27 Mart 2024 Çarşamba

Yeni Politika Arayışlarına Eleştirel Bir Katkı- 1-2-3

Bilginin, sermayenin kendisine, hatta üretim aracına dönüşmesiyle evden çalışma yoluyla kendi üretim aracının sahibi olan, teknokrat bir sınıfın artık faşizmin yeni sosyal dayanağını oluşturduğu bir çağda herşey karmaşıklaşmaktadır.

 

 

Bu makalede gazetemizin yazarlarından Sayın Muzaffer Oruçoğlu’nun; “Kazanılmış Haklar ve İttifaklar” başlıklı yazısında ifade ettiği görüşlerinin değerlendirilmesini esas almaya çalışacağız.

Öncelikle belirtmemiz gerekirki siyaset bilimimizin gelişimi ve açıklanmasını bekleyen olguların çözümlerinin saklı olduğu pandoranın kutusunu parçalayabilecek bir güce erişebilmesi için başka araçlara da ihtiyacımız olduğunu hatırlamak gerekir.

Reel bir politik tasarımın, toplumun mevcut ekonomik yapısının gerçekçi bir tarifi ve sosyolojik ilişkilerinin analizi üzerinden yükselmesi gerektiği açıktır. Tabiki politik, psikolojik, kültürel ve tarihsel başka toplumsal yapı taşlarıda iyice incelendikten sonra sürece dahil edilmelidir. Geniş ittifaklara dayanmayan, kapalı kapıcı ve ben merkezci bir sınıf mücadelesinin güçlenme ve başarma şansının zayıf olduğunu belirten Oruçoğlu; devrimci, demokrat, liberal ve anti komünist olmayan islami çevrelere kadar tekellerin baskısı altında ezilen kesimlerle geniş bir ittifakı önermektedir.

 

Oruçoğlu’nun buraya kadar tarifini yaptığı politik yelpazenin sınıfsal örüntüsü görünür ve net olduğu için faydalı bir önerme gündeme getirdiğini rahatlıkla belirtebiliriz. Biz burada yazarın bu konuda eksik bıraktığını düşündüğümüz bir hususu hatırlatmak istiyoruz.

Sahadaki sosyalist, demokratik kuvvetlere geniş ittifak ve yayılma siyaseti öneren Oruçoğlu’nun bu politik ve örgütsel açılımı sağlayan araçların devrimci ideoloji ve felsefeyle ilişkisini yeterince tarif etmesi de daha faydalı olurdu. Çünkü içinde bulunduğumuz dönemin insan toplumları üzerindeki postmodernist etkisi hesaba katılırsa, ideolojik bağlamla ilgili bilinçsel farkındalılığı kitleselleşme çabalarından koparmamanın bizleri daha güçlendireceği açıktır.

 

Zaten Oruçoğlu’nun; komünist hareketin bir kısım kadro ve taraftarının reformizme ve Kemalizme sempati duymaya başladığı toplumsal ortamın kendisini zaten biz tarif etmeye çalışıyoruz. Mesala son cumhurbaşkanlığı seçiminde, içinde devrimci kesimin de bulunduğu ileri kitlelerin önemli bir bölümünün yazarın deyimiyle, “denize düşen yılana sarılır” misali altılı masaya doğru hücum etmesinin önemli nedeni, ülkede güçlü bir komünist hareketin olmamasıdır. Ama bu etkiyi yapan gücün de esen postmodern kültür ve ideolojik rüzgarlar olduğunu görmemiz gerekir. Bilinçlere bir karabasan gibi çökmüş olan postmodern zihniyet herşeyi dumura uğratmakta ve doğasından uzaklaştırarak bulanıklaştırmaktadır.

Yazar, günümüz devrimcilerinin Hamas ve Taliban gibi güçlerin yeterince desteklenmemesinden yakınmaktadır. Ve yanılmıyorsak bu türden emperyalizmle çelişmesi olan güçlerin bu geniş ittifak yelpazesinin bir parçası olarak görülmesini ummaktadır. Yazar, burada referans olarakta kendi devrimci gençlik kuşağının dünyasında bu tür olgulara karşı ortaya çıkan politik reflekslere bir gönderme yapıyor.

 

Günümüzde devrimci öznelerinin aynı refleksi göstermediğini sorgulamaya çalışıyor. Aslında Oruçoğlu, değişen bu tutumun nedenlerini daha önceki tezlerinde, kapitalist modern çağın ideolojik bir salgını olan “Medeniyetler çatışması” gibi kategoriler içerisinde haklı olarak aramaya çalıştı. Bu beklentiden postmodern bir etkileşimin izlerini aramak ve bu konuda şüpheye düşmeye açık bir alan olduğu da ayrı bir gerçektir. Ama gördügümüz, sayın Oruçoğlu’nun bu düğümü tam istediği gibi açılmamış olan konuya birde böyle bir paradigma ile bakmasıdır.

İdeolojinin kendisi de tarih içerisinde ekonomik ve sosyal değişkenlik parametreleriyle ilişki içerisinde değişime uğramaktadır. Nasıl ki biz, komünistler açısından Maoizmi çağın koşullarıyla ilişkisi içinde yeniden kavramak ve doğmakta olan toplumun tarihsel değişken parametreleri yeterince olgunlaştıktan sonra onu tamamen aşmak olanak dahilinde görülüyorsa, aynı şekilde proleter olmayan ideolojilerde başka yönlere doğru değişim içerisindedir.

 

Burada asıl belirleyici olan şey ekonomik ilişkilerin sürekli bir değişim içerisinde olmasıdır. Bu durum günümüzdeki bir politik hareketin siyasal denklemdeki rolünü, onu ortaya çıkaran geçtiğimiz yüzyıldaki koşullardan farklı kılmaya itimlemektedir. Biz, eğer eski yüzyılın ittifak politikasını ve toplumsal görüngülerden yola çıkarak mekanik bir şekilde harekete geçmesi gereken refleksler toplamını bir makine işleyişi gibi içinde bulunduğumuz yüzyıla uygulamaya kalkarsak, kaba mekanik bir felsefenin içinde kendimizi bulabiliriz.

 

 Nasıl ki 19. yy’daki İngiliz İşçi Partisi günümüzde artık devrimci değil, kapitalist devletli bir uygarlığın parçası haline dönüştüyse, Ortadoğu’da günümüzde ortaya çıkan bazı dinci hareketlerde geçmiş yüzyılda Kuzey Afrikalı müslümanların kurtuluş gücü olan ve Senusi tarikatının mensubu Ömer Muhtar hareketi gibi olmayabilir. Çünkü sömürgeci güçlere karşı Afrika müslümanlarının soluğunu daima diri ve taze tutan bir çok tarikatın niteliği, ekonomik nedenlerlen günümüzde değişmiş olmalıdır.

 

 En azından günümüz Libyasında, Senusi tekke ve şeyhlerinin kültürel devamcılarının hangi durumda oldukları, yani bağımsız ulusal bir çizgide mi yoksa bir bölge gücünün etkisi altında nitelik değiştiripi değistimediği incelenmeye muhtaç bir durumdadır.

Mesala İngiliz İşçi Partisi’ni ve Alman Sosyal Demokrasi Partisi’ni dönüştüren maddi zemin, başlangıçta işçi aristokrasisiydi. Yani ulusun egemen gücü olan emperyalist sınıfın savaş, sömürü ve soygundan kendi bir kısım işçisine verdiği pay, alt yapıda iş gördü. Zamanla bu güç sermaye ve iktidar ortaklığı şeklinde palazlandı.

 

Bernstein’in Marksizmi olumsuz yönde revize ederek başlattığı çizgi, zamanla evriminde ilerleyerek günümüzde Ukrayna’daki savaşı besleyip, kaşıyan bir devlet gücüne dönüştü. Artık zamanında işçi sınıfı temsilcisi olan bu güçlerle karşı karşıya gelmek İngiltere ve Almanya devletiyle karşı karşıya gelmek anlamına geliyor. Bu işçi aristokrasisini besleyen, eskideki kırıntılar zaten revizyonizmi besleyen bir nedendi aynı zamanda.

 

 Biz en azından Şeyh Said ya da Ömer Muhtar zamanında dünyada İtalya, Fransa, Türkiye ve benzeri ülkeleri kapsayan ya da etkileyen bir küreselleşme eğiliminin henüz başlamadığından eminiz en azından. Bu küresel çapta sermaye hareketlerinin doğasıyla beraber değişiminin ulusal pazar, politika, ilişkiler ve kültür üzerindeki etkilerinin henüz ortaya çıkmadığı bir dünyanın politik öznelerinin hareketlenmelerini bir şema gibi bu yüzyıla aynen uygulayabilirmiyiz acaba?.

Bilginin, sermayenin kendisine, hatta üretim aracına dönüşmesiyle evden çalışma yoluyla kendi üretim aracının sahibi olan, teknokrat bir sınıfın artık faşizmin yeni sosyal dayanağını oluşturduğu bir çağda herşey karmaşıklaşmaktadır. İşte zurnanın zırt dediği yer, aslında tamda buradan başlıyor. Biz, eğer politik tasarımlarımızı oluşturan bütün tikel olguların tümel ile ilişkisi bağlamında diyalektik ve tarihsel materyalist felsefe ile bağını kurmaya kalkarsak o zaman kavramların ve ilişkilerin doğası görünür olacaktır. Yazarın bu son ifade ettiği eleştirel soru bu minvalde tartışılmaya devam ederse, bu konuda ortak bir yeni senteze varmak mümkün olacaktır.

