıyor. ST’nin sayfalarında UKKTH, devrimci yayınlarda hiç rastlamadığımız düzeyde bir sıradanlıkla yer alıyor. UKKTH hiçbir devrimci yayında bu kadar önemsizleştirilmemiş, bu kadar “itilip kakılıp” örselenmemiştir. Şüphesiz yazıda UKKTH’nin önemine dair vurgular var ama nerede ulusal hareketlerle ilişkisi içerisinde ele alınıyor ve nerede Partizan’ın anlayışıyla polemiğe kalkışılıyor, işte orada, UKKTH herhangi bir şey derekesine indiriliyor.

 

Bizler ST’nin çizgisini biliyoruz, ulusal hareketlerin değerlendirilmesi sorununda UKKTH’yi belirleyici öğe almaması gibi bir yanlış dışında UKKTH’ye hak ettiği değeri vermiştir.

 

Fakat bu yazıda UKKTH özellikle değersizleştirilmeye çalışılmıştır. ST yazarı Partizan’ı çürüteyim derken görmek istemeyeceğimiz mecralara sürüklenmiştir.

 

Devam edelim…

 

2- ST’nin Düştüğü İdealizm:

 

Tarihsellik Yitimi UKKTH’nin devrimci niteliği yalnızca komünistler için mi geçerli, UKKTH yalnızca proletaryanın ulusal programını mı devrimci kılar? UKKTH, devrimci niteliğini ayrılma özgürlüğünü içermesinden alıyor. Milli baskıyı kökünden yok etmek ve kendi ulusu üzerinde bir başka ulusun egemenliğine son vermek özelliği nedeniyledir devrimci niteliği. Ulusal hareketler olsun, devrimci komünist hareketler olsun UKKTH hepsinde aynı anlama gelir ve aynı işlevi yerine getirir.

 

Fakat ST böyle düşünmüyor, o, UKKTH’in sadece komünistlerin ulusal programına devrimci rengini vereceğini söylüyor. Bunun (UKKTH’nin) ulusal hareketlerin niteliği üzerinde bir belirleyiciliği olmadığını savunuyor. İleride farklı bir başlık altında bu sorunu ayrıca tartışacağız, biz bir başka yönü üzerinde duralım.

 

ST’nin yanılgısının kaynaklarından biri sorunu tarihselliği içerisinde düşünmemiş olmasıdır.

 

ST’nin düşünce yapısı idealizmle maluldür.

 

Ulusal sorun ve ulusal kurtuluş hareketleri, henüz ortada bilimsel sosyalist düşünce ve bunu gerçekleştirme pratiğindeki komünistler, komünist partileri yokken vardı.

 

Yazımızın ilk sayfalarında özet biçimde bunu ele almış, ulusal hareketlerin

 

 a) ulusların kuruluş süreci içerisinde burjuvazinin feodal egemenlere karşı;

 

b) ezen-ezilen ulus çelişmesinin olduğu koşullarda ezilen ulusun kendi kaderini ele alması, geleceğinin işgal edilmesine karşı savaşlar biçiminde ortaya çıktığını belirtmiştik.

 

İşgaller neden yapıldı? Uluslar başka uluslar tarafından neden ilhak edildi? Bu işgallere, ilhaklara karşı neden savaşlar verildi? Bu savaşların kendi kaderlerini belirleme, başka ulusların iradelerini reddetmeyle ilgisi nedir? Ve bütün bunların dayandığı biricik unsur bir ulusun kaderine el koymak ve bir ulusu başkalarının ellerindeki kaderini çekip almak değil midir? Marks yoldaştan bu yana bütün komünistler bu gelişmeleri UKKTH bağlamında ele almışlardır, bütün komünistler bu savaşlara işte bu özelliğinden dolayı ilerici-devrimci demişlerdir. Lenin: “Eğer bir savaşın ‘özü’ örneğin yabancı zulmüne son vermekse (ki özellikle 1789-1871 Avrupasının tipik özelliğiydi) o zaman, ezilen devlet ya da ulus açısından böyle bir savaş ilericidir.” (Lenin, USUKS, Sf 232, altını çizen Lenin) Yabancı zulmüne son vermek… Bu kendi kaderini tayin ve bu amaçla ortaya çıkan bir savaşı anlatmıyor mu? Yeterince açık değil mi? Peki yine Lenin “Sosyal demokratlar, devrimci savaşların yani emperyalist olmayan, ama örneğin… 1789-1871 arasında olduğu gibi ulusal baskıyı ortadan kaldırmak amacıyla verilen savaşların olumlu yanını önemsememezlik edemezler” (age, Sf 231) diyor.

 

 Biz komünistler kitap tapıcıları değiliz, ulusal sorun ve UKKTH’nin tarihsel sürecini onun proleter hareketlerden bağımsız bir olgu olarak zaten var olduğunu göstermek okuru ve ST’yi ikna etmek için alıntılara sığınmıyoruz. Partizan’ı çürütmeyi amaçlaştırmanın işi nerelere götürdüğünü hatırlatmak, MLM ile kavgaya girişildiğini göstermeye çalışıyoruz.

 

UKKTH’nin devrimci içeriğini proletaryanın önderlik koşulları altında mümkün görmek, UKKTH’nin devrimci niteliğini proletaryanın tekeline vermek ulusal sorun ve ulusal kurtuluş hareketleri tarihine bent çekmektir. ST’nin yaptığı bundan ibarettir, ST’nin inceleme tarzı idealistçedir. Yukarıda bunu olguları tarihsel bağlamından kopuk aldığı örneği üzerinden açıkladık ama ST’nin düştüğü idealizm bununla sınırlı değil. Daha da derinleştiğine tanık oluyoruz. Aşağıdaki cümleler bunun örneğidir.

 

 ST; Düştüğü İdealizme Bir Düğüm Daha Atıyor ST, Kafkaslar ve Balkanları, oradaki karşı devrimci hareketleri anlatarak şöyle devam ediyor: “Bu tartışmadan şu sonucu çıkarmak hem mümkün hem de isabetlidir: Ulusal hareketlerin politik niteliğini belirleyen (bunda mihenk taşı olan) UKKTH talepli mücadele değil, aksine UKKTH talepli mücadeleyi devrimci kılan ulusal hareketin politik niteliğidir.” (age, Sf 107) Bu gösterişli cümle benzer biçimde bir başka sayfada daha geçiyor, mantık şöyle işliyor Kafkaslarda, Balkanlarda karşı-devrimci ulusal hareketler çıktı, o halde bunların kullandığı UKKTH ilkesi karşı-devrimcidir. Yine aynı mantık, PKK devrimci bir hareket olduğu için UKKTH de devrimcidir.

 

Zavallı UKKTH! Peki, o ulusal hareket neden devrimci (veya karşı-devrimci)? Marks yoldaşın benzetmesiyle kutsal metinlerde geçtiği gibi bir “ol” emri üzerine mi gerçekleşiyor bu durum? “Devrimci ol” mesela, ya da “ulusal hareket karşı devrimci ol” talimatı mı veriliyor? En başta şunu belirtelim, ulusal hareketin ortaya çıkması demek kendi kaderini tayin etme hakkı için bir iradenin ifadesi demektir. Ulusal hareketin varlığı ulusal sorunun varlığına, o da yetmez bu sorunun halledilmesi demek olan kendi kaderini tayin etmeye bağlıdır.

