Kaypakkaya geleneğinin mücadelesini konu alan, onun tarihsel
birikiminden edebi türde yapılan yapıtlar azımsanmayacak boyuttadır. Bu eserler
anı, öykü, şiir ve son yıllarda da söyleşi röportaj biçimiyle okuyucusunun
ilgisine sunulmuştur. Kaypakkaya hareketinin önemli bedeller pahasına edindiği
geniş emekçi sınıf tabanı ve devrimci hareket içerisindeki haklı konumu
itibariyle, bu eserler ilgi çekicidir.

Bu eserden de görüleceği gibi tarihimiz düz bir seyirde
ilerlememiştir. İnişler çıkışlar, yenilgi ve zaferlerle şekillenmiştir.
Karşımıza çıkan engelleri aşmada doğru veya yanlış pek çok pratik
sergilenmiştir. Bu durumun incelenip, doğru olana ulaşmada yardımcı olabilmesi
için en detaylı değerlendirme Muhasebe Belgemizle ortaya koyulmuştur.
Hatalarımızın yetmezliklerimizin, feodal ve küçük burjuva geri yanlarımızın
samimi bir şekilde eleştirel değerlendirilerek, kitlelerin bilgisine
sunulmasından çekinilmemiştir. Bununla da yetinilmemiş tarihimizin kimi dönem
ve olaylarını ele alan çeşitli türde yazınsal eserler teşvik edilmiş,
gerektiğinde materyal sunulmuş ve tanık anlatımlarıyla beslenmiştir. Bu anlayış
eser biçimi ne olursa olsun, tarihi değerlendirmelerden öğrenmenin ne kadar
değerli olduğunun yansımasıdır. Nitekim tarihiyle yüzleşemeyen, onu bir bütün
sahiplenmeyen geleceği de göremez. Tarihimiz gizli kapaklı bilinmez değildir.
Bazı olaylar birkaç defa kitaplara konuda olmuştur. 90’lı yıllarda bundan payını
fazlasıyla almıştır. Bunda garipsediğimiz şikayet ettiğimiz bir durum
bulunmuyor. Sonuçta her yazar konumlandığı sınıfsal gerçekliği üzerinde ele
almaktadır. Bu çalışmalardan öğreniyor ve öğrenirken doğru ve yanlışı ayırt
ediyoruz. Nasıl ki tarihimizi konu edinme hakkı yazarda varsa, onun anladığı
tarihin eleştiri konusu yapma hakkı okuyucuda vardır. Bizde bu görevimizi M.
Ali ESER’in Kırda Ateş Politik II. İsimli kitabı özelinde gerçekleştireceğiz.
Öncelikle şunu belirtmekte fayda var; tarihimizden kesitlerin ele
alındığı pek çok eserde olduğu üzere, ele aldığımız kitabı okunmaya değer kılan
özellik tarihi ele alıyor olmasıdır. Yazarın şunu bilmesi gerekir ki ortaya
koyduğu eser edebi yeterliliğinden ötürü ilgi görmemektedir. Bir çalışmaya
roman diyerek, onun edebi bütünlüğü sağlanmıyor. Okuyucuyu yazarında bildiğini
düşündüğümüz üzere, kitaba yönelten tarihi kesittir.
M. Ali ESER’in otobiyografik niteliği de olan kitabının konu
edindiği dönem hareketimizin önemli süreçlerinden biridir. 1987 yılında
bölünerek DABK ve Konferans isimleriyle iki ayrı kanada ayrılan güçlerimizin, 5
yıl sonra 1992 de birlik kararı almasının peşine 1993’te gerçekleşen OPK
dönemini ele alıyor. Tek tek bireylerin samimi istemlerine rağmen, bu süreç
doğru değerlendirilmeyerek, birlik sürecinin ilkesiz zeminde ilerlemesi tekrar
parçalanarak sona erdirmiştir. Bu dönem Muhasebe Belgemiz başta gelmek üzere,
pek çok siyasi değerlendirmeye ve farklı edebi çalışmalara konu olmuş ve
olmaktadır. Bunun olması da doğaldır. Tarihimizin ele alınışı ne kadar doğalsa
onun bireylerin o süreçte içine düştükleri grupçu, ilkesiz tavırlarını aklamaya
malzeme yapılması da doğal değildir. Tarih bir bütündür. Bireylerin tek başına
aldığı ve aldığını iddia ettiği tavırlara sığdırılamaz. Tarihimizi,
değerlerimizi arka fon olarak kullanarak kendisini aklamaya, paklamaya ve
pohpohlamaya yeni bir örnek olarak M. Ali ESER yeni kitabıyla dahil olmuştur.
Bunu da bedel ödemekten bir an dahi tereddüt etmeyen yoldaşlarımızın üzerinde
tepinerek gerçekleşmiştir. Konu edinmemize de neden olmuştur. Yazarın bu
saldırının bir hayli yoğun olması neden olmuştur.
Devrimcilere Saldırının Dayanılmaz Hafifliği;
Giriş bölümünün ardından kitabın içeriğini inceleyebiliriz. Kitap
gerçekleşecek olan Olağanüstü Parti Konferansı’na (OPK) katılacak olan 2
kişinin konferans alanına yolculuğuyla başlıyor. Okuyunca anlaşılacak ki bu
kişilerden biri yazarın kendisi Atilla, diğeri de OPK bitiminde G. Sekreter
olan kişidir. Yolculuk süresince dikkat çekici biçimde gerçekleşen yazarın iç
konuşmaları gereğinden uzun ve karmaşık olabilir. Bu durum okuyucuyu kitaba
çekmesi ya da edebi kaygıdan ileri gelmiyor. Yazarın kendisini grupçuluk
anlayışından aklama amacından ileri geliyor. Yazar, yani kitapta belirtilen
ismiyle Atilla’nın delegelik biçimiyle başlayan grupçuluktan, kendini aklamak
için olmayacak saflık ve madrabazlık sergilemektedir.
İstemeye istemeye
aldığını iddia ettiği delegenin OPK başlamadan düşürülmesini de nedense doğru
olmadığının yönelik başvurmadık teori bırakmıyor. Hatta bu durumun
değerlendirilmesinin birlik sürecini tıkayabileceği iddiasını dahi ileri
sürebiliyor. Bu kaygıyla da hareket eden konferans kökenli delegelerin
Atilla’nın haklı olmasına rağmen, tartışmayı uzatmayarak delegeliğinin
düşürülmesine onay verdiklerini iddia edebiliyor. Hâlbuki Atilla’nın delegelik
konusu fazla tartışılmadan, ezici bir çoğunluk tarafından doğru bulunmayarak
düşürülür.
Şunu belirtelim OPK’da 7 DABK kökenli ve 13 Konferans kökenli
delege bulunmaktadır. Alt konferanslarda belirlenen bu delegeler çeşitli
bölgeleri temsilen katılmaktadır. Atilla ise faaliyette bulunmadığı Karadeniz
Bölge Komitesi (KBK) adına delege olarak alana getirilmiştir. Çalışma yapmadığı
bir bölgeden delege olarak OPK’na dâhil edilmesine karşı çıkışların haklılığı
açıktır. Ancak yazar bu açıklığa rağmen, karşı çıkışlar karşısında olmadık
formüller ileri sürerek boşa düşürme gayretindedir. Bu formüllerin o an’ın
sıcaklığında değerlendirilmediği, konuşmadığı bir diğer hayali kurgudan öte
gerçektir. Ancak mesele en başından hatalıdır. Almış olduğun oyu saymak yerine,
olmaman gereken oylamayı neden belirtiyorsun?
Sonuçta Atila faaliyet alanı
olmayan bir bölgeden, hileyle ve grupçuluk anlayışıyla delege olduğu iddiasıyla
OPK’na getirilmiştir. Bu durumda haklı çıkışların sonucunda ‘’delegelik’’ iptal
edilmiştir. Bu iptalin nedenini DABK kökenli delegelerin grupçuluğunu ileri
sürerek açıklamaya çalışan yazar, nedense yukarıda belirttiğimiz DABK ve
Konferans kökenli birleşimden hiç bahsetmez. Bu durumda gösterdiği üzere
konferans kökenli delegelerin onayı olmadan delegeliğinin düşmesi olanaksızdır.
Grupçuluk mantığıyla elde ettiği delegelik OPK başlamadan sona ermiştir.
Yazarın bu noktaya gelinceye kadar sergilediği tavır, kitapta kendisine yönelik
ifade ettiği; “artık yere bırak bu köylü saflığını taşımaktan yorulmadın mı
bunca sene!” dedirtecek kadar sahtedir.
Bu saflığının gerçek olmadığını kitap boyunca OPK’na delege olarak
katılan ve o alanda farklı görevleri nedeniyle bulunan DABK kökenli delege ve
savaşçılara hakaret, küçümseme vd. saldırısıyla açıktır. Bu saldırılarının yanı
sıra konferans kökenli delege ve savaşçıların DABK kökenliler rekabetçi şekilde
yansıtarak nitelikli gösterme çabası söz konusudur. Yazar OPK öncesi
konferansçı kanat içinde yeralışını, OPK değerlendirmelerinde yaptığı
grupçulukla sürdürmektedir. Kendisiyle birlikte alana gelen ‘’Hüsnü’’ nün
grupçuluğuna, istemeden dâhil olduğunu ispatlamak için verdiği çaba, DABK
kökenli yoldaşları küçümsemeye dönük ifadeleriyle açığa çıkmaktadır.
Kitabın öne çıkan bir yanı DABK ve konferans kökenli kadrolar
arasındaki siyasi, askeri, örgütsel nitelik farklılığını, bir tarafı üzerek bir
tarafı göklere çıkararak gösterilir. Bu sorunlar özelindeki kavrayışsızlığın
genel bir durum olmasına rağmen, DABK kökenli kadroları sadece hedefe
oturtmaktadır. Bu durum bu günde 94 ayrılığına yaklaşımda görmekteyiz. Yazar
niteliksiz göstermeye çalıştığı DABK kökenlilerde seçicidir.
Hâlbuki düşmanlığı
tek tek bireylerden yola çıkarak bütünedir. Bu seçiciliğin nedeni de şuan
içinde yer aldığı kolektifin, DABK çizgisinin devamcısı olduğu iddiasıdır.
İncelikli bir işçilikle DABK kökenli kadrolara nefretini kusar, bu amaçla Nihat
‘’Baki’’ ve Cem seçilmiştir. Nihat anlaşılır bir hedeftir. Karşı devrimci
Hücre’nin başı olduğu daha sonraki süreçte açığa çıkarılmış, tepki doğurmayacak
bir isimdir. Ancak kitapta ‘’Baki’’ ismiyle belirtilen yoldaşımızla, Cem yoldaş
neden seçilmiştir.
Roman da ‘’Baki’’ ismiyle tanınan kişi, yıllarca kırsal alanda
mücadelenin ihtiyaçlarını karşılamak için emek vermiş, önemli görevler
üstlenmekten geri adım atmamıştır. Bu sürede düşmanla pek çok defa sıcak temas
kurmuş ve kararlığından geri adım atmamış yoldaşımızdır. Kırsaldan tedavi
amacıyla çıktığı yurt dışından geri dönüşünde sınırda düşmanın eline geçmiş ve
uzun yılları bulan tutsaklığa hapsedilmiştir. Bu sürede de kendisine verilen
görevleri ağır tecrit koşullarına rağmen sürdürmüştür. Devamında ‘’3. Oturum’’
marifetiyle gerçekleşen darbeden sonra, 2014 yılında yaşanan ayrılıkta
Kaypakkayacı hareket saflarında kalarak, yazarın içinde bulunduğu
darbeci-oportünist çizginin saldırılarının karşısında durarak mücadelesini
sürdürmektedir.
Cem yoldaşımız kitapta açık ismiyle de belirtildiği üzere A. Rıza
SABUR‘dur. Bilindiği üzere Cem yoldaş hazırlığı yapılan 2. Oturuma katılım için
Dersim bölgesine gelen yoldaşlarında içinde olduğu katliamda 16 yoldaşıyla
Mercanlarda ölümsüzleşmiştir. Kırsal mücadeleye katılımı öncesi ve sonrasıyla
ölümsüzleştiği tarihe kadar, kendisine verilen her görevi geri çevirmeden
üstlenen, bu doğrultuda alınmadık görev bırakmayarak, bunu son olarak
ölümsüzleşerek en üst düzeye taşıyan yoldaşımızdır. Bu durumun yanı sıra onun
mücadelesini sahiplenen ailesinin tavırlarından da bahsetmek gerekir. Bu
durumun neden hedef alındığı gösterir. ‘’3. Oturum’’ marifetiyle gerçekleşen
darbe karşısında, Cem yoldaşın mirasının taşıyıcılarından ailesi tavır
göstererek Kaypakkayacı çizgiden yana duruş sergiler. Bu durum karşısında
darbeci-oportünist çizgi sahiplerince aile hedef haline getirilerek yıpratılır.
Bu iki yoldaşımız üzerinden yakın zamana kadar uzandığımız
gelişmeler, yazarın içine yeni dahil olduğu kolektif tarafından DABK kökenli
yoldaşlarımıza saldırılarını görmezden gelme gerekçesidir. Böylece M. Ali
Eser’in yoldaşlarımıza saldırılarına sessiz kalınmakla yetinilmemiş, bu yapı
bünyesinde yer alan yayınevince de kitap basılmıştır. Böylece iki yoldaşımız
şahsında DABK’nin dönem kadroları saldırıya hedef olmuştur. Bu detayı da
belirttikten sonra devam edelim.
OPK Maoist parti tarihimizde çok önemli dönemeçtir. Ancak sonradan
yapılan bazı değerlendirmelerden de anlaşıldığı üzere yeterince bilince
çıkarılmamıştır. Bu değerlendirmelerin muhatapları daha çok dönem koşullarını
göz ardı eden, kişileri öne çıkaran ve grupçu bakış açısından sıyrılamayan
tarzda anlayış getirilmiştir. Bilinmelidir ki birlik süreci OPK öncesi başlayan
bir gelişmedir.
1987’de ayrılan iki kanat 91 yılını 92’ye bağlayan kışlık üslenme
sürecinde birlikte hareket etme kararı başlatarak birlik komisyonunun
kuruluşuna imza atılır. Bu doğrultuda merkezi kadrolardan tutalım faaliyet
alanlarının belirlenmesine kadar iki kanattan temsilciler atanarak, görevliler
tayin edilir. Birlik komisyonu ve merkezi yürütme DABK ve konferans kökenli
kadrolarca şekillenir. 92 faaliyet dönemi Birlik Komisyonu’nun belirlediği
görevlendirmeler çerçevesinde ilerlemiş ve 93 baharı için OPK görevi önlerine
konulmuştur. Yazar ve beraberindeki delegeleri alanda karşılayan ilk birliğin
sorumlusu Cem yoldaştır. Yazar bu karşılaşmada Cem yoldaşın yüz ifadelerinden
tutalım tavırlarına kadar pek çok olumsuz, karalayıcı tespitte bulunuyor.
Öncelikle 92 yılının kışlık üstlenmesinde yaşanan gelişmelerden
kısaca bahsedelim. Pülümür ve Munzurlar da bulunan iki üstlenme yeri ve çevresi
düşmanın saldırısına uğrar. Kitapta bu bilgiye sahip olsakta, saldırı
maksatlıdır. Bu gelişmelerden kaynaklı önemli kadro ve savaşçılarımız
yıldızlaşmış ya da sakatlanarak mücadeleden kopmak zorunda kalmıştır. Bu
kayıplardan kaynaklı alanda demoralizasyon ve tahribat söz konusu olsa da yazar
hiç dile getirmez. Sanki hiç böyle bir süreç yaşanmamış gibi alanda bulunan
yoldaşlar duygusuz birer kaya gibi resmedilir.
Yazarın OPK nedeniyle bulunduğu
alanda, 3-4 ay önce yaşanan bu gelişmelerin sohbet konusu olmadığını görüyoruz.
Yazarın keyifle kendisini ayrıcalıklı bir yere koydurttuğu emperyalist İsmail
ve Alev ile sohbetlerinde, bu kayıplar ve kışın yaşanan süreç konu edilmez.
Eşyanın tabiatına aykırı bir durum. Çok önemli kadrolar ya ölümsüzleşmiş ya da
sakatlanarak mücadeleden kopmak zorunda kalmıştır. Ancak sohbet konusu
değildir. Veyahut bu sohbetler gerçekleşmiş, kitabın amacı dışına
değerlendirilerek konu edilmemiştir. Böylesi bir durumun şehirden kırsal alana
gelenler tarafından sohbet konusu yapılmaması olanaksız. Taş olsa çatlar
denecek süreç yaşanmıştır. Yazar Cem’le ilk karşılaşmasından sayfalarca olumsuz
kötümser değerlendirmede bulunmak yerine, üstte belirttiğimiz gelişmeleri de
dikkate alarak anlayışlı, iyimser yorumlar yapmak yoldaşça olandır. Fakat yazar
merkezine kendisini koyduğu nesnellikten uzak bir değerlendirmede bulunuyor.
Dünya yansa umrunda olmayacak şekilde bakıyor. Ardına sıraladığı Cem’in
davranışlarına yönelik olumsuz tespitleri yerine, nedenine ilişkin baş başa
oturup sohbet etmeyip, otuz yıl sonrasına taşımak samimi değildir. Yazarın
kendisine zorlama bir şekilde hedef alarak seçtiği Cem yoldaş ise yanlış bir
tercihtir. Bulduğunu sandığı cevher suya
atıldığında eriyen cinstendir. Yazarın kitaptan bir bölümde
unutamadığını ifade ettiği Cem yoldaşın güler yüzü yıllar öncesinde kalmamış,
onu tanıyan pek çok yoldaşının da hafızasındadır. Yoldaşlarına karşı samimi,
fedakarca yaklaşan ve naif yüreği davranışlarıyla açığa çıkan yoldaşlarımıza
saldırmayı yazar kendisine hak görebiliyor.
Yoldaşımızı Suriye ve Rojava Kürt
halkının katili Esad’a benzetebilecek kadar kendini kaybeden bilinç
zehirlenmesi yazar yaşıyor. Yanlış anlamadığınız yazar; “bu fotoğraf karesi,
yıllar önce gazetelerde görüldüğü, Hafız Esad’ın yana dönerken çekilmiş ünlü
görüntüsü ile neredeyse aynıdır. Zihinin nasıl olurda böyle bir oyun oynadığını
anlamasa da, Cem’le göz göze gelişi, canlanmış o resimle göz göze gelmiş hissi
yaşattı.
Tek farklılık Cem’in yıllar öncesinden aklında kalan gülüşünün
bozulmadan tekrar etmesiydi.” (S.78 diye aktararak ona göre oyun olan benzetme
bize göre yıldızlara saygısızlıktır.) Arap, Kürt vd. halkların katili Hafız
Esat, ömrünü devrimci mücadeleye adamış ve bu uğurda ölümsüzleşen yoldaşımıza
benzetiliyor. Teşbih, benzetme yönetimi roman ve öykü yazımında sıklıkla
başvurulur. Yazar bu yöntemi birbirine zıt karakter ve anlayıştır.
İki kişiyi
bir araya getirerek kullanıyor. Bedel ödemekten bir an dahi geri adım atmayan
ve bu uğurda yıldızlaşan yoldaşımıza karşı hoyratça, kendini bilmez şekilde
kullanabilmiştir. Yazar benzetme yaptığı Esat’ın görüntüsüyle 30 yıl sonra bile
eşleştirebiliyor. İçindeki nefret ve düşmanlığın geldiği boyutun bir örneğini
M. Ali Eser sunuyor. Hayattayken bunu yapmaya cüret edemedim, ölümsüzleştikten
sonra yapayım dercesine saldırmıştır.
Yazarın saldırıları, hakaretleri sadece bununla da sınırlı
değildir. OPK süresince bulunduğu alanda, başına gelen en kötü anıların sebebi
olarak da sürekli biçimde ifadelerini bulacağız. Yazarın anlatımlarına bakınca
Cem bencil, halden anlamayan, suratsız, duygusuz, kindar vs. vs. diye uzayan
iyice iyiye dair hiçbir nitelik barındırmadan devrimci mücadeleye katılan
biridir. Yazar Cem’in durduğu yerin tersine aktarımlar yaparak okuyucuyu ona
karşı kinlenmeye teşvik ediyor. Yazar ne kadar karalamaya da çalışsa bizler
için Cem yoldaş, 1. Oturumun coşkusunu, halayın başında kendisinden geçercesine
kutlayan, yoldaş canlısı olarak kalacak. Yazarın Cem yoldaşa ifadelerine
geçelim.
‘’Cem onu (Atilla) tanımazdan geliyordu, karşılaşınca şu anda
ayaklarını donduran kar gibi soğuktu.” (s.51) Yazar bu cümleyi kurarken bir an
olsun, Yel Dağı yolculuklarını ayakları donarak atlatabilen yoldaşlarımızı göz
önüne alıyor muydu? Kustuğumuz nefretin boyutunu iyi anlamak için hissedebilmek
önemlidir. Karşımızdaki taş değil, eti ve kemiğiyle kendini mücadeleye
katandır.
Devam edelim; (Cem) “dinlenecek misiniz diye sormadan, su ve yemek
ihtiyacının olup olmadığını sormadan… ‘Hadi yürüyoruz’ demişti. (s.52) “…eğer
Cem bildiğim sesin sahibi ise niye bu kadar soğuk davranıyor? Sorusunun
cevabını bulmak stresi, midesine soğuk metalden bir kütle olarak asılıp
kalmıştı ve bu his Atilla’nın bütün tadını alıp götürdü sanki.” Bu ifadeler Cem
yoldaşla karşılaşmaları üzerine yapılan yorumlardır. Aktardığımız bölümlerden
anlaşılacağı üzere yazar da kötümser bir bakış hakimdir. İyi niyetli küçükte
olsa bir değerlendirmeye rastlanamaz. İlk karşılaşmanın bu derece abartılı
kötümser verilmesi, sonraki yorumların da ne derece incitici olacağının
habercisidir. Yazar su ihtiyacını dile getirdi de, içemez misin denildi? Bu
nasıl saldırı nesnesi arayışıdır.
Halk ordusu erlerinden bahsediyoruz,
karşınızda faşist Türk ordusu bulunmuyor. Munzurların Erzincan köylerine bakan,
herhangi bir noktasından kamp alanı arasındaki mesafe abartılacak uzaklıkta
değildir. Yazar günlerce aç ve susuz yürümüş esirler gibi, bu meseleyi saldırı
meselesi haline getirmiştir. Şunu da belirtmekte fayda var inandırıcılıktan
yoksun. Kendisi de dahil 4 delege karşılanıyor. Ve biride bu durumu eleştirmez?
