29 Ekim 2023 Pazar

KEMALİST HAREKETİN KISA BİR ANATOMİSİ

                                        KEMALİST HAREKETİN KISA BİR ANATOMİSİ



50 yıl önceki tezlerimizi defalarca okumuştum ama bir kez daha okudum. Bu yazıda, Kurtuluş Savaşı ve sonrası üzerinde biraz fikir yürüteceğim. Değişim yasaları, yarım asır öncesindeki tespitlerimizi ister istemez, yeni şartların vaaz ettiği yönde gözden geçirmemize, irdelememize yol açıyor. Kemalist harekete dair tezlerin, yarım asır sonra, temel noktalarda isabetini ve gücünü koruduğu açık. Onun için ben bu yazıda ayrıntılar üzerinde duracağım.
Kurtuluş Savaşı ve Kemalist hareket üzerine yazılan tezler bizim temel tezlerimizden biriydi. Tezin can alıcı noktaları, Kurtuluş Savaşı’na hangi sınıfların önderlik ettiği, savaşın amacı ve savaş sonrası dönemlerin genel hatlarıyla irdelenmesiydi.
Tezler, Kurtuluş Savaşı’nın milli bir devrim, Kemalist bir devrim olduğunu kabul ediyor, bu devrime, “Türk komprador büyük burjuvazisi ve toprak ağaları sınıfının” önderlik ettiğini, millî karakterdeki orta burjuvazinin ise yedek güç olarak katıldığını belirtiyordu. Bu tesbit, bugün de geçerliliğini koruyor ve komünist hareketi diğerlerinden ayırıyor.� Tezlere göre, “Devrimin önderleri, daha anti-emperyalist savaş yıllarında iken İtilaf emperyalizmi ile el altından işbirliğine girişmişlerdir.”
Burada, üzerinde düşünmemiz gereken iki nokta vardır. Birincisi, savaşın anti-emperyalist olarak nitelenmesi, ikincisi ise, devrim önderlerinin, “savaş yıllarında iken İtilaf emperyalizmi ile el altından işbirliğine girişmiş” olmalarıdır.

Anti-emperyalizm, emperyalizmin ortadan kaldırılmasına, bulunduğu yerden defedilmesine matuf bir olgudur. Devrime önderlik eden komprador burjuvazi, kompradorluğundan dolayı anti-emperyalist bir aksiyonu zaten üstlenecek yapıda değillerdir. Tezin bütününe, Kurtuluş Savaşı yıllarındaki sömürge, yarı-sömürge ve yarı-feodal yapının, savaştan sonra yarı-sömürge ve yarı-feodal bir yapı haline geldiği görüşü hakimdir. Hal böyle olunca Kurtuluş Savaşı’nın anti-emperyalist bir savaş değil, sömürge yapıyı tasfiye eden ama yarı-sömürge yapıyı koruyan, anti sömürgeci bir savaş olduğu savunulmuş oluyor.
Geçmişte bazı devrimci hareketler, komprador burjuvazinin emperyalizmle hiçbir zaman çatışmayacağını savundular. Yirminci yüz yılda ortaya çıkan örnekler, komprador burjuvazi ile emperyalizm arasında, azami kârdan kimin daha fazla pay almasına dair bitmez tükenmez çelişkilerin olduğunu ve bunun bazen, özellikle de işgal dönemlerinde çatışmaya dönüştüğünü, kompradorların efendi değiştirdiklerini gösterdi.

Açıktır ki burjuvazinin hiçbir kesimi, eli altında bulunan pazarın, bir işgal ile elinden çıkmasını istemez. Bazı kesimler işgale istemeyerek boyun eğmek zorunda kalırken, bazı kesimler de direnme yolunu seçer. Komprador burjuvazinin ve büyük toprak ağalarının sınıf çıkarları, pazarın canlanması, yatırım ve iş imkanlarının genişlemesi, sermayenin imkansızlıklara takılmadan kendini yeniden üretmesinden geçer. Bundan dolayıdır ki yeryüzünü ahtapot gibi saran emperyalist sermayeye ihtiyaç duyarlar. Pazardaki güçlü dünya sermayesi, zayıf yerel sermayeyi bağımlı hale getirir.

