22 Eylül 2023 Cuma

ANALİZ | Marksist Düşüncenin Diyalektiği: Düşüncenin Madde Üzerindeki Etkisi-2

https://ozgurgelecek50.net/analiz-marksist-dusuncenin-diyalektigi-dusuncenin-madde-uzerindeki-etkisi-2/

ANALİZ | Marksist Düşüncenin Diyalektiği: Düşüncenin Madde Üzerindeki Etkisi-2--------19 Eylül 2023

"Aslında, Mao karşıtları her gün yaşadıkları kendi hareketlerini inceleseler, düşüncelerindeki gelişmeleri ve değişimleri (düşünce diyalektiğini) izleseler, Mao’ya bu tür anti-bilimsel eleştirileri getirmeyeceklerdir."

Düşüncenin madde üzerinde etkisi olmasaydı, 17 Ekim Devrimi gerçekleşmezdi. Bu, düşüncenin nesnelliği kavraması ve ona yön vermesiyle; yani, somut koşulların somut analizinin yapılması ve öznenin, nesnelliğin özgüllüğü içinde, koşullara müdahale etmesiyle bağlantılıdır.

 

Lenin’in ayaklanmayı başlatmaları için, Bolşevik Merkez Komitesi’ni ikna etmek ve harekete geçirmekte adeta kendini paraladığı bilinen bir gerçektir. Çünkü Lenin, “ayaklanmanın bir gün daha ertelenmesi devrimin engelenmesidir” diye yazar ve harekete geçer.[1] Bu gerçeklik, düşüncenin madde üzerindeki rolünü ortaya koyan bir örnek ve söz konusu bu ayaklanma, bilincin maddeye dönüşmüş hali, düşüncenin diyalektik hareketidir. Bir başka söylemle, öznenin nesneye biçim vermesidir.

 

Proletaryanın sınıf bilinçli örgütleri, kadro yetiştirmeye ve kendi üye ve kadrolarını marksist düşüncelerle donatmaya özel bir önem verir. Çünkü Marksist teori ile onları donatamazsa, toplumu, sınıfları, olguları, gidişat ve izlenmesi gereken rotayı göremez veya doğru kavrayamazlar.

 

Dolayısıyla kitleleri kazanmaları, işçi sınıfını örgütlemeleri, yönlendirmeleri ve partiyi gerçek bir proletarya partisi haline getirmeleri de bir o kadar eksik ve zaaflı ya da imkansız olacaktır. Bunun açıklaması, teorinin öneminin (siz düşünce anlayın) ne denli belirleyici olduğunun en yalın ve pratik bir örneğidir. Lenin, Stalin ve Mao’da kadro ve üyelerin yetişmesi, onlarının marksist düşünceler ile donanımının önemi konusunda yüzlerce alıntı alınabilir. Ya da daha yakın bir örnek verecek olursak, teorinin (düşüncenin) önemi olmasaydı, Marx, ömrünü Das Kapital’e adamazdı.

 

Burjuvazi ile proletarya arasında süren ideolojik mücadele neden bu denli önem kazanıyor? Nasıl olsa, pratik her şeye kadir, o zaman pratiği kendi kaderiyle başbaşa bırakalım. Ve böyle bir kendiliğindencilik halinde bir çürüme yaşanacaktır; toplumsal pratik teorisiz kaldığında, yol gösterici ışığından yoksun kaldığında, yolunu kaybedecektir. Ve bu, tam da burjuvazinin kitleleri politikadan ve bilimden uzak tutmasına hizmet edecektir. Düşüncesiz-bilinçsiz insan toplumu olamaz. İnsan toplumu ile doğa arasındaki en önemli ayrışımlardan biri budur. İnsan toplumu, sahip olduğu maddi üretiminden kaynaklı ve onun üzerinde şekillenen bilinciyle hareket eder.

 

Marx, “Feuerbach Üzerine Tezler”in 3.sünde şöyle der: “Koşulların değiştirilmesine ve eğitime ilişkin materyalist öğreti, koşulların insanlar tarafından değiştirildiğini ve eğiticinin kendisinin de eğitilmesi gerektiğini unutur…Koşulların değiştirilmesi ile insan etkinliğinin ya da insanın kendisinin değiştirilmesinin örtüşmesi, ancak devrimci pratik olarak kavranabilir ve ussal olarak anlaşılabilir”[2]

 

Marx, bütün yazılarında kendiliğindenciliğin karşısında durur. O, devrimci bir değişimden yanadır ve bunun da ancak insan etkinliği ile olabileceğini vurgular. Devrimler de bilinçli insan etkinliğinin bir ürünüdür ve ürünü olabillir. İşçi sınıfını kendiliğindenciliğe terk eden küçük burjuva anlayışlara karşı bilinçli devrimci müdahale ve dönüştürme Marksist teori ile olabilir.