Diğer delegelerden alana ilk defa gelmeyenlerde var. Bu durumu ifade edebilirler.
Devam edelim; “Cem’in tavrı başka bir şey söylüyordu; bambaşka bir
şeydi. Birbirleriyle karşılaşmış iki hak yolcusunun karşılaşırken ki
nezaketinden, kültüründen daha geriydi” oldu olacak yazar düşman gibi karşıladı
diyebilirdi. Farklı bir anlam çıkmıyor. “Cem, yabancıydı ve yabancıları alıp,
ortaklaşa kurulacak divana oturmaları için karargahına götürüyordu.’’ (s.53) Bu
tekrar eden yoldaşlıktan, devrimci bakış açısından uzak olumsuz bakış açısını
kitap boyunca okurun kinlenmesi istenircesine okuyoruz. Yazarın amacı bu
olmalı, başka türlü bu ifadeler neden otuz yıl sonra kitaba konu edilir.
‘’Cem’in bu tavrını gördükten sonra ağzını açacak en küçük bir istek
kalmamıştı” (s.131) 4-5 saat önce ilk temas ettiği Cem’in tavrı ve söylem
şaşkınlıktı” (s.82) Cem yoldaşa saldırıların yanına “Baki” ismiyle belirtilen
yoldaşımıza saldırılar eklenir; “Cem’in ve Baki’nin tavırlarından beri,
sorarken de birşeye cevap verirken de bir temkinlilik tavrına girdiğini fark
etti”. (s.131) Anlaşılan yazarın çocukluktan kalma psikolojik sorunu gün yüzüne
çıkıyor. Bilinç altına yerleşen çocukluktan kalma baskılama Cem ve “Baki”
tarafından, tetiklenerek yazarı içine kapatıyor. Bu paranoyakça düzeye gelen
yaklaşım gösteriyor ki “Baki” ve Cem yazarın üst beynine yerleşiyor ve onu yönetiyor.
Düşmanın karşısında işkencelerde onurlu direnişini yere göğe sığdıramayan
yazar, “Baki” ve Cem’in tavırları karşısında suspus olduğunu iddia ediyor. Bu
nasıl devrimci niteliktir ki yoldaşları karşısında sinik hale kendini
getiriyor.
“Duygusaldı, tepkiliydi. Ve Cem’le karşılaştıktan şimdiye kadar ki
bu iki gün boyunca gördükleri bir insanın on yılda gördüklerine eşit şeyler
olarak birikmişti sanki’’ yazar bir ayda ne yaşamış olabilir ki? Aslında bir
ayda değil iki kısa günde yaşamış. Acaba 1993’te zorlu kış şartlarında yerleri
açığa çıkan Pülümür barınağından güvenli bir alana zorlu ve uzun yolculukla
ulaşmaya çalışan 48 yoldaşımızdan biri miydi? Kardelen Hareketi sürecinde,
Maoist Parti’ye sızan ajanlar açığa çıkarılırken, yoldaşlar arasında
kendiliğinden gelişen güven erezyonunu tersine çevirmek için çabalayan
yoldaşlardan biri miydi? Bir Dersim Yetmez Hedef Bin Dersim olmalı! şiarını
rehber edinerek Karadeniz’e ilk defa ayak basarak bölgeyi tanımaya çalışan
birliğin üyesi midir? Hiçbiri tabi. Mücadele tarihimizi kendi romantizminin
malzemesi yapmaya çalışan, tükenmiş bir kişiliktir.
Yazar ardı ardına Cem yoldaşla ilgili iddialarda bulunuyor. Ancak
nedense karşılamaya gelen birliğin diğer üyelerinin adını bile anmıyor.
Hafızasında Cem’in yüz mimiklerini saklayabilen yazar, birliğin diğer
üyelerinin ismini vermekten neden çekiniyor? Doğru olmayan ifadelerinin açığa
çıkmasını engellemek istiyor. Abartarak verdiği iddialarını, iradi
mücadelelerle değiştirme olanağı söz konusuyken, otuz yıl önce yapmadığı
sohbeti bugün karalama malzemesi haline getirmiştir.
Çünkü sorun olarak
gösterilenler, somut koşullara ait olmayıp otuz yıl sonrasının saldırı
malzemesidir. Cem yoldaşa ilişkin olarak değineceğimiz son konu; bir ay yazarın
kaldığı Dersim’de kamp alanından başka bir yere çıkmayan askeri anlamda hiçbir
tecrübe sahibi olmayan yazarın, hüznünün OPK (G.S) ağzından Cem yoldaşın
komutanlığının sorgulanmasıdır. (Atilla) “Ulaş nitelikli bir yoldaş gerillanın
sevgilisi gibi dedi. Evet öyle diye onayladı Hüsnü. ‘Konferans sürecinden beri
gözlemledim; bana Sovyet romanlarından anlatılan kızıl ordu kişiliği
hatırlattı.’ Bir de Cem’e bak diyen Hüsnü’nün dudaklarında acıyla karışık bir
sırıtma oynaştı. ‘Yılların kadroları ama Ulaş’taki esnekliğin alçak
gönüllülüğünün zerresine sahip değiller’ diye (Hüsnü) ekledi” (s.327) Okuyucu
şu yanılgıya kapılmamalı “Hüsnü”nün ağzından bile bazı ifadeler verilse,
yazarın dimağının ürünüdür. “Zerresine sahip değiller” diye çoğul kullanılan
ifade dönemin DABK kökenli komutanlarıdır.
Grupçuluğun açık ifadesidir. O
zerresine sahip olmayan dediklerinizin pek çoğu yıldızlaşmıştır. Cem yoldaş
paramparça edilmiş geriye kalan bedeniyle ailesine ve yoldaşlarına emanet
edilmiştir. Bu mücadelenin sizin gevezeliklerinizle mi örüldüğünü sanıyorsunuz?
Size kalsa yazı yazarak devrimcilik yapılırdı. Kadro vasfına sahip olan iki
yoldaş, hadi varsayalım bu sohbet gerçekleşmiş; biri OPK sonrası Maoist
partinin en üst görevine atanıyor, diğeri 1 No’lu Askeri Bölge Yürütmesi DBK’na atanıyor. 1
aylık gözlemleriyle yazar bizden yani okurdan, Cem’i yaftalamamızı istiyor.
Yazar genel bir sorun olarak karşımıza çıkan meseleleri, tek tek kişilerle
açıklama hastalığını burada da sergiliyor.
Biz dönem askeri kadrolarının
yeterli beceriye sahip olduğunu iddia etmiyoruz. Muhasebe Belgemizde de
belirtildiği üzere geride kalan zaman zarfında, hareketimizin en önemli zaafı
Halk Savaşını kavrayış yetersizliğidir. Yazar genel bir sorun olan bu duruma,
grupçuluk mantığıyla Konferans kökenlileri yeterli göstererek, karşı taraftan
da tek tek bireylere yıkarak, genel bir sorunu çözümsüzlüğe itiyor. Burada anlatmak
istediğimiz ne Ulaş ne de Cem yoldaşın askeri anlamda istenilen yeterlilikte
olmadığıdır. Çünkü genel bir yetersizlik söz konusudur. Birilerini ya da bir
tarafı ezip diğerini ya da diğerlerini yüceltecek bir durum söz konusu
değildir. Ayrıca yazar gerçekçi yorumdan da uzaktır. Cem yoldaşla 1 aydır bir
arada ve askeri hiçbir pratiğe girilmiyor, ancak Ulaş kampın son günlerine
yetişiyor ve o kısacık gözlemle niteliklerini açığa çıkarıyor.
Öncelikle
yazarın bakış açısıyla ortaklaşmadığımızı belirtelim. Komutanlık niteliği
askeri kabiliyetle sınırlı değildir. Ayrıca siyasi yeterliliğinde yanı sıra
ilerlemesi gerekir. Yazarda da olduğu üzere bu konumdaki yoldaşların sadece
askeri kabiliyeti dikkate alınmıştır. Bu da kavrayışsızlığı derinleştiren bir
unsur yaratmıştır.
Ancak M. Ali ESER bunlara bakmaz. Onun için önemli olan
güler yüzlü karşılama, yoldaşça kucaklaşma, su içmesine engel olmama vs. vs.
yazar için devrimcileri karalamak bu kadar basittir. Ancak bizim
sahiplendiğimiz MLM anlayış ve değerlendirme yöntemi bu değildir. İçinde nasıl
bir zehirden irin birikmişse yazar kusuyor. Askeri veya siyasi hiçbir
değerlendirmede bulunmadan, Cem yoldaşın ve genelde DABK kökenlilerin
yetenekleri sorgulanıyor. Elbette bu nitelik sorgulanabilir. Ancak doğru
çerçevede olmalıdır.
Yerden yere vurduğu Cem kendisine verilen her görevi
ikiletmeyen, en zorlu süreçlerde en önde görev alabilen, kırsal mücadelenin
yürütüldüğü Dersim, Karadeniz ve Amed’ te görev alabilmiş sayılı yoldaşlardan
biridir. Siz kendinizi bu pratiğin karşısında düşmanca şekilde
konumlandırıyorsunuz. Geliştirici, dönüştürücü değil yıkıcısınız. Devrimci
mücadeleyi kendinizi pohpohlama, temizleme ve romantizm sahası mı sanıyorsunuz?
Sizin gibiler Kaypakkaya geleneğinin mirasını tüketmekten, ona zehir kusmaktan başka
bir anlayışa hizmet etmez. Grupçuluk zihniyeti içine sıkışmış M. Ali ESER,
varlığını bedel ödemiş devrimcilere saldırmakla sürdürüyor.
(DEVAM EDECEK)---------BİR TÜKENİŞİN ADI: MEHMET ALİ ESER (2)
Devrimcilerin Ölümüne Susamış Düşkünlük
Devrimcilerin Ölümüne Susamış
Düşkünlük
Cem yoldaşa ilişkin saldırıları ele
aldıktan sonra, kitapta “Baki” ismiyle tanıtılan yoldaşımızla alakalı
aktarımlara değinelim. Yoldaşımızın bilinen ismiyle değil, farklı bir isimle
tanımlanmasını anlamakta zorlandık. Nitekim farklı kitaplarda aynı olay
anlatılmış ve bilinen ismiyle tanımlanmıştır. Yani okuyucunun tanımadığı bir
kişi değildir. İsim değişikliğinin nedenini görebildik. Yazarın “Baki” ismi ile
tanımladığı yoldaşımız kitap boyunca en fazla saldırıya uğrayandır. Sahte bir
isimle karakter tanımlanınca, bu kişi hayaliymiş gibi düşünülerek, ağzına ne
geliyorsa sınırsızca kullanmıştır yazar.
Yoldaşımız 45 yıldır Kaypakkaya
hareketinde mücadele veriyor. Yazarın kitabında ölmesini dahi isteyecek kadar
ileri gittiği yoldaşımız, düşmanın tüm imha operasyonlarında, ki mi zaman
yaralı olsa bile çıkmayı başarmıştır. Yazar mermi sıkmadan komutanların olması
gereken niteliklerini düşünürken, yoldaşımız çatışmadan çatışmaya bu
nitelikleri öğrenmeye çabalıyordu. Bu mücadelesini 24 yıldır tutsak olduğu
zindanda tecrit ve tredmana karşı direnerek sürdürmektedir. Yazar kullandığı
ifadelerde hiç olmazsa bu durumu görerek saygı gösterebilseydi.
Öncelikle “Baki” ismini neden
tercih ettiği üzerinde duralım. Muhasebe Belgemizde belirtildiği üzere, I.
Konferans süresinde ‘RS’ hizbi açığa çıkar. İki farklı ismin örgütlediği bu
hizbin içindekilerden biri Baki İşçi’dir. Bu kişi hareketimizde ‘savaş ağalığı’
çizgisinin bilinen ilk ismidir. Yine yazarın kitabında Baki ismiyle tanımladığı
yoldaşımız da “Savaş ağası” zemininde oturmaktadır. Bu niteliklere uygun isimle
yoldaşımızı yaftalayarak, aklı sıra yazar, amaçladığı noktayı pekiştirme
niyetindedir. Böylece I. Konferans öngünlerinde ortaya çıkan savaş ağası Baki,
1993 OPK’nda farklı bir bedenle karşımıza çıkarılmak istenir. Yazar kendi
çapını açığa vururcasına, yüz yüze yapamayacağı hakaretler ve suçlamalarla
yoldaşımızı nitelemiştir.
Devrimci anlayışa sahip olmak
zihniyetin dönüşümüdür. Bu davranışta, ilişkilerde ve kullanılan dilde meydana
gelmesi gerekli, temelden bir dönüşümdür. Devrimci mücadeleden bir an dahi olsa
geri durmayı düşünmeyenlere hakaret etmek asla değildir. Var olduğunu
düşündüğümüz hatalar karşısında yapılması gereken, nesnel olanla yetinen
eleştiri yürütmektir. Ancak Cem yoldaşımızdan sonra bu defa “Baki” ismiyle
tanımladığı yoldaşımıza da bunun aksine yönelim gösterir.
O halde “Baki” ismiyle tanımladığı
yoldaşımızla alakalı bölümlere geçebiliriz; “sofranın çemberi tamamlanmışken…
‘haydi başlayın’ diyen kişi ise kuru kaba gülüşüyle ikide bir sol göğsüne asılı
duran telsizin mandalıyla oynarken adeta ‘ben buranın hakimiyim ’ havasındaki
kişi; Baki’ydi…”
İlk defa geldiği bir alanda, henüz
tanıştığı yoldaşa hiç hoş olmayan gözlemler. “Baki” o dönemin ve sonraki
sürecin değerli ve tecrübeli kadrolarından biridir. Önemli çatışmalar ve
pusulamalar içinde yer almış ve yönetmiştir. Savaşı savaşarak öğrenmenin somut
örneği olmuştur. Yazarın dikkat çektiği üzere “Baki” sürekli bir şekilde telsiz
mandalıyla oynuyorsa hem bu niteliklere aykırı hem de onlarca birliğe kumanda
eder kurmaylığa erişmiştir. Bu iki durumun da gerçekliği söz konusu değildir.
90’ların başı 2000’lere göre telsiz önemli bir iletişim aracıdır. Ancak bu
duruma rağmen kendisini yemekten alıkoyacak sıklıkla telsiz kullanımı
olanaksızdır. Sabit bir noktada ve önemli bir toplantının yapıldığı alanda
sürekli şekilde telsiz kullanımı mantıklı gelmiyor. Bu alanda güvenliği takip
edecek pek çok yoldaş var. Anlaşılan gürültüsü ve gülüşünü beğenmediği “Baki”
ye, yazar telsizi de fazla görmüş. Daha ilk andan başlayarak yoldaşlarına karşı
böyle aşağılayıcı düşünceler besleyen birinin yoldaşlık ilişkileri sevgisiz ve
geridir.
Devam edelim; “yakasına monteli
telsizle arada bir muharebe yapan Baki’nin konuşmaları, geldiğinden beri
dikkatini çekiyordu; lakayt ve alaycıydı karşı taraftakiyle. Atila, bu
gözlemlerini sentezleyince ‘Karargah komutanı Baki’ dedi içinden.(s.82)
Öncelikle yazarın “Baki’ye”
yaklaşımı paranoyaklık boyutuna ulaşmış görünüyor. Kitap boyunca göreceğiz ki
kalabalık bir ortamda, başka kimseyi böylesine adım adım takip etmemiştir.
Yazar öznel düşüncelerini okuyucunun sorgulamadan kabulleneceğini düşünüyor. Bu
gözlemler kamp gününün ilk gününe ait. Ciddi bir önyargı sıkıntısı var ve nasıl
parçalanacağı şüphelidir. Aslında görünen o ki yazar, süreci bugünden bakarak
değerlendiriyor. Bu nedenle haksız ve nesnellikten uzak yargılarda bulunuyor.
Dönemin ruhuna inemiyor, roman yazmak kolay değil. Amaç edebiyat olmadığı için
de yazar sübjektif değerlendirmelerle romanını boğuyor.
Henüz sohbet bile
etmediği, yargılarını bile tahminlerle oluşturan yazar, bunları hoş olmayan
nitelemelerle besliyor. Kendisinde sık sık bahsettiği üzere yeni mücadeleye
katılan biride değil. Yanlış düşündüğü meseleler üzerine yoldaşlarıyla sohbet
edilecekken, bunu yapmaya tenezzül bile etmemiştir. Çünkü hayali olaylar
yaratıyor. “Lakayt ve alaycı” deniliyor ama nasıl bir sohbette bunu yaşadığı
muammadır. Yazarın amacı çamur at izi kalsın olduğu için, buna gerek duymuyor.
Elbette bu özellikleri “Baki” taşıyabilir, ancak bu nu somut bir şekilde ortaya
koymak iddia sahibinin de sorumluluğudur. Yoksa tersinden bu ifadeleriniz,
yakıştırdığınız özellikler sizlere giydirilir.
Gelelim apoletlileri gelir gelmez
tespit etmek talaşınıza. Yazarın ilginç bir sentezleme anlayışı var. “Lakayt ve
alaycı” o halde karargah komutanı şu. “Karargah komutanı” arama yöntemi de
vardığı sonucun hatalı olacağını gösteriyor. Tahminlerle apoletlileri aramak
yerine, merakınızı giderebilmek için sorabilirdiniz. Hepsi yoldaşınız, neden
ilk elden sorumlu düzeyde yoldaşınızı arıyorsunuz. Kendinize “Hüsnü” de olduğu
üzere ahbap olarak onlarımı görüyorsunuz?
Belirtelim “karargah komutanı” “Baki”
değil.
Yazar roman boyunca böyle yansıtsa da “karargah komutanı” Nihat’tır. 30
yıl geride kalmasına rağmen, geniş kitlelerin okuruna sunulan bir kitapta, bu
bilgiyi edinmeye bile gerek duymamışsa, kitaptaki bilgilerin gerçeklikle uyumu
sorgulanır. Daha önce bahsetmiştik, bir yıl önce oluşturulan Birlik Komisyonu
Nihat’ı Genel Komutan olarak belirlemiş, “Baki” ismiyle tanımlanan yoldaşımızı
da Genel Komutanlık altında örgütlenen Amed Bölge Komitesi komutanıdır.
Bu
nitelikler OPK öncesi niteliklerdir. Ayrıca şu durumu da gözden kaçırmayalım bu
kişiler ve diğer yoldaşların almış olduğu görevler, DABK ve Konferans kanatları
temsilciliklerinden oluşan, Birlik MK’sı tarafından belirlenmiştir. Orada
bulunan kadrolar sadece şu tarafın ya da bu tarafın sorumlusu değildir.
Bir başka bölümden devam edelim;
“Baki’nin yanında oturuyordu. Telsiz konuşmaları şifresiz ve açıktı… Baki,
telsizle konuşmasının bir yerinde… gelirken Cemal ağaya da uğrayın, ona
bırakılan bir roket atar ve iki adet roket var; onları alıp getirin deyince.
Atila adeta şok olmuştu… kimseden ses çıkmayınca Atila…; yoldaş telsizlerin
dinlendiğini bilmiyor musunuz? Bu kadar açık konuşmak riskli değil mi?
deyiverdi… Baki’den aldığı cevap açık bir azar ve terslemeydi; ‘Ne bıra bıra,
daha yeni geldin, dilin de çok uzun senin ha!” Dikkat çeken, ilginç bir diyalog
olduğu açıktır.
Tarihimizi konu alan ve dönemi de içine alan pek çok farklı
eser yazılmıştır. Ancak askeri anlamda bu kadar ciddiyetsiz ve güvenliği
görmezden gelen bir tutum anlatılmamıştır. En azından biz karşılaşmadık.
Bırakalım “Baki” ismiyle tanınan yoldaşımızı, herhangi bir yoldaşımızın böyle
güvenlik kaygısı taşımayan pratiğini ne gördük ne de okuduk. Ha kaza döneme
tanıklık eden yoldaşlar da “Baki”ye atfedilen bu pratiği okuduklarında
şaşıracaktır. Yazar “Baki”yi her yönüyle olumsuz bir kişilik olarak okura
gösteriyor.
Şaşırıyoruz, kesintisiz 12 yıl kırsal alanda bulunan birinin, bu
kadar olumsuzluk içinde olup da son ana kadar sorumluluk düzeyinde bulunmasına.
Yazar bu durumu neye göre açıklıyor. Sıradan bir savaşçının bile yapamayacağı
pratiği, tedbirsizliği “karargah komutanı Baki” nin yaptığına inanmamız
isteniyor. Oldu olacak tüm teçhizatlarmızı düşmana teslim edelim. “Karargah
komutanı” bunu yapabiliyorsa, yeni katılan birinin neleri yapabileceğini
düşünmek bile istemiyoruz. Bu anlatımdan çıkan iki yönlü göz göre göre
gerçekleşen güvenlik zafiyeti bulunuyor. İsmi açık şekilde belirtilen ve
hayatta olmayan Cemal Ağa o dönem risk altına sokulmuştur.
Cemal Ağanın iki
oğlunun telsiz görüşmeleri sırasında -OPK delegeleri olmaları
nedeniyle- kamp alanında olması gerekiyor. Onlardan biri yazarın askeri anlamda
öve öve bitiremediği “Zeki” dir. 2 oğlu mücadele içinde olan ya da sıradan bir
köylü böyle açık şekilde düşmana yem edebilir mi? Anlaşılan bu kurguya
inanmamız isteniyor. Diğer bir risk altında olanlar da roketleri almak üzere
görevlendirilen yoldaşlardır. Bu arada o dönem bölge de bulunan birliğin
sorumluluğunu Lenko yapmaktadır. O halde “Baki” telsiz görüşmesini Lenko
yoldaşla yapmaktadır. Açık bir şekilde alan belirtilerek yapılan bir konuşma
iddia ediliyor. Bu iki yoldaşın böylesi bir görüşme yapacağını yazar bize
inandıramaz. Ha keza yazar kitabında Lenko yoldaşı da överken buna inanmamız
isteniyor. Düşmanın bu görüşmeden yola çıkarak durumu lehine çevireceğini bu
yoldaşlar tahmin etmiyor mu? O dönemim komutanlığı bunu dikkate almayacak kadar
ciddiyetsiz mi? Yazar, sıradan bir savaşçının dikkat edeceği bir meselede
üzerinden bilgiçlik göstererek, özelde DABK kökenli genelde ise tüm bir kırsal
gücü hedefe koyduğu görülüyor.