 

Ulusal sorun yoksa UKKTH de yoktur ve dolayısıyla ulusal hareket de yoktur. Ulusal sorun objektif olandır, ulusal hareket ise subjektif. Eğer subjektif olan objektif olanla uyumlu, onun gerçekliğine kılavuzluk etmişse o devrimcidir. Biraz açalım bunu: ulusal sorunun çözümü UKKTH’den geçer, UKKTH sorunun çözümündeki ilkedir, kanundur. Ulusal hareket bu ilkeyi rehber edinerek siyasetinin merkezine yerleştirmek suretiyle hareketini sürdürürse ulusal sorunun çözümüne ulaşır, tartıştığımız konu da burasıdır.

 

 Ulusal hareket UKKTH dışında başka yönelimlere girdiğinde gerçek sorundan ve çözümden uzaklaşmış olur. Daha açıkçası bu, ulusal hareketin kendine yabancılaşmasıdır. UKKTH, ulusal sorunun, ezen-ezilen ulus çelişmesinin çözümüdür. Bu şuna benzer, nasıl ki feodalizmle geniş halk yığınları arasındaki bir çelişki (baş çelişki) var ve bu çelişkinin çözümü Yeni Demokratik Devrim ise ve bu devrim nasıl ki asgari programı şekillendiriyorsa ezen-ezilen ulus çelişmesi de UKKTH ile çözülür (bu ulusal devrimdir de aynı zamanda) ve buradan ulusal program şekillenir. Feodalizmle geniş halk yığınları arasındaki çelişme bir toplumsal yapının varlığını anlatır. Ama belli bir toplumsal yapıyı, yarı-sömürge, yarı-feodal yapıyı anlatır. Bu maddi koşulların ve bu koşullar üzerinde yükselen çelişmelerin bilimsel tahliliyle bir sentez oluşturulur, bir teori ortaya çıkar aynı zamanda, mevcut çelişkilerin çözümü için siyaset oluşur, ve bütün bunlar kendine uygun araçları doğurur. Örneğin komünist partisi gibi o “komünist partisi” tabelası asılı olduğu için değil, kabaca sıraladığımız olgularla birlikte komünist vasfı kazanır. Ulusal hareket de UKKTH ve ondan doğan siyaset(ler)le biçimlenir. ST’nin görüşüne göre süreç, ilişkiler tersten kuruluyor.

 

 UKKTH talepli mücadeleyi devrimci kılan ulusal hareketin politik niteliğidir derken düşünceden bahsediyor, düşüncenin nasıl oluştuğunu görmüyor. Belki de özerklik talebiyle mücadele eden bir devrimci hareketten bahsediyor ST. Bu hareket UKKTH talepli mücadeleyi devrimci kılıyor(!) Albenisi olan ama elle tutulur bir yanı olmayan bu formülasyon, düşünceyi belirleyen olmakta, önceliği ona vermektedir ve idealist bir yaklaşımdır.

 

 ST, UKKTH’yi İçeriğinden Kopartıyor, Onu Biçimsel Kavrıyor Şimdi arkadaşları bu noktaya taşıyan soruna gelelim. UKKTH’yi kullanan, böylece bağımsızlık talep eden ya da devletini kuran, karşı-devrimci ulusal hareketler elbette var. Peki, bunu nasıl izah etmek gerekir? ST bu soruna da yaslanarak UKKTH’nin belirleyici unsur olduğunu, devrimci bir ilke olduğu gerçeğini kaldırıp çöpe atıyor. Oysa “suç” UKKTH’de değil, UKKTH ezilen ulus koşullarından kurtuluş, ayrılma özgürlüğüdür.

 

ST, Balkanlar, Kafkaslar dediğine göre Kosova’yı kastediyor olmalı ya da en somut Kosova olduğu için orayı alalım. Kosova, daha önce Sırp işgali altındaydı. UÇK (Kosova Kurtuluş Ordusu) önderliğinde Sırp işgaline karşı mücadele örgütlenmişti. Ülkeye 1999 yılında NATO müdahalesi olmuş, Sırp işgali atılmış ve 100 bin civarında askeriyle NATO işgali gerçekleşmiştir.

 

Aynı yıl Kosova BM denetimine bırakılmıştır. Daha önce de AB ve ABD emperyalizmiyle işbirliği içerisinde olan UÇK bu yeni durumda Kosova Demokratik Partisi’ne dönüşmüş ve AB-ABD emperyalizmiyle bütünleşmiştir. Kosova’nın bağımsızlık ilanı Kosova Demokratik Partisi lideri Haşim Taçi tarafından 2008 yılında açıklanmış, o tarihten itibaren ulusal devletler arasında yerini almıştır. (Konuyla ilgili olarak Partizan 66. sayı (2008) “Kosova’nın çelişkisi…” başlıklı yazıda kapsamlı bir değerlendirme mevcuttur.)

 

Önce UKKTH’yi devrimci kılanın ne olduğunu hatırlayalım. Ayrılma özgürlüğünü içermesidir. Yani bir başka ulus tarafından boyunduruk altına alınan, zulme uğrayan bir ulusun kurtuluşu, özgürlüğüdür. 10 yıla yakın bir süre ülkeyi AB ve ABD emperyalizmiyle birlikte yöneten Kosova hakim sınıfları, emperyalizmin denetiminde, emperyalistlerin programına uygun olarak koşulların hazırlanması sonrası, yine emperyalizmin teşviki ve onayıyla birlikte, Kosova devletinin kuruluşunu ilan etmiştir.

 

 Görüleceği gibi Kosova’da ulusal sorun UKKTH’nin içerdiği devrimci öz olan egemen ulusun boyunduruğuna son vermek, ulusal kurtuluşu sağlamak biçiminde gerçekleşmemiştir. Haşim Taçi ulusal kurtuluşu kapı dışında tutarak egemen ulus boyunduruğuna yönelmeden, onu daha güçlü muhafaza etmekte, ulusal bağımlılık ilişkisini yeni bir biçim altında ve yeniden üreterek sürdürmektedir. UKKTH kullanıldığı için Kosova yeni tip bir bağımlılık ilişkisine girmiş değildir, UKKTH’nin devrimci özüne göre bir hareket olmadığı için, yeni tip ya da yeniden bağımlılık oluşmuştur.

 

ST’nin yaklaşımı yüzeyseldir, UKKTH’yi biçimsel bir olgu olarak kavrıyor, onun özünü, içeriğini görmüyor. İçerikten kopuk, yalnızca bir irade beyanı olduğunu sanıyor. Durumu anlaşılır kılmak açısından uzatma pahasına Stalin yoldaşın da başvurduğu Afgan örneğini alalım: İngiliz işgaline karşı Emanullah Han önderliğinde bir ulusal kurtuluş savaşı örgütleniyor.

 

Afganistan’ın geleceğine yabancılar el koyuyor. Emperyalist işgale ve milli baskıya karşı bağımsızlık için, kendi kaderlerini yeniden ellerine almak için savaşılıyor. Ulusal kurtuluş savaşına feodaller, gerici sınıflar önderlik etmesine rağmen savaş, UKKTH’nin devrimci özüne uygun olarak ulusal kurtuluş siyaseti doğrultusunda gelişiyor.

 

Savaşın siyaseti UKKTH’nin özü olan ulusal özgürlük, yabancı boyunduruğa son vermeye göre belirlenmiştir. Devrimci bir ilkeye bağlı olarak, o temel alınarak devrimci bir siyaset belirlenmiş ve devrimci bir savaş biçiminde hayat bulmuştur. Savaşa önderlik eden sınıf gerici bir sınıftır. Fakat ulusal kurtuluşu hedeflemekte, kendi geleceğini, kaderini belirlemek için savaşa kalkışmaktadır.