 

Kitleleri kazanmak ve devrimcileştirmek için devrimci militanların yürüttükleri ajitasyon ve propaganadanın önemi bilinir. Bazıları, bırakınız kitleler kendi kendilerine “bilinçlenir” diyerek “dışarıdan götürme” bilince karşı çıkar. Oysa, Marksistler, işçi sınıfına bilincin dışarıdan verilebileceğini ve bunun önemini vurgularlar.

 

Ve bunların hepsi, düşüncenin kitleler üzerindeki etksiyle ilgili veri kaynaklarıdır. “İşçi sınıfına sınıfsal bilinç dışarıdan verilir” teorik önermesini; toplumsal hareketler ve işçi sınıfının sınıf mücadelesi bunu defalarca doğrulamıştır ve doğrulamaya devam ediyor.

 

Kitle eylemleri içinde düşüncenin ete-kemiğe dönüşmesi, Lenin’in deyimiyle, partinin özlemleriyle kitlelerin özlemlerinin birleşmesi, partinin sloganlarının kitleler tarafından benimsenmesi halidir. Komünist partileri, kitlelerin ruh halini doğru bir biçimde yakalayamazsa, sonuç ve nihai olarak ileri sürdüğü düşüncelerin doğruluğunun bir anlamı olamaz.

 

Toplumsal yapıyı daha ileri götürmek isteyen, yani sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya yaratmak isteyen komünistler, kitleleri kazanmadan ve kitleleri bu düşünceler doğrultusunda harekete geçirmeden, bu düşüncelerini yaşama geçiremezler. Ne zaman ki, parti kendi düşüncelerini kitlelere kabul ettirir ve onu kitleler nezdinde maddi bir güce dönüştürürse, gerçekleştirmek istediği şeyler bir ütopya olmaktan çıkarak gerçek bir olgu halini alır. İşte bu düşüncenin maddi bir güce dönüşmesinin en yalın örneğini oluşturur.

 

Marx’dan Mao’ya bütün Marksist ustalar bunun önemini sık sık vurgularlar. Bunu anlamayanlar, sadece ve sadece küçük burjuva oportünistleridir. Bu düşünceden hareketle kitlelere güvenmeyip, sık sık sağ ve sol sapma içinde kendilerini bulurlar. Öz ve biçimin birliğini bir türlü sağlayamazlar. Özü esas alıp biçimi yoksayarak solculuk yaparlar, biçimi esas alıp özü yoksayarak sağcılık yaparlar.

 

Öz ve biçim arasındaki diyalektik bütünlüğü ve etkileşimin kaçınılmaz oluşunu anlamakta zorlanırlar. Daha genel anlamda söylersek; madde ile düşünce arasındaki çelişmeli birlikteliğin diyalektiğini doğru bir şekilde ele alamazlar.

 

Üretici güçler ne kadar gelişirse gelişsin, üretici güçlerin ana unsuru (esası) olan işçi sınıfı kapitalizmi yıkmak amacıyla ayağa kalkmadan, kapitalizm, kendiliğinden yıkılmaz.

 

Tarih, toplumsal devrimlerin, öznenin, değişim için harekete geçmesiyle gerçekleşebildiğini gösterir. Ancak özneyi harekete geçirenin de üretim araçlarıyla üretim ilişkileri arasındaki çelişme olduğu ve bu çelişmenin keskinleşmesi sonucu kaçınılmaz olarak öznenin yani çelişmenin esas yönü olan proletaryanın harekete geçtiği ve geçeceği tarihsel gerçekliği vardır.

 

Bu nedenle, kapitalizm, sınıf bilinçli proletarya önderliğinde örgütlü gücün, yani işçi sınıfının ve ezilen kitlelerin birlikte iradi –tarihsel koşullardan bağımsız olmayarak- hareketiyle yıkılır ve yeni bir sistem, sosyalizm kurulur.