Elbette köylülerden belirtilen konuda yardım
istenir. Tartışılan bu değil. Ancak böylesi bir tedbirsizlikten sonra
köylülerden gönüllü olarak yardım istenebilir mi? Yazar ne yazdığının, ucunun
nereye uzanacağının farkında değil. 4 ay önce kışlık üstlenme alanlarında
yaşananlara rağmen, böylesi bir tedbirsizlik yaşanabilir mi? Düşman
operasyonlarının en yoğun olduğu süreçtir. Atila’nın bildiğini partizan nasıl
bilmiyor? İnandırıcılıktan uzaktır. Bununla da sınırlı değil. Atila iddia
edildiği üzere “Baki” den yoldaşlık kültürüyle ilişkili olmayan bir tarz da
yanıt alıyor.
Öyle ki OPK için alanda bulunan delege vd. savaşçıların bulunduğu
kalabalık bir ortamda verilen yanıt, sadece Atila’yı şok ediyor ve diğerleri
normal karşılıyor. O dönem en nitelikli kadrolarının bulunduğu bir ortamda
dikkat çekmiyor. Dar bir alanda ve açık yapılan bir konuşma nasıl dikkat
çekmez. Atila’nın duyduğunu bir kişiden fazlası duyması gerekir. Yazarın ifade
ettiğine göre “Baki”, ilk defa karşılaştığı ve sohbet dahi henüz yapmadığı
yoldaşına “dilin çok uzun” diyor. Sıradan bir toplantı arifesinde değiller.
Birlik OPK’sı yapılıyor. Böylesi bir ortamda delegelerden biri diğerine
yakışıksız şekilde yanıt veriyor. Bu belirttiğimiz nesnel durum göz önüne alınınca
yazar inandırıcılıktan uzaktır. Yöresel bir üslupla da inandırıcılık katılmaya
çalışılsa da, bu lümpen dil gerçeği ifade etmiyor. Yazar görünen o ki Muhasebe
Belgemizde eleştirisi yapılan, kısmi boyuttaki yoldaşlık ilişkilerinde yaşanan
lümpen, geri yoldaşlık ilişkilerine tavır açıklamalarına dayanarak “Baki”
üzerinden bir kurgu yapıyor. İnandırıcı olmaktan uzak bu kurgunun yaratılmasına
neden olan lümpen dilin sahipleri farklı kişilerdir. Yazar yanlış kişiye
yönelmiştir. Bu bilinen pratiklere dayanarak inandırıcı olabileceğini düşünen
yazar, sonuca gelerek yargılıyor; “bu azarlayıcı dile, bu kibre, bu egemen,
tepeden inmeci tavra hazır olacak bir ortamdan gelmiyordu.” Gelmiyordu da neden
bu tarzı eleştiri konusu yapmamış.
Alanda kendisinin de övdüğü pek çok
nitelikli kadro bulunurken, neden gündeme getirmiyor. Ayrıca bu tavırlarla
karşılaşmadığını iddia ettiği alandan yalnız o gelmiyordu ya, herhalde bu
durumda hiç olmazsa o yoldaşlar Atila’yı haklı bulabilirdi. Yazar öyle bir
ortam yaratıyor ki güvensiz, yoldaşlık ilişkilerinin olmadığı, bilgisiz ve
cahil bir toplulukla karşılaşıyoruz. Bu türden davranışlar yazarın ifadesiyle;
“devrimciliğin dışında her şeye benzeyen susturucu, içine kapatıcı bir tarzdı”
(s.82). Bu tarza sessiz kalmanın da yazarı farklı bir yere koymadığı
bilinmelidir. 30 yıl sonra iddia ettiği “dilin çok uzun” lafına inanmamızı
bekliyorsa, önce kendisinin tavırsızlığını açıklasın.
Yazar. 92 birliğine ilişkin ya da
farklı konular üzerine daha sonradan yapılan olumsuz değerlendirmelere
dayanarak, kurgusal olaylar yaratarak inandırıcı olacağını düşünüyor. Ancak
sorunları kişilerle açıklayıp, çözümü onları hedefe koyarak ve bunu da DABK
kökenli kadrolara yapmak, Muhasebe Belgelerimizle çelişir. Muhasebe Belgesi
kişilerin hatalarını öne çıkaran bir anlayışla değil, kolektif; bir bütünü ele
alan bir anlayışa sahiptir. Çözüm bu şekilde sağlanacaktır. Kişilerle ve
gruplarla sınırlayan anlayış, çözümsüz, yıpratıcı geriletici bir tarzdır.
Kolektif bilincin gerilediği durumda tek yanlı, öznel tavırlar ortaya çıkar. M.
Ali Eser’in hatalarının kaynağı da bireysel, bencil bakış açısının hakim
olmasıdır. Kendi başına tarihi yeniden yazarken içinde bulunduğu kolektif
yapıya yaslanmaktadır.
Devam edelim; “Karargaha gelen
yoktu örneğin. Birbirleriyle sohbet edenlerin de birbirlerini dinlemedikleri,
anlaşılması zor bir görüntü değildi. Baki bilindik lakayt, üstenci ve kaba
tavırlarıyla telsiz görüşmelerine devam ediyordu.” (S.83) Nasıl bir yoğunluktur
ki telsiz görüşmeleri sürdürülüyor. Yazar, düşman hareketliliği dinlemek için
takip edilen telsiz görüşmeleriyle, yoldaşların birbirleriyle gerçekleşen
telsiz görüşmelerini iç içe veriyor olması gerekiyor. Yazarın anlattığı gibi
bir yoğunluğun yaşanması olanaksızdır.
Ayrıca yazar, anlaşılan kimseyle de
sohbet etmiyor. Herşeyi bırakmış çevresinde olup biteni takip ediyor. Ona göre
bulunduğu alanda hiçbir şey yok. Orada kendisi de dahil samimiyetsiz bir toplam
var. Aslında yazar ne dediğini bilmeyen, ben merkezci bir anlayışa sahiptir.
“Gülen yoktu örneğin” deniyor. Ancak ilerdeki sayfalarda neşeyle anlattığı
Alev’le yaptığı sohbetleri de kendinden kaynaklı bir durum olarak gösteriyor
olmalı. Nasıl bir “karargah” beklentisi vardı da gelen olmayışı üzdü. Bu
durumun inandırıcılığı zayıfta olsa, kışlık üstlenme alanlarında yaşanan
kayıpların yaratacağı moral düşüklüğü de gözönüne alınmalı. Ancak yazar buna
vurgu yapmıyor. Onun niyeti insana yabancılaşmadan doğan ilişkilere vurgu
yapmak. Böylece yoldaşlarımızı ruhsuz, insani duygulardan uzak göstererek
saldırıyor.
Yazar dönüp dolaşıp yine “Baki”ye
geliyor. Nedenini derinlerde aramaya gerek yok. İçinde bulunduğu Konferans
çizgisindeki yoldaşlarını övücü sözlerin dışında ifade kullanmayan yazar,
saldırılarını “Baki” ve Cem üzerinden DABK çizgisine yapıyor. Yazarın “Baki”
üzerinden saldırılarına devam edelim; “Baki her gün birçok kez telsiz
muharebeleri yapıyordu hala. Bu muharebelerden birinde ‘bra bra daha
bitirmediniz mi?, sizin iş yapmanız da TC askerlerinin iş yapmasına benzemeye
başladı; kırk kişi bir yumurtayı taşıyamıyorsunuz ha! dedikten sonra yaptığı
espirinin kıymetli olduğunu düşünmüş olacak ki, at kişnemesine benzer bir
edayla gülmüştü” (S. 123)
Nasıl bir benzetme “at kişnemesi”,
bu kadar çok mu “Baki”den nefret ediyorsunuz? Tam bir düşmanlaştırma söz
konusudur. Telsizden böyle uzun uzun görüşmeler gerçekleştirmek, bulundukları
alan için hiç normal değil. Yazarın teksiz görüşmelerine ve “Baki”ye takıntısı
da, malum “Baki”ye yakıştıramadığı komutanlık, onun bilgi yetersizliğini
göstermeye yönelik iddialarıyla perçinlenmek isteniyor. Birkaç gerillanın
katıldığı bir sohbet kurgulayan yazar, sohbetin konusu olarak hem
ekonomi-politik hem de askeri meselelerle ilgilenen komutan olur mu? olarak
belirlenmiştir. Tartışma konuları şaşırtıcı, yazarın tuhaf bir tartışma konusu
fantezisi var. Ancak “Baki”ye saldırmasının hafifliği yine karşımızdadır.
Yazarın aktardığına göre, “Baki” bilgisizliğiyle sohbete düstursuz girer;
“Emperyalist İsmail’e kalsa Lenin’de gerilladır” dedi.” (S. 128) “Baki” bu
cümleyi Mao’nun hem ekonomi hem de askeri sorunlarla ilgilenen askeri komutan
olduğunu iddia edenlere karşı olduğunu vurgulamak için ifade eder. Maoist savaş
örgütünde komutanlık yapan birine yapılan bu yakıştırma fazlasıyla ileridir.
Doğrudur dönem itibariyle Maoizm kavrayışı düzeyi her iki taraf içinde geçerli
olmak üzere yetersizdi. Bir tarafın diğerine göre bir adım önde olması
yeterlilik değildir.
Ancak yazarın burada yaptığı açık bir iftiradır. Mao’nun
hem ekonomi hem de askeri katkılarını, çözümlemelerini bilmeyecek bir komutanın
Maoist bir savaş örgütünde olabildiğini yazar iddia ediyor. Kendisi de bu
iftiralarına inanıyor mu? Bu sadece kişiye değil, onu bu düzeye taşıyan
kolektif bilince de, son olarak Birlik Komisyonu’na da saldırıdır. Yazarın
özelde DABK genelde de tüm kırsal gücün siyasi düzeyini geri gösterme amacı
bulunuyor. Mükemmeliyetçi bakış açısıyla yaklaşarak, eleştirilerimizde haklılık
payı aramıyoruz. Yazar bu bölümde ve farklı yerlerde şehirden gelen kendisi
gibi “nitelikli” kadrolarla “bilgisiz savaş ağalarının” egemen olduğu DABK
kökenlileri karşı karşıya getiriyor. Bunu gerçeklerden kopuk yapıyor.
Romanda yazar bu defa “Baki”ye
yönelen saldırılarını, köylülerin sohbetlerinin normal bir konusu gibi verme
amacı var. “Baki” bu defa köylülerin ağzından hedeftedir. Bu köylülerden biri
Cemal Ağa’dır. Daha önce Cemal ağadan kısa da olsa bahsetmiştik. İki oğlu
mücadele içinde olan Şahverdi köyünde yaşayan bir köylüdür. Cemal ağayı ele
alırken iki oğlunun niyeliği dışında değerlendirmek gerekir. Bir diğer köylü
karakter Kötü Hızır ismiyle tanımlanır. Şimdi Kötü Hızır ve Cemal ağa üzerinden
gerçekleşen saldırılara bakalım.
Mehmet Ali Eser’in Cemal ağa ve
Kötü Hızır arasında sunduğu sohbetin konusu ve amacı, Pülümür barınağında
yaşanan kayıplar ve sorumluluğun tek başına sorumlu “Baki”ye
yüklenmesidir.
Pülümür barınağının açığa
çıkmasından, yaşanan kayıplara kadar yürütmenin elbette bir sorumluluğu vardır.
Ancak yazarın yaptığı gibi tek tek bireylere saldırı ve yıpratma amacı taşıyan
değerlendirmelerle ders çıkarılamaz. Sorumluluk bir anlamda tekrar edilmemesini
sağlayan ödevi ifade eder. M. Ali Eser bu sürece Cemal ağa karakteriyle
değinirken, ipin ucunu fazlasıyla kaçırır. Kötü Hızır ve Cemal ağanın Pülümür
barınağı üzerine kitapta geçen sohbete bakalım. Daha önce Atila’nın ağzından
duyulan “Baki”ye saldırılar Köyü Hızır’la devam eder. “Beni elçi olarak tayin
eden komutanın adı Baki’ydi elleri öpülesi, sadece kendi dili var zanneden
karşısındakinin edeceği sözü hiç merak etmeyen, köşeli şapkalı sert bir adama
benziyordu.” (S.183) Yazar Kötü Hızır’ı Cemal ağaya kurye olarak “Baki”nin
gönderdiğini iddia ediyor. “Baki” nasıl bir komutan ki kendisinden hiç
hazzetmeyen, dedikoduyla karalayan birini kurye olarak kullanıyor. Halbuki o
süreçte yoldaşlar köye kurye vasıtası olmadan rahatça uğramaktadır. Kötü Hızır’a
ulaşanlar, Şahverdi’deki Cemal ağaya da ulaşır.
Ancak mesele “Baki”ye saldırı
olduğu için, yazarın hayali bir karakterle dimağını ortaya çıkarmaya ihtiyacı
vardır. Yazarın sıklıkla başvurduğu “Zeki” ve “Baki” arasındaki sözde rekabeti,
“Zeki”nin Cemal ağanın oğlu olması nedeniyle tekrar tekrar yinelendiğini
görüyoruz. “Zeko’nun komutan olduğu birlikte savaşçı düşse düşse ya kurşunla
yada bombayla düşer toprağa icabında, Baki ne anlar zatürreden, donmuş el ayak
görmediğinden O sıcak göbeğini okşayıp yayılan yayılan gülmesini bilir ha!” (S.
183) Aktardığımız bu cümlenin Cemal ağanın gerçekte kullandığı yanılgısına
düşülmemelidir. Biz Cemal ağayı değil, onu kendisine aracı yapan yazarı
eleştirilerimizin karşısına alıyoruz. Yaşadığımız kayıplar çok önemlidir. Bunu
görmezden gelemeyiz. Ancak bu yaşananları tek kişinin yetenekleri ve
yetmezlikleri ile açıklamak doğru değildir.
Bunu yapanlar acıdan
beslenenlerdir. Gerilla gücünün ilk defa karşı karşıya kaldığı bir gelişme söz
konusudur. Yol üzerinde kaybedilenler ve varılan yerde kaybedilen yoldaşlarla
ve mücadeleden kopmak zorunda kalan gazilerimizle buz gibi bir cehennem
yaşanmıştır. Beklenmedik böylesi bir olayda yoldaşların çabalarını görmeden
olumsuzlukları ve yetersizlikleri köşe taşı yapmak yolumuzu açmaz. Yazar Yel
Dağı’nda yaşananları ve daha önce aktardığımız kimi durumlardan yola çıkarak
“Baki”nin edindiği konumu haketmediği fikrinin altını aymazca doldurma
çabasındadır. Ona göre “Baki”den daha iyileri varken, onun komutan yada genel
komutan olması hatalıdır. Bunu Cemal ağaya da söyletir; “bir komutan
savaşçısını bilgisizlikle kaybetmişse, orada onun komutanlığı biter…Zatürreden
savaşçısını kayıp veren bir komutan olsa olsa Dersim köylüsüne kulak asmayan,
onları bir gün olsun dinlememiş akılsız bir komutandır ha dedi.” (S.185)
Yazarın Cemal ağanın ağzından verdiği bu sözler daha önceki saldırılarının
devamıdır. İkinci ve üçüncü ağızlardan dinlediği Cemal ağa hakkındaki bilgisi
de hayallerden öte olmasına rağmen bu cümleleri yakıştırabiliyor.
Yazara göre Pülümür barınağının
açığa çıkmasından sonra yaşanılanlardan dolayı “Baki” dahil o süreci yaşayan
tüm komutanlar görevden alınmalıydı. “Askeri kurmay” tek yanlı ele alışıyla
sorunu kökten çözdüğünü düşünüyor. Bu kişi OPK sonrası DBK’nde görevlendirilir.
Bu görevde beri dönüp dolaşıp aynı noktadan saldırılarını sürdürüyor. Cemal
ağa; “komutan Baki’nin iki gerillayı zatürreden kurban etmesine hiddetlendi”
(S. 185) “Parti savaşçılarını komutana verirken, onları zatürreden öldürsün
diye vermez” (S. 186) Yazar bununla da yetinmez, hayal ürünü anlatımlara
başvurur; “Baki köylü konuştuğu zaman dilini keserim derken elindeki silaha
güvenerek bunu söylüyordu”. (S. 186) Kurulan Halk Mahkemesinde köylünün
fikrinin alınmadığı iddiasında bulunur. Oldu olacak Halk Savaşı köylüye karşı
veriliyor denilsin. Yazar düşmanın anti-propaganda tarzına alet oluyor.
“Baki”nin sorumluluğunda, köylülerin katılımıyla Şahverdi’de bir toplantı
yapıldığı doğrudur.
Bu toplantı Yel Dağını aşarak önce Birmanlara daha sonra
Şahverdi’ye geçen “Baki” komutasındaki birlik tarafından yapılır. Yoldaşlarımız
büyük bir badire atlatmıştır. Ancak yoldaşlarının henüz bilgisi olmadığı
Munzurlarda bir üslenme alanının çevresi de bombalanmıştır. Yoldaşlar bombalama
seslerini almış olsa da, nerenin bombalandığını bilmemektedir. Şahverdi
köylüleriyle yapılan toplantının konusu da Munzurlarda yaşanan bu
bombardımandır. Daha sonra yapılan keşiflerde üslenme alanının çevresinin
gelişi güzel bombalandığı, barınağın isabet etmediği de anlaşılmıştır. Bu barınakta
bilindiği üzere Cemal ağanın oğlu “Zeki”de vardır.
Cemal ağada oğlunun o
barınakta olduğunu bilmektedir. Bombalanan yeri bildiği için yoldaşlara,
barınağın bombalandığını anlatıyor. Bunun sorumlusu olarakta düşmana barınağın
yerini köylülerin verdiğini iddia ediyor. Yani aynı köyde bulunan tüm köylüleri
düşmanla işbirliği yapmakla suçluyor. Ancak böyle bir suçlamanın doğru olmadığı
yapılan görüşmelerden netleştirilir. Bombalamalardan da anlaşılacağı üzere yer
tam olarak hedef alınmamıştır. Ancak Cemal ağa ikna olmamıştır. Bu toplantıda
da köylüler yoldaşlara, “siz buradayken bize böyle davranıyorsa, sizin
yokluğunuzda neler yapar düşünün” diye uyarıda bulunur. Bu aktarım kitapta
yoktur. Yaşanan gerçeklerden aktarıyoruz. Cemal ağa köyünde sözü geçen, kimi
zaman köylülere haksız uygulamaları olan da biridir. Ancak M. Ali Eser ya bu
durumdan haberdar değil, yada aktarmak işine gelmemiştir. Köylülerin uyarısı
üzerine yoldaşlar, Cemal ağayı rencide etmeden uyarır. Köyden ayrıldıklarından
sonra her hangi bir pratiğe girişmemesi istenir. Oğlu mücadele içinde olan
birine “dilini keserim” gibi bir ifade kullanılabileceğini yazar nasıl umuyor.
Burada anlatımları yazarın hayal ürünüdür.
(DEVAM EDECEK)
EDİTÖRÜN NOTU: Kısa bir not düşmek
gerekirse;
Eleştiri konusu olan yazar, yazının
ilk bölümü paylaşıldıktan sonra, kendi notunu düşmüş. “Kitap 24 yıl önce
yazılmış… basıldıktan altı yıl sonra ilgi göstererek yaptığınız kritiği
sevinçle karşıladım…” demiş. Kitabın hangi tarihte çıktığını, basımının ne
zaman yapıldığını iyi biliyoruz. Velhasıl kitap dolaşıma, okuyucuya ulaşmaya
devam ediyor. Bu nedenledir ki, bizlerin kitaba karşı eleştirilerimiz 30 yıl
sonrasına denk gelmiştir.
Bizler için şanlı tarihimiz ‘72
Nisan Güneşinin ilk doğduğu gün kadar güncel, sıcak ve yakıcıdır. 51 yıllık
belleğimiz gün gibi taze vede bu şanlı tarihe karşı nerede ne söylenmişse yeri
ve zamanı geldiğinde tek tek cevap verilecektir. Dünümüzü unutmadık,
geleceğimizi kaybetmeyeceğiz. Yazar kitapta geçenlere dair eleştirimizin
zamanını değil, eleştiri konusu olanı dikkatine almalıdır. Bizim için 51 yıllık
tarihimiz anlık hafızamızdır.
GÖRSEL: 1993-OPK Munzur Dağları.
Cem yoldaşa ilişkin saldırıları ele aldıktan sonra, kitapta “Baki”
ismiyle tanıtılan yoldaşımızla alakalı aktarımlara değinelim. Yoldaşımızın
bilinen ismiyle değil, farklı bir isimle tanımlanmasını anlamakta zorlandık.
Nitekim farklı kitaplarda aynı olay anlatılmış ve bilinen ismiyle
tanımlanmıştır. Yani okuyucunun tanımadığı bir kişi değildir. İsim
değişikliğinin nedenini görebildik. Yazarın “Baki” ismi ile tanımladığı
yoldaşımız kitap boyunca en fazla saldırıya uğrayandır. Sahte bir isimle
karakter tanımlanınca, bu kişi hayaliymiş gibi düşünülerek, ağzına ne geliyorsa
sınırsızca kullanmıştır yazar.
Yoldaşımız 45 yıldır Kaypakkaya hareketinde mücadele veriyor.
Yazarın kitabında ölmesini dahi isteyecek kadar ileri gittiği yoldaşımız,
düşmanın tüm imha operasyonlarında, ki mi zaman yaralı olsa bile çıkmayı
başarmıştır. Yazar mermi sıkmadan komutanların olması gereken niteliklerini
düşünürken, yoldaşımız çatışmadan çatışmaya bu nitelikleri öğrenmeye
çabalıyordu. Bu mücadelesini 24 yıldır tutsak olduğu zindanda tecrit ve
tredmana karşı direnerek sürdürmektedir. Yazar kullandığı ifadelerde hiç
olmazsa bu durumu görerek saygı gösterebilseydi.
Öncelikle “Baki” ismini neden tercih ettiği üzerinde duralım.
Muhasebe Belgemizde belirtildiği üzere, I. Konferans süresinde ‘RS’ hizbi açığa
çıkar. İki farklı ismin örgütlediği bu hizbin içindekilerden biri Baki
İşçi’dir. Bu kişi hareketimizde ‘savaş ağalığı’ çizgisinin bilinen ilk ismidir.