 

Şimdi iki örneğimiz oldu. Her ikisi de gerici sınıftır. Afganistan UKKTH’nin devrimci niteliği demek olan ulusal kurtuluşu, siyasetinin temeli yapmakta ve devrimci bir savaş yürütmekte, yabancı boyunduruğu hedeflemektedir. Kosova, Haşim Taçi’nin önderlik ettiği hareket ise UKKTH’nin devrimci içeriğine aykırı olarak ulusal kurtuluş değil ulusal bağımlılığın devamı olan bir siyaseti temel almaktadır. UKKTH’ye biçimci yaklaşan ST’ye göre savaşın siyaseti ve onu belirleyen temel ilkenin ulusal hareketlerle hiç ilgisi yok, karşı-devrimin kefaretini UKKTH’ye ödetmesi bundandır.

 

 Gerek Afganistan ve gerekse Kosova örneği ulusal sorun ve ulusal hareketler meselesinde istisnai durumlardır, bununla birlikte UKKTH’nin devrimci özünü tartışılır hale getirmez, bizzat doğrularlar. Stalin yoldaştan bir alıntıyla tartışmamızı devam ettirelim: “Genel olarak ulusal hareketlerin niteliği konusunda da aynı şeyi söylemek gerekir.

 

Ulusal hareketlerin büyük çoğunluğunun kuşku götürmez devrimci niteliği ne kadar göreli ve kendine özgü ise, belirli bazı ulusal hareketlerin olası gerici niteliği de o ölçüde göreli ve kendine özgüdür… Afgan emirinin Afganistan’ın bağımsızlığı için savaşımı, emirin ve yandaşlarının kraliyetçi niteliğine karşın nesnel olarak devrimci bir savaşımdır; çünkü bu savaşım emperyalizmi zayıflatır, parçalar ve baltalar.” (Stalin, age, sf 226)

Ulusal hareketlerin (veya bütün hareketlerin) göreliliği sorununa ileride değineceğiz, dikkatimizi şu noktada toplayalım: “Afgan emirinin Afganistan’ın bağımsızlığı için savaşımı…” diyor Stalin yoldaş. Bunu Kosova’nın bağımsızlığı, Kürdistan’ın bağımsızlığı, Tamil ulusunun bağımsızlığı vb. diye düşünmeliyiz. Afganis67 tan’ın bağımsızlığı sorunu Afgan direnişini, Kürdistan’ın bağımsızlığı sorununu Kürt ulusal direnişini açığa çıkarmıştır.

 

Afgan direnişini devrimci kılan direnişin ya da savaşın kendisi değildir, bağımsızlık olgusu (yani kendi kaderini tayin) ve bu doğrultuda şekillenmiş bağımsızlık, ulusal kurtuluş siyaseti Afgan savaşını devrimci kılıyor. Eğer bu siyaset olmasaydı diğer bir ifadeyle bağımsızlık sorunu olmasaydı emperyalizme karşı savaş da olmayacaktı. Hatırlatalım, Marks yoldaş Çeklerin ve Güney Slavların hareketini böyle ele almıştı. “Kosova’nın çelişkisi” de buradaydı. Haşim Taçi Kosova’nın bağımsızlığı için savaşmadı, o karşı-devrimci şayet Kosova’nın bağımsızlığı için savaşsaydı, (bunun anlamının AB ve ABD güçlerine karşı savaşım olduğunu biliyoruz) bu savaş nesnel olarak devrimci olacaktı.

 

Bu cümlelerin “tercümesi” “UKKTH için savaşsaydı nesnel olarak devrimci olacaktı” demektir. Hafızamızı yokladığımızda aşağı yukarı bütün sosyal-şovenlerin (ve şovenlerin) UKKTH’ye karşı tepkisini karşı-devrimciler tarafından, emperyalistler tarafından kullanılıyor iddiası üzerinden şekillendirdiğini görürüz. Balkanlar, Kafkaslar, oralardaki çatışmalar, katliamlar Haşim Taçi gibi karşı-devrimciler hep UKKTH’nin “gözüne sokuluyor”.

 

Örneğin TKP tam da Balkanları hatırlatarak UKKTH’nin işlevini yitirdiğini, bu ilkenin terk edilmesi gerektiğini söylüyor. Biz bu hatırlatmayı yaparken ST’ye sosyal-şoven dokundurması yapmıyoruz. Bu aklımızdan geçmez. Fakat UKKTH’nin devrimci özünün sağlamasını, karşı-devrimci hareketlerle yapmaya kalkışması hiç de az bir olumsuzluk değildir. 

UKKTH KARŞISINDA İKİ FARKLI HAREKET VE İKİ FARKLI SİYASET

 

K. Radek’le Liberalleri,Liberal Solu Birleştiren Bağ Lenin yoldaş, K. Radek’le ulusal sorunun neden var olduğunu ve ulusal hareketlerin neden kaçınılmaz olduğunu tartışıyor, tartışmak zorunda kalıyor. Tartışmaya neden olan sav çok tanıdık: burjuva liberallerin, onların solcu ambalajlı olanlarının koro halinde seslendirdikleri enternasyonalizm şarkısının sözleri gibidir tartışma konusu.

 

Yani artık sınırlar son buluyor, ulusal devletler gereksizleşiyor, sermaye bütün engelleri kaldırarak tek bir dünya yapıyor, bu dünyada herkese fırsat eşitliği var. Dil, din, ulus, sınıf farkları siliniyor vs. vs. Radek de emperyalizmle ulusal devletlerin çerçevesinin aşıldığını, ulusal sorunun artık emperyalizmin sorunu olduğunu, onun çözdüğü, çözeceği bir sorun olduğu için UKKTH gibi bir çözüm oluşturmanın gereksiz olduğunu vb. vb. söylüyordu.

 

 Kısacası Radek’e göre UKKTH gereksizdi. A. Altanlar, M. Altanlar, O. Çalışlarlar, M. Belgeler, T. Akyollar ulusal savaşların ve toplumsal kurtuluş için mücadelenin tam da küreselleşmeye yaslanarak gereksizleştiğini vaaz edip durmuyorlar mı, “canım, bu devirde… olur mu” diye dalga yapıyorlar. Bütün oklar ezilen ulusların, ezilen halkların haklı, meşru başkaldırılarına, savaşlarına fırlatılıyor.

 Lenin Radek’e “…ama ulusal hareketlerin, bugünün ve geleceğin sorunu olduğu Asya’yı, Afrika’yı ve sömürgeleri dikkate almadığı için ileriye değil geriye bakan Parabellum’dur. (Parabellum Radek’in kod adı – PN) Hindistan, Çin, İran ve Mısır’dan söz etmek yeter.” (U.S.U.K.S, Sf 198) diyordu.

 

Lenin haklı çıktı. Emperyalizm ulusal sorunu çözmedi. Ezilen ulusların kurtuluş savaşları destansı direnişlerle emperyalizme vura vura çözüme ilerlediler. Çünkü emperyalizm ulusal sorunda çözüm değil ulusal baskının yeni bir tarihsel temelde yükseltilip genişletilmesi demektir. (Lenin) Lenin yoldaş diyalektik materyalistti.