 

Marx, “kurtuluş zihinsel”[3] değil derken insanların tarihsel gelişmişliklerinin belli bir aşamasından sonra bunu gereçekleştirebileceğini de belirler. Toplumsal üretim ve toplumsal üretim ilişkileri belli bir seviyeye ulaşmadan, insanlığın nihayi kurtuluşunun da gerçekleşemeyeceği açıktır. Kendi tarihlerini kendileri yapan insanlar, bunu sahip oldukları üretim ve üretim ilişkilerinden bağımsız olarak başaramaz.

 

Üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişme ya da bir başka söylemle; emek-sermaye arasındaki çelişme olgunlaşmasına karşın öznel güçlerin hareketi olmadan, emek sermayenin iktidarını deviremiyor. 2013 Haziran sonunda, Mısır’da, tarihin en büyük kitle ayaklanması oldu. Bu maddi bir güçtü. Ancak bu güce yön veren marksist bir düşünce değildi.

 

Eğer o kitle Marksist düşünce ile hareket etmiş olsaydı, bugün iktidar, Mısır burjuvazisinin elinde değil, Mısır proletaryası ve emekçilerin elinde olabilirdi. İşte, düşüncenin maddi bir güç haline gelmesi, Mao’nun önemle üzerinde durarak belirttiği, bilincin maddeye dönüşmesi önermesinin pratiksel görüngüsü budur. Düşüncenin madde üzerindeki etkisine ilişkin Mao’da bundan başka bir şey bulunmaz.

 

Ama Lenin’de düşünce ve bilgi üzerine daha etkin belirlemeler bulunur. Felsefe Defteri’ndeki, “Bilgi teorisinde pratiğin yeri” başlıklı notunda:

 

“… nesnel dünyayı sadece yansıtmakla kalmaz insan bilinci, yaratır aynı zamanda”[4] der.

 

“İdealist” Lenin(!)

 

Lenin’e göre insan bilinci sadece nesneyi yansıtmakla kalmıyor, aynı zamanda nesneyi yaratıyor. Özneyi, aynayla karıştıranlara cevaptır bu. Bilinç, maddenin bir yansıması ama aynı zamanda o, maddeyi değiştiren, dönüştüren ve yaratan bir içkinliğe de sahiptir.

 

Verili durumun değiştirilmesi diğer felsefelerin sorunu olmamıştır ama diyalektik materyalist felsefenin en temel sorunu olmuştur. Mao, düşüncenin diyalektiğini bu temelde ele almıştır. Mao’nun “bilincin maddeye dönüşebilirliği” tezini eleştirenler ve bunda “idealizm” bulanlar ise verili durumu yorumlamakla yetinmeyi öne çıkardıkların ayrımında bile olmadıkları gibi “düşüncenin maddeye dönüşmesi”ni inkar etmekle de maddenin içeriğini boşaltarak, madde ve bilinç ilişkisi karşısında materyalist diyalektikten uzaklaştıklarının, ne yazık ki ayrımında olamamışlardır.

 

ÇKP, 1933 yılında Mao’nun görüşlerini kabul etmeseydi Çin devrimi gerçekleşemeyebilirdi. Yine, 17 Ekim Rus Devrimi’nde Bolşeviklerin (elbette Lenin’in görüşlerinin) hakimiyeti olmasaydı, Menşevikler öne çıksaydı, proletarya önderliğinde Rus Proleter Devrimi gerçekleşemeyecek ve sadece Çarlık rejiminin devrilmesiyle yetinilecekti. Bu düşüncenin önemi ve madde üzerindeki belirleyiciliğinin en yakıcı örneklerini oluşturur. Çünkü düşünce maddeden gelmesine karşın maddenin hareketine yön verebilir, onun hareket biçimini değiştirebilir.

 

Siyasal iktidar mücadelesinde her sınıf kendi partisiyle ortaya çıkar ve o parti içinde örgütlenerek iktidar mücadelesi verir. Proletarya, burjuvaziden iktidarı almak için, kendi sınıf partisi yani Komünist Partisi (KP) önderliğinde örgütlenmeden, burjuvaziden siyasal iktidarı alacak bir güce erişemez. Kalabalık bir yığın olması, kendiliğindenci hareketlerin varlığı sorunun özünü değiştirmez. Proletaryanın düşüncesi KP’de somutlaşır, maddeleşir ve harekete geçer. Bazı revizyonistlerin ve “sol” liberallerin ileri sürdükleri gibi iktidar değişimi kendiliğinden olmuyor. Proletaryanın kendi siyasal partisi olmadan, burjuvaziden iktidarı alıp kendi iktidarını kuramaz. Bu, madde-düşünce ilişkisinin yalın bir anlatımı ve göstergesidir. Ve aynı zamanda; “devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” önermesinin kendisidir.