Yine yazarın kitabında Baki ismiyle tanımladığı yoldaşımız da “Savaş ağası”
zemininde oturmaktadır. Bu niteliklere uygun isimle yoldaşımızı yaftalayarak,
aklı sıra yazar, amaçladığı noktayı pekiştirme niyetindedir. Böylece I.
Konferans öngünlerinde ortaya çıkan savaş ağası Baki, 1993 OPK’nda farklı bir
bedenle karşımıza çıkarılmak istenir. Yazar kendi çapını açığa vururcasına, yüz
yüze yapamayacağı hakaretler ve suçlamalarla yoldaşımızı nitelemiştir.
Devrimci anlayışa sahip olmak zihniyetin dönüşümüdür. Bu
davranışta, ilişkilerde ve kullanılan dilde meydana gelmesi gerekli, temelden
bir dönüşümdür. Devrimci mücadeleden bir an dahi olsa geri durmayı
düşünmeyenlere hakaret etmek asla değildir. Var olduğunu düşündüğümüz hatalar
karşısında yapılması gereken, nesnel olanla yetinen eleştiri yürütmektir. Ancak
Cem yoldaşımızdan sonra bu defa “Baki” ismiyle tanımladığı yoldaşımıza da bunun
aksine yönelim gösterir.
O halde “Baki” ismiyle tanımladığı yoldaşımızla alakalı bölümlere
geçebiliriz; “sofranın çemberi tamamlanmışken… ‘haydi başlayın’ diyen kişi ise
kuru kaba gülüşüyle ikide bir sol göğsüne asılı duran telsizin mandalıyla
oynarken adeta ‘ben buranın hakimiyim ’ havasındaki kişi; Baki’ydi…”
İlk defa geldiği bir alanda, henüz tanıştığı yoldaşa hiç hoş
olmayan gözlemler. “Baki” o dönemin ve sonraki sürecin değerli ve tecrübeli
kadrolarından biridir. Önemli çatışmalar ve pusulamalar içinde yer almış ve
yönetmiştir. Savaşı savaşarak öğrenmenin somut örneği olmuştur. Yazarın dikkat
çektiği üzere “Baki” sürekli bir şekilde telsiz mandalıyla oynuyorsa hem bu
niteliklere aykırı hem de onlarca birliğe kumanda eder kurmaylığa erişmiştir.
Bu iki durumun da gerçekliği söz konusu değildir. 90’ların başı 2000’lere göre
telsiz önemli bir iletişim aracıdır. Ancak bu duruma rağmen kendisini yemekten
alıkoyacak sıklıkla telsiz kullanımı olanaksızdır. Sabit bir noktada ve önemli
bir toplantının yapıldığı alanda sürekli şekilde telsiz kullanımı mantıklı
gelmiyor. Bu alanda güvenliği takip edecek pek çok yoldaş var. Anlaşılan
gürültüsü ve gülüşünü beğenmediği “Baki” ye, yazar telsizi de fazla görmüş.
Daha ilk andan başlayarak yoldaşlarına karşı böyle aşağılayıcı düşünceler
besleyen birinin yoldaşlık ilişkileri sevgisiz ve geridir.
Devam edelim; “yakasına monteli telsizle arada bir muharebe yapan
Baki’nin konuşmaları, geldiğinden beri dikkatini çekiyordu; lakayt ve alaycıydı
karşı taraftakiyle. Atila, bu gözlemlerini sentezleyince ‘Karargah komutanı
Baki’ dedi içinden.(s.82)
Öncelikle yazarın “Baki’ye” yaklaşımı paranoyaklık boyutuna
ulaşmış görünüyor. Kitap boyunca göreceğiz ki kalabalık bir ortamda, başka
kimseyi böylesine adım adım takip etmemiştir. Yazar öznel düşüncelerini
okuyucunun sorgulamadan kabulleneceğini düşünüyor. Bu gözlemler kamp gününün
ilk gününe ait. Ciddi bir önyargı sıkıntısı var ve nasıl parçalanacağı
şüphelidir. Aslında görünen o ki yazar, süreci bugünden bakarak
değerlendiriyor. Bu nedenle haksız ve nesnellikten uzak yargılarda bulunuyor.
Dönemin ruhuna inemiyor, roman yazmak kolay değil. Amaç edebiyat olmadığı için
de yazar sübjektif değerlendirmelerle romanını boğuyor. Henüz sohbet bile
etmediği, yargılarını bile tahminlerle oluşturan yazar, bunları hoş olmayan
nitelemelerle besliyor. Kendisinde sık sık bahsettiği üzere yeni mücadeleye
katılan biride değil. Yanlış düşündüğü meseleler üzerine yoldaşlarıyla sohbet
edilecekken, bunu yapmaya tenezzül bile etmemiştir. Çünkü hayali olaylar
yaratıyor. “Lakayt ve alaycı” deniliyor ama nasıl bir sohbette bunu yaşadığı
muammadır. Yazarın amacı çamur at izi kalsın olduğu için, buna gerek duymuyor.
Elbette bu özellikleri “Baki” taşıyabilir, ancak bu nu somut bir şekilde ortaya
koymak iddia sahibinin de sorumluluğudur. Yoksa tersinden bu ifadeleriniz,
yakıştırdığınız özellikler sizlere giydirilir.
Gelelim apoletlileri gelir gelmez tespit etmek talaşınıza. Yazarın
ilginç bir sentezleme anlayışı var. “Lakayt ve alaycı” o halde karargah
komutanı şu. “Karargah komutanı” arama yöntemi de vardığı sonucun hatalı
olacağını gösteriyor. Tahminlerle apoletlileri aramak yerine, merakınızı
giderebilmek için sorabilirdiniz. Hepsi yoldaşınız, neden ilk elden sorumlu
düzeyde yoldaşınızı arıyorsunuz. Kendinize “Hüsnü” de olduğu üzere ahbap olarak
onlarımı görüyorsunuz? Belirtelim “karargah komutanı” “Baki” değil. Yazar roman
boyunca böyle yansıtsa da “karargah komutanı” Nihat’tır. 30 yıl geride
kalmasına rağmen, geniş kitlelerin okuruna sunulan bir kitapta, bu bilgiyi
edinmeye bile gerek duymamışsa, kitaptaki bilgilerin gerçeklikle uyumu
sorgulanır. Daha önce bahsetmiştik, bir yıl önce oluşturulan Birlik Komisyonu
Nihat’ı Genel Komutan olarak belirlemiş, “Baki” ismiyle tanımlanan yoldaşımızı
da Genel Komutanlık altında örgütlenen Amed Bölge Komitesi komutanıdır. Bu
nitelikler OPK öncesi niteliklerdir. Ayrıca şu durumu da gözden kaçırmayalım bu
kişiler ve diğer yoldaşların almış olduğu görevler, DABK ve Konferans kanatları
temsilciliklerinden oluşan, Birlik MK’sı tarafından belirlenmiştir. Orada
bulunan kadrolar sadece şu tarafın ya da bu tarafın sorumlusu değildir.
Bir başka bölümden devam edelim; “Baki’nin yanında oturuyordu.
Telsiz konuşmaları şifresiz ve açıktı… Baki, telsizle konuşmasının bir yerinde…
gelirken Cemal ağaya da uğrayın, ona bırakılan bir roket atar ve iki adet roket
var; onları alıp getirin deyince. Atila adeta şok olmuştu… kimseden ses
çıkmayınca Atila…; yoldaş telsizlerin dinlendiğini bilmiyor musunuz? Bu kadar
açık konuşmak riskli değil mi? deyiverdi… Baki’den aldığı cevap açık bir azar
ve terslemeydi; ‘Ne bıra bıra, daha yeni geldin, dilin de çok uzun senin ha!”
Dikkat çeken, ilginç bir diyalog olduğu açıktır. Tarihimizi konu alan ve dönemi
de içine alan pek çok farklı eser yazılmıştır. Ancak askeri anlamda bu kadar
ciddiyetsiz ve güvenliği görmezden gelen bir tutum anlatılmamıştır. En azından
biz karşılaşmadık. Bırakalım “Baki” ismiyle tanınan yoldaşımızı, herhangi bir
yoldaşımızın böyle güvenlik kaygısı taşımayan pratiğini ne gördük ne de okuduk.
Ha kaza döneme tanıklık eden yoldaşlar da “Baki”ye atfedilen bu pratiği
okuduklarında şaşıracaktır. Yazar “Baki”yi her yönüyle olumsuz bir kişilik
olarak okura gösteriyor. Şaşırıyoruz, kesintisiz 12 yıl kırsal alanda bulunan
birinin, bu kadar olumsuzluk içinde olup da son ana kadar sorumluluk düzeyinde
bulunmasına. Yazar bu durumu neye göre açıklıyor. Sıradan bir savaşçının bile
yapamayacağı pratiği, tedbirsizliği “karargah komutanı Baki” nin yaptığına
inanmamız isteniyor. Oldu olacak tüm teçhizatlarmızı düşmana teslim edelim.
“Karargah komutanı” bunu yapabiliyorsa, yeni katılan birinin neleri yapabileceğini
düşünmek bile istemiyoruz. Bu anlatımdan çıkan iki yönlü göz göre göre
gerçekleşen güvenlik zafiyeti bulunuyor. İsmi açık şekilde belirtilen ve
hayatta olmayan Cemal Ağa o dönem risk altına sokulmuştur. Cemal Ağanın iki
oğlunun telsiz görüşmeleri sırasında
-OPK delegeleri olmaları nedeniyle- kamp alanında olması gerekiyor.
Onlardan biri yazarın askeri anlamda öve öve bitiremediği “Zeki” dir. 2 oğlu
mücadele içinde olan ya da sıradan bir köylü böyle açık şekilde düşmana yem
edebilir mi? Anlaşılan bu kurguya inanmamız isteniyor. Diğer bir risk altında
olanlar da roketleri almak üzere görevlendirilen yoldaşlardır. Bu arada o dönem
bölge de bulunan birliğin sorumluluğunu Lenko yapmaktadır. O halde “Baki”
telsiz görüşmesini Lenko yoldaşla yapmaktadır. Açık bir şekilde alan
belirtilerek yapılan bir konuşma iddia ediliyor. Bu iki yoldaşın böylesi bir
görüşme yapacağını yazar bize inandıramaz. Ha keza yazar kitabında Lenko
yoldaşı da överken buna inanmamız isteniyor. Düşmanın bu görüşmeden yola
çıkarak durumu lehine çevireceğini bu yoldaşlar tahmin etmiyor mu? O dönemim
komutanlığı bunu dikkate almayacak kadar ciddiyetsiz mi? Yazar, sıradan bir
savaşçının dikkat edeceği bir meselede üzerinden bilgiçlik göstererek, özelde
DABK kökenli genelde ise tüm bir kırsal gücü hedefe koyduğu görülüyor. Elbette
köylülerden belirtilen konuda yardım istenir. Tartışılan bu değil. Ancak
böylesi bir tedbirsizlikten sonra köylülerden gönüllü olarak yardım istenebilir
mi? Yazar ne yazdığının, ucunun nereye uzanacağının farkında değil. 4 ay önce
kışlık üstlenme alanlarında yaşananlara rağmen, böylesi bir tedbirsizlik
yaşanabilir mi? Düşman operasyonlarının en yoğun olduğu süreçtir. Atila’nın
bildiğini partizan nasıl bilmiyor? İnandırıcılıktan uzaktır. Bununla da sınırlı
değil. Atila iddia edildiği üzere “Baki” den yoldaşlık kültürüyle ilişkili
olmayan bir tarz da yanıt alıyor. Öyle ki OPK için alanda bulunan delege vd.
savaşçıların bulunduğu kalabalık bir ortamda verilen yanıt, sadece Atila’yı şok
ediyor ve diğerleri normal karşılıyor. O dönem en nitelikli kadrolarının
bulunduğu bir ortamda dikkat çekmiyor. Dar bir alanda ve açık yapılan bir
konuşma nasıl dikkat çekmez. Atila’nın duyduğunu bir kişiden fazlası duyması
gerekir. Yazarın ifade ettiğine göre “Baki”, ilk defa karşılaştığı ve sohbet
dahi henüz yapmadığı yoldaşına “dilin çok uzun” diyor. Sıradan bir toplantı
arifesinde değiller. Birlik OPK’sı yapılıyor. Böylesi bir ortamda delegelerden
biri diğerine yakışıksız şekilde yanıt veriyor. Bu belirttiğimiz nesnel durum
göz önüne alınınca yazar inandırıcılıktan uzaktır. Yöresel bir üslupla da
inandırıcılık katılmaya çalışılsa da, bu lümpen dil gerçeği ifade etmiyor.
Yazar görünen o ki Muhasebe Belgemizde eleştirisi yapılan, kısmi boyuttaki
yoldaşlık ilişkilerinde yaşanan lümpen, geri yoldaşlık ilişkilerine tavır
açıklamalarına dayanarak “Baki” üzerinden bir kurgu yapıyor. İnandırıcı
olmaktan uzak bu kurgunun yaratılmasına neden olan lümpen dilin sahipleri
farklı kişilerdir. Yazar yanlış kişiye yönelmiştir. Bu bilinen pratiklere
dayanarak inandırıcı olabileceğini düşünen yazar, sonuca gelerek yargılıyor;
“bu azarlayıcı dile, bu kibre, bu egemen, tepeden inmeci tavra hazır olacak bir
ortamdan gelmiyordu.” Gelmiyordu da neden bu tarzı eleştiri konusu yapmamış.
Alanda kendisinin de övdüğü pek çok nitelikli kadro bulunurken, neden gündeme
getirmiyor. Ayrıca bu tavırlarla karşılaşmadığını iddia ettiği alandan yalnız o
gelmiyordu ya, herhalde bu durumda hiç olmazsa o yoldaşlar Atila’yı haklı
bulabilirdi. Yazar öyle bir ortam yaratıyor ki güvensiz, yoldaşlık
ilişkilerinin olmadığı, bilgisiz ve cahil bir toplulukla karşılaşıyoruz. Bu
türden davranışlar yazarın ifadesiyle; “devrimciliğin dışında her şeye benzeyen
susturucu, içine kapatıcı bir tarzdı” (s.82). Bu tarza sessiz kalmanın da
yazarı farklı bir yere koymadığı bilinmelidir. 30 yıl sonra iddia ettiği “dilin
çok uzun” lafına inanmamızı bekliyorsa, önce kendisinin tavırsızlığını
açıklasın.
Yazar. 92 birliğine ilişkin ya da farklı konular üzerine daha
sonradan yapılan olumsuz değerlendirmelere dayanarak, kurgusal olaylar
yaratarak inandırıcı olacağını düşünüyor. Ancak sorunları kişilerle açıklayıp,
çözümü onları hedefe koyarak ve bunu da DABK kökenli kadrolara yapmak, Muhasebe
Belgelerimizle çelişir. Muhasebe Belgesi kişilerin hatalarını öne çıkaran bir
anlayışla değil, kolektif; bir bütünü ele alan bir anlayışa sahiptir. Çözüm bu
şekilde sağlanacaktır. Kişilerle ve gruplarla sınırlayan anlayış, çözümsüz,
yıpratıcı geriletici bir tarzdır. Kolektif bilincin gerilediği durumda tek
yanlı, öznel tavırlar ortaya çıkar. M. Ali Eser’in hatalarının kaynağı da
bireysel, bencil bakış açısının hakim olmasıdır. Kendi başına tarihi yeniden
yazarken içinde bulunduğu kolektif yapıya yaslanmaktadır.
Devam edelim; “Karargaha gelen yoktu örneğin. Birbirleriyle sohbet
edenlerin de birbirlerini dinlemedikleri, anlaşılması zor bir görüntü değildi.
Baki bilindik lakayt, üstenci ve kaba tavırlarıyla telsiz görüşmelerine devam
ediyordu.” (S.83) Nasıl bir yoğunluktur ki telsiz görüşmeleri sürdürülüyor.
Yazar, düşman hareketliliği dinlemek için takip edilen telsiz görüşmeleriyle,
yoldaşların birbirleriyle gerçekleşen telsiz görüşmelerini iç içe veriyor
olması gerekiyor. Yazarın anlattığı gibi bir yoğunluğun yaşanması olanaksızdır.
Ayrıca yazar, anlaşılan kimseyle de sohbet etmiyor. Herşeyi bırakmış çevresinde
olup biteni takip ediyor. Ona göre bulunduğu alanda hiçbir şey yok. Orada
kendisi de dahil samimiyetsiz bir toplam var. Aslında yazar ne dediğini
bilmeyen, ben merkezci bir anlayışa sahiptir. “Gülen yoktu örneğin” deniyor.
Ancak ilerdeki sayfalarda neşeyle anlattığı Alev’le yaptığı sohbetleri de
kendinden kaynaklı bir durum olarak gösteriyor olmalı. Nasıl bir “karargah”
beklentisi vardı da gelen olmayışı üzdü. Bu durumun inandırıcılığı zayıfta
olsa, kışlık üstlenme alanlarında yaşanan kayıpların yaratacağı moral düşüklüğü
de gözönüne alınmalı. Ancak yazar buna vurgu yapmıyor. Onun niyeti insana
yabancılaşmadan doğan ilişkilere vurgu yapmak. Böylece yoldaşlarımızı ruhsuz,
insani duygulardan uzak göstererek saldırıyor.
Yazar dönüp dolaşıp yine “Baki”ye geliyor. Nedenini derinlerde
aramaya gerek yok. İçinde bulunduğu Konferans çizgisindeki yoldaşlarını övücü
sözlerin dışında ifade kullanmayan yazar, saldırılarını “Baki” ve Cem üzerinden
DABK çizgisine yapıyor. Yazarın “Baki” üzerinden saldırılarına devam edelim;
“Baki her gün birçok kez telsiz muharebeleri yapıyordu hala. Bu muharebelerden
birinde ‘bra bra daha bitirmediniz mi?, sizin iş yapmanız da TC askerlerinin iş
yapmasına benzemeye başladı; kırk kişi bir yumurtayı taşıyamıyorsunuz ha!
dedikten sonra yaptığı espirinin kıymetli olduğunu düşünmüş olacak ki, at
kişnemesine benzer bir edayla gülmüştü” (S. 123)
Nasıl bir benzetme “at kişnemesi”, bu kadar çok mu “Baki”den
nefret ediyorsunuz? Tam bir düşmanlaştırma söz konusudur. Telsizden böyle uzun
uzun görüşmeler gerçekleştirmek, bulundukları alan için hiç normal değil.
Yazarın teksiz görüşmelerine ve “Baki”ye takıntısı da, malum “Baki”ye
yakıştıramadığı komutanlık, onun bilgi yetersizliğini göstermeye yönelik
iddialarıyla perçinlenmek isteniyor. Birkaç gerillanın katıldığı bir sohbet
kurgulayan yazar, sohbetin konusu olarak hem ekonomi-politik hem de askeri meselelerle
ilgilenen komutan olur mu? olarak belirlenmiştir. Tartışma konuları şaşırtıcı,
yazarın tuhaf bir tartışma konusu fantezisi var. Ancak “Baki”ye saldırmasının
hafifliği yine karşımızdadır. Yazarın aktardığına göre, “Baki” bilgisizliğiyle
sohbete düstursuz girer; “Emperyalist İsmail’e kalsa Lenin’de gerilladır”
dedi.” (S. 128) “Baki” bu cümleyi Mao’nun hem ekonomi hem de askeri sorunlarla
ilgilenen askeri komutan olduğunu iddia edenlere karşı olduğunu vurgulamak için
ifade eder. Maoist savaş örgütünde komutanlık yapan birine yapılan bu
yakıştırma fazlasıyla ileridir. Doğrudur dönem itibariyle Maoizm kavrayışı
düzeyi her iki taraf içinde geçerli olmak üzere yetersizdi. Bir tarafın
diğerine göre bir adım önde olması yeterlilik değildir. Ancak yazarın burada
yaptığı açık bir iftiradır. Mao’nun hem ekonomi hem de askeri katkılarını,
çözümlemelerini bilmeyecek bir komutanın Maoist bir savaş örgütünde
olabildiğini yazar iddia ediyor. Kendisi de bu iftiralarına inanıyor mu? Bu
sadece kişiye değil, onu bu düzeye taşıyan kolektif bilince de, son olarak
Birlik Komisyonu’na da saldırıdır. Yazarın özelde DABK genelde de tüm kırsal
gücün siyasi düzeyini geri gösterme amacı bulunuyor. Mükemmeliyetçi bakış
açısıyla yaklaşarak, eleştirilerimizde haklılık payı aramıyoruz. Yazar bu
bölümde ve farklı yerlerde şehirden gelen kendisi gibi “nitelikli” kadrolarla
“bilgisiz savaş ağalarının” egemen olduğu DABK kökenlileri karşı karşıya
getiriyor. Bunu gerçeklerden kopuk yapıyor.
Romanda yazar bu defa “Baki”ye yönelen saldırılarını, köylülerin
sohbetlerinin normal bir konusu gibi verme amacı var. “Baki” bu defa köylülerin
ağzından hedeftedir. Bu köylülerden biri Cemal Ağa’dır. Daha önce Cemal ağadan
kısa da olsa bahsetmiştik. İki oğlu mücadele içinde olan Şahverdi köyünde
yaşayan bir köylüdür. Cemal ağayı ele alırken iki oğlunun niyeliği dışında
değerlendirmek gerekir. Bir diğer köylü karakter Kötü Hızır ismiyle tanımlanır.
Şimdi Kötü Hızır ve Cemal ağa üzerinden gerçekleşen saldırılara bakalım.
Mehmet Ali Eser’in Cemal ağa ve Kötü Hızır arasında sunduğu
sohbetin konusu ve amacı, Pülümür barınağında yaşanan kayıplar ve sorumluluğun
tek başına sorumlu “Baki”ye yüklenmesidir.