 

Radek nesnel durumu reddediyor, ulusal hareketleri artık geçmişte kalmış sayıyor ve haliyle ezilen uluslar gerçeğine, onların taşıdığı devrimci olanaklara gözünü yumuyordu. Belli ki emperyalizmin gelişme yasasının savaşlar olduğunu da (Stalin) kavramamıştı. Emperyalizm varsa ezilen uluslar gerçekliği de olacaktı.

 

 Radek’in bakış açısına göre ezilen uluslar sorunu proletaryanın sorunu değildi ve ilgisinin dışında kalmalıydı. Lenin yoldaşa göre ise proletarya ulusal sorunu iktidar mücadelesinin bir parçası olarak ele almalı, iktidar mücadelesiyle birleştirmeliydi.

 

 2- Ulusal Devrimci Hareketle Ulusal Sorunun Çözümü Sermayenin içsel dinamikleri kaçınılmaz olarak ezen, ezilen uluslar gerçekliğini yarattı. Sermayenin varlığını buna bağlamıyoruz ama, var oluşunun kaçınılmaz biçimde getirdiği, ürettiği bir olgudur.

 

Ezen-ezilen uluslar kapitalizmle biçimlenmiş diyalektik bir birliktir. Birinin varlığı diğerine bağlıdır ve bu ilişki keskin çatışmaların da kaynağıdır. Çelişkinin hâkim tarafı birliği devam ettirmeye odaklıdır ve bu birliği korumak için siyaset geliştirir, çelişkinin tali olan yönü ise birliği parçalamaya ve egemen duruma gelmeye odaklıdır. Bunun için siyaset geliştirir.

 

Egemen ulusun siyaseti milli baskıdır, ezilen ulus kendi kaderini belirlemek için ulusal kurtuluş savaşına girişir. Fakat şu var: “Emperyalizm demek, sermayenin, ulusal devletlerin genel çerçevesini aşması demektir.” (Lenin) Ezen ulusun burjuvazisine karşı savaşmak, ezen ulustan kurtulmak bir ulusal kurtuluş için yetmiyor, bütün olarak sermayeye, bütün olarak ezen uluslara (emperyalizme) karşı olmak gerekiyor.

 

 UKKTH için savaşan ezilen ulusun burjuvazisiyle, küçük toprak sahipleri ve onların önderlik ettiği ulusal hareketle, yine UKKTH için savaşan (aynı ulusun veya aynı devlet içerisinde bütün ulus ve milliyetlerden) proletaryanın önderlik ettiği toplumsal kurtuluş hareketi ulusal sorunun çözümü meselesinde işte bu nedenle ayrışıyor.

 

Ulusal burjuva hareketler başarılı olduklarında devlet aygıtını kendi işçi ve emekçilerini sömürmek, onlar üzerinde baskı kurmak için kullanır, ayrıca kendi sınıf niteliği ve emperyalizmin işleyiş biçimi gereği, bu sistemin bir parçası olup, emperyalist sermaye karşısında bağımsızlığını yitirecektir vs. vs.

 

Proletaryanın önderlik ettiği toplumsal kurtuluşta proletaryanın ve ezilen halkın çıkarları, geleceği esas alınır, bütün ilişkilerin merkezine bu konulur; emperyalist sistemden bağımsızlık sorunu, proletaryanın ve ezilen halkın kurtuluşu ve geleceğiyle birlikte ele alınır. Ulusal sorunun çözümü, ulusal bağımsızlık gerçek anlamda böyle sağlanır.

 

3- Proleter Devrimci Hareketle Ulusal Sorunun GERÇEKTEN Çözümü İster tek uluslu olsun isterse birden fazla ulus bulunsun tüm sömürge, yarı-sömürgelerde ulusal sorunun gerçek anlamda çözümü yukarıdaki gibidir.

 

Türkiye gibi çok uluslu devletlerde komünistlerin ulusal programı ulusal sorunun gerçekten çözümünü amaçlar. Yani bütün uluslar arasında tam hak eşitliği, bütün uluslardan işçi ve emekçilerin birliği. Fakat bu gerçek çözümün baş köşesine UKKTH konulur.

 

Ayrılık özgürlüğü olmadan bütün uluslardan işçi ve emekçilerin birliği, zoraki birlik olur. Keza ulusların eşitliği de ancak UKKTH’nin varlığıyla mümkündür. UKKTH’siz bir eşitlik eşitsiz bir “eşitlik”tir.

 

Komünistler ezilen ulustan işçi ve emekçilere milli baskının nedenini ve gerçek kaynağını gösterir. Milli baskıdan kurtuluşun ve ulusal özgürlüğün kazanılması yolunun egemen sınıf iktidarını yıkmaktan geçtiğini, bu nedenle ezen ve ezilen uluslardan işçi ve emekçilerin birliğinin hayati olduğunu vurgular.

 

Kısacası komünistler ulusal sorun programını ayrılma özgürlüğü ilkesi etrafında şekillendirir, bunu işçi ve emekçilerin birliği için ilkesel olarak görür. Bu programda UKKTH, proletaryanın sınıf çıkarlarını önceleyerek, proletaryanın sınıf mücadelesine hizmet edecek biçimde ele alınmaktadır.

 

Radek gibi ulusal sorunun çözümünü emperyalizme bırakmak nasıl çarpıtılmış bir anlayışsa ulusal sorunun çözümünü ulusal hareketlere bırakmak, onlara tapulamak da o derece çarpıktır.

 

 Lenin yoldaş, “…sosyalizm için devrimci savaşımı, ulusal sorunda devrimci bir programla birleştirip ilişkilendirmemiz gere[kir]” (age, Sf 198) diyordu.

 

 

4- UKKTH’nin Değişmeyen ve Onu Devrimci Kılan Özelliği Peki, ulusal sorun programını devrimci kılan neydi, ulusal sorunun devrimci çözümü neye bağlıydı?

 

Bu ve benzer soruların cevabını Lenin’in, Kautsky’ye dönük şu sözlerinden öğrenmekteyiz:

 

“Kautsky temel sorundan, emperyalist burjuvazinin tartışılmasına izin vermeyeceği temel sorundan yani, ulusların ezilmesi üzerine temellendirilmiş devlet sınırları sorunundan kavrıyor; burjuvaziyi hoşnut edebilmek için en temel şeyi programından atıyor.

 

Proletarya yasallığın çerçevesi içinde kaldığı ve devlet sınırları sorununda burjuvaziye ‘sessizce’ baş eğdiği sürece, burjuvazi her türlü ‘ulusal eşitlik’ ve dilerseniz ‘ulusal özerklik’sözü vermeye hazırdır.

 

 Kautsky sosyal demokrasinin ulusal programını devrimci bir biçimde değil, reformcu bir anlayışla düzenlemiştir.” (U.S.U.K.S, Sf 202) Alıntıyı uzun tuttuk, çünkü her bir satır bizce önemliydi. Burada, ulusal sorunda devrimci ve reformcu bir programı belirleyen unsurun ne olduğunu görüyoruz.

 

Devrimci ve reformcu bir programın ayrımına “devlet sınırları” sorunu yerleştiriliyor, açıkçası UKKTH temel alınıyor. 69 70 Böyle bir program

 

1) Proletaryanın her türlü eşitsizliğe bu arada uluslar arasındaki hak eşitsizliğine de karşı çıktığı, bunu ilan ettiği için;

 

2) Devlet sınırlarının zoraki kurulduğu, ezilen ulusların kurtuluş hareketinin haklı ve meşru olduğunu gösterdiği için ve

 

3) ulusal sorunun çözümü önündeki engeli gösterdiği, bütün uluslardan işçi ve emekçileri egemen sınıfın iktidarına karşı savaşa yönelttiği için, bu ulusal program devrimcidir.