Ham madde kaynaklarının, işgücü sömürüsünün, rant gelirlerinin vb. aslan payını güçlü sermaye alır. Ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel bağımlılığı, yani yarı-sömürge olgusunu yaratan da bu durumdur.
Devrime önderlik eden sınıfların, savaş yılları içinde emperyalistlerle el altından uzlaşmaya çalıştıkları görüşüne gelince, ortaya çıkan belgeler, Mustafa Kemal ve çevresinin, savaş yıllarında değil, savaş yıllarından önce Emperyalistlerle uzlaşmaya çalıştıklarını gösteriyor. Mustafa Kemal’in İngiliz işbirlikçisi Vahdettin’e, yakın çevresinde bulunan arkadaşlarından oluşan ve kendisinin de muhtemelen harbiye nazırı olarak içinde yer aldığı bir kabine önerisinde bulunduğunu, Kemal’in, ittihatçıların içindeki İngilizci kanada mensup olduğunun bilinmesine rağmen, önerinin kabul görmediğini ve Karadenizde Rumlara karşı gelişen çeteci hareketleri bastırması ve bölgede güvenliği tesis etmesi için müfettiş olarak Bandırma vapuruyla Samsun’a gönderildiğini biliyoruz. Samsun’a ayak basmadan Yunanistan’ın 15 mayısta Paris konferansında alınan karar gereğince İzmir'i işgal ettiğini, işgalin Türk egemenlerinde ve halkta yarattığı büyük infial üzerine Mustafa Kemal’in, direnme kararı alıp 'sineyi millet'e döndüğünü de biliyoruz.


Kurtuluş Savaşı yıllarında Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, Kemalist burjuvazinin direnme örgütleriydi. Bu örgütler içinde orta burjuvazi de yer alıyordu. Savaşın başlangıcında orta burjuvazinin bir bölümü, Yunan işgaline karşı Çerkez Ethem Bey ve kardeşlerinin komutasında Kuvâ-yi Seyyâre adı altında ciddi bir varlık gösterdi. Yeşil Bolşevik olarak da adlandırılan ve Yeşil Ordu Cemiyeti’nin bir gücü olarak ortaya çıktığı söylenen Kuvâ-yi Seyyâre, padişah yanlısı gerici İsyanları bastırınca meclisin yarısını kazanmakla kalmadı, meclis başkanlığını seçimle ele geçirdi. Demirci Mehmet Efe gibi çeteleri de kendine bağlayarak etkinliğini artırdı. Eskişehir’de, “Dünyanın Fukara-i Kâsibesi Birleşiniz,” alt başlığı ile çıkardığı Seyyare-i Yeni Dünya Gazetesi’ni de siyasetinin bir aracı haline getirdi. Ekim devriminin ürünü olarak ortaya çıkan Ankara’daki, Salih Hacıoğlu liderliğindeki Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası ile Baku’da kurulan Türkiye Komünist Partisi bu hareketle aynı saflarda yer almış bulunuyordu.