Pülümür barınağının açığa çıkmasından, yaşanan kayıplara kadar
yürütmenin elbette bir sorumluluğu vardır. Ancak yazarın yaptığı gibi tek tek
bireylere saldırı ve yıpratma amacı taşıyan değerlendirmelerle ders
çıkarılamaz. Sorumluluk bir anlamda tekrar edilmemesini sağlayan ödevi ifade
eder. M. Ali Eser bu sürece Cemal ağa karakteriyle değinirken, ipin ucunu
fazlasıyla kaçırır. Kötü Hızır ve Cemal ağanın Pülümür barınağı üzerine kitapta
geçen sohbete bakalım. Daha önce Atila’nın ağzından duyulan “Baki”ye saldırılar
Köyü Hızır’la devam eder. “Beni elçi olarak tayin eden komutanın adı Baki’ydi
elleri öpülesi, sadece kendi dili var zanneden karşısındakinin edeceği sözü hiç
merak etmeyen, köşeli şapkalı sert bir adama benziyordu.” (S.183) Yazar Kötü
Hızır’ı Cemal ağaya kurye olarak “Baki”nin gönderdiğini iddia ediyor. “Baki”
nasıl bir komutan ki kendisinden hiç hazzetmeyen, dedikoduyla karalayan birini
kurye olarak kullanıyor. Halbuki o süreçte yoldaşlar köye kurye vasıtası
olmadan rahatça uğramaktadır. Kötü Hızır’a ulaşanlar, Şahverdi’deki Cemal ağaya
da ulaşır. Ancak mesele “Baki”ye saldırı olduğu için, yazarın hayali bir
karakterle dimağını ortaya çıkarmaya ihtiyacı vardır. Yazarın sıklıkla başvurduğu
“Zeki” ve “Baki” arasındaki sözde rekabeti, “Zeki”nin Cemal ağanın oğlu olması
nedeniyle tekrar tekrar yinelendiğini görüyoruz. “Zeko’nun komutan olduğu
birlikte savaşçı düşse düşse ya kurşunla yada bombayla düşer toprağa icabında,
Baki ne anlar zatürreden, donmuş el ayak görmediğinden O sıcak göbeğini okşayıp
yayılan yayılan gülmesini bilir ha!” (S. 183) Aktardığımız bu cümlenin Cemal
ağanın gerçekte kullandığı yanılgısına düşülmemelidir. Biz Cemal ağayı değil,
onu kendisine aracı yapan yazarı eleştirilerimizin karşısına alıyoruz.
Yaşadığımız kayıplar çok önemlidir. Bunu görmezden gelemeyiz. Ancak bu
yaşananları tek kişinin yetenekleri ve yetmezlikleri ile açıklamak doğru
değildir. Bunu yapanlar acıdan beslenenlerdir. Gerilla gücünün ilk defa karşı
karşıya kaldığı bir gelişme söz konusudur. Yol üzerinde kaybedilenler ve
varılan yerde kaybedilen yoldaşlarla ve mücadeleden kopmak zorunda kalan
gazilerimizle buz gibi bir cehennem yaşanmıştır. Beklenmedik böylesi bir olayda
yoldaşların çabalarını görmeden olumsuzlukları ve yetersizlikleri köşe taşı
yapmak yolumuzu açmaz. Yazar Yel Dağı’nda yaşananları ve daha önce aktardığımız
kimi durumlardan yola çıkarak “Baki”nin edindiği konumu haketmediği fikrinin
altını aymazca doldurma çabasındadır. Ona göre “Baki”den daha iyileri varken,
onun komutan yada genel komutan olması hatalıdır. Bunu Cemal ağaya da söyletir;
“bir komutan savaşçısını bilgisizlikle kaybetmişse, orada onun komutanlığı
biter…Zatürreden savaşçısını kayıp veren bir komutan olsa olsa Dersim köylüsüne
kulak asmayan, onları bir gün olsun dinlememiş akılsız bir komutandır ha dedi.”
(S.185) Yazarın Cemal ağanın ağzından verdiği bu sözler daha önceki
saldırılarının devamıdır. İkinci ve üçüncü ağızlardan dinlediği Cemal ağa
hakkındaki bilgisi de hayallerden öte olmasına rağmen bu cümleleri
yakıştırabiliyor.
Yazara göre Pülümür barınağının açığa çıkmasından sonra
yaşanılanlardan dolayı “Baki” dahil o süreci yaşayan tüm komutanlar görevden
alınmalıydı. “Askeri kurmay” tek yanlı ele alışıyla sorunu kökten çözdüğünü
düşünüyor. Bu kişi OPK sonrası DBK’nde görevlendirilir. Bu görevde beri dönüp
dolaşıp aynı noktadan saldırılarını sürdürüyor. Cemal ağa; “komutan Baki’nin
iki gerillayı zatürreden kurban etmesine hiddetlendi” (S. 185) “Parti
savaşçılarını komutana verirken, onları zatürreden öldürsün diye vermez” (S. 186)
Yazar bununla da yetinmez, hayal ürünü anlatımlara başvurur; “Baki köylü
konuştuğu zaman dilini keserim derken elindeki silaha güvenerek bunu
söylüyordu”. (S. 186) Kurulan Halk Mahkemesinde köylünün fikrinin alınmadığı
iddiasında bulunur. Oldu olacak Halk Savaşı köylüye karşı veriliyor denilsin.
Yazar düşmanın anti-propaganda tarzına alet oluyor. “Baki”nin sorumluluğunda,
köylülerin katılımıyla Şahverdi’de bir toplantı yapıldığı doğrudur. Bu toplantı
Yel Dağını aşarak önce Birmanlara daha sonra Şahverdi’ye geçen “Baki”
komutasındaki birlik tarafından yapılır. Yoldaşlarımız büyük bir badire
atlatmıştır. Ancak yoldaşlarının henüz bilgisi olmadığı Munzurlarda bir üslenme
alanının çevresi de bombalanmıştır. Yoldaşlar bombalama seslerini almış olsa
da, nerenin bombalandığını bilmemektedir. Şahverdi köylüleriyle yapılan
toplantının konusu da Munzurlarda yaşanan bu bombardımandır. Daha sonra yapılan
keşiflerde üslenme alanının çevresinin gelişi güzel bombalandığı, barınağın
isabet etmediği de anlaşılmıştır. Bu barınakta bilindiği üzere Cemal ağanın
oğlu “Zeki”de vardır. Cemal ağada oğlunun o barınakta olduğunu bilmektedir.
Bombalanan yeri bildiği için yoldaşlara, barınağın bombalandığını anlatıyor.
Bunun sorumlusu olarakta düşmana barınağın yerini köylülerin verdiğini iddia
ediyor. Yani aynı köyde bulunan tüm köylüleri düşmanla işbirliği yapmakla
suçluyor. Ancak böyle bir suçlamanın doğru olmadığı yapılan görüşmelerden
netleştirilir. Bombalamalardan da anlaşılacağı üzere yer tam olarak hedef
alınmamıştır.
Ancak Cemal ağa ikna olmamıştır. Bu toplantıda da köylüler
yoldaşlara, “siz buradayken bize böyle davranıyorsa, sizin yokluğunuzda neler
yapar düşünün” diye uyarıda bulunur. Bu aktarım kitapta yoktur. Yaşanan
gerçeklerden aktarıyoruz. Cemal ağa köyünde sözü geçen, kimi zaman köylülere
haksız uygulamaları olan da biridir. Ancak M. Ali Eser ya bu durumdan haberdar
değil, yada aktarmak işine gelmemiştir. Köylülerin uyarısı üzerine yoldaşlar,
Cemal ağayı rencide etmeden uyarır. Köyden ayrıldıklarından sonra her hangi bir
pratiğe girişmemesi istenir. Oğlu mücadele içinde olan birine “dilini keserim”
gibi bir ifade kullanılabileceğini yazar nasıl umuyor. Burada anlatımları
yazarın hayal ürünüdür.
(DEVAM EDECEK)
EDİTÖRÜN NOTU: Kısa bir not düşmek gerekirse;
Eleştiri konusu olan yazar, yazının ilk bölümü paylaşıldıktan
sonra, kendi notunu düşmüş. “Kitap 24 yıl önce yazılmış… basıldıktan altı yıl
sonra ilgi göstererek yaptığınız kritiği sevinçle karşıladım…” demiş. Kitabın
hangi tarihte çıktığını, basımının ne zaman yapıldığını iyi biliyoruz. Velhasıl
kitap dolaşıma, okuyucuya ulaşmaya devam ediyor. Bu nedenledir ki, bizlerin
kitaba karşı eleştirilerimiz 30 yıl sonrasına denk gelmiştir.
Bizler için şanlı tarihimiz ‘72 Nisan Güneşinin ilk doğduğu gün
kadar güncel, sıcak ve yakıcıdır. 51 yıllık belleğimiz gün gibi taze vede bu
şanlı tarihe karşı nerede ne söylenmişse yeri ve zamanı geldiğinde tek tek
cevap verilecektir. Dünümüzü unutmadık, geleceğimizi kaybetmeyeceğiz. Yazar
kitapta geçenlere dair eleştirimizin zamanını değil, eleştiri konusu olanı
dikkatine almalıdır. Bizim için 51 yıllık tarihimiz anlık hafızamızdır.
Devrimcilerin Ölümüne Susamış
Düşkünlük
Cem yoldaşa ilişkin saldırıları ele
aldıktan sonra, kitapta “Baki” ismiyle tanıtılan yoldaşımızla alakalı
aktarımlara değinelim. Yoldaşımızın bilinen ismiyle değil, farklı bir isimle
tanımlanmasını anlamakta zorlandık. Nitekim farklı kitaplarda aynı olay
anlatılmış ve bilinen ismiyle tanımlanmıştır. Yani okuyucunun tanımadığı bir
kişi değildir. İsim değişikliğinin nedenini görebildik. Yazarın “Baki” ismi ile
tanımladığı yoldaşımız kitap boyunca en fazla saldırıya uğrayandır. Sahte bir
isimle karakter tanımlanınca, bu kişi hayaliymiş gibi düşünülerek, ağzına ne
geliyorsa sınırsızca kullanmıştır yazar.
Yoldaşımız 45 yıldır Kaypakkaya
hareketinde mücadele veriyor. Yazarın kitabında ölmesini dahi isteyecek kadar
ileri gittiği yoldaşımız, düşmanın tüm imha operasyonlarında, ki mi zaman
yaralı olsa bile çıkmayı başarmıştır. Yazar mermi sıkmadan komutanların olması
gereken niteliklerini düşünürken, yoldaşımız çatışmadan çatışmaya bu
nitelikleri öğrenmeye çabalıyordu. Bu mücadelesini 24 yıldır tutsak olduğu
zindanda tecrit ve tredmana karşı direnerek sürdürmektedir. Yazar kullandığı
ifadelerde hiç olmazsa bu durumu görerek saygı gösterebilseydi.
Öncelikle “Baki” ismini neden
tercih ettiği üzerinde duralım. Muhasebe Belgemizde belirtildiği üzere, I.
Konferans süresinde ‘RS’ hizbi açığa çıkar. İki farklı ismin örgütlediği bu
hizbin içindekilerden biri Baki İşçi’dir. Bu kişi hareketimizde ‘savaş ağalığı’
çizgisinin bilinen ilk ismidir. Yine yazarın kitabında Baki ismiyle tanımladığı
yoldaşımız da “Savaş ağası” zemininde oturmaktadır. Bu niteliklere uygun isimle
yoldaşımızı yaftalayarak, aklı sıra yazar, amaçladığı noktayı pekiştirme
niyetindedir. Böylece I. Konferans öngünlerinde ortaya çıkan savaş ağası Baki,
1993 OPK’nda farklı bir bedenle karşımıza çıkarılmak istenir. Yazar kendi
çapını açığa vururcasına, yüz yüze yapamayacağı hakaretler ve suçlamalarla
yoldaşımızı nitelemiştir.
Devrimci anlayışa sahip olmak
zihniyetin dönüşümüdür. Bu davranışta, ilişkilerde ve kullanılan dilde meydana
gelmesi gerekli, temelden bir dönüşümdür. Devrimci mücadeleden bir an dahi olsa
geri durmayı düşünmeyenlere hakaret etmek asla değildir. Var olduğunu
düşündüğümüz hatalar karşısında yapılması gereken, nesnel olanla yetinen
eleştiri yürütmektir. Ancak Cem yoldaşımızdan sonra bu defa “Baki” ismiyle
tanımladığı yoldaşımıza da bunun aksine yönelim gösterir.
O halde “Baki” ismiyle tanımladığı
yoldaşımızla alakalı bölümlere geçebiliriz; “sofranın çemberi tamamlanmışken…
‘haydi başlayın’ diyen kişi ise kuru kaba gülüşüyle ikide bir sol göğsüne asılı
duran telsizin mandalıyla oynarken adeta ‘ben buranın hakimiyim ’ havasındaki
kişi; Baki’ydi…”
İlk defa geldiği bir alanda, henüz
tanıştığı yoldaşa hiç hoş olmayan gözlemler. “Baki” o dönemin ve sonraki
sürecin değerli ve tecrübeli kadrolarından biridir. Önemli çatışmalar ve
pusulamalar içinde yer almış ve yönetmiştir. Savaşı savaşarak öğrenmenin somut
örneği olmuştur. Yazarın dikkat çektiği üzere “Baki” sürekli bir şekilde telsiz
mandalıyla oynuyorsa hem bu niteliklere aykırı hem de onlarca birliğe kumanda
eder kurmaylığa erişmiştir. Bu iki durumun da gerçekliği söz konusu değildir.
90’ların başı 2000’lere göre telsiz önemli bir iletişim aracıdır. Ancak bu
duruma rağmen kendisini yemekten alıkoyacak sıklıkla telsiz kullanımı
olanaksızdır. Sabit bir noktada ve önemli bir toplantının yapıldığı alanda
sürekli şekilde telsiz kullanımı mantıklı gelmiyor. Bu alanda güvenliği takip
edecek pek çok yoldaş var. Anlaşılan gürültüsü ve gülüşünü beğenmediği “Baki”
ye, yazar telsizi de fazla görmüş. Daha ilk andan başlayarak yoldaşlarına karşı
böyle aşağılayıcı düşünceler besleyen birinin yoldaşlık ilişkileri sevgisiz ve
geridir.
Devam edelim; “yakasına monteli
telsizle arada bir muharebe yapan Baki’nin konuşmaları, geldiğinden beri
dikkatini çekiyordu; lakayt ve alaycıydı karşı taraftakiyle. Atila, bu
gözlemlerini sentezleyince ‘Karargah komutanı Baki’ dedi içinden.(s.82)
Öncelikle yazarın “Baki’ye”
yaklaşımı paranoyaklık boyutuna ulaşmış görünüyor. Kitap boyunca göreceğiz ki
kalabalık bir ortamda, başka kimseyi böylesine adım adım takip etmemiştir.
Yazar öznel düşüncelerini okuyucunun sorgulamadan kabulleneceğini düşünüyor. Bu
gözlemler kamp gününün ilk gününe ait. Ciddi bir önyargı sıkıntısı var ve nasıl
parçalanacağı şüphelidir. Aslında görünen o ki yazar, süreci bugünden bakarak
değerlendiriyor. Bu nedenle haksız ve nesnellikten uzak yargılarda bulunuyor.
Dönemin ruhuna inemiyor, roman yazmak kolay değil. Amaç edebiyat olmadığı için
de yazar sübjektif değerlendirmelerle romanını boğuyor. Henüz sohbet bile
etmediği, yargılarını bile tahminlerle oluşturan yazar, bunları hoş olmayan
nitelemelerle besliyor. Kendisinde sık sık bahsettiği üzere yeni mücadeleye
katılan biride değil. Yanlış düşündüğü meseleler üzerine yoldaşlarıyla sohbet
edilecekken, bunu yapmaya tenezzül bile etmemiştir. Çünkü hayali olaylar
yaratıyor. “Lakayt ve alaycı” deniliyor ama nasıl bir sohbette bunu yaşadığı
muammadır. Yazarın amacı çamur at izi kalsın olduğu için, buna gerek duymuyor.
Elbette bu özellikleri “Baki” taşıyabilir, ancak bu nu somut bir şekilde ortaya
koymak iddia sahibinin de sorumluluğudur. Yoksa tersinden bu ifadeleriniz,
yakıştırdığınız özellikler sizlere giydirilir.
Gelelim apoletlileri gelir gelmez
tespit etmek talaşınıza. Yazarın ilginç bir sentezleme anlayışı var. “Lakayt ve
alaycı” o halde karargah komutanı şu. “Karargah komutanı” arama yöntemi de
vardığı sonucun hatalı olacağını gösteriyor. Tahminlerle apoletlileri aramak
yerine, merakınızı giderebilmek için sorabilirdiniz. Hepsi yoldaşınız, neden
ilk elden sorumlu düzeyde yoldaşınızı arıyorsunuz. Kendinize “Hüsnü” de olduğu
üzere ahbap olarak onlarımı görüyorsunuz? Belirtelim “karargah komutanı” “Baki”
değil. Yazar roman boyunca böyle yansıtsa da “karargah komutanı” Nihat’tır. 30
yıl geride kalmasına rağmen, geniş kitlelerin okuruna sunulan bir kitapta, bu
bilgiyi edinmeye bile gerek duymamışsa, kitaptaki bilgilerin gerçeklikle uyumu
sorgulanır. Daha önce bahsetmiştik, bir yıl önce oluşturulan Birlik Komisyonu
Nihat’ı Genel Komutan olarak belirlemiş, “Baki” ismiyle tanımlanan yoldaşımızı
da Genel Komutanlık altında örgütlenen Amed Bölge Komitesi komutanıdır. Bu
nitelikler OPK öncesi niteliklerdir. Ayrıca şu durumu da gözden kaçırmayalım bu
kişiler ve diğer yoldaşların almış olduğu görevler, DABK ve Konferans kanatları
temsilciliklerinden oluşan, Birlik MK’sı tarafından belirlenmiştir. Orada
bulunan kadrolar sadece şu tarafın ya da bu tarafın sorumlusu değildir.
Bir başka bölümden devam edelim;
“Baki’nin yanında oturuyordu. Telsiz konuşmaları şifresiz ve açıktı… Baki,
telsizle konuşmasının bir yerinde… gelirken Cemal ağaya da uğrayın, ona
bırakılan bir roket atar ve iki adet roket var; onları alıp getirin deyince.
Atila adeta şok olmuştu… kimseden ses çıkmayınca Atila…; yoldaş telsizlerin
dinlendiğini bilmiyor musunuz? Bu kadar açık konuşmak riskli değil mi?
deyiverdi… Baki’den aldığı cevap açık bir azar ve terslemeydi; ‘Ne bıra bıra,
daha yeni geldin, dilin de çok uzun senin ha!” Dikkat çeken, ilginç bir diyalog
olduğu açıktır. Tarihimizi konu alan ve dönemi de içine alan pek çok farklı
eser yazılmıştır. Ancak askeri anlamda bu kadar ciddiyetsiz ve güvenliği
görmezden gelen bir tutum anlatılmamıştır. En azından biz karşılaşmadık.
Bırakalım “Baki” ismiyle tanınan yoldaşımızı, herhangi bir yoldaşımızın böyle
güvenlik kaygısı taşımayan pratiğini ne gördük ne de okuduk. Ha kaza döneme
tanıklık eden yoldaşlar da “Baki”ye atfedilen bu pratiği okuduklarında
şaşıracaktır. Yazar “Baki”yi her yönüyle olumsuz bir kişilik olarak okura
gösteriyor. Şaşırıyoruz, kesintisiz 12 yıl kırsal alanda bulunan birinin, bu
kadar olumsuzluk içinde olup da son ana kadar sorumluluk düzeyinde bulunmasına.
Yazar bu durumu neye göre açıklıyor. Sıradan bir savaşçının bile yapamayacağı
pratiği, tedbirsizliği “karargah komutanı Baki” nin yaptığına inanmamız
isteniyor. Oldu olacak tüm teçhizatlarmızı düşmana teslim edelim. “Karargah
komutanı” bunu yapabiliyorsa, yeni katılan birinin neleri yapabileceğini
düşünmek bile istemiyoruz. Bu anlatımdan çıkan iki yönlü göz göre göre
gerçekleşen güvenlik zafiyeti bulunuyor. İsmi açık şekilde belirtilen ve
hayatta olmayan Cemal Ağa o dönem risk altına sokulmuştur. Cemal Ağanın iki
oğlunun telsiz görüşmeleri sırasında -OPK delegeleri olmaları
nedeniyle- kamp alanında olması gerekiyor. Onlardan biri yazarın askeri anlamda
öve öve bitiremediği “Zeki” dir. 2 oğlu mücadele içinde olan ya da sıradan bir
köylü böyle açık şekilde düşmana yem edebilir mi? Anlaşılan bu kurguya
inanmamız isteniyor. Diğer bir risk altında olanlar da roketleri almak üzere
görevlendirilen yoldaşlardır. Bu arada o dönem bölge de bulunan birliğin
sorumluluğunu Lenko yapmaktadır. O halde “Baki” telsiz görüşmesini Lenko
yoldaşla yapmaktadır. Açık bir şekilde alan belirtilerek yapılan bir konuşma
iddia ediliyor. Bu iki yoldaşın böylesi bir görüşme yapacağını yazar bize
inandıramaz. Ha keza yazar kitabında Lenko yoldaşı da överken buna inanmamız
isteniyor. Düşmanın bu görüşmeden yola çıkarak durumu lehine çevireceğini bu
yoldaşlar tahmin etmiyor mu? O dönemim komutanlığı bunu dikkate almayacak kadar
ciddiyetsiz mi? Yazar, sıradan bir savaşçının dikkat edeceği bir meselede
üzerinden bilgiçlik göstererek, özelde DABK kökenli genelde ise tüm bir kırsal
gücü hedefe koyduğu görülüyor. Elbette köylülerden belirtilen konuda yardım
istenir. Tartışılan bu değil. Ancak böylesi bir tedbirsizlikten sonra
köylülerden gönüllü olarak yardım istenebilir mi? Yazar ne yazdığının, ucunun
nereye uzanacağının farkında değil. 4 ay önce kışlık üstlenme alanlarında
yaşananlara rağmen, böylesi bir tedbirsizlik yaşanabilir mi? Düşman
operasyonlarının en yoğun olduğu süreçtir. Atila’nın bildiğini partizan nasıl
bilmiyor? İnandırıcılıktan uzaktır. Bununla da sınırlı değil. Atila iddia
edildiği üzere “Baki” den yoldaşlık kültürüyle ilişkili olmayan bir tarz da
yanıt alıyor. Öyle ki OPK için alanda bulunan delege vd. savaşçıların bulunduğu
kalabalık bir ortamda verilen yanıt, sadece Atila’yı şok ediyor ve diğerleri
normal karşılıyor. O dönem en nitelikli kadrolarının bulunduğu bir ortamda
dikkat çekmiyor. Dar bir alanda ve açık yapılan bir konuşma nasıl dikkat
çekmez. Atila’nın duyduğunu bir kişiden fazlası duyması gerekir. Yazarın ifade
ettiğine göre “Baki”, ilk defa karşılaştığı ve sohbet dahi henüz yapmadığı
yoldaşına “dilin çok uzun” diyor. Sıradan bir toplantı arifesinde değiller.
