sundaki bilgisizliğini de açığa vuruyor. "Toplumsal
gündemde çarpıcı toprak ağası, köylü çatışması yok" demek başka ne anlama
gelebilir? Feodalizm, sadece servaj sistemi mi, toprak ağası/maraba sistemi mi
demektir?
Peki ya, ücretli-emek dışında kalan, vergi sistemine tabi
milyonlarca köylü küçük üretici hangi emek türüdür ve nasıl sömürülüyor?
Elbette ağa / köylü, ya da
Avrupai biçimiyle söylersek serf/senyör çatışması yok denecek kadar
azdır. Zaten servaj sistemi Avrupa'da da burjuva devriminden çok önce hemen
hemen ortadan kalkmış durumdaydı. Senyörler (ağalar), en büyük senyörün
(kralın) egemenliği ahında bir nevi feodal güç yoğunlaşması demek olan
monarşist yeni birsiyasal örgütlenme ve yönetim biçimine değişti; topraklar
kira ve vergiye bağlanarak köylü 'yurttaşlar' bırakılmıştı; artık para-rant
(vergi-rant, kira-rant), esas ve sonal rant biçimi olarak genelleşmişti.
Böylece
feodalizmin iç çelişmesi de, tek tek ağalarla/marabaları arasındaki çatışmadan,
köylülerle/monarşist rejim arasındaki çatışmaya değişmişti. Köylüler,
anti-feodal mücadeleyi monarşist devletin vergilerine, baskı vekısıtlamalarına,
feodal ayrıcalıklara kilise ve dinsel baskılara karşı mücadeleye
dönüştürmüşlerdir.
Gerçekten rantın bütünüyle ortadan kaldırılması ancak böyle
olabilirdi. Fransız devriminin baş sloganları
"özgürlük-eşitlik-kardeşlik"ti; şuraya bakın, hiç senyor veya toprak
ağası sözü geçmiyor! Demek ki, M. Yılmazer'e göre burada anti-feodal hiç bir
özellik yok. Bizdede halk kitlelerinin temel sloganları
bağımsızlık-demokarsi-özgürlük-bağımsızlık şeklinde beliriyor. Bunun yanısıra
zaman zaman toprak ağalarına karş mücadeleler oluyor ve bunlar gün geçtikçe
azalı' yor.
Çünkü
klasik anlamda serflik sistemi, artık yok denecek kadar azdır. Aynı durum
14.-15. yüzyıl Avrupa'sı için de söz konusu idi. Marks'ın da belirttiği gibi,
genel kural olarak rant, emek -rant, ürün-rant ve para-rant biçiminde
sıralanıyor.
Ancak herbirisi değişen oranlarda, genel kuralı
bozmaksızın her dönemde bulunabilir. Yani demek oluyor ki, pararant (vergi ve
kira) esas olarak feodalizmin en olgun, en ileri aşamasının rantıdır.
Ama diğer rant
biçimleri de özel koşullarda bununla yanyana bulunabilir. Bugünkü gerçek de budur
zaten.
Eğer Yılmazer gibi; bir anti-feodal
mücadele biçimi hayal edersek, koca bir feodal düzeni bırakıp, gidip, hala
ilkel rant biçiminin yaşayabildiği en geri birkaç feodal beyle uğraşmakla
yetineceğiz! Yeldeğirmenleriyle dövüşmek ya da dinazor hücreleri ile ejderha
savaşına girişmek zevkli iş olmalı!
Şunu da belirtelim ki, bir nevi senyöral vergi olan toprak
ve hayvan vergisini devlet ne kadar arttırmak isterse istesin, asla sonucu
değiştirmez ve bugün geçtikçe anlamsız hale gelecektir...