 

 Böyle bir önermenin başlangıçta toptan bir şema gibi algılanılıp, uygulanması ya da toptan reddi de yanlış olacağı kanaatindeyiz. Yani, yazarın dile getirdiği öneri yeterince tartışılmaya değer bir konudur. Uluslararası ilişkilerde gelişen bir olgunun hangi yönünün desteklenip, hangi yönünün desteklenmeyeceğine dair analitik bir politika belirleme imkanı zamanın değişen bilgilerinin ışığında yapılacak bir tartışma sürecinden sonra daha daha görünür olacaktır…

 

 

Yeni Politika Arayışlarına Eleştirel Bir Katkı- 2

 

Siyasetten uzaklaşan ya da siyaset dışı bir sosyal faaliyetle politik erke yaklaşmak ütopik bir yönelim olabilir. Lenin’in benzer bir şekilde “Belediye Sosyalizmi”ne dönük eleştirilerinde ifade ettiği gibi; bu yol ve yöntemin siyasal mücadelenin kendisi yapılması durumunda işçi sınıfının dikkati burjuva devlet, iktidar ve ekonomi politiğinden uzaklaşarak siyaset dışına sürüklendiği koşulda merkezi politik iktidarın alınması süresiz ertelenmiş olacaktır.

 

·         

·         

 

 

İnsanın doğa, toplum ve iktidar ile arasındaki ilişkilerini henüz çözememiş olan küçük burjuva anlayışların, postmodern ilizyonik ortamın sarhoşluğuyla kendisini siyasal ve örgütsel ortama dayattığı bir tarihsel dönemden geçiyoruz. Cinsiyet, din, dil, etnik köken ve alt kültürden beslenen kimlikleri keşfeden bu sorunlu kesimler, yeni bir kıta bulmuş gibi heyecana kapılmaktadırlar. Politik ürünlerini doğa ve toplum ile diyalektik ilişki temelinde tanımlamaktan kaçınan basit meta üretiminden türemiş bilinçler, kendi yaratımlarının zamandaki gücüne yaslanmadan pespaye politik varoluşlarını ucuz yöntemlerle kanıtlanma yolunu tercih etmektedirler.

Bahsettiğimiz bu ortam bireyi ve toplulukları tüketim ve gösteri toplumunun birer paçavrasına dönüştürmektedir. Ara sınıfların siyasette aynı zamanda bahtı kara sınıfları temsil ettikleri birer gerçektir. Burjuva reformist bataklığın içine saplanmak ya da esen postmodern rüzgârlara karşı tutunamayarak, bir yaprak gibi savrulmak bu bahtsız sınıflar için bir alın yazgısı gibidir. Burjuvalaşan toplumsal ortamın insan çoğunluğu tarafından keşfedilmeyi bekleyen bir pırlanta madeni olduğuna yönelik anlayışların günümüzde güçlendiği aşikârdır.

 

 Aslında proletarya nezdinde burjuvalaşmış politik ortamlar aktörleriyle beraber pırlantadan çok atomları yapay nesnellikten oluşmuş çakma bir gerçekliği andırmaktadırlar. Politik ortamı etkileyen toplumsal ana rüzgârların proletaryanın aleyhine estiği bu özgün dönemde yeni politika arayışlarına dair saflarımızdaki öneri ve tartışmalar ayrı bir anlam kazanmaktadır. Kanaatimize göre yeni politik tasarımlar, onların uygulanmaya konulacağı koşullar ile beraber ele alındığında gerçek anlamına kavuşacaktır.

Bu anlamda Sayın Muzaffer Oruçoğlu’nun demokratik siyaset alanı için önerdiği legal parti benzeri bir dizi örgütsel ve politik açılım projesinin içinde bulunduğumuz tarihsel şartların ışığında irdelenmesi gerekmektedir.

Başlangıçta anlattığımız, bizleri çevreleyen politik dünyanın kaba ve belirgin hatlarıyla genel tablosudur. Ürettiğimiz politik orjinli ürünler bu tablo içerisinde bizlerin sınıf ihtiyaçları için bir anlam kazanacaktır. Marksizm’e göre nesnel gerçeklik içsel ilişki parçalarından oluşur ve bu parçalarda genişletilebilinir ilişkiler ağlarından meydana gelirler.

Hatta bir olgunun koşullarıyla ilişki temelinde kavranmasının ötesine geçen Marksizm; bir şeyin varlığının koşullarını o şeyin ne olduğunun bir parçası olarak ele almaktadır. Bu anlamda legal parti gibi devrimin dolaylı araçlarından bir tanesi onu ortaya çıkaran tarihsel koşulların tarifi üzerinden politik denklemdeki yerini bulacaktır.

Sayın Oruçoğlu, Türkiye’de legal parti kurma hakkının kazanılmış bir hak olarak görülmesi taraftarıdır. Gazete Patika’da 14 Şubat tarihinde çıkan “Birlikte Israr Etmek, İttifakı Genişletmek” adlı makalesinde, kazanılmış tarihsel imkânların yeterince değerinin bilinmediği bir politik ortamın eleştirisini yapmaktadır. Bu hakkı ortaya çıkaran geçmişteki acıların yeterince hissedilmediğini düşünen yazar bu durumu; “Ürettiğimiz malların bize yabancılaşması, fetiş haline gelmesi gibi bir durumdur bu.” diyerek açıklamaktadır. Bugün elde olan demokratik hakları sadece kazanılmış ve hep çizgisi ileriye doğru akan pozitif araçlar olarak görmek siyaset bilimimizi yeterince güçlendirmeyebilir.

Evet, Oruçoğlu buraya kadar haklıdır belki ama kanımızca bu olgunun görünmeyen bir yönü bulunmaktadır. Ve tabi ki aydınlatılmaya muhtaç bir durumdadır. Bazen bilim açıklamakta zorlandığı konulara açıklık getirmek için soru sormayı sever. Bir mantık örüntüsünün anlatamadığı ya da açamadığı bir kapıyı bir soru açabilir belki.

Biz şimdi Sayın Oruçoğlu’na şöyle bir soru sormak istiyoruz.

Bugün eldeki kısmi demokratik haklarımızı devlet bir çırpıda geri almak istese onu engelleyecek ya da geri adım attıracak bir toplumsal gücümüz var mı?

Devrimci hareketin bu kadar dibe vurduğu ve hatta neredeyse birçok şeye takatinin kalmadığı bir dönemde beyaz rejim bu kısmi hakları neden geri almamaktadır?

Biz eğer bu sorulara gerçekçi cevaplar aramaya başlarsak eldeki bazı demokratik kırıntıların burjuva sınıfı için nasıl bir politik silaha dönüştürülmek istendiğini de belki anlamaya başlayabiliriz. Kanımızca legal parti ya da yerel iktidarlara gelme hakkı burjuvazi için devrimci hareketi reformizme ederek düzen içine kafeslemenin bir aracına dönüşme imkânı verdiği için şimdilik yasalar buna müsaade etmektedir.

 Yani burjuvazi sınıflı uygarlığın tecrübesinden damıtılan sentezlerle öyle bir yönetsel şeytana dönüştü ki; hiçbir olgu boşlukta ya da ortada duramamakta ve sihirli bir el tarafından adeta sahibine doğru dönen bir bumeranga dönüşmektedir.

Yani Sayın Oruçoğlu’nun belirttiği gibi sadece ürettiğimiz malların bizden uzaklaşarak fetişistleşmesi değil, aynı zamanda bir bumeranga dönüşerek bizlere doğru dönmesi durumu da vardır.

 İşte Kaypakkayacı demokratik hareket böyle bir toplumsal ortamı kavramaya başlayarak yeni politik konseptini oluşturmalıdır. Tabi buraya kadar anlattıklarımız, bizim sosyalist demokrasi süreçlerinde legal parti ve benzeri araçları her koşulda ret etmemiz gereken lanetli araçlar olarak gördüğümüz anlamına gelmiyor.

 Geleneğimiz saflarında mekanik bir zihniyetle legal parti önermesinin bağlamından koparılarak reformizmi çağrıştıran sonuçlarıyla algılandığını biliyoruz. Bu konuda haklı endişeleri olmakla birlikte bilimsel kavramlaştırma yeteneğindeki gerilemeler nedeniyle politik tutum alma noktasında önemli oranda insan kaynaklarımızın zorlandığı gözlemlenmektedir.

 

Makalemizin gelecek bölümünde bu konuyu etraflıca işlemeye çalışacağız. Marksist siyaset bilimine göre eğer politik yaşamın bütünü ya da kendisi legalleşiyorsa ideolojik sorunlar baş gösteriyor demektir. Ya da başka bir ifadeyle; taktik siyaset eğer politik yaşamın kendisine dönüşüyorsa biz burada artık tasfiyeciliği gündemimize alıp konuşabiliriz demektir.

 Ama “Legal Parti” adını duyduğumuzda bir boğanın matadorun elindeki kırmızı bezi gördüğünde gösterdiği tepkiyi vermek anlamsızdır.

Sayın Oruçoğlu’nun yeni politik konsepte ilişkin gündeme getirdiği bazı önermelerde tabi ki eleştiriyi hak etmektedir. Yazar yerel iktidarların alınmasını halkı merkezi iktidarın alınmasına hazırlamak olduğunu söyleyerek bir paradoksa yol açıyor. Enternasyonal proletaryanın gerek yazılı metinleri ve gerekse de deneyimleri yereldeki burjuva kamu kuruluşlarını halkın iktidarının bir embriyosu ya da biçimi olarak görmüyor.

 

Yani burjuva kamu hizmetinin böyle tarihsel bir karşılığı yok.

Sanırız Sayın Oruçoğlu,

burada legal partiyle, proletarya partisinin birbirine karıştırılmasına yol açacak sözler sarf etmiş farkında olmadan. Bu bölümü daha açık ifadelerle yazmış olsaydı iyi olurdu. Eğer kastettiği kurulacak legal partinin önce yerel iktidarları fethedip sonra merkezi iktidara yürümesi hadisesiyse, bu yükselişin parlamento sınırlarında son bulacağını kendisi de bilmektedir. Zira geleneğimiz saflarında değerli bir aydın olarak Marksist devlet teorisini en fazla kurcalayan bir yazar olduğunu hepimiz biliyoruz.

 

“Yerelde şu ya da bu şekilde iktidar olamayan bir güç merkezi iktidar olamıyor zaten.” diyen Sayın Oruçoğlu, aslında belediyelerin proletaryanın portatif ya da hücre devleti anlamına gelen kızıl siyasi iktidarlar olmadığını kendisi de bilmektedir.