Birlik OPK’sı yapılıyor. Böylesi bir ortamda delegelerden biri diğerine
yakışıksız şekilde yanıt veriyor. Bu belirttiğimiz nesnel durum göz önüne alınınca
yazar inandırıcılıktan uzaktır. Yöresel bir üslupla da inandırıcılık katılmaya
çalışılsa da, bu lümpen dil gerçeği ifade etmiyor. Yazar görünen o ki Muhasebe
Belgemizde eleştirisi yapılan, kısmi boyuttaki yoldaşlık ilişkilerinde yaşanan
lümpen, geri yoldaşlık ilişkilerine tavır açıklamalarına dayanarak “Baki”
üzerinden bir kurgu yapıyor. İnandırıcı olmaktan uzak bu kurgunun yaratılmasına
neden olan lümpen dilin sahipleri farklı kişilerdir. Yazar yanlış kişiye
yönelmiştir. Bu bilinen pratiklere dayanarak inandırıcı olabileceğini düşünen
yazar, sonuca gelerek yargılıyor; “bu azarlayıcı dile, bu kibre, bu egemen,
tepeden inmeci tavra hazır olacak bir ortamdan gelmiyordu.” Gelmiyordu da neden
bu tarzı eleştiri konusu yapmamış. Alanda kendisinin de övdüğü pek çok
nitelikli kadro bulunurken, neden gündeme getirmiyor. Ayrıca bu tavırlarla
karşılaşmadığını iddia ettiği alandan yalnız o gelmiyordu ya, herhalde bu
durumda hiç olmazsa o yoldaşlar Atila’yı haklı bulabilirdi. Yazar öyle bir
ortam yaratıyor ki güvensiz, yoldaşlık ilişkilerinin olmadığı, bilgisiz ve
cahil bir toplulukla karşılaşıyoruz. Bu türden davranışlar yazarın ifadesiyle;
“devrimciliğin dışında her şeye benzeyen susturucu, içine kapatıcı bir tarzdı”
(s.82). Bu tarza sessiz kalmanın da yazarı farklı bir yere koymadığı
bilinmelidir. 30 yıl sonra iddia ettiği “dilin çok uzun” lafına inanmamızı
bekliyorsa, önce kendisinin tavırsızlığını açıklasın.
Yazar. 92 birliğine ilişkin ya da
farklı konular üzerine daha sonradan yapılan olumsuz değerlendirmelere
dayanarak, kurgusal olaylar yaratarak inandırıcı olacağını düşünüyor. Ancak
sorunları kişilerle açıklayıp, çözümü onları hedefe koyarak ve bunu da DABK
kökenli kadrolara yapmak, Muhasebe Belgelerimizle çelişir. Muhasebe Belgesi
kişilerin hatalarını öne çıkaran bir anlayışla değil, kolektif; bir bütünü ele
alan bir anlayışa sahiptir. Çözüm bu şekilde sağlanacaktır. Kişilerle ve
gruplarla sınırlayan anlayış, çözümsüz, yıpratıcı geriletici bir tarzdır.
Kolektif bilincin gerilediği durumda tek yanlı, öznel tavırlar ortaya çıkar. M.
Ali Eser’in hatalarının kaynağı da bireysel, bencil bakış açısının hakim
olmasıdır. Kendi başına tarihi yeniden yazarken içinde bulunduğu kolektif
yapıya yaslanmaktadır.
Devam edelim; “Karargaha gelen
yoktu örneğin. Birbirleriyle sohbet edenlerin de birbirlerini dinlemedikleri,
anlaşılması zor bir görüntü değildi. Baki bilindik lakayt, üstenci ve kaba
tavırlarıyla telsiz görüşmelerine devam ediyordu.” (S.83) Nasıl bir yoğunluktur
ki telsiz görüşmeleri sürdürülüyor. Yazar, düşman hareketliliği dinlemek için
takip edilen telsiz görüşmeleriyle, yoldaşların birbirleriyle gerçekleşen
telsiz görüşmelerini iç içe veriyor olması gerekiyor. Yazarın anlattığı gibi
bir yoğunluğun yaşanması olanaksızdır. Ayrıca yazar, anlaşılan kimseyle de
sohbet etmiyor. Herşeyi bırakmış çevresinde olup biteni takip ediyor. Ona göre
bulunduğu alanda hiçbir şey yok. Orada kendisi de dahil samimiyetsiz bir toplam
var. Aslında yazar ne dediğini bilmeyen, ben merkezci bir anlayışa sahiptir.
“Gülen yoktu örneğin” deniyor. Ancak ilerdeki sayfalarda neşeyle anlattığı
Alev’le yaptığı sohbetleri de kendinden kaynaklı bir durum olarak gösteriyor
olmalı. Nasıl bir “karargah” beklentisi vardı da gelen olmayışı üzdü. Bu
durumun inandırıcılığı zayıfta olsa, kışlık üstlenme alanlarında yaşanan
kayıpların yaratacağı moral düşüklüğü de gözönüne alınmalı. Ancak yazar buna
vurgu yapmıyor. Onun niyeti insana yabancılaşmadan doğan ilişkilere vurgu
yapmak. Böylece yoldaşlarımızı ruhsuz, insani duygulardan uzak göstererek
saldırıyor.
Yazar dönüp dolaşıp yine “Baki”ye
geliyor. Nedenini derinlerde aramaya gerek yok. İçinde bulunduğu Konferans
çizgisindeki yoldaşlarını övücü sözlerin dışında ifade kullanmayan yazar,
saldırılarını “Baki” ve Cem üzerinden DABK çizgisine yapıyor. Yazarın “Baki”
üzerinden saldırılarına devam edelim; “Baki her gün birçok kez telsiz
muharebeleri yapıyordu hala. Bu muharebelerden birinde ‘bra bra daha
bitirmediniz mi?, sizin iş yapmanız da TC askerlerinin iş yapmasına benzemeye
başladı; kırk kişi bir yumurtayı taşıyamıyorsunuz ha! dedikten sonra yaptığı
espirinin kıymetli olduğunu düşünmüş olacak ki, at kişnemesine benzer bir
edayla gülmüştü” (S. 123)
Nasıl bir benzetme “at kişnemesi”,
bu kadar çok mu “Baki”den nefret ediyorsunuz? Tam bir düşmanlaştırma söz
konusudur. Telsizden böyle uzun uzun görüşmeler gerçekleştirmek, bulundukları
alan için hiç normal değil. Yazarın teksiz görüşmelerine ve “Baki”ye takıntısı
da, malum “Baki”ye yakıştıramadığı komutanlık, onun bilgi yetersizliğini
göstermeye yönelik iddialarıyla perçinlenmek isteniyor. Birkaç gerillanın
katıldığı bir sohbet kurgulayan yazar, sohbetin konusu olarak hem
ekonomi-politik hem de askeri meselelerle ilgilenen komutan olur mu? olarak
belirlenmiştir. Tartışma konuları şaşırtıcı, yazarın tuhaf bir tartışma konusu
fantezisi var. Ancak “Baki”ye saldırmasının hafifliği yine karşımızdadır.
Yazarın aktardığına göre, “Baki” bilgisizliğiyle sohbete düstursuz girer;
“Emperyalist İsmail’e kalsa Lenin’de gerilladır” dedi.” (S. 128) “Baki” bu
cümleyi Mao’nun hem ekonomi hem de askeri sorunlarla ilgilenen askeri komutan
olduğunu iddia edenlere karşı olduğunu vurgulamak için ifade eder. Maoist savaş
örgütünde komutanlık yapan birine yapılan bu yakıştırma fazlasıyla ileridir.
Doğrudur dönem itibariyle Maoizm kavrayışı düzeyi her iki taraf içinde geçerli
olmak üzere yetersizdi. Bir tarafın diğerine göre bir adım önde olması
yeterlilik değildir. Ancak yazarın burada yaptığı açık bir iftiradır. Mao’nun
hem ekonomi hem de askeri katkılarını, çözümlemelerini bilmeyecek bir komutanın
Maoist bir savaş örgütünde olabildiğini yazar iddia ediyor. Kendisi de bu
iftiralarına inanıyor mu? Bu sadece kişiye değil, onu bu düzeye taşıyan
kolektif bilince de, son olarak Birlik Komisyonu’na da saldırıdır. Yazarın
özelde DABK genelde de tüm kırsal gücün siyasi düzeyini geri gösterme amacı
bulunuyor. Mükemmeliyetçi bakış açısıyla yaklaşarak, eleştirilerimizde haklılık
payı aramıyoruz. Yazar bu bölümde ve farklı yerlerde şehirden gelen kendisi
gibi “nitelikli” kadrolarla “bilgisiz savaş ağalarının” egemen olduğu DABK
kökenlileri karşı karşıya getiriyor. Bunu gerçeklerden kopuk yapıyor.
Romanda yazar bu defa “Baki”ye
yönelen saldırılarını, köylülerin sohbetlerinin normal bir konusu gibi verme
amacı var. “Baki” bu defa köylülerin ağzından hedeftedir. Bu köylülerden biri
Cemal Ağa’dır. Daha önce Cemal ağadan kısa da olsa bahsetmiştik. İki oğlu
mücadele içinde olan Şahverdi köyünde yaşayan bir köylüdür. Cemal ağayı ele
alırken iki oğlunun niyeliği dışında değerlendirmek gerekir. Bir diğer köylü
karakter Kötü Hızır ismiyle tanımlanır. Şimdi Kötü Hızır ve Cemal ağa üzerinden
gerçekleşen saldırılara bakalım.
Mehmet Ali Eser’in Cemal ağa ve
Kötü Hızır arasında sunduğu sohbetin konusu ve amacı, Pülümür barınağında
yaşanan kayıplar ve sorumluluğun tek başına sorumlu “Baki”ye
yüklenmesidir.
Pülümür barınağının açığa
çıkmasından, yaşanan kayıplara kadar yürütmenin elbette bir sorumluluğu vardır.
Ancak yazarın yaptığı gibi tek tek bireylere saldırı ve yıpratma amacı taşıyan
değerlendirmelerle ders çıkarılamaz. Sorumluluk bir anlamda tekrar edilmemesini
sağlayan ödevi ifade eder. M. Ali Eser bu sürece Cemal ağa karakteriyle
değinirken, ipin ucunu fazlasıyla kaçırır. Kötü Hızır ve Cemal ağanın Pülümür
barınağı üzerine kitapta geçen sohbete bakalım. Daha önce Atila’nın ağzından
duyulan “Baki”ye saldırılar Köyü Hızır’la devam eder. “Beni elçi olarak tayin
eden komutanın adı Baki’ydi elleri öpülesi, sadece kendi dili var zanneden
karşısındakinin edeceği sözü hiç merak etmeyen, köşeli şapkalı sert bir adama
benziyordu.” (S.183) Yazar Kötü Hızır’ı Cemal ağaya kurye olarak “Baki”nin
gönderdiğini iddia ediyor. “Baki” nasıl bir komutan ki kendisinden hiç
hazzetmeyen, dedikoduyla karalayan birini kurye olarak kullanıyor. Halbuki o
süreçte yoldaşlar köye kurye vasıtası olmadan rahatça uğramaktadır. Kötü Hızır’a
ulaşanlar, Şahverdi’deki Cemal ağaya da ulaşır. Ancak mesele “Baki”ye saldırı
olduğu için, yazarın hayali bir karakterle dimağını ortaya çıkarmaya ihtiyacı
vardır. Yazarın sıklıkla başvurduğu “Zeki” ve “Baki” arasındaki sözde rekabeti,
“Zeki”nin Cemal ağanın oğlu olması nedeniyle tekrar tekrar yinelendiğini
görüyoruz. “Zeko’nun komutan olduğu birlikte savaşçı düşse düşse ya kurşunla
yada bombayla düşer toprağa icabında, Baki ne anlar zatürreden, donmuş el ayak
görmediğinden O sıcak göbeğini okşayıp yayılan yayılan gülmesini bilir ha!” (S.
183) Aktardığımız bu cümlenin Cemal ağanın gerçekte kullandığı yanılgısına
düşülmemelidir. Biz Cemal ağayı değil, onu kendisine aracı yapan yazarı
eleştirilerimizin karşısına alıyoruz. Yaşadığımız kayıplar çok önemlidir. Bunu
görmezden gelemeyiz. Ancak bu yaşananları tek kişinin yetenekleri ve
yetmezlikleri ile açıklamak doğru değildir. Bunu yapanlar acıdan
beslenenlerdir. Gerilla gücünün ilk defa karşı karşıya kaldığı bir gelişme söz
konusudur. Yol üzerinde kaybedilenler ve varılan yerde kaybedilen yoldaşlarla
ve mücadeleden kopmak zorunda kalan gazilerimizle buz gibi bir cehennem
yaşanmıştır. Beklenmedik böylesi bir olayda yoldaşların çabalarını görmeden
olumsuzlukları ve yetersizlikleri köşe taşı yapmak yolumuzu açmaz. Yazar Yel
Dağı’nda yaşananları ve daha önce aktardığımız kimi durumlardan yola çıkarak
“Baki”nin edindiği konumu haketmediği fikrinin altını aymazca doldurma
çabasındadır. Ona göre “Baki”den daha iyileri varken, onun komutan yada genel
komutan olması hatalıdır. Bunu Cemal ağaya da söyletir; “bir komutan
savaşçısını bilgisizlikle kaybetmişse, orada onun komutanlığı biter…Zatürreden
savaşçısını kayıp veren bir komutan olsa olsa Dersim köylüsüne kulak asmayan,
onları bir gün olsun dinlememiş akılsız bir komutandır ha dedi.” (S.185)
Yazarın Cemal ağanın ağzından verdiği bu sözler daha önceki saldırılarının
devamıdır. İkinci ve üçüncü ağızlardan dinlediği Cemal ağa hakkındaki bilgisi
de hayallerden öte olmasına rağmen bu cümleleri yakıştırabiliyor.
Yazara göre Pülümür barınağının
açığa çıkmasından sonra yaşanılanlardan dolayı “Baki” dahil o süreci yaşayan
tüm komutanlar görevden alınmalıydı. “Askeri kurmay” tek yanlı ele alışıyla
sorunu kökten çözdüğünü düşünüyor. Bu kişi OPK sonrası DBK’nde görevlendirilir.
Bu görevde beri dönüp dolaşıp aynı noktadan saldırılarını sürdürüyor. Cemal
ağa; “komutan Baki’nin iki gerillayı zatürreden kurban etmesine hiddetlendi”
(S. 185) “Parti savaşçılarını komutana verirken, onları zatürreden öldürsün
diye vermez” (S. 186) Yazar bununla da yetinmez, hayal ürünü anlatımlara
başvurur; “Baki köylü konuştuğu zaman dilini keserim derken elindeki silaha
güvenerek bunu söylüyordu”. (S. 186) Kurulan Halk Mahkemesinde köylünün
fikrinin alınmadığı iddiasında bulunur. Oldu olacak Halk Savaşı köylüye karşı
veriliyor denilsin. Yazar düşmanın anti-propaganda tarzına alet oluyor.
“Baki”nin sorumluluğunda, köylülerin katılımıyla Şahverdi’de bir toplantı
yapıldığı doğrudur. Bu toplantı Yel Dağını aşarak önce Birmanlara daha sonra
Şahverdi’ye geçen “Baki” komutasındaki birlik tarafından yapılır. Yoldaşlarımız
büyük bir badire atlatmıştır. Ancak yoldaşlarının henüz bilgisi olmadığı
Munzurlarda bir üslenme alanının çevresi de bombalanmıştır. Yoldaşlar bombalama
seslerini almış olsa da, nerenin bombalandığını bilmemektedir. Şahverdi
köylüleriyle yapılan toplantının konusu da Munzurlarda yaşanan bu
bombardımandır. Daha sonra yapılan keşiflerde üslenme alanının çevresinin
gelişi güzel bombalandığı, barınağın isabet etmediği de anlaşılmıştır. Bu barınakta
bilindiği üzere Cemal ağanın oğlu “Zeki”de vardır. Cemal ağada oğlunun o
barınakta olduğunu bilmektedir. Bombalanan yeri bildiği için yoldaşlara,
barınağın bombalandığını anlatıyor. Bunun sorumlusu olarakta düşmana barınağın
yerini köylülerin verdiğini iddia ediyor. Yani aynı köyde bulunan tüm köylüleri
düşmanla işbirliği yapmakla suçluyor. Ancak böyle bir suçlamanın doğru olmadığı
yapılan görüşmelerden netleştirilir. Bombalamalardan da anlaşılacağı üzere yer
tam olarak hedef alınmamıştır. Ancak Cemal ağa ikna olmamıştır. Bu toplantıda
da köylüler yoldaşlara, “siz buradayken bize böyle davranıyorsa, sizin
yokluğunuzda neler yapar düşünün” diye uyarıda bulunur. Bu aktarım kitapta
yoktur. Yaşanan gerçeklerden aktarıyoruz. Cemal ağa köyünde sözü geçen, kimi
zaman köylülere haksız uygulamaları olan da biridir. Ancak M. Ali Eser ya bu
durumdan haberdar değil, yada aktarmak işine gelmemiştir. Köylülerin uyarısı
üzerine yoldaşlar, Cemal ağayı rencide etmeden uyarır. Köyden ayrıldıklarından
sonra her hangi bir pratiğe girişmemesi istenir. Oğlu mücadele içinde olan
birine “dilini keserim” gibi bir ifade kullanılabileceğini yazar nasıl umuyor.
Burada anlatımları yazarın hayal ürünüdür.
(DEVAM EDECEK)
EDİTÖRÜN NOTU: Kısa bir not düşmek
gerekirse;
Eleştiri konusu olan yazar, yazının
ilk bölümü paylaşıldıktan sonra, kendi notunu düşmüş. “Kitap 24 yıl önce
yazılmış… basıldıktan altı yıl sonra ilgi göstererek yaptığınız kritiği
sevinçle karşıladım…” demiş. Kitabın hangi tarihte çıktığını, basımının ne
zaman yapıldığını iyi biliyoruz. Velhasıl kitap dolaşıma, okuyucuya ulaşmaya
devam ediyor. Bu nedenledir ki, bizlerin kitaba karşı eleştirilerimiz 30 yıl
sonrasına denk gelmiştir.
Bizler için şanlı tarihimiz ‘72
Nisan Güneşinin ilk doğduğu gün kadar güncel, sıcak ve yakıcıdır. 51 yıllık
belleğimiz gün gibi taze vede bu şanlı tarihe karşı nerede ne söylenmişse yeri
ve zamanı geldiğinde tek tek cevap verilecektir. Dünümüzü unutmadık,
geleceğimizi kaybetmeyeceğiz.
Yazar kitapta geçenlere dair eleştirimizin
zamanını değil, eleştiri konusu olanı dikkatine almalıdır. Bizim için 51 yıllık
tarihimiz anlık hafızamızdır.
GÖRSEL: 1993-OPK Munzur Dağları.
BİR TÜKENİŞİN ADI: MEHMET ALİ ESER
(3)
12 Eylül 2023
1993 OPK/GÖRSELLER
Tarihi Çarpıtmakta Düşülen Hafiflik
Önceki sayfalarda değinmiştik, şimdi Pülümür
barınağı sürecine biraz daha detaylı eğilelim. OPK’na gelmeden evvel, geride
kalan kış sürecinde Dersim’de iki kışlık üslenme alanından birinin yeri tespit
edilerek -Pülümür- karadan, diğeri -Munzurlar- gelişi güzel çevresi havadan
bomlalarla operasyona uğrar. Bu nedenle her iki barınakta terk edilir. Pülümür
barınağından yoldaşlar güvenli bir bölgeye çekilmek için uzun ve yorucu bir
yürüyüşe çıkar.
Bu sırada gelişmeleri kısaca aktaralım. Pülümür
barınağına yakın Poncilas köyünde düşman iki gün kalmış ve yoldaşlarımızın
orada bulunduğuna emin olunca, hem karadan hem de havadan operasyon
başlatılmıştır. Ancak düşman hareketliliğini yakından takip eden yoldaşlar,
operasyon başlamadan son gece Yel Dağı istikametine doğru hareket ederek,
düşman karşısında avantajlı, bölgenin yüksek noktalarını tutarlar. Yoldaşların
yüksek noktalarda konumlanması neticesinde düşman helikopterleri bombalama ve
indirme olanağı bulamaz. Böylece düşman sadece karadan yönelerek uzun namlulu
silahlarla ve havanla operasyonu sürdürür. Bir gün süren çatışma sonrasında
yoldaşlar kayıp vermeyerek, güvenli bir alana ulaşmak üzere uzun ve yorucu bir
yola çıkar. 2 yoldaş daha yolculuğun başında ölümsüzleşirken, Doktor Hüseyin
Yel Dağı aşılarak ulaşılan Birmanlar köyü sınırında ölümsüzleşir. Köye
vardıktan sonrada durumları ağırlaşan 3 yoldaş daha ölümsüzleşir. Böylece 6
yoldaşımız ölümsüzleşmiştir.
Köyde hayatını kaybeden yoldaşlarımız, tipi ve
soğuğun etkisiyle zatürreden hayatını kaybetmiştir. 48 kişilik
birliğin yarıya yakını yoldaşta donmalar neticesinde uzuvlarını kaybederek
sakat kalır ve mücadeleden zorunlu olarak kopar. Aynı kış üslenmesi döneminde,
Munzurlarda 15 kişilik barınağın çevresi havadan rastgele bombalanır. Bunun
üzerine birlik üyeleri, bulundukları alana yakın Munzurlarda üslenen diğer
yoldaşların bulunduğu barınağa doğru hareket eder. Bu yolculuk sonunda bir
kadın yoldaş hariç hepsi diğer üslenme alanına ulaşır. Üslenme alanına
ulaşamayan kadın yoldaş, nedeni konusunda netlik olmamakla birlikte, intihar
etmiştir. Ayakları bu yolculukta donma noktasına gelen yoldaşlara ilk
müdahaleyi vardıkları barınakta yoldaşlar yaparlar ve sorun yaşamazlar. Bu
barınakta sorumlu Nihat’tır. Ayrıca Özkan (Cafer Cangöz), Savaş (Cüneyt
Kahraman), Cem (Ali Rıza Sabur) gibi yoldaşlarda bu barınaktadır.