Nitekim 12 Eylül
döneminde toprak vergisini arttırmak için bir yasa
çıkartılmak istendi, ama bunlar sonucu değiştirmez, gene önemsiz bir rant
olarak kalacaktır ve eğer emekçilerin kanını emen emperyalist ve komprador/ feodal
asalak rantiye sınıfların talanı ve baskısı olmasaydı köylüler hem iktisaden ve
sonuç olarak da siyasi olarak feodalizmi silip süpüreceklerdi, ama şimdi, onu
siyasi olarak silip süpürmeden iktisade tasfiyesi çok uzun bir zaman sorunudur.
(1 )
Yukarıda toplumsal mücadeleye işçi sınıfının başat bir ağırlık koymakla
durumun epeyce değiştiğini ve fakat Yılmazer vb. gibilerinin bunu kapitalizme
değişim olarak algıladıklarını belirttik.
Aslında burada
üretim tarzı bakımından nitelik bir değişiklik olmadığı (görmek isteyen göz
için) belidir. Fakat çağımızın bir özelliği olarak, işçi sınıfı artık bu devrimi de kendi omuzlarına
almıştır; işte temel değişim budur.
Burjvazi bu devrimi gerçekleştiremedi ve gerçekleştirmesi de
imkansız bir olasılıktır. Ve bu süreç uzadıkça işçi sınıfı doğal olarak daha
çok işin içine girmekte aynı oranda da bir bölüm burjuva (üst-orta) devrimi
terk etmektedir. Diğer yandan üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki
uyumsuzluk gün geçtikçe artmakta ve toplumsal gerilimi daha da arttırmaktadır.
Yani devrimci ve karşı-devrimci haraketler daha sık ve
kesintisiz biçimde birbirini izlemektedir.
1923-1950 yıllarının nispeten sakin özellikte geçmesine
rağmen son 20/30 yılın çalkantılı büyük toplumsal çatışmaları bunu gösteriyor.
Çünkü her şeye rağmen işçi sınıfı gelişiyor, üretim güçleri kaplumbağa hızı ile
de olsa gelişiyor, yığınlar aydınlanıyor.
1960'larda işçi sınıfı birkaç yüzbin iken şimdi birkaç
milyondur, sırf göçmen işçiler bile iki milyonun üstündedir, kentlerin nüfusu
birkaç katına katlandı, kırsal nüfus % 80'den % 60'a düştü, üniversite gençliği
eskiden birkaç onbin iken, şimdi birkaç yüzbindir.
Bu ne
demektir?
Bu demektir ki, artık bu toplumu yarı-feodal düzenin
sınırları içinde tutmak imkansız bir noktaya doğru ilerliyor.
Bu yüzden devrim hareketi daha da boyutlanıyor ve düzenin
siyasal tasfiyesini kesin olarak gündemine koyuyor. Devrimle karşı-devrim
ilişkileri ve niteliği, toplumsal gerilimin niteliğine uygundur. 12 Eylül
zorbalığı üst sınırına çıkartarak bunu durduracağını sandı, ama mesela
"ülkenin Doğusu"nda büyük bir ulusal yangının başlamasına yolaçmaktan
başka bir sonuç elde edemedi. Şimdilik düzenin, çelişkilerinin en yoğun olduğu
ve en zayıf noktasında patladl, ama burayla sınırlı kalmayacaktır.
Çünkü, bu düzenin zorbalıktan başka toplumsal bir devrim
karşısında yapabileceği başka bir şey yoktur. Bazı reformlar bile bu gerilimi
ancak kısa bir süre yatıştırabilir, sonuçta gene devrimin bütün yığınları
sarması kaçınılmazdır. Çünkü, devrim adeta bir doğa afeti gibi önlenemez
biçimde geliyor. Yani doğa olaylarını engellemek nasıl olanaksızsa bu da öyle
olanaksızdır.