 

“Merkezi iktidar alınsa bile yerel deneyimi olmayan yönetemiyor onu” diyen Oruçoğlu, merkezi yönetimin tıpkı belediyeler gibi demokratik yollardan mı yoksa başka tarihsel yasaların yardımıyla mı alınabileceğini belirtmesi konuyu daha anlaşılır yapardı. Eğer legal parti merkezi iktidarı alırsa bunun adı zaten işçi egemenliği olmayacaktır. Zaten bir dahaki seçimlerde iktidarı burjuvazinin diğer kazanan partilerine geri vereceği için burjuva diktatörlüğüne ve devletin varlığıyla birlikte şiddet tekeline hiç bir zaman dokunamayacaktır.

 

Yok, eğer Oruçoğlu’nun söylemek istediği; biz komünistler şimdilik demokratik yöntemlerle yerel yönetimleri yönetmenin tecrübesini kazanalım bu devrim sonrası merkezi işçi iktidarını yönetmeye bize lazım olacak diyorsa ayrı bir tartışma alanına kapı açıyor demektir.

 

 Bu ise; Lenin yoldaşın 1895 deneyiminden çıkardığı dersler ışığında; yerellere hapsolmuş bir komünist hareketin merkezi iktidar araçlarından yoksun kalacağı tespitinde somutlaşan gerçeklikten başka bir şey değildir.

Zaten Oruçoğlu’nun kendisi de son makalelerinde belediye faaliyetinin devrimci bir çalışma olarak görülmemesi gerektiğini ifade ediyor.

 

Parti faaliyeti ya da devrimci bir çalışma olmayan burjuva kamusal hizmet sektörü yoluyla merkezi bir politik iktidar arasında çok güçlü diyalektik bağlar yoktur. Siyasetten uzaklaşan ya da siyaset dışı bir sosyal faaliyetle politik erke yaklaşmak ütopik bir yönelim olabilir.

 

Lenin’in benzer bir şekilde “Belediye Sosyalizmi”ne dönük eleştirilerinde ifade ettiği gibi; bu yol ve yöntemin siyasal mücadelenin kendisi yapılması durumunda işçi sınıfının dikkati burjuva devlet, iktidar ve ekonomi politiğinden uzaklaşarak siyaset dışına sürüklendiği koşulda merkezi politik iktidarın alınması süresiz ertelenmiş olacaktır.

 

Sonuçta Sayın Oruçoğlu:

 

“Derinleşmeyi ve genişlemeyi esaslı bir şekilde yürütmenin, yerel ve merkezi iktidarı almanın en etkili aracıdır parti.” diyerek kurulmasını istediği legal partinin sadece burjuva belediyeleri değil, bizzat burjuva devletini de yönetmesi gerektiğini ifade etmiyor herhâlde?

 

Eğer Oruçoğlu’nun dediği gibi; politik çalışma bütün çalışmaların can damarı oluyorsa, bunun belediye gibi bir hizmet sektöründe zaman geçirilerek nasıl yapılacağını da yeterince tarif etmelidir.

Her ne kadar yazar kentte ve köyde işçiler arasında çalışmak esastır şeklinde bir doğru tespitte bulunuyorsa da yasal sınırlara hapsolmuş bir partinin işçi sınıfının olası politik istemlerine nasıl öncülük yapabileceği konusunu yeterince kavramlaştırmalıydı.

Sonuç olarak Oruçoğlu;

 

“Eldeki sınırlı güçle arzunun sesine uyarak genişlemenin sorun yaratacağı açıktır.” demektedir. Ama bizce sorun yaratacak olan eldeki gücün nicelik olarak az olmasından çok ideolojik ve siyasi donanımın yetersiz olmasıdır. Zira taktik politik alanda son yıllarda daha yeni yeni tecrübe kazanmaya başlayan politik geleneğimiz bu alanda hala ciddi oranda ideolojik ve siyasi yetmezlikler yaşamaktadır. 

Genişleme ve derinleşmede tahkimatın şart olduğunu belirten Oruçoğlu, bu örgütsel ve kadrosal tahkimatın hangi ideolojik esaslara göre düzenlenmesi gerektiğini de etraflıca tarif etmesinde fayda vardır…

https://gazetepatika22.com/yeni-politika-arayislarina-elestirel-bir-katki-1-150869.html

https://gazetepatika22.com/yeni-politika-arayislarina-elestirel-bir-katki-2-151244.html

Tali alanlarda kuluçkaya yatmış, proleter bir embriyon eğer emekçi kitleler içinde hücreler öremiyorsa ve herşeyden önemlisi elinde tuttuğu nispeten geri mevzileri büyük politik söylemlerin bir aracına dönüştürecek yaratıcı yeteneği gösteremiyorsa, zamanla devrimci niteliğini yitirerek sönecektir.

 

Ortaçağ cadı kazanından ortalığa saçılan arkaik kalıntı ve hurafeleri bir zenginlik olarak keşfeden ara katmanların kapitalist toplumun değişen ihtiyaçlarının yardımcı bir bileşenine doğru evrildiği zamanlardayız. Bu sorunlu sınıflardan beslenen politik eğilimler; geçmiş ve gelecekle ilgilenmeyen, bütünlüklü bir teorik açıklama kaygısı duymayan ve yerel motifli anlık ve değişken inanç karmaşasına yaslanan bir sosyal eğilime doğru sürüklenmektedirler.

 

Küçük burjuva toplumsal siyasal, modern dönemin geleceği kuran rasyonel bireyciliğinden çok, zamanı önünde bulduğu gibi hazır yaşayan ve alt kültürel kimliklerden ideolojik açıklamalar yapmaya çalışan bir karmaşa yumağına doğru sürüklenmektedir. Kapitalist toplumun postmodern restarasyon ile yaşamış olduğu parçalanmanın ürettiği şeyleşmelere küçük burjuva devrimciliğinin büyük bir iştah kabarttığı gözlemlenmektedir.

 

Teknolojinin gelişmesine paralel olarak iş örgütlenmesinde meydana gelen değişimler sonucu toplumsal yaşam ve dolayısıyla ulusal kültürlerin de değişime uğradığını biliyoruz.

Küresellleşme eğilimlerine giren kapitalist pazarın sonucu olarak yerelliğin ve alt kültürel kimliklerin hortlaması durumu sosyalist demokrasi mücadelesi süreçlerinin siyasal dokusuna sirayet etmektedir.

 

Küçük burjuva sosyalistleri, küresel ekonomik gelişmelerin toz altında kalmaya başlamış olan yerelliği diriltmesi sonucu ortaya çıkan büyüye kendisini, öbek öbek kaptırmaktadırlar. Bu kesimlerin demokratik siyaseti, hatta ideolojinin kendisini yerellerde tarihsel uykuya çekilmeye başlamış ortaçağ kent efsaneleriyle yeniden örmek istedikleri bir politik ortam bizleri kuşatmaktadır.

Bu durum, bir kısım gelenek ardılının Dersim’deki yerel seçimler politikasına düşen hemşerilicilik, mezhepçilik, kent yurttaşlığı ve mahalli efsanelerin gölgesiyle ete kemiğe bürünmektedir.

Toplumsal süreci anlamak yerine toplumsal sürecin ortaya çıkardığı rüzgarlara kapılmak böyle bir zeminde gelişmektedir.

Bu anlamda Sayın Muzaffer Oruçoğlu’nun sosyalist kamuoyunda gündeme getirdiği yeni politik konsepte dair bazı önermeler, ideolojik zemin yoklaması yapılmadan sahaya sürüldüğü taktirde burjuva toplumunun bir bileşenine ya da üreticisine dönüşme ihtimali barındırmaktadır.

İçinden geçtiğimiz zamanın dünyasının sağ tasfiyeci dalganın etkisinde olduğunu biliyoruz.

Günümüzde asıl tehdit ve tehlike sağ tasfiyeciliktir.

Devrim dalgasının geriye çekildiği, düzene karşı koyuşların yerini düzen içine eklemlenmenin aldığı bir dönemde devletin yasalarının izin verdiği ölçüde bu tahribatı en aza indirgemek ne kadar mümkün olabilir; bunu henüz bilemiyoruz.

 

Herşeyden önce sosyalist devrimin çeşitli araç ve biçimleri konusunda yeterli bir bilgi birikimi ve ideolojik donanıma sahip olmayan önemli orandaki politik pratisyenin varlığı bu konuda endişe etmeye yeterli kanıt sunmaktadır.

Sosyalist demokrasi mücadelesinin araç, yol ve yöntemlerini ustaca birleştiremeyen örgütsel toplulukların, burjuva ana akımın güçlü olduğu bu tarihsel dönemde savrulma ihtimalinin bulunduğunu akıllarda tutmakta fayda vardır.

Evet risk alan bazı mücadele biçimlerinden korkmamak gerekiyor belki, ama yeterli ideolojik ve siyasi hazırlık yapmadan tasfiyeciliğin ulus aşırı bu kadar güçlü estiği koşullarda “Midyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmak.” Özdeyişinde olduğu gibi bir sonuçla karşılaşmak da ihtimal dahilindedir.

Biz, tabiki ilke olarak hiç bir mücadele biçiminin yalnız başına fetişleştirilmesinden taraf değiliz. Bizce, “legal parti” belli tarihsel ve ekonomik koşullarda beliren sınıf mücadelelerinde proletaryanın ihtiyaç duyduğu geçici araçlardan birisidir.

 

 

Stratejiye dair tarihin zorunlu yasalarının gözetimindeki temel mücadele yöntemleri esas olarak ortadan kalkmaz ama, bazı özgün tarihsel koşullarda tali mücadele biçimleri geçici olarak ön plana çıkabilmektedir. Özellikle ağır yenilgiye uğramış politik güçlerin fırsat bulduğunda geri ya da tali mücadele mevzilerinde kuluçka durumu anlaşılır bir haldir.

 

Bizlerin öğrenilmiş alışkanlıklarını ve yerleşmiş sağduyularını inciten gerçek dünyanın nesnelliğinden damıtılmış, real politikaları anlamadan bir siyasi hareketi pasifizm, sağcılık ya da reformizm ile yaftalamak bir küçük burjuva hastalığıdır.