 

 Şimdi ST ile olan tartışmamıza dönelim: ST haklı olarak “Lenin bir ulusal hareketten, onun ulusal programından değil, proleter hareketten, onun ulusal programından bahsediyor” diyecektir. Doğru, “sosyal demokrasinin ulusal programı” diyor Lenin. Fakat demese ne olurdu! Dikkat edelim, Lenin yoldaş bir olgudan bahsediyor, “devlet sınırları” diyor.

 

 Egemen sınıfların bu sınırları “kıskançlıkla” nasıl koruduğunu, sınırları aynen muhafaza etmek kaydıyla verebileceği ödünleri anlatıyor. Programın devrimciliği kime ait olduğunu gösteren tabeladan değil, devlet sınırları sorunuyla ilişkisinden belirleniyor.

 

 Devlet sınırları sorunu egemen ulusun egemen sınıfları için (ve emperyalizm için) belirleyici, temel bir sorundur. Sınırlarını korumak ve mümkünse geliştirmek ekonomik ve siyasal çıkarlarının koşulladığı bir sınıf tavrıdır. Milli baskının uygulanma nedeni de bu değil mi? Lenin yoldaşın sözleri üzerinde uzun uzadıya durmaya gerek yok!

 

 Komünistlerin ulusal programı gibi gerekçelere sığınmaya, gerçeğe karşı inat etmeye lüzum yok. Ulusların boyunduruk altına alınması, ezilmesi üzerine temellendirilmiş, böyle belirlenmiş devlet sınırlarını hedeflemedikten sonra bir ulusal programın devrimciliği olur mu? Egemen ulusun hakim sınıfları milli baskıyı az da olsa gevşetmeyi düşünmezler.

 

Fakat ulusal ve sosyal hareketin gelişmesi, devlet sınırları için bir tehlikenin oluşması durumunda ulusal özerkliğe de, anadilde eğitime de evet diyebilir, milli baskının cenderesini az da olsa gevşetebilirler. Egemen ulusun burjuvazisi için devletin bütünlüğü sorunu ne derece hayatiyse ezilen ulusun burjuvazisi ve küçük toprak sahipleri için de ulusal devletini kurmak aynı siyasal ve ekonomik nedenler dolayısıyla hayatidir.

 

Ulusal hareketlerin doğal eğiliminin kendi devletini kurmak olduğu biçimindeki MLM görüş bu gerçeğe dayanır. Kendisine ait olmayan bir devletin sınırları içinde kalmak ezilen ulusun doğasına aykırıdır. Başka bir ulusun idaresine neden tabi olsun, bunu neden kabullensin? Ulusal hareket bu sorulara verilen cevaptır.

 

Böyle bir savaşta hayat bulan şey ise UKKTH için mücadeledir. Milli baskıdan başka bir ulusun kendi üzerindeki tahakkümden kurtuluş demektir bu mücadele. Lenin ulusal sorunda oportünist, sosyal-şoven çizgiye sahip olan Kievski’ye, R. Luksemburg’a vb. vb. bu gerçeği anlatıyor ve onlara diyordu ki: “Emperyalist devletlere karşı ulusal savaşlar yalnızca olası ve olanaklı değildir, ama aynı zamanda kaçınılmaz bir şeydir, ilericidir;... ulusal savaşlar devrimcidir.” (U.S.U.K, Sf 227) Lenin yoldaşı böylesine iddialı konuşturan toplumsal süreçlerin bilimsel tahlilidir.

 

Karşıtların birliği ilişkisinin engellenemez sonuçlarıdır. Partizan’ın UKKTH’yi mihenk taşı olarak alması, ulusal hareketlerin politik bakımdan durduğu yeri UKKTH ile ilişkisi içerisinde değerlendirmesi Lenin yoldaşın kullandığı, ulusal hareketleri; tahlil ederken de parlak bir biçimde açığa vurduğu diyalektik materyalist yöntemle ilgilidir.

 

ST’nin yöntemi bu değildir, ST subjektif toplumbilimsel bir yöntemle hareket ediyor, olgulardan, nedenlerden yola çıkmıyor, pusula yitimine bundan dolayı uğruyor. Ulusal hareketlerin tarihsel sürecini ve fakat maddi gerçekleri öncelleyerek inceleseydi, egemen ulusun hakim sınıflarınca belirlenmiş sınırlarda neden kabına sığmadığını, neden o sınırları zorladığını ve dolayısıyla neden devrimci bir nitelik taşıdığını şüphesiz kavrar ve UKKTH ilkesi KP’ler için devrimci bir ilkedir, ulusal hareketlerdeki yeri ve anlamı bu değildir gibi bir hafifsemede bulunmazdı.

 

Çünkü bu ilke tam da ulusal hareketlere içkindir ve onun ortaya çıkışını ya da ortaya çıkışıyla birlikte en doğrudan biçimde anlattığı, gösterdiği olgunun kendisidir. Bakın Lenin ne diyor: “Demek ki, eğer biz, ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi kavramının anlamını, hukuksal tanımlamalarla cambazlıklar yaparak ya da soyut tanımlamalar ‘icat ederek’ değil de, ulusal hareketlerin tarihsel ve iktisadi koşullarını inceleyerek öğrenmek istiyorsak varacağımız sonuç kaçınılmaz olarak, ulusların kendi kaderlerini tayin etmenin o ulusların yabancı ulusal bütünlerden siyasal bakımdan ayrılma ve bağımsız bir ulusal devlet oluşturmaları anlamına geldiği sonucudur.” (UKKTH, Sf 53) ST bu sözleri nasıl anlar bilemiyoruz, fakat hiç değilse ulusal ezilmişlikten kurtulma, egemen ulus boyunduruğunu kırma yani kendi kaderini tayin etmenin ulusal hareketlerin var oluş nedeni olduğunu ve bunun da egemen devletin sınırlarını hedeflediğini anlamasını isteriz. İşte o vakit devrimci ulusal program olduğu için Kautsky’nin uzak kaçtığı ulusların kendi kaderini tayin hakkının ve onu pratikleştiren ulusal hareketin devrimci olduğunu da iyice görmüş olur.

 

UKKTH’yi temel alan bir ulusal hareketin de, sosyal kurtuluş hareketinin de ulusal programı devrimci bir program olur. Şu konuya dikkat edelim, programına UKKTH’yi almayan, böyle bir amaç taşımayan bir ulusal burjuva hareket reformist bir harekttir.

 Fakat ulusal değil toplumsal devrim için mücadele eden bir devrimci hareket UKKTH’siz bir ulusal program sahibi olduğu için reformist olarak değerlendirilmez, şüphesiz UKKTH’siz o program sosyal-şoven bir programdır, böyle bir devrimci yapının sürekleneceği yer reformizm de olur, daha beteri de ama devrimci değildir değerlendirilmesi yapılamaz.

 

 Yani UKKTH’yi savunmayan bir devrimci hareket reformist, UKKTH’yi savunan bir reformist hareket de devrimci olmaz. Çünkü bir sosyal hareketin (sosyal reformist de dahil) programı sadece ulusal sorunla sınırlı değil, toplumsal yapının bütününe ilişkin, toplumsal yapının tüm temel meselelerine ilişkin bir programdır. Bunlardan biri hakkında reformist nitelik taşıyan bir çözüm anlayışı programın bütününü belirlemez.

