6 Eylül 2023 Çarşamba

Hakim Üretim Tarzı ve Küçük Burjuva Kafa Karışıklığı_3

sundaki bilgisizliğini de açığa vuruyor. "Toplumsal gündemde çarpıcı toprak ağası, köylü çatışması yok" demek başka ne anlama gelebilir? Feodalizm, sadece servaj sistemi mi, toprak ağası/maraba sistemi mi demektir?

Peki ya, ücretli-emek dışında kalan, vergi sistemine tabi milyonlarca köylü küçük üretici hangi emek türüdür ve nasıl sömürülüyor?

 Elbette ağa / köylü, ya da Avrupai biçimiyle söylersek serf/senyör çatışması yok denecek kadar azdır. Zaten servaj sistemi Avrupa'da da burjuva devriminden çok önce hemen hemen ortadan kalkmış durumdaydı. Senyörler (ağalar), en büyük senyörün (kralın) egemenliği ahında bir nevi feodal güç yoğunlaşması demek olan monarşist yeni birsiyasal örgütlenme ve yönetim biçimine değişti; topraklar kira ve vergiye bağlanarak köylü 'yurttaşlar' bırakılmıştı; artık para-rant (vergi-rant, kira-rant), esas ve sonal rant biçimi olarak genelleşmişti.

Böylece feodalizmin iç çelişmesi de, tek tek ağalarla/marabaları arasındaki çatışmadan, köylülerle/monarşist rejim arasındaki çatışmaya değişmişti. Köylüler, anti-feodal mücadeleyi monarşist devletin vergilerine, baskı vekısıtlamalarına, feodal ayrıcalıklara kilise ve dinsel baskılara karşı mücadeleye dönüştürmüşlerdir.

Gerçekten rantın bütünüyle ortadan kaldırılması ancak böyle olabilirdi. Fransız devriminin baş sloganları "özgürlük-eşitlik-kardeşlik"ti; şuraya bakın, hiç senyor veya toprak ağası sözü geçmiyor! Demek ki, M. Yılmazer'e göre burada anti-feodal hiç bir özellik yok. Bizdede halk kitlelerinin temel sloganları bağımsızlık-demokarsi-özgürlük-bağımsızlık şeklinde beliriyor. Bunun yanısıra zaman zaman toprak ağalarına karş mücadeleler oluyor ve bunlar gün geçtikçe azalı' yor.

Çünkü klasik anlamda serflik sistemi, artık yok denecek kadar azdır. Aynı durum 14.-15. yüzyıl Avrupa'sı için de söz konusu idi. Marks'ın da belirttiği gibi, genel kural olarak rant, emek -rant, ürün-rant ve para-rant biçiminde sıralanıyor.

Ancak herbirisi değişen oranlarda, genel kuralı bozmaksızın her dönemde bulunabilir. Yani demek oluyor ki, pararant (vergi ve kira) esas olarak feodalizmin en olgun, en ileri aşamasının rantıdır.

 Ama diğer rant biçimleri de özel koşullarda bununla yanyana bulunabilir. Bugünkü gerçek de budur zaten.

Eğer Yılmazer gibi; bir anti-feodal mücadele biçimi hayal edersek, koca bir feodal düzeni bırakıp, gidip, hala ilkel rant biçiminin yaşayabildiği en geri birkaç feodal beyle uğraşmakla yetineceğiz! Yeldeğirmenleriyle dövüşmek ya da dinazor hücreleri ile ejderha savaşına girişmek zevkli iş olmalı!

Şunu da belirtelim ki, bir nevi senyöral vergi olan toprak ve hayvan vergisini devlet ne kadar arttırmak isterse istesin, asla sonucu değiştirmez ve bugün geçtikçe anlamsız hale gelecektir...

 Nitekim 12 Eylül döneminde toprak vergisini arttırmak için bir yasa çıkartılmak istendi, ama bunlar sonucu değiştirmez, gene önemsiz bir rant olarak kalacaktır ve eğer emekçilerin kanını emen emperyalist ve komprador/ feodal asalak rantiye sınıfların talanı ve baskısı olmasaydı köylüler hem iktisaden ve sonuç olarak da siyasi olarak feodalizmi silip süpüreceklerdi, ama şimdi, onu siyasi olarak silip süpürmeden iktisade tasfiyesi çok uzun bir zaman sorunudur. (1 )

Yukarıda toplumsal mücadeleye işçi sınıfının başat bir ağırlık koymakla durumun epeyce değiştiğini ve fakat Yılmazer vb. gibilerinin bunu kapitalizme değişim olarak algıladıklarını belirttik.

 Aslında burada üretim tarzı bakımından nitelik bir değişiklik olmadığı (görmek isteyen göz için) belidir. Fakat çağımızın bir özelliği olarak, işçi sınıfı artık bu devrimi de kendi omuzlarına almıştır; işte temel değişim budur.