Yılmazer ve benzerleri
gerçekten epeyce karmaşık bir yapısal görünüş arzeden yarı-feodal üretim
tarzının iç çelişkilerini, temel dinamiklerini, bu dinamiklerin hareket
tarzlarını ve ilişkilerini bilimin arıtıcı ve aydınlatıcı gücüyle analiz edecek
yerde, kafaları karışıyor ve kafa karışıklıklarını tam bir aşure çorbası gibi
büsbütün karıştırıp almaştırarak,
"Marksizm" diye
piyasaya sürüveriyorlar. Hem de Marksiz min tek bir tezine dayanmaksızın,
onların yerine kendi tarikat şeyhlerinin antikalarını sunarak... Ama buna
rağmen değersiz bir aşure deyip geçmeyeceğiz. Aşurenin ilginç bir mazisi var; İslamiyette acılı bir anıya
dayanıyor. Bizdeki düşünce aşuresine yol açan oldukça çarpıcı toplumsal
etkenler, acılar var. Mevcut düzenden rahatsız olan ve bir değişiklik isteyen
bir dizi sınıf var. Bunların çoğu dağınık küçük üretim kökenine dayanmaktadır,
gene bir bölümde kent ara tabakaları olarak atomize biçimde kendi bireyselliği
içinde çırpınmaktadır.
Geleceğinden emin değil, endişe ve panik içindedir. En
pespaye isteklerini ileri sürebilmek için güçbela biraraya gelip
örgütlendikleri an ezilip dağıtılmakta,tekrar çabalamakta... Ve bu böyle
yıldırıcı biçimde sürüp gitmektedir. Bunların içinde örgütlenme bakımından en
iyi durumda olan küçük-memurların ve öğretmenlerin durumu………………………………………..
(1) Diğer emekçilerle birlikte dolaylı
vergiler yoluyla sömürmenin yanısıra köylüler esas olarak devlet tekeli ve
tüccar egemenliği sonucu taban fiyatlarına bağımlılığı, gene tarım girdilerinintekel
fiyatlarıyla alımı ve tefecilik yoluyla sömürülmektedir. -Üreücinin kendsi
tüccar haline gelmedikçe- bu durum devam eder. Elbetb DHDI ve sosyalizm, bu
üreüclierin -ateş ve kan içinde- farklılaşma/mülksüzleşme sürecini yaşamasına
gerek bırakmaz.
36…y.Demokrasi_1990_sayı_31_Nisan
bile gerçekten ilginç ve iç sızlatıcı bir örnektir.MücadeIeye atılanlar, işlerini kaybettiklerinde işçilerden çok daha çarpıcı maddi ve manevi yıkıma uğramakta, bütün umut ve cesa retleri kırılmaktadır. Bu durum bunlarda hem öfke, hem de moral bozukluğu ile karışık bir ruh hali oluşturmaktadır. Bu sınıflar bu yüzden gerçeği olduğu gibi görmekten korkmakta, karışık ruh hali karışık düşünce yapısına dönüşmektedir. Bu sınıflardan gelme teorisyenler, ülke gerçeklerini bilimsel bir tahlile tabi tutmaktan, gerçeğin çarpıcı dehşetiyle karşılaşmaktan ve bu gerçeğin ortaya koyduğu, gücünü olanaklarını ve dolayısıyla ufkunu aşan zorunlu mücadele biçimlerini itiraf etmekten ürkmektedirler.
İşçi sınıfına belli
birsempati beslemekle beraber, onun yolunda gitmeyi de göze alamazlar ve bu
kararsızlık içinde gerçeğin yerine öz nel iradelerini geçirmekle yetinmekte ve
kentin yarı-entellektüel dedikodu mekânlarında ve gerçeği sis içinde bırakan
bir sürü amatör basın organlarında boş vakit geçirme yolunu seçmektedirler.
Sonra, bu öznel
"gerçeklerine" öylesine inanmaktadırlar ki, başkalarının "kör
gözlerine" bağıra çağıra kızarlar.
Hangi "gerçeği"
görüyorsunuz sayın yazar?!