 

Kaldı ki …..

 

proleter sınıf örgütlerinin geçmişte soldan tasfiyesi de mümkün olmuştu. Lenin yoldaşın “Sol Komünizm bir çocukluk hastalığı” diye tanımladığı tasfiyeci çizginin özelliği, illegal mücadele biçiminin fetişleştirilerek onun dışındaki bütün araç ve biçimleri sağcı olduğu gerekçesiyle hor görmekti.

 

 

Eğer tarihi yapacak olan halk ise halka gidebilmenin bütün biçimleri komünist büyük bir planın varlığında, devrimci olmaktadır. Yalnız içinde bulunduğumuz dönemde sağ tasfiyeci gerici dalga uzun bir süredir devam ediyor olduğu için yeni politik ve örgütsel bir konsept oluştururken dikkatimizi bu yöne vermekte fayda vardır.

 

Bu anlamda Sayın Muzaffer Oruçoğlu’nun gündeme getirdiği legal parti önermesi böyle tarihsel bir koşulun parçası yapılmadan bu düzlemde oluşturulmak istenen hareketin yönünün, ne yöne doğru gidebileceği kestirilemiyecektir.

 

Bize göre bir hareket stratejik örgütlenme, merkezi bir politika ve Rus devrimci atılımı ile Amerikan zekasından müteşekkil olmuş kadro tahkimatında kendisini yeterince güçlü hissediyorsa böyle bir örgütsel politikayı hayata geçirip denemelidir.

 

 Sayın Oruçoğlu, bu önermeyi gündeme getirirken, içinde bulunulan dönemin epistomojisi, dünyaya nasıl bir anlam yüklüyorsa öyle bir dünya içinde rahatlıkla biçimlenmeye hazır, küçük burjuva sosyalizminden müzdarip, politik ve örgütsel atmosferi de hesaplamalıdır kanımızca.

 

Tali alanlarda kuluçkaya yatmış, proleter bir embriyon eğer emekçi kitleler içinde hücreler öremiyorsa ve herşeyden önemlisi elinde tuttuğu nispeten geri mevzileri büyük politik söylemlerin bir aracına dönüştürecek yaratıcı yeteneği gösteremiyorsa, zamanla devrimci niteliğini yitirerek sönecektir.

 

Doğanın ve toplumun yasalarının işleyişinin postmodern yorumu sonucu dönemin epistomojisinin sınıfsız ve ideolojisiz siyaseti toplumsal çoğunluğa kabul ettirdiği koşullarda devrimci, işçi sınıfının çeşitli politik silahlarından birisi olan legal partinin yolunu nasıl bulacağı da ayrı bir tartışma konusudur.

 

En azından kendisini burjuva toplumunun üreticisine dönüşmekten neredeyse kimsenin kurtaramadığı bir toplumsal ortamda kadro tahkimatının ne kadar önemli olduğunu belirtmek isteriz.

 

Kurucu olanın bütünlüklü teori değil birey olduğu yönündeki postmodern parçalanma hali devrimci siyasetin doğasını bozup bulanıklaştırmaktadır. Hatta devrimci siyasetin önemli bir bölümünün postmodern yapısal bir dönüşüme uğradığını söylemek abartılı bir tespit olmayacaktır.

 

İktisadi program ve bazı işçi örgütlerinin ideolojik bir konu olmaktan çok toplumsal yaşamın teknik bir konusuymuş gibi algılanması bazı devrimci örgütlerde yankısını bulmakta ve içinde bulunduğu örgütü toplumsal fabrikanın bir parçası gibi görme eğilimleri güçlenmektedir.

 

Proleter istihkamı yeterince güçlenmemiş politik hareketlerin bu ilizyonik toplumsal süreç içerisinde doğalarının, bozulup dönüşmesi olanak dahilindedir. İdeolojik yelpazenin zıt kutuplarında bulunan ideolojilerin birbirine yaklaşmaya başladığı, dünyanın tek bir anlamının bulunmadığına dair inancın güçlendiği ve her bireyin keyfi yaratımı kadar çoklu gerçekliğin olduğu yönündeki bir toplumsal ortamın tarifini yapmaya çalışıyoruz…

 

·         30 Mart 2024 

 

 

 

 

 

 

ANALİZ | İzmir İktisat Kongresi: Emperyalizme Bağımlılığın İlanı-1-2

 


 "Planlandığı şekilde seçilmiş -ya da atanmış- temsilcilerin yerlerine oturmaları sağlanır. Plana göre tüccarlar sağa işçiler ise sola oturtulur. Ortanın solu sanayiciye, ortanın sağı ise toprak ağalarına verilir"--------------------------27 Aralık 2023

 Osmanlı iktisat tarihinde önemli bir yer tutan kapitülasyonlar ilk olarak 1352 yılında Cenevizlilerle olan ticareti artırmak maksadı ile verilmiştir.

İlerleyen yıllarda ise ticaret yollarında yaşanan değişiklikler ve dünya ticaretinin yeni rotalar edinmesi sonucunda başka bazı ülkeler de Osmanlı devletinden kapitülasyonlar yani ticaret yaparken kimi ayrıcalıklar edinme hakkı elde etmişlerdir. Kapitalizm Avrupa’da gelişirken Osmanlı’nın kimi nedenlerle kapitalist gelişme sürecinde geride kalması ile kapitülasyonların aldığı boyut baştaki anlam ve içeriğinden tamamen uzaklaşmış artık Osmanlı’nın lehine olmaktan çıkmıştır.

 

Avrupa’da kapitalizmin gelişmesine karşılık Osmanlı’da gerek feodalizmin hakimiyeti nedeniyle ilksel sermaye birikiminin oluşturulması sürecinde yaşanan aksaklıklara; saray çevresinden sonra siyasi ve sosyal hayatta önemli yer tutan kimi dini tarikat ve grupların etkileriyle bilimsel gelişmelerin engellenmesi, vergi sisteminin bozulması sonucunda tarım ekonomisinde belirleyici güç kazanan ayanlar, tımar sahipleri vb. grupların tarımdaki kapitalist değişimin önünde engel oluşturmaları gibi etkenler Osmanlı’da kapitalist gelişmenin yavaşlamasında rol oynamışlardır.

 

Avrupa’da gelişen kapitalist ekonomi işleyişi gereği emtia üretimini artırmış, Osmanlı’nın bu ülkelerle yaptığı ticaret anlaşmaları ve bunlara sağladığı kolaylıklar anlamına gelen kapitülasyonlar, sonrasında bu ülkelerden Osmanlı pazarına yönelik olarak emtia akışına yol açmış, bu ise asırlardır kendini koruyan ve Osmanlı’da kapitalist gelişimin de temelini oluşturan zanaatkar küçük atölyelerin çöküşüne neden olmuştur.

 

Osmanlı pazarının gelişen kapitalist Avrupa pazarından gelen malların akınına uğraması, ticaret dengesinde önemli bozulmalar ortaya çıkarmış ve Osmanlı’nın gelişen kapitalist ülkelerden aldığı borç miktarının artmasına neden olmuştur. Yani ithal mallar artarken ihraç edilen malların aynı oranda artmaması, ithal edilen mallar için borçlanma zorunluluğunu doğurmuştur. Bu durum gelişen kapitalist ülkelerin alacaklarını tahsil için Osmanlı’da Borçlar İdaresi (Düyun-u Umumiye) adı verilen kurumun kurulması ve Osmanlı ekonomisinin gelişen kapitalist devletler tarafından sıkı sıkıya takip ve denetimini sağlamasıyla sonuçlanmıştır. Düyun-u Umumiye II. Abdülhamit döneminde kurulmuştur.

 

Osmanlı Devleti’nin borçlanması

 

Osmanlı İmparatorluğu, 1854 yılında dış borçlanmalara başlamış ve 1874 yılına kadar 15 ayrı dış borçlanma yapılmıştır. Bu dönem içinde 239 milyon lira borçlanıldığı halde hükûmetin eline yalnızca 127 milyon lira geçmiştir.

 

“Hiçbir borç ödemesini yapamayan Osmanlı İmparatorluğu, sonunda alacaklılarla anlaşma yoluna gitti. Alacaklılarla masaya oturan imparatorluk, 1879’da damga, alkollü içki, balık avı, tuz ve tütünden alınan vergi gelirlerini 10 yıl boyunca iç borçlar karşılığı olarak alacaklılara bıraktı. Ancak alacaklı Avrupa devletleri buna tepki gösterdi ve 1881’de damga, alkollü içki, balık avı, tuz, tütün ve ipekten alınan vergilerin tüm geliri iç ve dış borçlara ayrıldı. Bu vergileri toplama ve alacaklılara ödeme görevi de yeni kurulan Düyun-u Umumiye İdaresi’ne verildi. Bu kurum kurulduktan sonra da Osmanlı İmparatorluğu mali sıkıntılar nedeniyle dış borç almak zorunda kaldı.”

 

Bu tür bir bağımlılığın formüle edilmesiyle birlikte yabancı sermaye akımı da daha güvenli bir şekilde gelişecektir. Alınan borçların kamu giderleri dışındaki harcama kalemini, yabancı sermaye ortaklıklarının yaptıkları yatırımlar oluşturmakta, böylece dönen paranın önemli bir kısmı yatırım adı altında “sözde” yatırımcılara geri dönerken, sömürü de katmerleşerek artmaktadır.

 

Özellikle demiryolu projeleri yabancı ortaklı yatırımlarda açık farkla ilk sıralarda yer almaktadır ki, bu da, emperyalizmin o dönemdeki başlıca yayılma stratejisini oluşturmaktadır.

 

Yabancı sermayenin dağılımında yaklaşık % 5.8’lik oranla demiryolu ulaşımı ilk sırayı alırken, % 11.6 ile sanayi, % 9.8’le bankacılık ve sigortacılık bunu izlemektedir. Yabancı sermayenin bulunduğu diğer alanlar ise madenler, limanlar, elektrik-su-gaz-tramvay gibi alt yapı hizmetleri ve ticarettir.