 

Ulusal kurtuluşçu bir hareketin programının esası ise ulusal programıdır. Eğer ulusal kurtuluşun üzerine şekillenmemiş, UKKTH’yi dışta bırakmışsa o ulusal hareketin verili devletin sınırlarıyla bir sorunu yok demektir, bunun ne anlama geldiğini Lenin’den okumuştuk, o hareket reformist bir harekettir.

 

 İçerisinde bulunulan maddi koşullar kişilere, hareketlere göre değişmez. Bir devlet sınırları içerisinde ezen-ezilen ulus gerçeği her sınıf, her siyasal yapı için geçerlidir, kabul edip etmemeleri varlığın dışında bir olaydır. Ezilen uluslar sorunu da nesneldir, bu sorunun ya da bu çelişkinin tek çözüm yolu var o da UKKTH, ST bir başka çözüm yolu biliyorsa (komünistlerin çözümü gerçek çözümdür, ulusal burjuva hareketlerin biçimsel vb. deme dışında) bunu söylemeli.

 

UKKTH’nin karşılığı, işlevi komünistler için de ulusal burjuva hareketler için de aynıdır, her ikisinde de milli baskıyı, bir devletin sınırları içinde zoraki tutulmuşluğu, devletin sınırlarını hedefler. Bu özellik hareketten harekete göre yani proleter ve ulusal burjuva harekete göre değişmiyor.

 

ST bu özelliği nedeniyle UKKTH’ye devrimci bir ilkedir ve buna göre şekillenen ulusal program, devrimci bir programdır diyor, bunu kabul ediyor ama proletarya için böyledir. Ulusal hareketler için bu geçerli değil diyor, buna olsa olsa keyfiyetin daniskası denilir.

 

 Oysa ayrım noktası bu ulusal devrimci programın, bu devrimci programa göre belirlenmiş devrimci mücadelenin hangi sınıfın çıkarlarına bağlandığıdır. Proletaryanın ulusal programı proletaryanın enternasyonal sınıf çıkarlarına bağlı bir öz taşır, UKKTH için mücadeleyi devrim için mücadeleyle birleştirir.

 

 UKKTH başta gelmek üzere bütün uluslar için tam hak eşitliğini savunur. İşçi ve emekçilerin birliğini, gerçekten birliğini ancak böyle görür. Proletarya ulusal programıyla ulusal sorunun çözümünün dışında değil bizatihi onun öznesi olduğunu ilan eder, ezilen ulus ve milliyetlerin sorunlarını proleter devrimin görevleri içerisinde değerlendirerek, kitleleri proleter devrimci savaşıma katmanın bir aracı haline dönüştürür.

 

 Lenin yoldaş “Kapitalizme karşı devrimci savaşımı bütün demok-ratik isteklerle... ulusların kendi kaderini tayin hakkı vb. isteklerle ilgili devrimci bir program ve taktiklerle birleştirmeliyiz” (U.S.U.K.S Sf 198) diyor. Proletarya ulusal programıyla bu amacı güder. Böylece ulusal ve sosyal meselenin kaynağı olan toplumsal düzene, bu düzenin egemen sınıflarına karşı çeşitli ulus ve milliyetlerden emekçi halkı proletaryanın saflarında birleştirmenin zemini yaratılmış olur. 


https://partizanarsiv8.net/file/2018/03/partizan_sayi_73.pdf



                  Ulusal hareketlerin politik niteliği sorunu ve “Sınıf Teorisi”nin yanılgısı 




https://partizanarsiv8.net/file/2018/02/Partizan66.pdf

 



 


6 Nisan 2023 Perşembe

1923-2023: 100. Kuruluş Yılında TC Gerçekliği Yüzüncü yılında büyük katliam


ANALİZ 

1923-2023: 100. Kuruluş Yılında TC Gerçekliği Yüzüncü yılında büyük katliam

1915 Aralık ayında Ermeni Soykırımı bütün barbarlığı ile devam ederken, Meclis-i Mebusan’da da yapılmıştır. Bu gerçeği Meclis gizli tutanaklarından bugün ancak öğrenebiliyoruz. Mebus Ali Rıza, çökülen Ermeni malları için şunları ifade ediyor; “…Bu bir zulümdür… Beni kolundan tut köyümden dışarı at malımı mülkümü sat bu hiçbir vakit caiz değildir. Bunu ne Osmanlı vicdanı kabul eder ne de kanun…” demektedir. Yine bir başka Trabzon mebusu Hafız Mehmet, Kasım 1918’de, mecliste Muş’taki katliamlar görüşüldüğü sırada; “…Evet efendim bizim memurlarımız birçok Ermeni çoluk-çocuklarını kestiklerini bende söylüyorum. Ve malları da yağma edildi…” diyerek tepkisini dile getirmektedir.

 

Yine Adana Ermeni mebusu Nalbantyan’ın da aynı şekilde Kirkor Zohrab ile Vartkes Çilingiryan mebuslarının başlarına gelen vahşice ölümlerini öğrendikten sonra 15 dönüm tarlasının hasılatını Adana Valisi’nin kardeşine vererek ölümden kurtulduğu bilinmektedir.

TC devletinin kuruluşunun 100. yılındayız. Ermeni-Rum-Yahudi ile Hıristiyan halkların (Süryani-Keldani…) kanı, canı, varlıkları ve tüm zenginlikleri üzerine inşa edilen TC devletinin kuruluşunun 100. yılına denk gelen 2023 yılı tartışmaları ve etkinlikleri, 6 Şubat’ta meydana gelen Büyük Deprem Felaketi’nin gölgesinde kaldı.

https://ozgurgelecek46.net/analiz-1923-2023-100-kurulus-yilinda-tc-gercekligi-yuzuncu-yilinda-buyuk-katliam/


1 Nisan 2023 Cumartesi

Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin boykot tavrı neden doğru değildir

2023 Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin boykot tavrı neden doğru değildir

Çünkü öncelikle içinden geçilmekte olunan tarihi momentin realitesi; “Burjuva faşist düzen partileri ve ittifaklarının adaylarını boykot et, devrimci demokrat adayları destekle!” (MKP-SB. Bk. Halkın Günlüğü gazetesi) şiarında dile getirilen bu yaklaşımla örtüşür değildir. Neden değildir? Çünkü öncelikle içinden geçilmekte olunan süreç, ‘normal-olağan’ rutin bir süreç olmayıp; yönetimsel olarak sistemde niteliksel değişimin yaşanacağı bir süreçtir. Görülemeyen ve tam olarak somut karşılığının ne olduğu/olacağı yeterince kavranamayan ve dolayısıyla da isabetsiz tutumların geliştirilmesine kaynaklık eden temel faktör de tam olarak budur. Öte yandan cumhurbaşkanlığı seçiminde “devrimci demokrat” aday çıkarılacak olsa bile, kazanma şansı olamayacağından, bunun desteklenmesi, sürecin ihtiyacını duyduğu sonucu sağlayamayacak ve dolayısıyla da buraya verilecek oylar Erdoğan’ın seçilmesi sonucunu doğuracaktır.