Burjvazi bu devrimi gerçekleştiremedi ve gerçekleştirmesi de imkansız bir olasılıktır. Ve bu süreç uzadıkça işçi sınıfı doğal olarak daha çok işin içine girmekte aynı oranda da bir bölüm burjuva (üst-orta) devrimi terk etmektedir. Diğer yandan üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki uyumsuzluk gün geçtikçe artmakta ve toplumsal gerilimi daha da arttırmaktadır.

Yani devrimci ve karşı-devrimci haraketler daha sık ve kesintisiz biçimde birbirini izlemektedir.

1923-1950 yıllarının nispeten sakin özellikte geçmesine rağmen son 20/30 yılın çalkantılı büyük toplumsal çatışmaları bunu gösteriyor. Çünkü her şeye rağmen işçi sınıfı gelişiyor, üretim güçleri kaplumbağa hızı ile de olsa gelişiyor, yığınlar aydınlanıyor.

1960'larda işçi sınıfı birkaç yüzbin iken şimdi birkaç milyondur, sırf göçmen işçiler bile iki milyonun üstündedir, kentlerin nüfusu birkaç katına katlandı, kırsal nüfus % 80'den % 60'a düştü, üniversite gençliği eskiden birkaç onbin iken, şimdi birkaç yüzbindir.

Bu ne demektir?

Bu demektir ki, artık bu toplumu yarı-feodal düzenin sınırları içinde tutmak imkansız bir noktaya doğru ilerliyor.

Bu yüzden devrim hareketi daha da boyutlanıyor ve düzenin siyasal tasfiyesini kesin olarak gündemine koyuyor. Devrimle karşı-devrim ilişkileri ve niteliği, toplumsal gerilimin niteliğine uygundur. 12 Eylül zorbalığı üst sınırına çıkartarak bunu durduracağını sandı, ama mesela "ülkenin Doğusu"nda büyük bir ulusal yangının başlamasına yolaçmaktan başka bir sonuç elde edemedi. Şimdilik düzenin, çelişkilerinin en yoğun olduğu ve en zayıf noktasında patladl, ama burayla sınırlı kalmayacaktır.

Çünkü, bu düzenin zorbalıktan başka toplumsal bir devrim karşısında yapabileceği başka bir şey yoktur. Bazı reformlar bile bu gerilimi ancak kısa bir süre yatıştırabilir, sonuçta gene devrimin bütün yığınları sarması kaçınılmazdır. Çünkü, devrim adeta bir doğa afeti gibi önlenemez biçimde geliyor. Yani doğa olaylarını engellemek nasıl olanaksızsa bu da öyle olanaksızdır. 

Yılmazer ve benzerleri gerçekten epeyce karmaşık bir yapısal görünüş arzeden yarı-feodal üretim tarzının iç çelişkilerini, temel dinamiklerini, bu dinamiklerin hareket tarzlarını ve ilişkilerini bilimin arıtıcı ve aydınlatıcı gücüyle analiz edecek yerde, kafaları karışıyor ve kafa karışıklıklarını tam bir aşure çorbası gibi büsbütün karıştırıp almaştırarak,

 "Marksizm" diye piyasaya sürüveriyorlar. Hem de Marksiz min tek bir tezine dayanmaksızın, onların yerine kendi tarikat şeyhlerinin antikalarını sunarak... Ama buna rağmen değersiz bir aşure deyip geçmeyeceğiz. Aşurenin ilginç bir mazisi var; İslamiyette acılı bir anıya dayanıyor. Bizdeki düşünce aşuresine yol açan oldukça çarpıcı toplumsal etkenler, acılar var. Mevcut düzenden rahatsız olan ve bir değişiklik isteyen bir dizi sınıf var. Bunların çoğu dağınık küçük üretim kökenine dayanmaktadır, gene bir bölümde kent ara tabakaları olarak atomize biçimde kendi bireyselliği içinde çırpınmaktadır.

Geleceğinden emin değil, endişe ve panik içindedir. En pespaye isteklerini ileri sürebilmek için güçbela biraraya gelip örgütlendikleri an ezilip dağıtılmakta,tekrar çabalamakta... Ve bu böyle yıldırıcı biçimde sürüp gitmektedir. Bunların içinde örgütlenme bakımından en iyi durumda olan küçük-memurların ve öğretmenlerin durumu………………………………………..

 

(1)       Diğer emekçilerle birlikte dolaylı vergiler yoluyla sömürmenin yanısıra köylüler esas olarak devlet tekeli ve tüccar egemenliği sonucu taban fiyatlarına bağımlılığı, gene tarım girdilerinintekel fiyatlarıyla alımı ve tefecilik yoluyla sömürülmektedir. -Üreücinin kendsi tüccar haline gelmedikçe- bu durum devam eder. Elbetb DHDI ve sosyalizm, bu üreüclierin -ateş ve kan içinde- farklılaşma/mülksüzleşme sürecini yaşamasına gerek bırakmaz.