Bu durum, Kemalist hareketi ciddi bir şekilde endişelendiriyordu. Ekim devriminin desteğini alan bu güçler, savaş sürecinde giderek güçlenebilir ve Kemalist hareketi tehdit eder hale gelebilirdi. Bu güçler aynı zamanda, Kemalistlerin batılı emperyalistlerle uzlaşmalarının önünde bir engel haline de gelebilirdi. İttifakı değil, iltihakı esas alan Kemalist hareket, kendisine iltihak etmeyen bu güçleri tasfiye etme kararını verdi.
İlkin, Seyyare-i Yeni Dünya Gazetesi’ni Ankara’ya naklettirip kendi kontrolü altına aldı. Ardından Kuvâ-yi Seyyâre‘nin yakın müttefiklerinden Demirci Mehmet Efe’ in 800 kişilik gerilla ordusunu bir baskınla etkisiz hale getirdi. Hemen ardından, meclise haber vermeden, Yunan Ordusu ile savaş halinde olan Kuvâ-yi Seyyâre’ye saldırdı. Ankara’daki Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nı kapattı ve yöneticilerini tutukladı. En son, Mustafa Suphi başkanlığındaki TKP’nin merkez komitesini Karadeniz’de imha etti. Mustafa Kemal aslında niyetini, 22 Ocak 1921'de, yani Mustafa Suphi ve yoldaşlarının öldürülmelerinden altı gün önce BMM'de yaptığı konuşmada şöyle açığa vurmuştu:
"İşte bu serseriler, Türkiye Komünist Fırkası diye bir fırka teşkil etmişlerdir ve bu fırkayı teşkil edenlerin başında da Mustafa Suphi ve emsali bulunmaktadır. Bunlar kendilerine para veren, kendilerini himaye eden ve bunlara ehemmiyet atfeden Moskova'daki prensip sahiplerine yaranmak için birtakım teşebbüsatı serseriyanede bulunmuşlardır. Bu suretle memleketimize, milletimize hariçten komünizm cereyanı sokulmaya başlanmıştır..."
Tüm bu operasyonlar, 1921’in ocak ayında gerçekleştirildi. Ardından dış işleri bakanı Bekir Sami Londra Konferansı’na gönderildi. Kemalist hareket böylece kendini hem yakın bir tehlikeden kurtarmış, hem de Emperyalistlere tarafını belli etmiş oluyordu. Tezlerde tüm bu bastırma hareketlerinin emperyalistlerin teveccühünü kazanmak için yapıldığı görüşü var. Bu doğrudur ama işin esası değildir. İşin esası Kemalist hareketin kendini bir devrim tehlikesinden koruması, sağlama almasıdır.
Kemalist Hareket, komünist ve işçi hareketi ile orta burjuvazinin bir kesimine karşı sınıf tavrını berrak bir şekilde gösterdikten sonra, aynı yıl içinde Kürtlere karşı nasıl bir siyaset izleyeceğinin mesajını da vermiş oldu. 1921'de özerklik talebiyle ayaklanan Koçgiri'yi çok kanlı bir şekilde bastırdı. Topal Osman’la birlikte Koçgiri köylerini yakan Merkez Orduları Komutanı Sakallı Nurettin Paşa Calicula gibi yakmayı seven birisiydi zaten. Bu paşa, Rum mahallelerinden Rumları göçe zorlamak için İzmir'i yakan adamdır aynı zamanda. Topal Osman ise çoğumuzun malumudur. Balkan Harbi’nde tanındı. Sonra ünlü mahkumlardan bir çete kurdu.1915'te Doğu Karadeniz’de başlayan Ermeni tehcirinde rol aldı. “Rumları eşek arıları gibi mağaralara doldurup tütsüleyerek bitireceğim' diyerek köyleri basıp katliam ve sürgünlere yol açtı. 1920’nin sonlarında, maiyetindeki Giresunlu bir birlik ile Çankaya’yı ve Meclisi korumayla görevlendirildi. Suphi ve yoldaşlarının imha edilmesi kararının uygulanmasında da Yahya Kahya ile birlikte rol aldı.
Kurtuluş savaşı yıllarında tüm bu kanlı operasyonları gerçekleştiren Kemalistler bir yandan Bolşeviklerin silah ve altın desteklerini almayı, diğer yandan da İngilizlerle uzlaşma çabalarını sürdürdüler. Artık rahat hareket edebilirlerdi. Devrim tehlikesi bertaraf edilmiş, meydan iki hakim sınıf kanadına kalmıştı. Birinci kanat, saltanata ve hilafete karşı olan batı yanlısı kompradorlar ile bir kısım toprak ağalarından oluşan Kemalist kanattı. İkinci kanat ise, saltanat ve hilafet yanlısı kompradorlar, bir kısım toprak ağaları ve ulemadan oluşuyordu.