 

Kısacası birçok yazarın da söylediği gibi Düyun-ı Umumiye İdaresi, Osmanlı’da, emperyalizmin bir ajanı olarak çalışmıştır. 1908’e gelindiğinde Osmanlı’da ekonomik durumun temel göstergesini borç sarmalı ile artan yoksulluk oluşturur.

 

Bu ortam İttihat ve Terakki’nin “ulusal burjuva yaratma” ve yaratılan sınıf üzerinden iktidar erkini sağlamlaştırma düşüncesi ile çatışan zorunlulukları ortaya çıkarmaktadır. Bununla birlikte, yerli sermayeye verilen kısıtlı destekler de bu politikanın başlangıçtaki bir aşaması olarak ele alınmalıdır. Tarımsal üretim artışı ise ihracat-ithalat dengesini rahatlatacak ölçüde değildir ve 1915 sayımına göre Osmanlı sanayisinin % 80’inden fazlasını gıda ve dokuma sanayii oluşturmaktadır.

 

“Osmanlı ekonomisi buğday, irmik, sebze, tütün gibi ilgili oldukları sanayi ile hammaddeleri sağlayan tarımsal bir topluluktur.” Ve “sermaye emek miktarının ancak % 15′ i Türklerin elindedir.  Diğerleri azınlık ve yabancı girişimlerdir.” 1

 

Dış alım ve dış satım miktarı arasındaki büyük eşitsizlikten doğan borçlar Osmanlı ekonomisinin gelişmekte olan kapitalist ülkeler karşısında ekonomik olarak güçsüz düşmesi ile sonuçlanacaktır. “1913’te yani Harbi Umumiden evvel yetmiş beş fabrikamızda 4281 işçi varken iki sene sonra adetleri 3916′ ya düşmüştür. Gıda olarak memleketimizde 162 .911 .003 kuruşluk ithalat vaki olmuş, ihracatımız ise 15.083.734 kuruş olmuştur. Şayan-ı teessüftür ki, memleketimiz zürra (ziraat, çiftçi) memleketi olduğu halde, takriben bir buçuk milyon liralık un girmiştir. Buna mukabil un olarak altı bin liralık kadar harice satış yapmışızdır.”2

 

Osmanlı ekonomisinin zayıflığı, emperyalistlerin birbirlerinin pazarlarını ele geçirmek üzere giriştikleri I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda Osmanlı hakim sınıflarının 1800’lerin ikinci yarısı itibariyle sıkı askeri, siyasi, ekonomik ilişkiler geliştirdikleri Almanya ile birlikte savaşa girmeleri, zaten son derece zorlu koşullarda yaşamaya mecbur edilmiş olan Anadolu işçi–köylülerin mahvolması ile sonuçlanacaktır.

 

Osmanlı’nın yıkılması ve “yeni” devlet!

 

 

 

1.Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında Anadolu’da gelişen kimi sosyalizm deneyimleri (Bakınız Erzincan Şur’ası) ve ezilen ulusların ayrılma hakkını kullanma istemeleri riskine karşı yine savaşta galip gelen emperyalist güçlerin de yönlendirmesi ile Anadolu’da Kemalistlerin liderliğinde yürütülen karşı hareket sonrası Anadolu’nun bütünüyle emperyalist güçlere sunulması sağlanmıştır. Adına Kurtuluş Savaşı denilen 1919-23 arası dönemde savaşta ölen asker sayısı 9.167(3) iken aynı dönemde Karadeniz Rum Pontos halkından 313.000 kişinin katledilmiş olmasının rakamsal olarak ortaya koyduğu devasa fark Kurtuluş Savaşı denilen sürecin aslında ne olduğunu ya da olmadığını anlatmaya yeterlidir.

 

Kemalistlerin I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda galip gelen güçlerle daha savaş yıllarında yapmış oldukları işbirlikleri savaş sonrası Lozan Konferansı ve İzmir İktisat Kongresi kararlarıyla pekiştirilmiş ve Anadolu’da Rusya’da olduğu gibi bir sınıf devriminin gerçekleşmesinin önüne geçileceğinin teminatı emperyalist güçlere verilmiştir.

 

İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Kemalistleri ve Kurtuluş Savaşı adı verilen süreci değerlendirdiği tezlerini burada tekrar hatırlamak faydalı olacaktır:

 

“Kemalist devrim, Türk ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin, az miktardaki sanayi burjuvazisinin, bunların üst kesiminin bir devrimidir. Yani devrimin önderleri, Türk komprador büyük-burjuvazisi ve toprak ağaları sınıfıdır. Devrimde, milli karakterdeki orta burjuvazi önder güç olarak değil, yedek güç olarak yer almıştır.

 

Devrimin önderleri, daha anti-emperyalist savaş yıllarında iken İtilâf emperyalizmi ile el altından işbirliğine girişmişlerdir; emperyalistler Kemalistlere karşı hayırhah bir tutum takınmış, bir Kemalist iktidara rıza göstermeye başlamıştır.

Kemalistler, emperyalistlerle barış imzaladıktan sonra bu işbirliği daha da koyulaşarak devam etmiştir.

Kemalist hareket, özünde “işçilere ve köylülere, bir toprak devrimi imkanına karşı” gelişmiştir.

Kemalist hareketin sonucunda, Türkiye’nin sömürge, yarı-sömürge, yarı-feodal yapısı; yarı-sömürge ve yarı-feodal yapı ile yer değiştirmiştir; yani yarı-sömürge ve yarı-feodal iktisadi yapı devam etmiştir.

Sosyal alanda, eski milli azınlıklara mensup komprador büyük burjuvazinin ve eski bürokrasinin, ulemanın hakim mevkiini milli karakterdeki orta burjuvazi içinden palazlanan ve emperyalizmle işbirliğine girişen yeni Türk burjuvazisi, eski Türk komprador büyük burjuvazisinin bir kesimi ve yeni bürokrasi almıştır. Eski toprak ağalarının, büyük toprak sahiplerinin, tefecilerin, vurguncu tüccarların bir kısmının hakimiyeti devam etmiş, bir kısmının yerini yenileri almıştır. Kemalistler bir bütün olarak, milli karakterdeki orta sınıfın çıkarlarını temsil etmemekte, yukardaki sınıf ve zümrelerin menfaatlerini temsil etmektedir.

Politik alanda, hanedanlık çıkarları ile birleştirilmiş olan meşrutiyet yönetiminin yerini, yeni hakim sınıfların çıkarlarına en iyi cevap veren yönetim, burjuva cumhuriyeti almıştır. Bu idare sözde bağımsız, gerçekte siyasi bakımdan emperyalizme yarı-bağımlı bir idaredir.

Kemalist diktatörlük, sözde demokratik, gerçekte askeri faşist bir diktatörlüktür.

“Kemalist Türkiye bile, gittikçe daha çok bir yarı-sömürge ve gerici emperyalist dünyanın bir parçası haline gelerek sonunda kendini İngiliz-Fransız emperyalizminin kucağına atmak zorunda kalmıştır.

Kurtuluş Savaşını takip eden yıllarda, devrimin baş düşmanı Kemalist iktidardır. O dönemde komünist hareketin görevi, hakim mevkiini kaybeden eski komprador burjuvaziye ve toprak ağaları kliğine karşı, Kemalistlerle ittifak değil (böyle bir ittifak zaten hiçbir zaman gerçekleşmemiştir), komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının bir başka kliğini temsil eden Kemalist iktidarı devirmek, yerine işçi sınıfı önderliğinde ve işçi-köylü temel ittifakına dayanan demokratik halk diktatörlüğünü kurmaktır.” (İ.Kaypakkaya, Bütün Eserleri, Nisan Yayıncılık)

 

 

İzmir İktisat Kongresi: Malumun ilanı!

 

Savaş sonrası Lozan Konferansı’nda emperyalist güçlerle geliştirilen ilişkiler hemen bu konferansı takip eden günlerde İzmir’de gerçekleştirilen İzmir İktisat Kongresi’nde alınan ve özellikle “yerli sermayeye teşvik” sağlanması ile “karşılıklı fayda sağlamak şartı ile yabancı sermayenin faaliyetinin kolaylaştırılması” kararları ve buna yönelik olarak kongrede konuşan M.Kemal’in ve Kazım Karabekir’in vurguları önemlidir.

 

“Efendiler; iktisadiyat sahasında düşünür ve konuşurken zannolunmasın ki ecnebi sermayesine hasımız; hayır bizim memleketimiz vasidir. Çok şeye ve sermayeye ihtiyacımız var. Kanunlarımıza riayet şartıyla ecnebi sermayelerine lazım gelen teminatı vermeğe her zaman hazırız. Ecnebi sermayesi bizim şayiimize inzimam etsin ve bizim ile onlar için faydalı neticeler versin.”4

 

Tanınma arzusunun açıklanması kadar, tanınma olgusunun ekonomik bağımlılıkla beraber dile getirilmesi, yeniden okumalarda şaşırtıcı olmayan bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

Kongre bu sözlerle açılır ve planlandığı şekilde seçilmiş -ya da atanmış- temsilcilerin yerlerine oturmaları sağlanır. Plana göre tüccarlar sağa işçiler ise sola oturtulur. Ortanın solu sanayiciye, ortanın sağı ise toprak ağalarına verilir. Kongre başkanlığına ise asker olmasının yanlış yaklaşımlara yol açacağını düşündüğünden, bu görev için sivil bir elbise diktiren Kazım Karabekir seçilir! Kuşkusuz bu seçim, kongre gidişatına erkin bir müdahalesi olarak da ele alınabilir. Diğer taraftan kongre ile birlikte bir sergi açılmış ve kongre İzmir’in ekonomik hayatında enflasyonist bir baskıya da neden olmuştur. Birçok görüşme ve raporların sunumunun yanında, derdini yetkili bir kişiye anlatma çabasının da, kongre günlüğünde önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. Bu şartlar altında beklendiğinden uzun süren kongre, açılışından on altı gün sonra, 4 Mart 1 923’te “Misak-ı İktisadi”nin açıklanmasıyla sona erer.”5

 