36…y.Demokrasi_1990_sayı_31_Nisan

 bile gerçekten ilginç ve iç sızlatıcı bir örnektir.MücadeIeye atılanlar, işlerini kaybettiklerinde işçilerden çok daha çarpıcı maddi ve manevi yıkıma uğramakta, bütün umut ve cesa retleri kırılmaktadır. Bu durum bunlarda hem öfke, hem de moral bozukluğu ile karışık bir ruh hali oluşturmaktadır. Bu sınıflar bu yüzden gerçeği olduğu gibi görmekten korkmakta, karışık ruh hali karışık düşünce yapısına dönüşmektedir. Bu sınıflardan gelme teorisyenler, ülke gerçeklerini bilimsel bir tahlile tabi tutmaktan, gerçeğin çarpıcı dehşetiyle karşılaşmaktan ve bu gerçeğin ortaya koyduğu, gücünü  olanaklarını ve dolayısıyla ufkunu aşan zorunlu mücadele biçimlerini itiraf etmekten ürkmektedirler.

 

 İşçi sınıfına belli birsempati beslemekle beraber, onun yolunda gitmeyi de göze alamazlar ve bu kararsızlık içinde gerçeğin yerine öz nel iradelerini geçirmekle yetinmekte ve kentin yarı-entellektüel dedikodu mekânlarında ve gerçeği sis içinde bırakan bir sürü amatör basın organlarında boş vakit geçirme yolunu seçmektedirler.

Sonra, bu öznel "gerçeklerine" öylesine inanmaktadırlar ki, başkalarının "kör gözlerine" bağıra çağıra kızarlar.

Hangi "gerçeği" görüyorsunuz sayın yazar?!

Düzen partilerinin, feodal tutucu politikalarının nedenini mi;

Sırasıyla iktidar koltuklarına oturan değişik kliklerinin, köylülerin uyandırılmamış gizli gücünün bilinç ve uyanıklığına dayanan "orta sınıf", "memleketin efendisi köylü vatandaş" yağcılığının nedenini mi;

Hemen bütün düzen partilerinin dindarlık gösterileri ve istismarlarının nedenini mi;

Bütçeleri trilyonlarla ifade edilen sayısız gerici örgüt, vakıf vs. yi mi;

 

Yüzbinlerce gencin imam hatiplerde,kuran kurslarında, tarikat dehlizlerinde uyuşturulmasının toplumsal varlık  koşulu ve nedenini mi;

 

Rantiyeci sınıfların nefes kesici vurgunları ve siyasi gücünü mü;

Sayıları aileleriyle birlikte milyonları bulan din adamlarını mı;

Ülkenin en büyük yatırım'larının yapıldığı ve ülkeyi baştan başa saran dinsel kurum ve yapıları mı; dinsel ideolojinin gücü ve baskısını mı?

Sizin gözleriniz neyi görüyor ki, Sayın YILMAZER?!!!!!!!!!!!!...ve gibiler/ler

27 Mayıs darbecilerine mektup yazarak "proletaryanın proğramını" (2) uygulamayı teklif eden önderliğiniz (17), YÖN çevresi sizden farklı olarak, mesela, "ordu gençliğinden F.GÜRCAN, "toprak reformu", "halktan yana bir hükümet’’ istediği ve bunu bizzat yapmaya kalkıştığı için "ütopyacı", eski şarkının tekrarcısı" oluyor da, siz gerçekçi (!) oluyorsunuz! Çünkü size göre, o şarkı 1920'Ierde "basbayağı milli", "Anadolu burjuvazisi" tarafından zaten icra edilmiş bulunuyor (!), "devlet sınıfları" (!) vakti geçmiştir.

12 Martta ordu gene darbe yapınca, beki bu kez "proletaryanın programını" uygulatmaya ikna ederim sevinciyle ordu kılıcını çekti" diye çığlık attınız, ama kılıç kendinize de inince sesiniz kesildi.

Bir yandan 1960 larda Türkiye'de işçi sınıfının ‘’yarlığıyokluğu’’nun tartışıldığını söylerken ve "milli demokratik devrim akımı" güçlenmişken, kendi marjinal grup çevresi "narodnizm" safsatasıyla avunarak yarı-fedol yapıyı 1919'lara kaydırıyor, 1 920 ve özellikle 1930'lardan sonrayı dolaylı olarak kapitalizm dönemi sayıyor.