Düzen partilerinin, feodal tutucu
politikalarının nedenini mi;
Sırasıyla iktidar koltuklarına
oturan değişik kliklerinin, köylülerin uyandırılmamış gizli gücünün bilinç ve
uyanıklığına dayanan "orta sınıf", "memleketin efendisi köylü
vatandaş" yağcılığının nedenini mi;
Hemen bütün düzen partilerinin
dindarlık gösterileri ve istismarlarının nedenini mi;
Bütçeleri trilyonlarla ifade
edilen sayısız gerici örgüt, vakıf vs. yi mi;
Yüzbinlerce gencin imam
hatiplerde,kuran kurslarında, tarikat dehlizlerinde uyuşturulmasının toplumsal
varlık koşulu ve nedenini mi;
Rantiyeci sınıfların nefes
kesici vurgunları ve siyasi gücünü mü;
Sayıları aileleriyle birlikte
milyonları bulan din adamlarını mı;
Ülkenin en büyük yatırım'larının
yapıldığı ve ülkeyi baştan başa saran dinsel kurum ve yapıları mı; dinsel
ideolojinin gücü ve baskısını mı?
Sizin gözleriniz neyi görüyor
ki, Sayın YILMAZER?!!!!!!!!!!!!...ve gibiler/ler
27 Mayıs darbecilerine mektup yazarak "proletaryanın
proğramını" (2) uygulamayı teklif eden önderliğiniz (17), YÖN çevresi
sizden farklı olarak, mesela, "ordu gençliğinden F.GÜRCAN, "toprak
reformu", "halktan yana bir hükümet’’ istediği ve bunu bizzat yapmaya
kalkıştığı için "ütopyacı", eski şarkının tekrarcısı" oluyor da,
siz gerçekçi (!) oluyorsunuz! Çünkü size göre, o şarkı 1920'Ierde
"basbayağı milli", "Anadolu burjuvazisi" tarafından zaten
icra edilmiş bulunuyor (!), "devlet sınıfları" (!) vakti geçmiştir.
12 Martta ordu gene darbe yapınca, beki bu kez
"proletaryanın programını" uygulatmaya ikna ederim sevinciyle ordu
kılıcını çekti" diye çığlık attınız, ama kılıç kendinize de inince sesiniz
kesildi.
Bir yandan 1960 larda Türkiye'de işçi sınıfının ‘’yarlığıyokluğu’’nun
tartışıldığını söylerken ve "milli demokratik devrim akımı"
güçlenmişken, kendi marjinal grup çevresi "narodnizm" safsatasıyla
avunarak yarı-fedol yapıyı 1919'lara kaydırıyor, 1 920 ve özellikle 1930'lardan
sonrayı dolaylı olarak kapitalizm dönemi sayıyor.
"Yaban
burjuvaları" ve "antika sermaye" feodalizmin işini bitirdiği
için, MDD programını savunmayı "kapitalizme vurmayı göze almayan",
"gerici" ve "sosyalizm düşmanı" olarak görüyor. Bunlar,
sözde ülkenin işgal altında olduğunu varsaydıkları için kuvay-i
milliye"cilik ve "tam bağımsızlık", Vietnam devriminin etkisiyle
"hortlamış", dolayısıyla "Türkiye'de kapitalizmin gelişmesini
olduğundan geri değerIendirmiş, 'yarı-feodal' gördüğü Türkiye'de feodalizmle
sömürge olgusunu abartmış"mış.
Bu, "1930'dan sonra Kemalizmi dağdan kaydırıp 1919'lara
kadar düşürmek(miş)" ne büyük haksızlık! Bu yüzdeh "narodnik",
"köylü devrimcileri", "SB'nin 1956'dan sonra
revizyonistleştiğini ve egemenilğin 'Sovyet burjuvazisine'
"geçtiğini" söyleyerek, Çekoslavakya'nın işgali ile birlikte de
"sosyalizm düşmanlığını açık açık ilan etmiş"miş.