İzmir İktisat Kongresi’ne işçi temsilcilerinin seçilmesi işçi sınıfının iradesine bırakılmamış, vali ve mutasarrıflara bırakılmıştır. Çiftçi adı altında ise kongreye büyük toprak ağaları davet edilmiştir. İşçiler adına konuşan Şefik Hüsnü’nün bu konuda söyledikleri son derece önemlidir:

 

“Kongre’de kendi mevkii ve fikriyatının ehemmiyeti bu kadar büyük olan amele sınıfının temsili meselesinin son derece ihmal edilmiş olmasına hayret ve tessürden kendimizi alamıyoruz. Mevcut amele cemiyetlerine, toplu işçi zümrelerine müracaat edilecek yerde, köy ve şehir erbab-ı mesaisi namına gönderileceklerin tayini vali ve mutasarrıflara havale edilmiştir. Ve bu tayin adeta bir memur nasbı gibi bir şekilde yapılmaktadır. Amele işleri ile az veya çok alakası olan bazı kimseler istimzaç edilmeksizin, reyleri sorulmaksızın, İstanbul’dan İktisat Kongresi’ne amele murahhasları tayin olunmuştur. Ciddiyetle kabil-ı telif olmayan bu hareketin amele üzerinde yaptığı pek fena tesirden sarf-ı nazar, bu sözde amele murahhaslarının, vaziyeti tetkik edip amele temalüyatını anlamalarına ve edinecekleri fikre göre teklifat ve müdafaatta bulunmak için hazırlanmalarına bile imkan bırakılmamıştır.”6

 

Kongreye işçilerin dahil edilmesinde uygulanan bu usulsüzlük sadece seçilen delegelerin seçilme biçimleri ile sınırlı değildir. Kongre sürecinde işçilerin taleplerinin kabul edilenleri daha sonraki yıllarda yasaklanacaktır. Aslında bu boyutuyla ele alındığında görülecektir ki İzmir İktisat Kongresi’nin hazırlanış ve sonuçlarının devlet erki tarafından yönetilmesi TC devletinin genel siyasası ile doğrudan ilgilidir.

 

Bugün bile “Alevi Açılımı”, “Kürt Açılımı”, “Roman Açılımı” gibi farklı dini ve milli grupların dahil edilidği toplantılar yapılıp büyük vaatler sunulmasından sonra ortada somut hemen hemen hiçbir şeyin konulmamış olması da bu siyesetin uygulanmasının sonucudur.

 

İşçi sınıfının bu kongrede dile getirdiği taleplerin burada paylaşılması yararlı olacaktır. Buna göre İstanbul Umum Amale Birliği’nin Türkiye İktisat Kongresi’ne sunmuş olduğu rapordan:

 

“Kuruluş amacını ‘Maddi hiçbir sermayesi olmayan ve başkasının sermayesi ile veya alet-ı sanatı ile çalışan ve sanatı icab ettirdiği alattan başka sermaye-i madiyesi bulunmayan veyahut çalışmadığı takdirde hayatını temın edemeyecek ashab-ı say-u amelden bulunan amelenın içtimai ve iktisadi hukununsermayedarana karşı kavanin-i mevzua dahlinde müdafaa, Hükümet-ı muhtereme-i milliyenin amele hakkındaki kanunlarının sermayedaran tarafından amele hakkında tamamı tatbikini temin (…)’ olarak tanımlayan Istanbul Umum Amale Birliği aşağıdakı taleplerde bulunmuştur:

 

Istanbul amelesinin vaziyeti pek acıklıdır. Esar ve hayatın terfiğ ve tenzilini takiben amelenin de sahib-i rey olarak temsil edileceği bir komisyonun hiç olmazsa umum patronlar tarafından vacib-ülittiba olmak üzere ayda iki defa bir haddi asgari gündelik tayin ve neşretmesini temin eylemek.

 

Hal-ı hazırda sermadaranın vasıta-ı icraiyesi ve memlekete müfid olmaktan yaşamaktan bir gayesi olmayan ameleye sermayedarananisbeten tarh edilen temettu vergisinin amelenin tahammül edebileceği bir hadd-i itidalde tadil ve tahfifi.

 

Ahlakın sukutuna, ırkın tereddisine saik-ı yegane olan işsizliğin kaldırılması için eshab-ı say-ü amele insani ve asrı şerait tahtında iş tedarik etmek ve sermayedarana hükümet tarafından iş imtiyazları verilirken şerait-i imtiyazın esna-ı tesbitinde amele hukuk-u alisini hat-ı temine almak.

 

Memleketimizde esnaf ile amele tabiri vazıhan ve kanunen tarif edilmemiş olduğu için bu müphemiyetten bil-istifade amelenin en büyük bir kısmının kontrolü ve esnaf namı altında cem ile inkişaf ve terakkilerinde sed çeken Şehremaneti’nin bu salahiyetinin ref’i ile ameleye grev yapmak salahat-i kanuniyesini haiz sendikalar teşkil etmesini müsaade etmek, yani hal-i hazırda meriyül icra olan 19 Ağustos 1909 tarihli Cemiyetler Kanunu’nu bu esas üzerinde tadil eylemek.

 

Memleketimizde açılacak bütün işleri hakim ve emin unsur olan Türk erbab-ı say ve sanatına vermek ve mevcut müessasat-ı ecnebiyeyi memleketimizin tealisinden ziyade sukutunu temenni eden unsurlardan tathir etmek.

 

Bir bahçe veya bostan mahsulatı için aşar vermekte olduktan başka topladığı mahsulatı için aşar vermekte olduktan başka topladığı mahsulatı başka şehre naklederken şehrin sur kapılarında Şehremaneti tarafından yük başına ayrıca bir resme (vergiye) tabi tutulmaktadır. İşbu Emanet rüsumunun ilgası hayatı ucuzlatacağından bu resmin kalkmasını temin eylemek.

Kabzımallığın tamamen kaldırılması.

Hayatı ucuzlatmak için bahçe ve bostan aşar vergisinin ‘hanüman söndürmeyecek’ miktarda tahsilini temin eylemek.Amele çocuklarının parasız yatılı okullarda okumasını sağlamak.

İstanbul’da sıhhi ve ucuz bekar işçi odaları temin edilmesi.

 

8 saatlik iş günü.

 

İşçi sınıfının sermayedarlarla yaşayabilecekleri ihtilaflarda görevlendirilecek müfettişler tayin edilmesi.

 

Fazla iş saatlerinin amelenin iradesine terk ve amelenin kabulü takdirinde işbu saatlere mukabil iki misli ücret uygulanması. (Devam Edecek)

Kaynaklar ve dipnotlar

Karabekir K., İktisat Esaslarımız-Hatıra ve Zabıtlarıyla 1923 İzmir İktisat Kongresi- Emre Yayınları, 1 . Baskı, s. 156

Ersoy T., Lozan bir anti-emperyalizm masalı nasıl yazıldı? Sorun Yayınları, 2. Baskı, s. 68-69

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/370993 , s. 9

4..  İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, s. 139

ÖkçünGç, Türkiye İktisat Kongresi, Kongre Açılış Konuşmaları Mustafa Kemal, Ankara 1997, s. 210

Ersoy T., Lozan Bir Anti-Emperyalizm Masalı Nasıl Yazıldı?, s. 82

Ökçün G., Türkiye İktisat Kongresi 1923 İzmir ‘İzmir İktisat Kongresinde İşçi ve Köylü (Şefik Hüsnü), s. 38-39

Ökçün, age, s. 138-146

Ersoy T, age, s. 87

Başkaya F, Paradigmanın İflası, Doz yayınları, s. 124

Başkaya, age, s. 130

Ersoy T, age, s. 87

Kazım Karabekir, İktisat Esaslarımız -Hatıra ve Zabıtlarıyla 1923 İzmir İktisat Kongresi- Emre Yayınları, 1. Baskı, s. 222

Ersoy T, s. 90-91

ANALİZ | İzmir İktisat Kongresi: Emperyalizme Bağımlılığın İlanı-2

"Görüleceği üzere İzmir İktisat Kongresi esasen egemen sınıfların yeni koşullar içinde durumlarını ve emperyalist güçlerle ilişkilerini tanımlayıp, devleti buna göre konumlandıracaklarını ilan ettikleri bir kongre niteliği taşımaktadır"

Amelen’n Esas Hakları (Şefik Hüsnü)

8 saatlik çalışmanın kabulü.

Gece çalışmalarında iki kat saat ücreti ödenmesi.

14 yaşından küçük çocukların çalıştırılmasının yasaklanması.

14-18 yasş arasındaki çocukların 6 saatten fazla çalıştırılmaması, günde en az 2 saat eğitim almalarının patronlar tarafından garanti edilmesi ve maden ocakları ve yer altı gibi yerlerde çalıştırılmaları.

Kadın ve çocukların gece çalışmalarının kanunen kesin olarak yasaklanması.

Kadınlara doğum sonrası 8 haftalık ücretli izin verilmesi.

Kadınların aybaşı dönemlerinde 3 gün ücretli izinli sayılmaları.

Amelelerin çalıştıkları fabrikalarda ve civarlarında amele kulübü açılmasına patronların mecbur tutulması.

 

Hastalanan işçilerin yatılı tedavileri için hastane ve eczaneler açılması.

İş esnasında rahatsızlanan işçilerin tedavisi ve vefat edenlerin çocuklarının iaşe ve iskanlarının (beslenme ve barınmalarının) garanti altına alınması.

Fabrika ve imalathanelerde işçi komiteleri oluşturulmasına izin verilmesi ve işçilerle patronlar arasındaki ilişkilerin bu komiteler aracılığıyla sürdürülmesiç

Patronlarla işçiler arasında müşterek mukavele yapılması usulünün kabulü.

Vasıta-i yevmiyelerin sendikalar tarafından temini.

 

Patronlarla amele arasında tahaddüs edecek (oluşacak) ihtilatafatın halli için müsavi hukuk ve reye malik muhtelif komisyonlar teşkili.

Amelelerin tabi haklarını temin etmek için en mühim silahı olan grevlerin kanunen kabulü.

Amelelerin haftada 24 saatlik istirahat sürelerinin ve senede bir ay izinlerinin (tam ücretli olarak) kabul edilmesi.