 

Düşünceyi maddeden ayıranlar, madde ve düşünceyi karşı karşıya koyanlar, madde ve düşüncenin diyalektik birliğini gözardı edenler; Marksist teorinin değiştirici yönünü ve onun kitleler tarafından kavranılıp sahiplendiğinde, devrimci gücünü de tam olarak kavrayamazlar ve anlayamazlar.

 

Teori’nin (düşüncenin) madde üzerinde etkisi yoksa, E.Hoca, Mao’ya tavır alır almaz, o güne kadar keskin “Maocu” olanların bir kısmının, anında Mao karşıtı olmaları nasıl açıklanabilir?

 

Aslında, Mao karşıtları her gün yaşadıkları kendi hareketlerini inceleseler, düşüncelerindeki gelişmeleri ve değişimleri (düşünce diyalektiğini) izleseler, Mao’ya bu tür anti-bilimsel eleşitirileri getirmeyeceklerdir. Mao’nun düşünsel hareketinin soyutlanmasını, herkes ya da her sınıf, kendine sınıfsal yapısını belirleyen üretimdeki yerine -maddi duruşuna- göre yorumluyor. Bir başka söylemle; Mao’yu bir varlık olarak ele alırsak, onun hareket tarzının yansımaları, bazılarında farklı farklı yansımalara neden olabilmiştir. Bu da anti-diyalektik değil, materyalist diyelektiğin doğrulanması, Mao’nun diyalektik materyalist felsefesinin doğrulanmasıdır.

 

Bütünlüklü bir toplumsal bilimdir Marksizm. Toplumsal varlığın ulaştığı maddi gerçekliğinin en yüksek seviyenin yansımasıdır. Marksist bilinç, kendiliğinden, durup duruken ya da Marx’ın bir doğa üstü güce sahip olmasından ve tanrının kulağına fısıldamasından değil toplumlar tarihinin maddi üretiminin, üretim sürecinin ve üretim ilişkilerinin bütünsellikli hareketinin yansıması olarak ortaya çıkmış toplumsal bir bilinçtir.

 

Toplumsal hareketlerinin bir soyutlaması olarak teorileştirilmiş, bilim haline getirilmiş ve yeniden toplumların hareketine yön-biçim vermek için insan (işçi sınıfı) tarafından toplumsal pratiğe uygulanmasının bilinçli mücadelesi veriliyor. Sosyal (toplumsal) bir varlık olan insanın düşüncesi (bilinci) de toplumsaldır. Düşüncenin gelişmesi, maddenin evrimleşmesinden bağımsız olmadığı gibi, toplumsal bilinç de toplumların evrimleşmesinden bağımsız değildir.

 

Toplumsal bilinç geriye gider mi? Hayır! Bu eylemin gerçekleşmesi için maddenin ilk haline yani toplumun geriye gitmesi gerekir.  Bu ise diyalektik materyalizme ve elbette maddenin varoluş biçimi olan onun hareketine terstir.

 

Kapitalizm gücünü, toplumsal üretimini sürdürüyor. Bu, eski ile yeni arasındaki toplumsal mücadelenin iç içeliğinin bir ürünüdür. Bugün nasıl ki, feodalizme geriye dönülemezse, komünizmden de kapitalizme geriye dönmenin toplumsal maddi koşulları olmayacaktır. Ne toplumsal üretim biçimi ve ne de bunun ürünü olan toplumsal bellek, bilinç, düşünce böyle bir şeye dönüşebilir. Çünkü, tarih tekerrür etmiyor, değişim ve dönüşüm içinde daha ileriye gidiyor, maddenin hareketindeki yeni biçimlere bürünmesi gibi, toplumlarda eskileri geride bırakarak daha ileri niteliksel bir biçime bürünerek devam ediyor. Hareket halindeki madde dönüp-dolaşıp eski halini almıyor. Maddenin bu hareketi toplumlar içinde geçerlidir. Maddenin hareketine karşı çıkanlar ve tarihin kendini tekrarlamaktan ibaret olduğunu ileri sürenler, yalnız ve yalnızca metafizik düşünce tarzına sahip olanlar olmuştur.