 

 "Yaban burjuvaları" ve "antika sermaye" feodalizmin işini bitirdiği için, MDD programını savunmayı "kapitalizme vurmayı göze almayan", "gerici" ve "sosyalizm düşmanı" olarak görüyor. Bunlar, sözde ülkenin işgal altında olduğunu varsaydıkları için kuvay-i milliye"cilik ve "tam bağımsızlık", Vietnam devriminin etkisiyle "hortlamış", dolayısıyla "Türkiye'de kapitalizmin gelişmesini olduğundan geri değerIendirmiş, 'yarı-feodal' gördüğü Türkiye'de feodalizmle sömürge olgusunu abartmış"mış.

Bu, "1930'dan sonra Kemalizmi dağdan kaydırıp 1919'lara kadar düşürmek(miş)" ne büyük haksızlık! Bu yüzdeh "narodnik", "köylü devrimcileri", "SB'nin 1956'dan sonra revizyonistleştiğini ve egemenilğin 'Sovyet burjuvazisine' "geçtiğini" söyleyerek, Çekoslavakya'nın işgali ile birlikte de "sosyalizm düşmanlığını açık açık ilan etmiş"miş.

Bu köylü devrimcileri"ne karşı bir de "işçiler" varmış; bunlar da "kapitalizmi abartmış" ve "işçi sınıfının önündeki demokratik görevleri görmemezlikten gelmiş." 

Böylece "işçiciler"e ve "köylü devrimcileri"ne karşı, bu "moment’’ içinde olan "kopuşmalar"da, "henüz finans-kapitalin geniş Türkiye kırlarındaki bağları, onun yedek gücü tefeci-bezirgan sermaye ve bu sermayenin ağında inleyen milyonlarca topraksız, az topraklı küçük köylülük", tek onun "bilincinde soyutluluktan kurtulmuş"tur.

 

Parti ve işçi sınıfı öncülüğünü reddeden bütün MDD "narodnik"lerine, "MDD Zortlaması"na, "antika tefeci-bezirgan sermaye ile uluslararası tekelciliğin sentezleşmesi ve devletçilik fideliğinde semirmesiyle, finans kapital gelişmiş, dolayısıyla hiç bir temelde reform gerçekleşmediği" için, "sosyalist devrim bahanesiyle demokratik devrim görevlerinden yan çizen", "parlamento bülbülü", "işçiler"e karşı "susuşa getirilmiş" Dr. H.Kıvllcımll'nın görüşleri en doğru imiş.

 O, ne feodalizmin, ne sömürge olgusunu ve ne de kapitalizmi abartmış; sınıfın öncülüğünü ve öncüsünü de inkar etmemiş; ancak "sınıf bencilliği içinde(de) davranmamış"; "ulusal kurtuluştan, sosyal kurtuluşa sıçramayan kemalist"de olmamış; askeri darbelere, proletarya programını 'açık mektuplarla önermiş, ama onlar "ütopik" davranmış, yanlış yapmış; ne "işçici" olmuş, ne "parlamento bülbülü" ne de *köylü devrimcisi"; "sosyalizm düşmanlığına" karşı, "kentlerdeki güçlü hesaplaşmalar"da SB'ni savunmuş; büyük devrimci işler yapmış, "işsizliğe ve pahalılığa karşı" mücadele etmiş...

Ve bütün bunlardan sonra, Dr.H.Kıvılcımlı'nın himmetiyle "Çağdaş Yol"cularımız, "artık proletarya devrimi öncülerinin dünyayı değiştirme azmi ve enerjisi ile tarihin adaleti yerine getirilecektir"... diyorlar.

Haydi oradan entellik budalası, tarikat çömezi, küçük burjuva / lar  antikası sen de!...

((((  TÜM KÜÇÜK BURJUVALARA  ))))  ‘’iç ve dış ‘’

1.Gerçekten köylere yapılan en büyük yatırımlardan biri cami yapmadır.

1.ÇağdaşYol dergisinin 9. sayısmda, aynen böyle.

 

KAYNAKÇA:

1.K. Marks, Kapital Cilt: 3; sf. 856 10- K.Marks, Kapital. 3; sf. 630

2- YDemokrasi dergisi/26. sayı agy. ı 2- K.Marks, Kapital, 3: sf. 632

3-Anti Dühring: Engels, sf. 250     12- K.Marks, Kapital, 3; sf. 633

4-K.Marks, Kapital Cilt: ı , sf. 733-734 13. K.Marks, Kapital, 3; sf. 521

 5-K.Marks, Kapital. 3; sf. 620-626

6-K.Marks, Kapital, 3; sf. 628-630

7-K.Marks, Kapital, 3; sf. 645

8-K.Marks, Kapital, 3; sf. 631

9-K.Marks, Kapital, 3; sf. 630

14-K.Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, sf.26

15-K.Marks, Kapital, 3; sf. 825

16-K.Marks, Kapital, 3; sf. 227

17-ç.Yol, sayı: 9

…y.Demokrasi_1990_sayı_31_Nisan

 

 

 

 

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)