 

Fabrikalar, imalathaneler ve müessesat ve maden ocaklarından işçi alımı ve çıkarılmasını sendikaların yapabilmesi ve patronların işçi çıkarmasının engellenmesi.

Amelelere hiçbir zaman, hiçbir yerde cezayı nakdi yükletilememesi.

Amelenin Avrupa’da olduğu gibi tamamen serbest sendikalar tesisi hakkının tanınması ve amele sendika ve biliklerinin mümasil beynelmilel teşkilatlarla münasebet ve rabıta tesis etmekte tamamen hür olması.

” (Şefik Hüsnü, Aydınlık 10 Şubat 1923) 7

 

“Öncelikle belirtilmesi gerekir ki, diğer grupların aksine, işçi grubunun sunduğu esasların önemli bir bölümü diğer gruplar tarafından reddedilmiştir. Örneğin, işçi sağlığı için bir vergi alınması, işçi temsilciliği gibi öneriler bunlar arasında sayılabilir. Kabul edilen öneriler arasında ağır işlerde yaş sınırlaması, gündelik ödenmesi, kadın işçilerin doğum izinleri, hafta tatili gibi konular yer almaktadır. Ancak çalışma saatlerinin yevmiye düzenlenmesi, ücretli yıllık izin, sağlık yardımı gibi konularda sınıfsal farklılıklar ya da sınıf çıkarları etkisini göstermekte ve diğer grupların muhalefetiyle karşılaşılmaktadır.

 

Diğer yandan, işçi grubu tarafından dile getirilen, imtiyazlı yabancı işletmelerin devletleştirilmesi önerisinin diğer üç grup tarafından oybirliği ile reddedilmesi, burjuvazinin bağımsızlık anlayışının görülmesi açısından önemli bir noktadır. Bu derece ilginç olan bir diğer karar ise, sendika kurma ve grev yapma hakkının diğer gruplar tarafından kabul görmesidir.

 

Ancak burada erk devreye girmekte, diğer grupların istemleri zaman içinde kabul edilirken, ilerleyen süreçte işçilerin kabul edilen birçok istemiyle birlikte sendika kurma ve grev hakları da yasaklanmaktadır. Kapitalizmin istediği ‘siyasal istikrar’ için böylece önemli bir adım atılmış olmaktadır!”8

Peki işçi sınıfının talepleri dikkate alınmadığına göre kimlerin talepleri dikkate alınmıştır. Buna cevap olarak örneğin işçilerin “yabancı sermayenin millileştirilmesi” tekliflerine toprak ağaları, sanayici ittifakının karşı çıkmış olması önemli bir veri sunmaktadır.

 

Hemen takip eden yıllarda Teşvik-i Sanayi Kanunu (1927) ile “milli burjuvazi oluşturmak” maksadıyla kapitalist zümrelere sağlanan ayrıcalıklara paralel olarak toprak ağaları ile yapılan ittifak gereği toprak reformunun yapılmaması. O dönem “Köy nüfusunun % 5’i ekilebilir toprakların % 65’ini elinde tutuyordu ve köylü nüfusun % 70’e yakın bir kısmı işlenebilen toprakların ancak % 5.l’ine sahipti ve savaş-yoksulluk ortamında bu oran, daha sonradan milletin efendisi olarak ilan edilecek “ağaların” lehine gün geçtikçe artıyor ve bu süreç vergiler ve tefecilik kurumunun neredeyse hukukileştirilmesi”yle sonuçlanacaktı.9

 

Bu durum TC devletinin Kaypakkaya yoldaşın tespit ettiği “Kurtuluş Savaşı’nın burjuvazi ve toprak ağaları ittifakının liderliğinde” sürdürülmüş olduğu tezini destekler niteliktedir ve burada kurulan ittifakın yeni süreçte, bu ittifakta giderek ağırlık kazanacak olan komprador burjuvazi ve onları doğrudan ilişkili oldukları emperyalist sermayenin ekonomik-sosyal-siyasi ilişkilerdeki belirleyiciliklerini ortaya koymaktadır.

 

“Kongre, başta emperyalist devletler olmak üzere, yerli ‘burjuvaziye’ özellikle de İstanbul tüccarlarına güvence vermeyi amaçlıyordu. Böylece bir yandan İstanbul’un kozmopolit’iş çevreleri’yle ittifak pekiştirilirken, onların aracılığıyla da emperyalistlere güvence verilmek isteniyordu. Kongreye davet edilenlerin kompozisyonu milli mücadele sürecinde oluşan sınıfsal ittifakının da belirgin bir yansımasıydı… Kongrede toprak ağaları sekizde üçlük bir temsil hakkına sahiptiler. İşçilerin temsili sembolik, göstermelikti.”10

 

Kongre süreci: Geleceğin habercisi

“Öncelikle belirtilmesi gerekir ki, diğer grupların aksine, işçi grubunun sunduğu esasların önemli bir bölümü diğer gruplar tarafından reddedilmiştir. Örneğin, işçi sağlığı için bir vergi alınması, işçi temsilciliği gibi öneriler bunlar arasında sayılabilir. Kabul edilen öneriler arasında ağır işlerde yaş sınırlaması, gündelik ödenmesi, kadın işçilerin doğum izinleri, hafta tatili gibi konular yer almaktadır.

 

Ancak çalışma saatlerinin yevmi ye düzenlemesi, ücretli yıllık izin, sağlık yardımı gibi konularda sınıfsal farklılıklar ya da sınıf çıkarları etkisini göstermekte ve diğer grupların muhalefetiyle karşılaşılmaktadır. Diğer yandan, işçi grubu tarafından dile getirilen, imtiyazlı yabancı işletmelerin devletleştirilmesi önerisinin diğer üç grup tarafından oy birliği ile reddedilmesi, burjuvazinin bağımsızlık anlayışının görülmesi açısından önemli bir noktadır. Bu derece ilginç olan bir diğer karar ise, sendika kurma ve grev yapma hakkının diğer gruplar tarafından kabul görmesidir.”11

 

İşçi temsilcilerinin söz konusu muhalefete karşı çıkışı ise, kongre ile ilgili anılarından anlaşıldığına göre, kongre anında başlayan -ve kongreden sonra da on yıllarca devam edecek olan- zor öğesi ile bastırılmıştır. Ve böylece bir askerin kongre başkanı olmasının da yararları görülmüş olmaktadır:

“İşçi grubu yok yere bir mesele çıkardılar ve sonunda da, ‘Mademki dediklerimizi dinlemiyorlar, kongreye ne lüzum var?!’ diye ayağa kaktılar ve gitmeye koyuldular. Solumda, en son yanda bulunan bu grubun benim hizama gelmesine kadar ses çıkarmadım ve tam önümden geçerlerken ben de ayağa kalktım ve kürsüye şiddetli bir yumruk indirerek yüksek sesle bir kumanda verdim: ‘duur!…

 

Bir adım daha atan vatan hainidir!’ Hepsi yerinde durakaldı. Derhal ikinci bir emir verdim: ‘Geri dönün ve yerlerinize oturun ‘ Sanki askeri bir kıta imiş gibi hepsi geri döndü ve yerlerine oturdular. Üye ve seyircilerden oluşan binlerce halkın alkış tufanı ve taktirli haykırışları arasında ben de oturdum ve müzakereye devam ettik. Bir daha da münasebetsizlik olmadı.”12

 

Devam eden süreçte işçi sınıfına karşı devletin bir zor aygıtı olarak kullanılacağının güçlü bir sinyalidir bu olay. Asker-yönetici kimliğindeki devlet unsurunun işçi sınıfının haklarını talep eden hareketine karşı tutumu devletin işçi sınıfı karşısında bir baskı aygıtı olduğunun tipik bir örneğidir.

İzmir İktisat Kongresi Lozan’da görüşmelerin kesilmesinden on beş gün sonra toplanmıştır. Bu yönüyle Lozan’da temasa geçilen emperyalist güçlere verilen mesajların ekonomik alanda verilen teminatlarla sürdürülmek istendiği görülecektir. Daha önce alıntıladığımız gibi doğrudan M.Kemal’in “yabancı sermayeye düşman olmadıkları”, İzmir mebusu Mahmut Esat Bozkurt’un “ayrıcalık istemedikleri takdirde yabancı sermayeye kolaylıklar da sağlanacağı” vb. ifadeler oldukça önemlidir.

Diğer taraftan Mustafa Kemal’in “bağımsızlık” vurgusu yapan sözleri de olmuştur. Bu iki farklı ifadenin bir çelişki yaratmakta olduğu muhakkaktır. Bu çelişkiyi anlayabilmek için bugün de neo-liberal ekonomik politikaların uygulayıcısı olan AKP hükümeti lideri ve TC başkanı sıfatıyla R.T.Erdoğan’ın bir yandan bağımsızlık vurgusu yaparken diğer yandan yer altı, yer üstü kaynakları ile bütün Türkiye’yi emperyalist güçlerin dizginsiz sömürüsüne açmış olmasıyla paralellik gösterdiğini unutmamak gerekir. Aslında buradaki bağımsızlık vurgusunun iç politikaya yönelik bir ifade olmaktan başka anlamı olmadığının altının çizilmesi gerekir.

Birinci dönemde yani İktisat Kongresi sürecinde henüz Anadolu’da emperyalist işgale karşı kimi direnişler yaşamış Anadolu insanına “bağımsızlık” yalanına inandırmak, ikincisinde ise emperyalist sermayeye tam uyum politikalarıyla uygulamaya konulan sömürüyü gizlemek için “bağımsızlık” yalanına başvurulmaktadır. Diğer yandan her iki lider için ortak sıfat olan faşist lider kimliğinin önemli bir tanımlayanı olarak bağımsızlık vurgusu yapmalarıdır. Bunun ötesinde İzmir İktisat Kongresi’nde bağımsızlıkçı bir iktisat politikası aramak abesle iştigal etmek olacaktır.