Bu köylü devrimcileri"ne karşı bir de
"işçiler" varmış; bunlar da "kapitalizmi abartmış" ve
"işçi sınıfının önündeki demokratik görevleri görmemezlikten
gelmiş."
Böylece "işçiciler"e ve "köylü
devrimcileri"ne karşı, bu "moment’’ içinde olan
"kopuşmalar"da, "henüz finans-kapitalin geniş Türkiye
kırlarındaki bağları, onun yedek gücü tefeci-bezirgan sermaye ve bu sermayenin
ağında inleyen milyonlarca topraksız, az topraklı küçük köylülük", tek
onun "bilincinde soyutluluktan kurtulmuş"tur.
Parti ve işçi sınıfı öncülüğünü reddeden bütün MDD
"narodnik"lerine, "MDD Zortlaması"na, "antika
tefeci-bezirgan sermaye ile uluslararası tekelciliğin sentezleşmesi ve
devletçilik fideliğinde semirmesiyle, finans kapital gelişmiş, dolayısıyla hiç
bir temelde reform gerçekleşmediği" için, "sosyalist devrim
bahanesiyle demokratik devrim görevlerinden yan çizen", "parlamento
bülbülü", "işçiler"e karşı "susuşa getirilmiş" Dr. H.Kıvllcımll'nın
görüşleri en doğru imiş.
O, ne feodalizmin, ne
sömürge olgusunu ve ne de kapitalizmi abartmış; sınıfın öncülüğünü ve öncüsünü
de inkar etmemiş; ancak "sınıf bencilliği içinde(de) davranmamış";
"ulusal kurtuluştan, sosyal kurtuluşa sıçramayan kemalist"de olmamış;
askeri darbelere, proletarya programını 'açık mektuplarla önermiş, ama onlar
"ütopik" davranmış, yanlış yapmış; ne "işçici" olmuş, ne
"parlamento bülbülü" ne de *köylü devrimcisi"; "sosyalizm
düşmanlığına" karşı, "kentlerdeki güçlü hesaplaşmalar"da SB'ni
savunmuş; büyük devrimci işler yapmış, "işsizliğe ve pahalılığa
karşı" mücadele etmiş...
Ve bütün bunlardan sonra, Dr.H.Kıvılcımlı'nın himmetiyle
"Çağdaş Yol"cularımız, "artık proletarya devrimi öncülerinin
dünyayı değiştirme azmi ve enerjisi ile tarihin adaleti yerine
getirilecektir"... diyorlar.
Haydi oradan entellik budalası, tarikat çömezi, küçük
burjuva / lar antikası sen de!...
(((( TÜM KÜÇÜK
BURJUVALARA )))) ‘’iç ve dış ‘’
1.Gerçekten
köylere yapılan en büyük yatırımlardan biri cami yapmadır.
1.ÇağdaşYol
dergisinin 9. sayısmda, aynen böyle.
KAYNAKÇA:
1.K. Marks,
Kapital Cilt: 3; sf. 856 10- K.Marks, Kapital. 3; sf. 630
2- YDemokrasi dergisi/26. sayı agy. ı 2- K.Marks, Kapital, 3:
sf. 632
3-Anti
Dühring: Engels, sf. 250 12- K.Marks,
Kapital, 3; sf. 633
4-K.Marks,
Kapital Cilt: ı , sf. 733-734 13. K.Marks, Kapital, 3; sf. 521
5-K.Marks, Kapital. 3; sf. 620-626
6-K.Marks,
Kapital, 3; sf. 628-630
7-K.Marks,
Kapital, 3; sf. 645
8-K.Marks,
Kapital, 3; sf. 631
9-K.Marks,
Kapital, 3; sf. 630
14-K.Marks,
Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, sf.26
15-K.Marks,
Kapital, 3; sf. 825
16-K.Marks,
Kapital, 3; sf. 227
17-ç.Yol,
sayı: 9
…y.Demokrasi_1990_sayı_31_Nisan