 

Ne diyordu büyük komünist Georgi Dimitrov yoldaş? “Faşizmin yönetimi ele geçirmesi (siz bunu “koyu faşist tek adam sultası”nın şeriatçı faşizme evrilmesi olarak okuyun. Bn.) sadece bir burjuva hükümetinin bir diğerini izlemesi değildir. Burjuvazinin- burjuva demokrasinin- belli bir sınıfsal egemenliğini içeren devlet biçiminin, bir diğeriyle; açık terörist diktatörlükle değiştirilmesidir.” (FKBC)

 

Açıkça görüleceği gibi bu türden değişiklikler basit sıradan olağan değişiklikler olmayıp, niteliksel değişikliklere tekabül eden değişimlerdir. Haliyle sonuçları da farklı olacaktır. Tıpkı, 14 Mayıs’ta yapılacağı karar altına alınan cumhurbaşkanlığı seçiminde önü kesilemez ise; şeriata dayalı daha koyu bir faşizm ile devam edecek olan Erdoğan iktidarının toplumun üzerine bir karabasan gibi çökecek olmasında ki gibi.

 

Örneğin denilmektedir ki: “…bu seçim oyunu, başkanlık sisteminden parlamenter sisteme geçiş kurgusu temelinde koyu faşist tek adam sultasından ırkçı-faşist tekçi paradigmalara dönüş içeriğiyle belli bir anlam yüklenmektedir. Ancak bu anlam, demokratik muhteva taşıyan bir geçiş ya da değişim süreci değil, bilakis burjuva devlet sistemi ve yönetim biçimlerinde birinden ötekine geçiş kadar anlamlıdır…” (bk. 7.03.2023 tarihli H.G. gazetesi)

 

Görüleceği gibi burada çok sığ, bir o kadar da biçimsel ve sorunun sınıf mücadelesine etkilerinin nasıl olacağının analizden yoksun, düz-mekanik bir mantık örgüsü söz konusudur. Böyle olduğu için de kaçınılmaz olarak sorun götürülüp; “demokratik muhteva taşıyan bir geçiş ya da değişim süreci” olup olmadığına endekslenerek ele alınıyor. Buradan da yürünerek, sözüm ona ‘haklı’ çıkarsamalar ortaya konmaya çalışılıyor: “Her ikisi de faşist olduğuna göre, burada bizi ilgilendiren bir yön bulunmuyor!”

 

Oysa ki, bırakalım teorik-akademik bir analizi, somut sosyal yaşam pratik ve deneyimleri üzerinden ele alınıp sorgulandığında; “koyu faşist” ile “parlamenter maskeli faşist” veya 12 Eylül sürecinde olduğu gibi, askeri faşist diktatörlükle parlamenter maskeli Turgut Özal yönetimi veya Şah Rıza Pehlevi dönemi faşist diktatörlüğü ile şeriatçı molla faşizmi veya Mussolini ve Hitler dönemi Almanya ve İtalya’sı ile bunlar öncesi ve sonrası dönemin burjuva diktatörlüğü veya Endonezya’da 1965-66 yıllarında yarım milyonun üzerinde komünist ve solcunun hunharca katledildiği Suharto darbesi süreciyle öncesi süreci vs. vs. mukayese edildiğinde, sorun hiç de  “burjuva devlet sistemi ve yönetim biçimlerinde birinden ötekine geçiş” ile ifade edildiğindeki gibi hafifsenerek, ciddiye almaya değmeyecek kadar basit olmadığı/olamayacağı kolaylıkla idrak edilebilir.

 

Yani burada sorun, sürecin daha demokratik bir yönelime evrilme olasılığı boyutundan daha çok, daha beter olana evrilme potansiyeli boyutuyla sorgulanmayı öncelikli kılar/kılmalıdır da. Çünkü toplumun tümden zapturapt altına alınması, hiçbir legal-demokratik alan faaliyetinin keza işçilerin-emekçilerin ve özelde de kadınların kazanılmış hiçbir hak ve mevzilerinin kalmayacak olması, keza tüm ‘aykırı’ düşünce ve inançların susturulacak olması anlamına gelen ve şeriat ile daha farklı bir boyut kazanacak “koyu faşist tek adam sultası” ile, sayılan  tüm bu konularda kısmi serbestliklerin yaşanacağı ve bir çok temel hak ve hukukun korunabileceği, daha da önemlisi, mücadeleyle geliştirme imkanının daha fazla olacağı şu “ırkçı-faşist tekçi” paradigmalı “parlamenter sistem” olarak tanımlanan arasında bir tercih yapma zorunluluğu ile karşı karşıya kalmış olma sorunudur.

 

Keza sorun, bu ayrım ve tercihin, yaşadığımız süreçteki “tarihi öneminin” görülemiyor oluşudur. Çünkü sorun, şayet var olan ve gelmekte olan daha da beterini güçlü halk muhalefetiyle veya devrimle savuşturabilecek güç ve kabiliyetten yoksunsan; daha beterini savuşturmak senin o süreçteki tarihi görev ve sorumluluğun olarak öne çıkar. Bunu, ehvenişere razı olma pahasına da olsa başarmaktır güne ilişkin siyasal mücadelenin isabetli siyasi taktiği.

 

Kimileri bunu, keskin sol söylemlerle, burjuva muhalefetin kuyruğuna takılmak veya onun saflarında sıraya girerek, sistemle uzlaşmak/barışmak olarak niteleyerek; burjuvaziyle uzlaşmayacaklarını, savaşacaklarını söylüyor. Örneğin MLKP, günün öncelikli görevini daha koyu ve şeriatçı açık faşist diktatörlük tehdidini savuşturmak için; “baş düşmana karşı birleşilebilecek tüm güçlerle birleşme” siyasetini böyle karşılıyor. Ve bunun, faşizme karşı yürütülen mücadelenin devrimci bir taktiği olamayacağını ileri sürüyor. Bu, olsa olsa sisteme yedeklenmek isteyen reformistlerin taktiği olabilirmiş vs. vs.

 

Demek ki Çara karşı liberal burjuvaziyle ittifak siyasetini uygulayan Lenin ve Bolşevikler, Hitler faşizminin iktidara gelmesinin yolunu kesmek için SPD ile seçim ittifakı yapmayı başaramadığı için özeleştiri veren Almanya KP’si, Hitler faşizmine karşı diğer bir takım rakip emperyalist devletlerle cephe oluşturan Stalin ve SBKP, keza Hitler faşizmine karşı işbirlikçi kesim dışındaki tüm güçlerle Halk Cephesi siyaseti uygulayan FKP, Japonya işgali karşısında iç savaşa mola vererek Çin Devletiyle birleşik cephe siyaseti izleyen Mao ve ÇKP, faşizme karşı birleşik cephe siyaseti güdülmesi gerektiğini ısrarla yineleyen Dimitrov ve Komintern vb. vb. tüm bu yaklaşım ve pratikler burjuvaziyle, faşizm ve emperyalizmle uzlaşmacı, sınıf işbirlikçiliği olsa gerek.