Kongreye katılım kış koşulları nedeniyle davet edilen temsilcilerin üçte biri ile sınırlı kalmıştır. Katılanların da işçilerin nasıl seçildiğini, çiftçi olarak temsil edilenlerin aslında toprak ağaları olduğunu daha önce belirtmiştik. Dolayısıyla hem sayı hem de içerik olarak Türkiye’nin tamamını temsil etmekten oldukça uzaktır.

Her ne kadar emperyalist güçlerle 1919’dan beri devam eden ittifak söz konusu olsa da özellikle emperyalist güçlerin yeni TC devletinin gideceği yönü kesinkes belirlemek istedikleri, kongreyi toplayanların da bu isteğe uygun olarak iktisat politikalarını dünyaya duyurmak istedikleri, emperyalist sermayeye ve yerli komprador sermayeye istedikleri teminatları vermek istedikleri açıktır.

Kongrede farklı sınıfların temsilcilerinin talepleri ele alınmış ve bunlar oylama sunulmuştur. Çiftçi adı ile kongreye katılan toprak ağaları aşar vergisinin kaldırılmasına karşı çıkarken yine bu grubun talep ettiği makineli tarım kabul edilmiştir. Ticaret burjuvazisinin geliştirilmesine yönelik Milli Türk Ticaret Birliği’nin talepleri de kabul edilmiştir. Görüleceği üzere İzmir İktisat Kongresi esasen egemen sınıfların yeni koşullar içinde durumlarını ve emperyalist güçlerle ilişkilerini tanımlayıp, devleti buna göre konumlandıracaklarını ilan ettikleri bir kongre niteliği taşımaktadır.

İşçilerin bu kongreye dahil edilmeleri kongrede Mustafa Kemal’in ilan ettiği “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir millet” argümanının üretilmesi ve bunun sonraki yıllarda da tekrarı içindir.

 

Kongrenin sonuçları

 

Daha evvel belirttiğimiz gibi İzmir İktisat Kongresi’nin amacı yeni devletin burjuvazisi toprak ağaları ve bunların emperyalist güçlerle ilişkilerinin tanımlanmasıdır. Dolayısıyla kongrede izlenen yol ve yöntem, kongreye katılan sınıfların kongrede ve sonrasına aldıkları kararların ne derecede uygulandığı bugüne dek uzanan TC devlet siyasasını oluşturmuştur.

Mustafa Kemal’in “liberal bir politika izlememekle beraber sosyalizm ve komünizm yoluna girmeyeceklerini” söylemesi bağımsızlıkçı, yeni bir ekonomik yol anlamına gelmez. Faşist devletlerin ekonomik alanda izlediği korporatist yaklaşıma denk düşer ki 1927 Sanayiyi Teşvik Kanunu ile devlet eliyle kapitalist zümrelerin oluşturulması yaklaşımı da bunu tamamlar niteliktedir. Bunun anlamı ise sermaye bakımından güçsüz olan burjuvazinin devlet olanaklarını sermaye birikimi için kullanmasıdır. Devlet eliyle burjuva yaratılmamaktadır. Burjuvazi devlet aygıtını kullanarak sermaye birikimini sağlamaktadır. Buna da “millilik” denilmektedir.

Daha önce de söylediğimiz gibi bir taraftan “yeni devletin niteliği konusunda Batı’ya bir fikir veriliyor” bir taraftan da, sınıf arayışının, sınıfı geliştirmenin ve gerekirse “yeni bir sınıf yaratmak” için gerekli müdahaleleri yapmanın yolları açılıyordu. Üst yapının alt yapıya bağımlılığı, yöneticilerin kendilerine bir sınıf tabanı aramaları sonucunu doğal olarak ortaya çıkarıyordu.

“Dolayısıyla ayakta bir tek, eski başkentin büyük ve orta burjuvazisi kalıyordu. Üstelik yeni yönetici kadro toplumsal kökenleri ve yakınlıkları dolayısıyla bu sınıfın çekim alanı içindeydi. Aynı zamanda bu sınıftan gelen önerilerde daha çekiciydi. Bağımsızlık savaşının galipleri, ülkedeki burjuvaziye var oluşunu ve refahını sürdürecek araçları sağlamak koşuluyla, yönetici kadro olarak kalacaktı.

 

Bütün her şey, Türk halkını ve Türk ulusunu batı uygarlık düzeyine yükseltme teranesi içinde yerini alacaktı. Böylece tercih önceden yapılmış veya daha doğrusu, emperyalistlerle doğrudan doğruya ilişkiye giren ve Lozan barış konferansına etkide bulunan büyük burjuvazinin zoruyla önceden kabul edilmişti. Hükümet İzmir İktisat Kongresini toplamakla bir bakıma bu duruma, resmilik kazandırmayı kararlaştırmış oldu.”

 

Kongrenin bu koşullarda istediği, “tam bir uyum” olsa gerek ve mutlaka “birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz…” ya da “devletin ülkesi ve milleti…” gibi başlayan, artık kanıksadığımız ara konuşmalar yapılmıştır. Uyum, kongre sırasında ve sonrasında emekçiler oyalanarak, yok sayılarak ya da reddedilerek başarıyla sağlanmıştır! Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri için her devirde sorun, egemen sınıflar arasındaki uyumun korunması ve bunun yabancı sermaye ile desteklenmesi oluşturmakta ve bu sorun kongre ile konjoktürel olarak giderilmektedir.

K.Boratav bu “sorun giderme” işlevini şöyle özetlemektedir:

“Genel olarak kalkınmacı, yerli ve yabancı sermayeyi ve piyasaya dönük çiftçiyi özendirici, ekonomik hayatın denetiminin ‘milli’ unsurlara geçmesini kolaylaştırıcı ve ılımlı bir konum açıklığı öngören tezlerin ön plana çıktığı ve Kongre’ye İstanbul tüccarlarının sürüklediği ticaret burjuvazisi ile toprak unsurlarının egemen olduğu söylenebilir. Yeni rejimin izlemesi istenen iktisadi yol konusunda, egemen ekonomik güçler birbirleriyle çatışmaya düşmeden ortak mesajlarını siyasi kadrolara etkili bir biçimde ilettiler. Kongre’de oluşan genel felsefenin, gümrük politikasındaki zorunlu sınırlamalar türünden istisnalar dışında yedi yıl boyunca genç Türkiye Cumhuriyeti’nin iktisat politikalarına da egemen olacağı gözlenecektir.”12

 

İzmir İktisat Kongresi’ni değerlendirirken bu kongrenin aslında Kurtuluş Savaşı adı verilen 1919-1923 yılları arasında yerli ve yabancı sermaye güçlerinin kurmuş olduğu ittifakla sınırlamak bir miktar yanıltıcı olabilir. Esasen bu ittifakı, 1908 İkinci Meşrutiyet yıllarına kadar götürmek gerekir.

Burada Türk komprador burjuvazisi ve toprak ağalarının emperyalist güçlerle -o dönem baskın olan Almanya’dır- girdikleri ittifak neticesinde 1915 Ermeni Soykırımı’na imza atmaları ve Ermeni taşınır ve taşınmaz sermayesine zorla el koymaları bu ittifakın ilk icraatıdır.

 

 Bunu 1919-1923 Pontos Rum Soykırımı, 1932 Trakya Pogromu ve 1955 Rum Pogromu takip edecek böylelikle sermayenin “millileştirilmesi” yönünde Kemalistlerin başlattıkları hareket ilerleyecektir. Kemalizmin milliliği işte ancak bu anlamla sınırlıdır; katliam ve soykırım ile Anadolu’da yaşayan diğer milletlere ait sermayeye zorla el konulması. Diğer taraftan Kemalistler emperyalist güçlerle 1908’den gelen ittifakı geliştirmiş ve bugüne kadar gelen ilişkileri ortaya çıkarmışlardır.

İzmir İktisat Kongresi ekonomik programları tartışmak üzere toplanmış olsa da doğaldır ki siyasete etkisi ya da siyasi sonuçları çok daha belirgindir. Komprador burjuvazi ve toprak ağalarının emperyalist güçlere verdikleri teminatlara karşın işi sınıfı üzerinde 1925 Takrir-ı Sükun uygulamaları ile baskının artması, İzmir İktisat kongresinde sözde kabul edilen işçilerin sendikalar kurma haklarının gasp edilmesi ve hemen ertesinden de işçilere yönelik sayısız tutuklama saldırıları düzenlenmesi TC devletinin bu öne çıkan siyasetinin içeriği hakkında net veriler sunmaktadır.

 Kaynaklar ve dipnotlar

1.       Karabekir K., İktisat Esaslarımız-Hatıra ve Zabıtlarıyla 1923 İzmir İktisat Kongresi- Emre Yayınları, 1 . Baskı, s. 156

2.       Ersoy T., Lozan bir anti-emperyalizm masalı nasıl yazıldı? Sorun Yayınları, 2. Baskı, s. 68-69

3.       https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/370993 , s. 9

4..  İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, s. 139

5.                  Ökçün Gç, Türkiye İktisat Kongresi, Kongre Açılış Konuşmaları Mustafa Kemal, Ankara 1997, s. 210

6.       Ersoy T., Lozan Bir Anti-Emperyalizm Masalı Nasıl Yazıldı?, s. 82

7.       Ökçün G., Türkiye İktisat Kongresi 1923 İzmir ‘İzmir İktisat Kongresinde İşçi ve Köylü (Şefik Hüsnü), s. 38-39

8.       Ökçün, age, s. 138-146

9.       Ersoy T, age, s. 87

10.   Başkaya F, Paradigmanın İflası, Doz yayınları, s. 124

11.   Başkaya, age, s. 130

12.   Ersoy T, age, s. 87

13.   Kazım Karabekir, İktisat Esaslarımız -Hatıra ve Zabıtlarıyla 1923 İzmir İktisat Kongresi- Emre Yayınları, 1. Baskı, s. 222

14.   Ersoy T, s. 90-91

 

https://ozgurgelecek51.net/analiz-izmir-iktisat-kongresi-emperyalizme-bagimliligin-ilani-1/

https://ozgurgelecek51.net/analiz-izmir-iktisat-kongresi-emperyalizme-bagimliligin-ilani-2/


TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)