 

Kapitalizmden sosyalizme geçişi belirleyen elbette üst yapı değildir. Bunun maddi bir temeli vardır. Yani üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişme. Bu maddi temel olmadan, düşünsel olarak sosyalizmi savunmak ya da askeri bir darbeyle iktidarı almak sosyalizmin temelini yaratmaz.

 

Yine aynı şekilde, sosyalizm kurulduktan sonra sınıfları ortadan kaldırımadan kapitalizme dönüş ya da bir başka söylemle burjuvazinin tekrar iktidarı ele geçirme olasılığının maddi üretim temelleri vardır. İşte, toplumsal varlığın belirleyiciliğinden kasıt budur. Düşünsel olarak ne denli ileri olursa olunsun, o düşüncenin güçlü bir maddi temeli yoksa hayat hakkı bulma olasılığı da yoktur.

 

Çünkü;

 

“Eğer –der Marx- proletarya zaferi kazanırsa, bu hiç de toplumun mutlak yanı durumuna geldiği anlamını taşımaz, çünkü o bu zaferi ancak hem kendi kendini hem de kendi karşıtını kaldırarak kazanabilir. Öyleyse, onu içeren karşıtı olan özel mülkiyet kadar, proletarya da ortadan kalkmıştır.”[5]

 

Sorun böyle kavranmazsa, sosyalist ülkeler de burjuvazinin tekrar iktidarı ele geçirmesinin nedenleri doğru temellerde değerlendirilemez. Diyalektik materyalizm, mutlak içindeki göreliliği ortaya çıkararak değişimi yakalayabilir. Çünkü mutlak gibi görülen şeylerin göreliliği, bilgi sürecinin derinleşmesi, şeyin biçiminden özüne inilmesiyle ortaya çıkarılabilir.

 

Özet olarak, söylemek gerekirse, insanlar, günlük yaşamında; “düşünceni yaşama geçir!” derler. Devrimciler düşüncelerini yaşama geçirmek için özel bir çaba harcarlar. Yaşamlarına düşünceleri doğrultusunda yön vermeye çalışırlar ve düşünceleri dışında hareket edenler eleştirilir. Eleştiri-özleştiri, düşüncelerin pratikle çelişmesi sonucu ortaya çıkar ve bu ikisinin uyum içinde ve düşüncenin pratiğe yöne vermesini koşullar. Bu anlamda düşünce maddeye madde düşünceye dönüşür. Bunu ileri sürmek idealizm değil, tersine, idealist diyalektikle materyalist diyalektiği birbirine karıştırmak ve idealizm penceresinden materyalizme bakmak demektir.

 

Varlıkla bilincin birbiriyle ilişkisinin bir bütünsellik içinde ele almak böyle olur ve buna düşüncenin materyalist diyalektiği denir. Bu, elbette idealistler gibi, maddeyi yaratanın düşünce (Tin) olduğundan hareketle değil, düşüncenin maddenin bir yansıması ve ürünü olarak ele alınması içinde bir ilişki diyalektiğidir.

 

Ama, ne yazık ki Mao’yu “idealizm”le eleştirenler, düşünceyi idealist-metafizik kampına ait olarak gördüklerinden ve bunu ele alış tarzları da idealist diyalektik penceresinden olduğu için düşüncenin materyalist yanı yok sayılıyor. Sonuçta, neredeyse “düşünce” demekten korkar hale gelerek, saf mekanik maddeci olup çıkacaklar.

 

Oysa, madde-düşünce diyalektiği materyalist bir şekilde ele alındığı zaman, sorunlar daha bütünsellikli bir şekilde ele alınabilir ve de çelişmeler doğru bir biçimde çözümlenebilir. Düşünce, nesnellikten koparılmadan ve onun en yüksek ürünü olduğu bilinciyle hareket edilmesi ve bu nesnel paratikten çıkan düşünsel ürünün kendi ana kayanağına, kendini üreten yere daha yüksek bir şekilde yönelmesi, değiştirmek istemesi ne reddedilebilir ne de inkar. Düşünce-madde özdeşliği bu çerçevede ele alınmalıdır. (Bitti)

 

Kaynaklar:

 

Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, 7. Baskı, Sol Yayınları

Marx-F. Engels, Felsefe Metinleri, s. 58, İkinci Baskı, Sol Yayınları

Marx-Engels, Alman İdeolojsi, s. 44-45

Lenin, Felsefe Defteri, s. 172, Sol Yayınları

Marx-Engels, Kutsal Aile, s. 62

 

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)