Pülümür barınağının sorumlu kadrosu kitapta
“Baki” ismiyle tanıtılan yoldaşken, Munzurlarda açığa çıkan barınağın sorumlu
kadrosu Yılmaz (Yusuf Ayata) yoldaştır. Kitapta “Zeki” ismiyle tanıtılan kişi
de bu barınakta olmasına rağmen esas sorumlu değildir. Ayrıca “Zeki” Askeri
Komisyon (AK) sekreter yardımcısı olarak Birlik Komisyonu tarafından
görevlendirilir. AK sekreteri İsmail Bulut’un Karadeniz’de ölümsüzleşmesi
üzerine bu görev otomatik olarak “Zeki”ye devredilir. “Zeki”nin AK
sekreterliğine rağmen sorumlu yoldaş barınakta Yılmaz yoldaştır.
Pülümür barınağındaki sorumlunun “Baki” olduğunu
açıkladık, ancak bu durumu biraz daha açalım. Pülümür barınağı yerinin
belirlenmesi ve hazırlanması aşamasında “Baki”nin hiçbir şekilde dahili
bulunmuyor. Birlik Komisyonunun görevlendirmesi üzerine 1992 faaliyet dönemi
için Amed Bölgesi örgütlenir. Bu birliğin komutanı “Baki”, yardımcı komutan ise
Lenko yoldaştır. Amed Bölgesine hareket eden birlik üyeleri kış üslenmesini
Mazgirt’te geçirir, birlik öncesi Konferans kanadında yer alan 7 kişilik
birliğe ulaşır. Bu birliğin komutanı Volkan’dır. Bu birlikten Barbara, Doktor
Hüseyin gibi yoldaşların bulunduğu 3-4 kişi Amed Birliğine dahil edilir. Geri
kalan Mazgirt birliği Ovacık’a hareket eder. Amed Birliği de görev alanına
hareket eder. Bu birliğe yol boyu yardımcı olacak, geçiş hatlarını tarif edecek
bir kişi Birlik Komisyonu tarafından görevlendirilmiştir. Konferans kökenli bu
kişi belirlenen randevu yerine gelmemiştir. Buna rağmen Bingöl içlerine kadar
gidebilir yoldaşlarımız. Ancak Amed’e gözü kapalı bir şekilde ilerleyerek
birliğin tümden imha riskini göze almayan yoldaşlar, Dersim’e geri döner. Amed
Birliğinin geri dönüşü kış hazırlıkları sürecidir. Yoldaşlara öncelikle
Munzurlarda kışı geçirmeleri bilgisi gelse de, bu durum son anda değiştirilerek
Pülümür Alt Bölge Komitesinin hazırladığı barınağa yöneltilirler.
Bu barınakta
birleşen iki komitede Bölge Komitesi düzeyinde sorumlu olan “Baki” otomatikman
Pülümür barınağının da sorumluluğuna gelir. Yürütmenin diğer üyeleri Lenko ve
barınağın hazırlığında görev alan Alt Bölge Komitesi sorumlu komutanı Ali
Haydar ve Şerif yoldaştır. Anlaşılacağı üzere “Baki” barınağa sonradan
gelmiştir. Ancak bu durum yaşansa da Pülümür barınağının sonradan karşı karşıya
kaldığı sorunlar tek bir kişiye yüklenemez. Barınağın hazırlığında bulunsun
yada bulunmasın bu durum değişmez. Ayrıca yaşanan gelişmelerden aktardığımız
üzere kaybın en aza indirilmesi için yoldaşlar ellerinden geleni yapmışlardır.
Kolektif bir örgütten bahsediyoruz, karşı karşıya kalınan olaylar üzerinden
olumlu ve olumsuz her tür pratik bütün göze alınarak değerlendirilir. Yazarın
üstüne basa basa vurguladığı üzere “Baki” yada başka bir kişiyle sınırlı
değerlendirme komünist parti anlayışı değildir.
Pülümür barınağının bulunduğu alan Dersim’in en
yoğun kar yağışı alan bölgelerinden biridir. Kış şartlarında açığa çıkan
barınakta 48 kişi bulunuyor. Pülümür barınağının açığa çıkması ve sonradan
yaşanan gelişmeler hareketimizin ilk defa karşılaştığı bir olaydır. Böylesi bir
tecrübesizlikle yoldaşlar, sağ selim güvenli bir alana ulaşmak için zorlu bir
yola çıkar. Kışın ortasıdır, gerilla tecrübesi olmayanlar için ahkam kesmek,
suçlamalar getirmek kolaydır. Devrimci mücadeleye gönül vermiş hiç kimse kayıp
yaşanmasını istemez.
Yoldaşlarda bunun için canla başla birbirine tutunmuş,
muazzam bir yoldaşlık örneği sergilemişken, kayıplar üzerinden tüm bir sürece
gözleri kapatmak yapıcı değil, yıkıcıdır. Doğayla verilen mücadele ne o günle
sınırlı kalmış, nede sona ermiştir. Partizan mücadelesi veren bir devrimci
hareket, doğanın gazabı karşısında da bedel ödemiştir. Bu durum karşılaşılacak
olumsuzluklarla mücadele de asgari bilgiye sahip olunmasına rağmen
gerçekleşmiştir. Savaşı savaşarak öğrenen bir hareketiz ve Uzun Yel Dağı
Yürüyüşü de bunun bir parçasıdır.
Düşman kurşunuyla yıldız düşmekte, doğanın
zorluğu karşısında yıldız düşmekte önlenebilir olanakları içinde barındırmakla
birlikte, savaşın içinde yaşanabilir gerçekliklerdir. Hiçbir kitapta bedel
ödemeden mücadele kazanılır denilmez, yazmaz. Hedefe gidilen yolda, hesapta
olmayan kayıp ve yenilgilerle karşılaşmak, öngörü sahibi devrimcilerin
bilebileceği bir durumdur. Ancak kayıpları gereğinden fazla büyütüp, geride
kalanları yıpratma aracı olarak kullanmak gelişimi değil, yenilgiyi
kalıcılaştırmaktır. M. Ali Eser bu yolu izliyor. Alınan kayıplardan tekrar yola
çıkabilmenin gücünü elde ettiğimiz oranda mücadeleyi geliştirebiliriz.
Sadece kayıplarımızı öne alarak yapılan
değerlendirme, Partizan birliğine bir bütün saldırıdır. Halbuki 48 kişilik bir
Partizan gücünden bahsediyoruz. O halde ÇKP’nin Uzun Yürüyüşüyle verdiği
kayıpları göz önüne alırsak, Mao Zedung’un bir daha asla sorumluluk almaması
gerekirdi. Böyle olmadığı için deneyimler başarıya taşındı. Karşımıza çıkan
engeller ve kayıplar gerilemek için değil, daha güçlü ilerlemek için
deneyimlerimiz olduğunu M. Ali Eser anlamıyor.
Her türlü zorluğa rağmen, 48
kişilik gücün esası sağ selim süreci atlatmıştır. Ancak M. Ali Eser gibiler
hata, yenilgi ve kayıplardan beslendikleri için Partizan savaşına
yanancılaşmayı derinleştirerek yönünü düzen içine kırmıştır. Pülümür barınağı
daha olumsuz sonuçlanabilirdi. O uzun ve yorucu yürüyüş göze alınamayarak
barınak mevcudu tümden imha da olabilirdi. Ancak o zorlu şartları yaşamayanlar
için edebiyat yapmak kolaydır. Pülümür barınağı sonrası yaşananlar üzerine
belirteceklerimiz buraya kadar.
Daha evvel kitapta “Baki”ye yönelen aşağılayıcı
hakaretlerinin fiziksel görünüm ve davranışları üzerinden gerçekleşenleri
aktarmıştık. Yazar bu hakaretlerine Cemal ağanın ağzından devam eder; “yani
aynen öküz gibi de olsa” (S. 90) “Baki zaten öküzün tekidir” demek geçmişti ama
söz, gerilla komutanlarının hepsine değer diye, son anda cümleyi böyle
tamamladı.” (S. 185) Aslında hakareti işaret ettiği kişilere yazar yöneltiyor.
Özellikle DABK kökenli komutanlar yazarın gözünde “öküzden” farksızdır. Ne
derece cümlesini yutmaya kalkarsa kalksın yazıya dökülmesi ile düşünce arasında
fark vardır. Verilen emek, mücadele kararlılığı yazarın gözünde öküzlüktür!
Devrimci mücadeleye saygısı olmayanın ne özgüveni nede kendisine saygısı olur.
Yazar bunun tipik bir örneğini oluşturmaktadır. Kendi çapsızlığını hakaret
ederek genişletmeye çalışıyor. Son süreçte karşı karşıya bulunduğu sağlık
sorunlarının etkisiyle mi olacak, gitmeden ağzıma geleni söyleyeyim diyen bir
M. Ali Eser ile karşı karşıyayız. Sağlığı bozulan kalbini daha fazla
kirletmemesini tavsiye ediyoruz.
Yazarın buraya kadar “Baki”ye yönelen
saldırılarının son ve vurucu ifadesini Kötü Hızır karakteri üzerinden yaparak,
zıvanadan çıkar; “ama sen sen ol, kamil olmaya bak elleri öpülesi; Baki ölüme
aç da, zalimin ona acıktığı gün gelmeyecek mi? Onun da mevtasının kalkacağı gün
gelir elbet. O gün açılan yara da kapanır açıldığı yerden; dökülen kanda
kesilir sızdığı arterden” (S.186) Yazar görüldüğü üzere vidayı, somunu bir
bütün gevşetip atmıştır. İflah olmam dercesine ifade kullanmıştır. “Baki”nin
ölümünü isteyecek kadar düşmanca dilini kuşanmıştır. Bu istemini hayali bir
karakter üzerinden vermekle kendisini işin içinden sıyıramaz. Kendi
biyografisinin de bir dönemini işleyen yazar, yeni karakter ve olaylarla romanı
kurgulamaktadır. Karakterlerin diyalokları kendi fikri dünyasıdır. Yazar
romanlara kadar dökerek istediği “Baki”nin ölümü gerçekleşmemiştir. Bir
devrimcinin ölümünü isteyecek kadar çaptan düşmüştür. Yoldaşımız yıllarca
gerilla alanında verdiği mücadeleyi, zindanlarda direnerek sürdürüyor.
Yazarın “Baki” özelinde yaptığı son saldırı OPK
sonrasına ilişkindir. “Baki” OPK sonrası Genel Komutanlık görevine getirilir.
Bu durumu Atila şöyle değerlendirir; “daha üzerinden 5 ay geçmemiş iki ayrı
gerilla barınağı bombalanmıştı. Bu bombardıman sonucu barınaklardaki birliğin
yarısından fazlası savaş dışı kalmıştı. Bu birliğin komutanı da konferansta
komutanlığa terfi ettirişmişti. Üstelik bu kişi Yel Dağından beri sıradan ve
kaba tavırlarıyla kadro özellikleri göstermeyen en dikkat çekici kişilerden biriydi.
İyi bir savaşçımıydı bunu da bilmiyordu.” (S.281) Aktardığımız bu pasajda
ismini anmakta imtina ettiği kişi yazarın kan davalısı “Baki”dir. OPK sonrası
oy birliği ile, dikkat edilsin “Baki” Genel Komutanlığa seçiliyor.
Yazar iki
ayrı barınak bombalanıyor diyor, ancak sanki diğer barınak sorumlusu da “Baki”
gibi cümleyi kuruyor. Öznelcilik var. Ne kadar ciddiye aldığı açık. Bu olayları
konu edinmesinin tek nedeni de “Baki”ye saldırı aracı olarak kullanmaktır.
Yazar “Baki”nin Genel Komutan olmasından rahatsızdır. Kitap boyunca kamp
alanında olayın tanığı olan yoldaşlarda dahil olmak üzere hiç kimseyle
sohbetini yapmadığı barınaklarda yaşanan olaylar, “Baki”nin atandığı görevde
gündeme gelir. Yazarın samimi olmayan değerlendirmesi kindar, zehir kusan bir
şekilde “Baki” üzerinden DABK’ ni hedef almaya devam ediyor. Düşürülen
delegeliğinin izini kapatmaya çalışırken, devrimcileri yıpratmak istiyor.
Daha önce karşılaşmadığı, tanışma imkanı
bulmadığı ve aynı alanda faaliyet yürütmediği birinin niteliklerini 1 ay gibi
kısa bir zamanda, toplantılardan ibaret görüşmelerden değerlendiriyor. Bu
değerlendirmelerini de zorlama bir şekilde olumsuzlukla ifade ediyor. Şu
bilinmeli ki, yazar alanda bulunduğu süre zarfında hiç kimseyle gerçek anlamda
siyasi tartışma ve sohbet gerçekleştirmeden tespitlerini yapıyor.
Ayrıca
yazarın meselelere bakışı da sorunludur. Dört dörtlük kadro arayışı
içerisindeki yazar, diyalektik gelişime aykırı duruyor. Kadroların niteliğini
eleştirirken, olması gereken düzeyin zaman içinde gerçekleşebilmesini
destekleme amaçlanır. Komiser Memo isimli romanda geçen karakterlerden komutan
Rapo’yu örnek alalım. Siyasi seviyesi geri olan komutan Rapo, zaman içinde bu
durumu aşar ve komiser Memo’nun intikamını da alır. “Hüsnü” ile yad ettiğiniz
Kızıl Ordu kişiliğinden bir örnek. Yazar birilerini Kızıl Ordu kişiliğine
ulaştırmadan önce kendisi bunun için ne kadar çabalıyor onu ele almalı. Yazar
kendi niteliklerini geçmişe giderek anlatma kabiliyetini, olumsuzluk aradığı
“Baki” ve Cem’de neden gerçekleştirmiyor.
Yazar Genel Komutanlığa atanan
“Baki”nin de geriye dönülüp bakıldığında ne kadar deneyimli olduğunu
göremeyecek kadar gerçeklere kördür. Birilerini eleştirmeyi kendimizde hak
görebilmek için, olması istenen noktaya ulaşmak için kendi çabamızı da samimi
şekilde ele almalıyız. M. Ali Eser aldığı yaş itibariyle kendisini deneyimli
bir devrimci olarak düşünebilir. Ancak yıllar devrimci niteliği geliştirdiği
kadar onu söküp atabilir de . Yazara göre “Baki” 5-6 aylık Partizan olmalı.
Başkada bu değerlendirmelerden farklı bir anlam çıkmıyor.
Yazarın barınak bombalama değerlendirmeleri için
ortaya attığı bir iddia var. Konferans bu olayların tek tek değerlendirileceği
bir organ değildir. Oldu olacak tüm çatışma, kayıp ve yenilgilerimizi buraya
taşıyalım. Anlaşılan o ki yazara 1 aylık katiplik yeterli gelmemiş, 1 ay daha
bu görevi yürütme arzusundadır. Şu bilinmeli ki, Yel Dağı süreci, öncesi ve
sonrasıyla her çatışmada olduğu üzere değerlendirilmiştir. Bu değerlendirme
kendisinin de OPK sonrası atandığı DBK inisiyatifinde gerçekleşmiş ve bunun sonucunda
da bir değerlendirme açıklanmıştır.
Yazarım özelde DABK kökenli kadrolara
saldırdığını, grupçuluk yaptığını ve kitabıyla da 30 yıl sonrasına taşıdığını
belirtmiştik. Bu saldırılarını işbirlikçi-ajan nitelikleri daha sonraki
yollarda da açığa çıkan Nihat üzerinden de yapmaktadır. DABK’ ni Nihat’tan
ibaret, onunla özdeşleştiren bir tutuma yazar sahiptir. Ona göre Nihat
DABK’dir. DABK’de Nihat’tır. Kitaptan aktaralım; “her şeyin hakimi benim
pozundaki Nihat’ın tutumları gözünün önüne geldi” (S.194) “Nihat birleşen
kanatların birinin, Zeki ise diğerinin askeri politik kurmayı olarak kabul
edilen kadroydu” (S.210) “delegeler arasında ‘kel’ diye anılan kişi…’Nihat
yoldaşa katılıyorum, tartışma yeterlidir’ demesi, zincirleme bir reaksiyon
yarattı. Ayrılık öncesi DABK grubundan gelen delegelerin tümü, kel delegenin bu
katılıyorumuna peş peşe katılmaya başladı”(S.97) “Daha ilk günden net olarak
hissettiği tek şey, Nihat’ın buranın otoritesi olduğuydu”(S.94) vs vs diye
uzayan ifadelerle Nihat ve DABK eşleştirilmektedir.
Nihat’ın öne çıkarılmasında
1996’da Kardelen Harekatının hedefi olan Karşı Devrimci Hücre’nin (KDH) başı
olmasının etkisi vardır. Yazar bu nedenle Nihat özelinde yapmış olduğu
yorumlarda, nesnel şartlardan hareket ederek değil de, KDH sonrası yapmış
olduğumuz açıklamalara dayanarak bir Nihat profili ve hareketimizin içindeki
rolünü kurgulamaktadır. Yazar, iddia ettiği üzere, dönemi olduğu gibi OPK
sürecinde tanıdığı, gözlemlediği Nihat’ı değil de, sonradan yaptığımız
açıklamalarımızla kurguluyor. Nihat’ın açığa çıkan karşı-devrimci niteliğine
yaslanmanın rahatlığıyla, onun üzerinden hareketimize saldırıyor.
Muhasebe Belgemizde açıklandığı üzere Nihat’ın o
dönem kadrolarımız üzerinde kurduğu bir etki söz konusudur. Ancak bu durumu tam
bir biat olarak resmetmek doğru değildir. Nihat, kadroların bir kısmının ve
savaşçıların alt edemediği nüve halindeki feodal, küçük burjuva yanlarını
besleyerek etkisini güçlendirirken, bu duruma karşı toldaşların geliştirdiği
karşı mücadele de görmezden gelinemez. Hareketimiz içinde yaşanan tartışmalarda
MLM kanadının Nihat’a karşı muhalif duruşu görülür. Bu muhalefet yetersizlikler
taşıda da, onu hiç yokmuş gibi algılamak onun gerçek niteliğinin açığa
çıkarılmasına giden süreci anlamamak anlamına gelir.
Nihat OPK toplantısından 1
yıl önce gerçekleşen Birlik Komisyonu’nun atadığı Genel Komutan ve MK üyesidir.
Nihat DABK kökenli olabilir, ancak OPK’na Birliğin Genel Komutanı ve MK üyesi
olarak katılmaktadır. Bu durumu gözardı edemeyiz. DABK kökenli diğer
delegelerin Nihat’ın aldığı tutumlarda ortaklaşmasında bu görevlendirmelerin de
rolü dikkate alınmalıdır.
Değerlendirmelerimizi somut şartları göz önüne
alarak anlamak gerekir. Anlamak o durumu kabul etmek değildir, eleştiri ve
değerlendirmelerimizi anlaşılır gerçekleştirmek için gereklidir. Edindiği
görevi nedeniyle, kimi yoldaşlar tarafından dikkate alınabileceği görmezden
gelinemez. Ancak şöyle bir yansıtma da en hafif deyimle karalama olur; Nihat
“tamam” yada “hayır” deyince DABK kökenli diğer delegeler de aynı şekilde uydu.
Bu doğru değil, işin kolayına kaçmak olur. Nitekim Nihat’ın ve “Zeki” nin ayrı ayrı
sunduğu Ordu Tüzükleri arasında yapılan oylamada “Zeki” nin sunduğu tüzük her
iki tarafın desteğiyle kabul edilir.
Yazarın burada Nihat’ın etkisinin neden
olmadığı konusunda okura bir açıklama borcu vardır. Yazar, sanki tüzük
oylamasında DABK kökenli delegeler hiç oy vermemişler gibi “Zeki” nin sunduğu
tüzüğün sadece Konferans kökenli delegelerin oylarıyla kabul edildiği gibi bir
anlam yaratıyor. Yine kendi delegeliğine itirazı da, sadece Nihat’ın karşı
çıkışıyla açıklıyor. Halbuki DABK ve Konferans kökenli delegelerin çoğunluğunun
onayıyla üzerinde fazla tartışılmadan delegelik düşürülüyor. “Baki”nin Genel
Komutan belirlenmesinde Nihat’ın etkisini öne çıkaran yazar, bu niteliği
taşıyabilecek kimlerin olduğunu da açıklaması beklenirdi. “Baki”nin Genel Komutanlığa
atanması oy birliği ile gerçekleşmiştir.
OPK öncesi Konferans kökenli delegelerin içinde
yer aldığı, Komünist Parti ilkeleriyle ilgisi olmayan ticaret işine dair OPK’da
tartışma yaşanır. Birlik vesilesiyle DABK kökenli kadroların şans eseri
öğrendiği bu konu, değindiği konulardan biridir. Maoist Parti bilindiği üzere
ticaret işini mahkum eden bir karar almıştır. Kitapta ise bu konu başka şekilde
DABK kökenli Cüneyt Kahraman (Savaş) yoldaşın ilkeli tutumunu gölgelemeyi
hedefler. OPK’da ticaret işine ilişkin olarak alınan kararı yetersiz bulan iki
delegeden biri Savaş yoldaştır. Ancak nedense Konferans kökenli diğer delege de
Savaş toldaşla aynı fikirde olmasına rağmen yazar böyle bir tutuma gerek
duymaz.
Savaş yoldaş ticaret işinin tüm partiye açılması yönünde bir tavır
sergilerken, karar sadece OPK delegeleriyle sınırlı tutulmasını getirmiştir.
Savaş yoldaşın ilkesel tutumunu küçümsemek, onun niteliğini örtbas etmek için
yazar, Nihat’ın ağzından Savaş yoldaşa yönelik; “bra bra sen de çok ileri
gittin ha dedi” dedi tepkiyle ‘sen yakıştırmamakla’ övünürken bu
kadar da ileri git demedin” diye gerçekle alakası olmayan bir ifade serpiştiren
yazar, Savaş yoldaşın iradesini Nihat’ın tahakkümüne sokan, duruşunu
gölgelemeyi amaçlayan saldırı da bulunur. Yazar yine dönem kadrolarımız
üzerinde. Nihat’ın bıraktığı etkiyi sahte bir diyalogla göstermeye çalışıyor.
Zaman içinde Nihat’ın gerçek niteliğini açığa çıkaranlarda bu kadrolardır.