 

İlginç ve dramatiktir ki sınıf adına siyasi mücadele arenasında önderlik rolü üstlenmiş ve tavır ve yaklaşımlarını kamuoyuyla paylaşmış olan kimi sosyalist ve komünist partiler (örneğin MKP, MLKP ve TKP-ML gibi), kuvvetle olası bu gelişme ve değişimleri günün siyasal taktiği olarak hesaba katarak ona göre bir görev ve sorumluluk üstlenme gereği dahi duymuyor; tam aksine, örneğin MKP, bu ‘sol’ yaklaşım ürünü tutumlarının ‘haklı gururu’ içerisinde, şunu dahi söyleyebilmektedir:

 

“Daha somut ifadeyle açık faşizmden parlamento peçesiyle örtülmüş faşizme geçiş kadar manidar, bu kadar cılız ve anlamlıdır. İşte, ‘tarihsel süreç’, ‘demokrasinin kaderi’ gibi demagojilerle propaganda edilen bu seçimler, yüklenen yapay anlamların aksine, bu kadar kof, bu kadar kısır ve tüm özüyle burjuvadır.” (Bk. H.G)

 

Bir bakıma “ha Hasan, ha Kel Hasan ne fark eder; ikisi de sonuçta Hasan işte!” yaklaşımı sergileniyor buradaki siyasal sorun ve siyasal mücadele hususlarında. Yani son derece yüzeysel ve kaba yaklaşımlar. Yaklaşım böyle olunca, haliyle de kendilerine, devrim inancına kilitlenme dışında, faşizme karşı mücadelede günün görevi olarak, kayıtsız kalma dışında bir görevin düşmediğinin huzuru içinde olabiliyor. 

 

Ya da TKP-ML, seçimler sonrası Erdoğan rejiminin şeriata evrilebileceğini kuvvetli bir olasılık olarak ön görüyor olmasına karşın, mevcut koşullarda ve güç dengeleri denkleminde bu ciddi tehdidi devrimle veya kitlelerin aktif karşı koyuşuyla engellemenin mümkün olmadığı realite içinde bunu savmanın başka olanaklarını devreye sokmaya çalışmak yerine; kolaycı ve ama sorumsuzluk örneği de addedilebilecek seyirci kalma tutumunu “proleter devrimci duruş” böbürlenmesiyle günün siyasi taktiği olarak kamuoyuna deklare edebiliyor.

 

Ya da bir taraftan: “Elbette AKP’nin ya da faşist şef Erdoğan’ın gitmesi önemlidir. Fakat faşist şef Erdoğan ve şeflik rejiminin gitmesi yeterli olmaz. Yerine gelecek Millet İttifakı yönetimindeki parlamenter rejime demokratik reformları dayatacak işçiler ile ezilenlerin mücadelesini büyütmeye, bu yolla demokratik ve sosyal hakları söz konusu yönetime dayatarak hem haklar kazanmak ve hem de halk hareketinin özgüven   ve gücünü büyüterek, faşizmi yıkacak gücü oluşturmak asıl meseledir.” (Atılım gazetesi) diyebiliyorken; fakat öte yandan da şeriatçı ve daha koyu açık faşist diktatörlüğün önünün kesilmesini önceleyen bir mücadele ve ittifaklar siyasetini tu kaka olarak yaftalama gayretiyle, keskin solculuktan da geri durulmuyor.

 

 Oysa olguların ve nesnel yaşamın göstergeleriyle şu çok açık ki: Şayet engellenemez ise, gelecek olan zorbalık rejimi, 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğünden daha ağır bir şekilde çökecektir toplumun üzerine. İşte bundan ötürü de komünist, sosyalist, demokrat, feminist ve anti şeriatçı tüm toplum kesimlerinin öncelikli tarihi görevi, bu toplumsal yıkımın önüne geçmektir. Yani bir diğer ifadeyle toplumun, toplumu ileriye taşıyacak olan ilerici, demokrat, sol, sosyalist, feminist, seküler ve komünist dinamiklerini, ikinci bir 12 Eylül kıyımına (ya da İran’da yaşanan tarzda) uğratmamak için, faşizme karşı mücadeleyi, günün gerçeklerine sırtımızı dönmeden ve mücadele tarz ve taktiklerinin belirlenmesinde tayin edici başat unsur olan güçler dengesi realitesine uygun bir tarzla belirleyip uygulamak tarihi sorumluluğuyla karşı karşıyayız.

 

Kimileri galiba hayatın acı gerçeklerinden önemli oranda kopuk olmalı ki; ayakları havada ‘savaş naraları’ atmaktan pek bir haz duyuyor gibiler. Elinizi tutan, makinalınızın namlusuna karanfil takan ve kızıl ordunuzun önüne bedenlerini yatırarak onların faşizmin üzerine ölüm kusmasını engelleyen mi var; buyurun, tek bir devrimci hamleyle, tüm kurum ve kuruluşlarıyla yıkın, yerle bir edin faşist diktatörlüğü. Böylece elleri titreyen, dizlerinin bağı çözülen ve de ölümüne ödleri kopan bizim gibi tüm tabansızların da laflarını ağızlarına tıkmış olursunuz ve paşa-paşa ardınızda saf tutmalarını da sağlamış olursunuz, fena mı olur yani.

 

Sahi niye bunu yapmıyorsunuz? Yapmıyorsunuz değil aslında, yapamıyorsunuz; çünkü bunu yapacak düzeyde bir örgütlülüğünüz, eğitimli donanımlı sübjektif güçleriniz, silah araç gereçleriniz yok öncelikle. İkinci olarak savaşın en temel yasalarının sadece lafzını yapıyorsunuz; onların ruhunu kavramakta pek dogmatik ve mekaniksiniz. Böyle olmamış olsa; nispeten zayıf bir gücün, konjoktürel olarak sizden kat be kat güçlü düşmanınızı tek hamlede ve toptan yıkma stratejisine kilitlemezdiniz kendinizi. Bilirdiniz bu savaşın (gerek Leninist toplu ayaklanma ve gerekse de Maoist uzun süreli halk savaşı stratejileri gereği) uzun soluklu, irili ufaklı ve ardışık bir yığın muharebelerden geçerek ilerleyeceğini. Ve bilirdiniz sınıfların antagonist çelişmeler üzerinden saf tutuğu bu türden zorlu ölüm kalım savaşın (ve hatta kimi tek tek muharebelerin dahi) düşman cephesi içindeki çekişmelerden yararlanmadan ve verili sürecin asgari müşterekleri üzerinde kimi uzlaşmalarla o muharebe özgülünde de olsa silahları sürecin baş düşmanına çevirmeden kazanılamayacağını. Ve bilirdiniz sınıf savaşının tek düzeyli ve tek aşamalı olmayacağını; her sürecin bir baş çelişmesinin ve baş düşmanın olacağını ve anın görev ve savaş taktiğinin, bunların çözümü üzerinden şekillenmesi gerektiğini. Ve o zaman anlardınız ve es geçme lakayıtlığına düşmezdiniz daha yıkıcı ve yok edici bir şekle bürünerek gelecek olan düşman saldırısını önlemenin ve kendi güçlerini korumanın da faşizme karşı bir savaş taktiği olduğunu. Anlamakta zorlanmazdınız aslında bu taktiğin kendisinin de doğrudan faşizme karşı mücadele stratejimizin değerli bir taktiği ve muharebesi olduğunu. Evet, burada görünüş olarak burjuvazinin bir bölüğüyle sahada bir güç birliği durumu vardır ve muharebe zaferinin aslan payını da burjuvazinin muhalif kanadı almış oluyorsa da ama stratejik düşünenler tablonun bu kısmına takılmaz, onlar, bu güç birliğiyle burjuvazinin o özgülde halkların en kanlı zorba kliğini yenilgiye uğratmış olmak ve kendi güçlerini korumuş ve sonraki hamle için tahkim etme ortamı yaratmış olmanın başarısı olarak bakar. Yani sınıf savaşının da doğasına aykırı değildir şu “kazan kazan” esprisi. Nerede durduğunuz, hangi pencereden baktığınız ve hangi perspektifle ele aldığınıza bağlı birazda.  

 http://halilgundogan.blogspot.com/2023/03/2023-cumhurbaskanligi-secimine-iliskin.html

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)