Yazar bu duruma ne diyecek. Sanki körü körüne bir Nihat taraftarlığı varmış
gibi yansıtıyor. Savaş yoldaş Nihat’ın karşı-devrimci niteliğini açığa çıkaran
yoldaşlarımızın başında gelir. Bu durum, bir dönem Kaypakkaya yoldaşın,
Kemalizmin ve onun sözde devrimci niteliğini gösterenlerin etkisinde olup, daha
sonra onun gerçek niteliğini yani karşı-devrimci faşist özünü halk kitlelerine
göstermesi ile benzerlikler taşır. Yazar anlaşılan değişim-dönüşüme inanmıyor.
Neticede yazar, Nihat gibi bugün niteliği açık bir karşı-devrimci üzerinden,
yaşamını mücadeleye adayan, ölümsüzleşen DABK kökenli yoldaşlarımızı ve bugünün
devrimcilerini yıpratmayı kendine görev bilmiştir.
(DEVAM EDECEK)
Bilgiçlikte Son Perde
Kitaba konu olan bazı meselelere ilişkin değerlendirmelerimizi yaparak sonuca bağlayacağız. Yazarın iddialarından biri de Yılmaz ve beraberinde olan yoldaşların, gerçekleşen birliği tesadüfen öğrendikleridir:
“Volkan, Lenko, Yılmaz ve birliğin siyasi komiseri bir köşeye çekildiler. Üçü Yılmaz’a birliğin yapılış sürecine ilişkin bildiklerini anlattılar.” (S.245)
İkisi de değil, üçü aktarıyor. Bu aktarım hayal ürünü, gerçekle ilgisi yoktur. Daha önce değinmiştik. Böylesi bir karşılaşma Yılmaz yoldaş dışında 1992 yazında Mazgirt’te gerçekleşiyor. Yılmaz yoldaşı Mazgirt barınağında gösteren yazar yanılıyor.
Bu karşılaşma gerçekte 1992 yaz faaliyetinde gerçekleşir ve Mazgirt Birliğinde Yılmaz yoktur. Yılmaz yoldaş Birlik Komisyonu tarafından o yaz Ovacık, Hozat civarında komutan olarak görevlendirilir. Yazarın aktardığı üzere Mazgirt’te ne kış üslenmesi ne de bahar faaliyetleri söz konusudur. Yılmaz birlik sürecini tesadüfen değil, bizzat içinde olarak bilmektedir. Ancak birliğe dair bilgisi olmayan yada son durum hakkında bilgisi olmayan Volkan yoldaştır. Mazgirt kış üslenme birliğinin komutanı da odur. Bu birlik 7-8 kişiden oluşmaktadır. Bu birlik 1992-93 kışını Mazgirt’te geçirir. Baharın Amed Bölge Komitesi olarak örgütlenen “Baki” komutasında, komutan yardımcısının Lenko yoldaş olduğu birlik, daha önce kendilerine bilgisi verilen Mazgirt birliği ile görüşmek üzere bölgeye gider. Yazarın adını anmadığı “siyasi komiser” “Baki”dir. “Baki” birliğe dair son gelişmeleri Mazgirt birliğindeki yoldaşlara aktarır. Daha önce bahsettik bu birlikten 3-4 kişi Amed birliğine dahil edilir ve birbirlerinden ayrılırlar. Yazarın bir diğer yanlışı ise, “siyasi komiser” tanımlamasıdır. Bu tanım OPK sonrası kabul edilir. Halbuki bu iki birliğin karşılaşması OPK öncesinde gerçekleşir. Birlik sorumlusu yoldaş bu dönemde komutan olarak hala tanımlanmaktadır. Amed birliğinin Mazgirt Veliyan’da düşmanla girdiği bir çatışma vardır. Başarılı geçen bu eylemi yazar nedense “Baki” ismiyle tanımladığı yoldaşımızın ismini anmadan aktarır. Halbuki sorumlu “Baki”dir. Olumsuz pratikleri ardı ardına “Baki”nin sırtına yükleyen yazar, bu çatışmadaki olumluluğu “Baki”nin adını anmadan aktarır.
M. Ali Eser’in romanda anlattığı, huyunu suyunu beğendiği, övgüye değer siyasi bir yetkinliği olduğunu iddia ettiği Emperyalist İsmail karakteri gerçekten var olan biridir. Ancak yapmış olduğu olumlu yorumları yazara bırakıyoruz. Birlik öncesi Konferans kanadı tarafında yer alan parti üyesi birisidir. Yazar Emperyalist İsmail’in yeni yoldaşlara eğitim verdiğini iddia ediyor. Yazar kimseyle gerçekleştiremediği siyasi, askeri, örgütsel sohbetleri onunla yapabiliyor. Geçmişten tanışıklığın etkisi olsa gerek. Emperyalist İsmail ile Atila arasında eğitim çalışmalarına dair geçtiği iddia edilen bir sohbet söz konusu; “[Atila sorar] “Derse, yani eğitim çalışmalarına komutanlar da giriyor mu? ‘İsmail’ onlar girmiyor’ demiş ve devamında nedenini Atila sorar, ancak yanıt tatmin edici değildir. Ayrıca bir başka yerde Emperyalist İsmail şunu ifade ediyor; “burada öyle ahım şahım politik kişilik arama fazla yoldaş” ve devamında da Emperyalist İsmail’in yüz ifadelerinden, Atila kendisine uzun uzun anlamlı ödevler çıkarır; “burada oyun oynanıyor, sen anlar mısın bilmem mi? dedi. Kendini kandırma değiştiremezsin mi? dedi” (S.88-89) diye bir bölüm aktarılır. Yazar, bulunduğu alanda özelde DABK kökenli kadroları işaret ederek, genelde Partizanlarda olduğunu iddia ettiği siyasi seviyedeki geriliği, kendine has kibir ve küçümsemeyle ifade ediyor. Özellikle bahsedilen eğitim çalışması, mücadeleye yeni katılan Partizanların siyasi seviyelerini ilerletmek amacıyla gerçekleşir. Misal kitapta ismi belirtilen Alev, 1 yıllık bir partilidir. Bu çalışmalara kadro ve komutanların girmesi yada girmemesi gerektiği şeklinde kesin bir hüküm yoktur. Gerektiğinde katılım gerçekleştirirler. Belirttiğimiz aktarımdan hiç siyasi eğitime katılmadıkları anlamı çıkmaktadır. Buradaki eğitim çalışması nedense hareketli arazidedir. Ancak böyle bir olanak bildiğimiz kadarıyla hiçbir dönem sağlanamamıştır. En fazla yoldaşlar fırsat buldukları yerlerde yanlarında taşıdıkları bir kitabı okumayı başarmıştır. Genelde eğitim çalışması kışlık üslenme alanlarında verildiği için, birliğin tamamı bu faaliyete katılır. Hareketli arazide eğer üs alanı olarak belirlenmemişse orada eğitim çalışması imkanı olanaksızdır. Yeni katılan gerillaların siyasi veya askeri seviyesini ilerletmek için gerçekleşen çalışmalara, illa da komutan ve kadroların katılması diye bir zorunluluk söz konusu olamaz. Yazarın burada işaret ettiği mesele, bir yanda eğitim çalışması sürerken, kadro ve komutanların boş boş oturduğunu okura göstermektedir. Böylesi bir durum, bulunduğun alana yabancılaşmadır. Bu pratiği de kadroların geri olan eğitim seviyelerine rağmen yaptığını yazar iddia ediyor. “Ahım şahım politik kişilik arama” bunun ifadesidir. Komutanların, kadroların ve savaşçıların tümünün katıldığı eğitim çalışmaları sürekli gerçekleşmiştir. Ancak bu çalışmalar kışlık üslenme alanında yapılır. Güvenlik sorunu ancak bu şartlarda olanak taşır. Yazar güvenlik meselesini çok ciddiye almıyor ama askeri hatalarda tek tek bireyleri suçlamayı biliyor. Yazarın değerlendirmesini yaptığı somut durumda eğitim çalışması beklentisi içinde olması olanaksızdır. Gerilla savaşında bulunan ve politikayı silahıyla yapan kişi için, kışlık üslenme alanı dışında siyasi eğitim imkanı bulma olasılığı olmamıştır. Bu çalışmaların kış dönemi haricinde yapılabilmesi Üst Alanları yaratılmasına bağlıdır. Ancak bu meselede yıllardır yaşanan kavrayışsızlık, planlama ve hedef olarak belirlenmeyi öteleyen yaklaşım bilinen bir olgudur. Asıl eleştiri eğitim çalışmasına katılıp katılmama olmamalıdır. Bu çalışmaların kışlık üslenme alanları dışında sağlanabileceği Gerilla Üs Alanlarının neden yaratıllamadığı eleştirisi olmalıdır. Bunu başaramamak savaşı da zaman içinde geriletmiştir.
Yazar dört dörtlük gerilla, komutan, kadro aramaktan vazgeçmelidir. Bu diyalektik düşünceye aykırıdır. Dönemin koşullarında köylüleri temel güç olarak kabul eden bir hareketen bahsediyoruz. Okuma yazmayı bile Partizan mücadelesinde yada tutsaklık koşullarında öğrenen savaşçılarımız vardır. Gerilla alanında siyasi seviyeyi geliştirmek için yeterince çaba verilmiştir. Ancak silahı elinde olan bir savaşçı için doğallığında öncelik askeri kabiliyettir. Bulunduğun alanın ihtiyaçları da buna yöneltmiştir. Peki Atila bilinen bu duruma nasıl bir çözüm bulur?!
Yoldaşlarımızın siyasi seviyesini beğenmeyen Atila, Emperyalist İsmail’e dayandırarak kendisine kurtarıcı misyonu yüklüyor. “Kendini kandırma hiçbir şey değiştiremezsin mi” diyerek nasıl bir böbürlenme, ben merkezci, peygamber vari bir kibirle cümleler kurarak kendini işaret ediyor. Yazar madem bu kadar özgüvenli niteliklerini ifade ediyor da, neden aynı yerinde sayıyor. Yıllarca kadro vasıflarıyla mücadele içerisinde bulundunuz, apoletlerinize bu kadar güveniyordunuz da neden mücadeleyi geliştiremediniz. Soruları yanlış soruyor ve yanıtı bireyselleştiyorsunuz. Yazara göre hatalar nasıl bireylere mahsussa, çözümde bireysel çıkışlarla yani yazar gibi peygamberlere bağlıdır. Bireylerin mücadelede etkisi vardır, ancak bu ne sürdürülebilir ne de esastır. Yazar devamlılık biçiyor ve bunu kitapta olduğu üzere kendisi üzerinden gerçekleştiriyor.
Yazarın savaşçı Alev’in de içinde olduğu nereye uzanacağını öngöremeyen bir değerlendirmesi vardır. Öncelikle Alev isimli Partizan, bireysel ve örgütsel sorumluluklarını açık bırakmak üzere, OPK’dan bir yıl sonra kendi isteğiyle mücadeleyi bırakır.
Gelelim aktaracağımız bölüme; “Arkasında yürüyen ilk kişinin Alev olduğunu görünce “iyi” dedi Atila. Kuşandığından insana partizan olarak doğmuş dedirten biriyle yakın yürümeyi kır tecrübesi olmayan kendisi için önemli bir avantaj olarak görüyordu” (S.133) “Kır tecrübesi olmayan” biri olarak yazardan bize şunu açıklamasını isteriz. Bulunduğu alanda, “insana gerilla olarak doğmuş” dedirtmeyenler kimlerdi? Sahi bu kadar özgüvenli, kesin yargılarda bulunmayı kendinizde nasıl hak görüyorsunuz? Bu nasıl bir kibir ve kendini beğenmişlik örneğidir.
Diğer bir konu ise OPK’nın yapıldığı yerin değişimi sırasında yaşandığı ileri sürülen olaydır. Gerillalar OPK’nın yapıldığı Dereşaran Vadisi’ne taşınırken, yürüyüş esnasında yaşandığı ileri sürülen Nihat’ın Bahar’a farklı zamanlarda şiddet uygulama pratiği olmuştur. Bunlardan biri de DABK ve Konferans kanatları arasında birlik gerçekleşmeden kısa bir zaman önce yaşanmış ve buna ilişkin Nihat’ın özeleştirisi olmuştur. Kimi zaman buna müdahale edilse de sessiz kalındığı, görmezden gelindiği de olmuş. Aktardığımız pratik, bilinen ilk şiddet örneğidir. Özeleştiri verilse de uygulanan yaptırım yetersiz kalmıştır. Bu şiddetin kadına uygulanıyor olması farklı bir değerlendirme ve yaptırım gerekçesi oluştururken, bu tarz şiddet pratiği erkeğin erkeğe uyguladığı şiddet olarakta karşımıza çıkmıştır. Yaptırım ne kadar yetersiz kalırsa bu olumsuz pratiğin farklı şekilde karşımıza çıkmasına neden olur. Nitekim 1. Kongre sonrasında dahi bu tür şiddet olayları yaşanmıştır. Erkeğin erkeğe yada kadın yoldaşlara fiziki ve sözlü şiddeti karşımıza tekrar tekrar çıkmıştır. Bu pratiklerin önemli bir kısmının sessiz kalınarak sineye çekilmiş, ancak günü gelmiş şiddete uğrayanlarda gerilemelerle birikim ortaya çıkmıştır. Gerçekleştiği anda yaptırımın yetersiz olduğu her olumsuz pratiğin tekrardan gerçekleşmesi yanında maruz kalanların gerilemesine de engel olunamaz. Sınıflı toplum yapısı içerisinde oluşumuz bu durumun temel besin kaynağıdır. Komünist partisi saflarında oluşumuz her şeyi geride bıraktığımız anlamı getirmiyor. İşte bu olumsuz pratikler üzerinden ve bilinen Nihat tarafından işlenen pratiklerden yazar, sadece kendisinin görebildiği kurgusal bir olay yaratmıştır. 60’tan fazla birlik mevcudunun olduğu yürüyüşte yalnız yazarın bu pratiği görebilmesi ilginç tabi! Nihat’ın bu pratiği sergileme olasılığı mevcut, bunu tartışmaya açma niyetinde değiliz. Ancak olayı gördüğünü iddia eden yazarın, bu duruma yönelik hiçbir girişimde, müdahalede bulunmaması da ilginç. Nihat’ı ilk defa gören Atila, neden bu konuyu pek çok nitelikli kadronun bulunduğu alanda sıcağı sıcağına gündeme taşımamış. Nihat’ın kurduğunu iddia ettiği otorite, nede çabuk M. Ali Eser’i içine aldı. Bu nasıl bir nitelikli kurtarıcı pratiğidir. Üstte aktardığımız bir pasajda “burada oyun oynanıyor” diyerek verilen mücadeleyi küçümseyen yazar, acaba kitabı üzerinden okurla oyun oynadığını gizleye bilir mi? Atila’nın her olumsuzlukta tek başına şahitliği tutmadığı gibi herhangi bir müdahalesinin de yapılmıyor olması, anlatımların samimiyetini sorgulatıyor.
Yine yürüyüş esnasında erimiş karlardan kaynaklı oluşan boşluğa düşen yoldaşın olayından, çok ciddi bir askeri zaafiyet çıkarmakta fazlasıyla abartılıdır. Yoldaşın sara hastası olduğu da bilinmezken, bu durumdan saldırı malzemesi çıkarmak yavan olmuştur. Elbette bu durum gözetilerek daha yakın şekilde yoldaşla yürünebilir, ancak daha fazlasını çıkarmak anlamsızdır. Nitekim kısa süre içinde yoldaş kayıp düştüğü yerden bulunup alınır.
Son olarak OPK sonrası Dersim Bölge Komitesi’ne atanan Atila’nın görev yerine ulaşmasına gelelim. Atila OPK sonrası kısa süreliğine şehire gittikten bir süre sonra görev yerine ulaşmak üzere Mazgirt’e doğru yola çıkar. Bu yolculukta Dersim’de kuryelerde ona yardımcı olur. Bu ulaşım esnasında İmam Boztaş yoldaşla da görüştüğünü iddia eder. Devletin, köyünde evinin önünde ailesinin şahitliğinde katlettiği İmam yoldaş, yıllarca hareketimizin gönüllü bir çalışanı olarak mücadeleye katkı sunmuştur. Bu nedenle de çeşitli dönemlerde tutsak düşmüştür. Ancak yılmadan çalışmalara desteğini sürdürmüştür. Dersim’de ve hareketimiz içinde değer gören ve sevilen bir yoldaşımızdı. Yazar, İmam yoldaşın bu niteliklerini ve gördüğü saygıyı iyi bildiğini kitapta da aktarır. Bunu bilen yazar, İmam yoldaşın ağzından, kendisine yönettiği övücü sözlerle, kitabın yarısının ana fikrini verir.
Yazara ölümsüz yoldaşlarımızı kullanarak kendisini nitelikli göstermek yerine, durduğu yeri gözden geçirmesini öneririz. Kendisini pohpohlamaya ölümsüzlerimizi alet etmemelidir. Kitapta aktardığı üzere İmam yoldaş, Atila’nın Mazgirt’te çalışacak olmasına şu yorumu yapmış; “Buna en çok ben sevindim. Yıllardır buraya tecrübeli ve bölgeyi bilen biri gelmemişti. Kısa sürede buraları toplarız.” (S.366) Yazarda ilginç bir özgüven olduğuna şüphe yok. Ancak yazıda kalmış ve pratiğe dökülemeyen bir özgüven. Tarihimizi ve ölümsüz yoldaşlarımızı alet ederek kendisini lider, üstün şahsiyet göstermeyi amaçlayan bir özgüven. Aktarılan ifadeler gerçekçi görünmüyor. Öyle bir durum ki yazar Kaypakkaya hareketinde Mazgirt’li yada o yöreyi bilen yoldaş hiç olmamış gibi özgüvenle kendisini göklere çıkarıyor. Bu kadarına da pes dedirtiyor. 1976’da çıktığını söylediği Mazgirt’e 1992’de faaliyet için dönen biri için fazlasıyla iddialı bilgiçlik gösterisi sergiliyor.
Öncelikle kitapta sadece isimleri belirtilen Özkan (Cafer Cangöz) ve “Baki” yoldaşlarımızın, yıllarca o bölgede açık ve gizli mücadele içinde olması bile yeterlidir. Bu yoldaşlarımız ve diğerleri bölge halkı üzerinde olumlu etki bırakmıştır. M. Ali Eser’in ulaşamayacağı değerlerlerdir bunlar. Yazdıklarını okuyanlar için yörede mutlak şaşkınlık uyandırmıştır. Yoldaşlarımızı görmezden gelerek, verdikleri emeği hiç olmamış gibi aktarımlar da bulunmak, ödediğimiz bedeller karşısında tuzla buz olur. Yazar kendisiyle başlayan tarih yazmaktadır. Kendisini aklamak, paklamak, niteliklerini gereğinden fazla övmek için yazılan bu kitap gerçekler karşısında buharlaşıp uçacaktır. Kendisini aklamak ve pohpohlamak için kaleme alınan bu kitapta, ele aldığı dönemin gerçeklerini ifade edebilecek birileri olmayacağını düşünmüş olmalı. Aktardıklarımızdan da görüleceği üzere, M. Ali Eser ortaya çıkardığı her kitapta olduğu üzere, tarihimize saldırmaya devam etmiştir. Buna alet olanları da yine tarihimiz yargılayacaktır.
Kolektif hafızayı ve mücadeleyi, bireysel kaygılarına alet ederek onu zayıflatmaya hizmet eden pratik, bugün devrimci örgütlü mücadelemizin gerilemesinin bir yansımasıdır. Son yıllarda bu türden çıkışlar sıklıkla karşımıza çıkar. Hareketimizin yeterince mücadele edemediği yada kitlelerin bir kısmının kafasında oluşan sorulara, kendi yetersizliğinden dolayı veremediği tatmini, M. Ali Eser gibi son dönemde bireysel çıkışlar sergileyerek ortaya çıkanlar tarihimize, değerlerimize saldırı, yıpratma ve karalama amaçlı kullanmaktadır. Buna müdahale edilmediği takdirde tarihimiz, değerlerimiz birikerinin elinde oyuncak olmayı sürdürecektir. Buna müdahale örgütlü bilinci geliştirmekle mümkündür. Örgütsel düşünüş, hareket zayıflıyor ve zayıfladıkça da yıllar yılı kendini gizleyen pusudaki ben merkezci, kariyerist bireyler kendini açığa çıkarıyor. Bu kişiler örgütlü bilinçle eleştiriye tabi olmadıkça da asıl kimliklerini bir şekilde muhafaza etmeyi sürdürüyor. Çünkü kapitalizmin içine sıkışmış bireylerde, bireyci yaklaşımlar beslenir. Hele ki Avrupa’ya kapağı atmış mülteci oportünizmi ile iç içe bir yaşam sürdürüyorsa, kapitalizm esas avını yakalamak için onları beslemeye devam eder. Bu kişileri o toplumsal formasyon içinde ayırt etmek güçtür. Aynıların aynı yere toplanmasının en büyük güçlüğü de budur. Her zamankinden daha fazla bizi kuşatan bu yönelim, ancak ve ancak örgütlü, kolektif akıl ve mücadele geliştirilerek aşılır. Bunu başaracak kudrette Kaypakkayacı harekette mevcuttur.
Son bir sözümüz de yayın evine olacaktır. Devrimci mücadelede bedel ödemiş ve ödemekte olan kişilere, saldırıları görmezden gelmek bu kadar basit olmamalı. Buna yazar gibi, kendisini Kaypakkaya geleneği içinde ifade ettiğini belirten bir yayınevinin alet olması ise üzerinde durduğunu iddia ettiği tarihi tüketmektir. Bu duruma kim ne şekilde alet olursa olsun teşhir etmekten geri durmayacağız. Taki devrimci kimliğini tüketen bu peygamber vari şahsiyetlerle arasına kalın duvarlar örene kadar. Kitabın yazarı kadar basımını üslenen yayınevi Babek/Sancı ortaklığı da hakaret, saldırı, karalamalardan sorumludur.
Kaypakkayacı hareketin tarihini sahiplenmediniz, hiç olmazsa verilen mücadele ve ödenen bedellere saygınız olsun. S. O. N
https://www.devrimcidemokrasi3.org/bir-tukenisin-adi-mehmet-ali-eser-1/
https://www.devrimcidemokrasi3.org/bir-tukenisin-adi-mehmet-ali-eser-2/
https://www.devrimcidemokrasi3.org/bir-tukenisin-adi-mehmet-ali-eser-3/
https://www.devrimcidemokrasi3.org/bir-tukenisin-adi-mehmet-ali-eser-4/