Tüm bu gerçekler, Kurtuluş Savaşı’nın Türkiye topraklarında haklı bir savaş, emperyalizme darbe vuran anti-sömürgeci bir savaş olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyordu. Gelgelelim ki, kendi topraklarında haklı olan bu savaş, Pontus’ta, Lazistan’da, Batı Ermenistan’da ve Kürdistan’da (Koçgiri’de görüldüğü gibi) haklı karekterini yitirdi. Ermeniler ve Rumlar, kırıma ve sürgüne uğratılarak, yaşadıkları kadim topraklar üzerinde bir varmış, bir yokmuş hanesine yazıldı. Kürtler ise savaştan sonra inkar ve zoraki asimilasyonla köleleştirildi.
Kemalist hareketin Kurtuluş Savaşı yıllarında iken iç muhalefeti tamamen bastırması, Ermeni ve Rum milli varlığını ortadan kaldırması, Kuzey Kürdistan’ın sömürge statüsünü ağırlaştırması ve giderek emperyalist gerici dünyanın bir parçası haline gelmesi, onun kurduğu yeni rejimin niteliğini de belirlemiş oldu. 1925’e kadar modernist yarı-faşist olan bu rejim, 1925’ten sonra, Takriri Sükun kanununun çıkmasıyla birlikte modernist-faşist bir rejim haline geldi.
Komünist ve işçi hareketiyle orta sınıfların silahlı güçlerini yoketmiş olmasından dolayı Kemalist iktidar için artık en yakın tehlike ve bu anlamda asıl muhasım, hilafet ve saltanat kalıntılarıydı. Sultancı ve hilafetçi kompradorlar, bir kısım toprak ağaları ve ulema ile cebelleşmeyi ana hat olarak seçti. Bu durum ister istemez, Kemalist hareketi, karşısındaki muhasım gücün dayandığı kurumlar, düşünceler, kültür ve yaşam tarzları ile de cebelleşmeye soktu. İleri hamlelerini, reformlarını da bu kalıntılara karşı cebelleşme sürecinde gerçekleştirdi. Bu tabi aynı zamanda onun kendi iktidar kültürünü yaratma, yerleştirme çabasıydı.
1922’de Saltanat’ı kaldırdı ve ertesi yıl cumhuriyeti ilan etti. Bu Kemalist kompradorların saltanatçı kompradorlara indirdiği ciddi bir darbe idi. 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu (Öğretim Birliği Yasası) çıkadı, medreseleri kapattı, din derslerini Milli eğitimin kontrolündeki okulların dışına sürdü ve ihtiyacı karşılamak için de ilahiyat fakültesi ile imam hatip okullarının kurulmasına karar verdi. Aynı yıl, Hilafet kaldırıp Cumhuriyeti ilan etti. Avrupadaki topraklar ile Arap dünyasının kaybedilmesi, bu kurumu zaten güçten düşürmüş, göstermelik bir duruma sokmuştu. Buna rağmen hilafetin kaldırılması dinin devlet üzerindeki etkinliğine ve ulemaya yönelik bir darbe oldu. Kemalist hareket bu durumu laikliğin ilanı olarak değerlendirdi.
1925’te bir kısım Kürt şeyhlerinin ve büyük toprak ağalarının önderliğinde, bağımsız bir devlet kurma amacıyla patlayan Şeyh Sait İsyanı bastırıldı ve tekçi eğilim güçlendi. Kurtuluş savaşı bitmiş ama parçalanma gerçekliği bitmemişti. Kemalistlere göre farklı milliyetler, diller, kültürler, inançlar, parçalanmanın nedeniydi. Osmanlıyı parçalaya parçalaya ufaltan da bu gerçeklikti. Tek dile, tek kültüre, tek ulusa ve tek inanca dayanan bir ülke şarttı. Bundan dolayı Rumların ve Ermenilerin varlığına son verilmiş, Malakanlar Sovyetlere sürülmüş, Kürtlere verilen özerklik sözünden vazgeçilmiş, 1924'te artakalan Rumlar da Mübadele Yasası’yla Yanistan’a gönderilmişti.
Kemalist hareket, Şeyh Sait İsyanı’nı, sultancı kompradorlar ile sultanlık kalıntıları dahil tüm muhalif güçleri sindirmenin, Kürt milli varlığını inkar etmenin bahanesi haline getirdi. Terakkiperver Fırkası’nı, Orak Çekiç Gazetesi’ni kapattı, taraftarlarını tutukladı. Sendikaları ve grevleri yasakladı. Bunu yaparken de Modernleşme yolundaki yürüyüşünü sürdürdü. 1925’te, “Tekke ve Zaviyeler ile Türbelerin Seddine ve Türbedarlar ile Bazı Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun” çıkarıldı. bütün tarikatlarla birlikte şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük yasaklandı. Bu yasa ile alevilik de yasaklanmış, sünnileşme ve Türkleşmeye dayanan tekçilik yolunda önemli bir adım atılmış oldu.
1926’da İsviçre Medeni Yasası kabul edildi. Bu yasa ile tek eşlilik, resmi nikah, kadınların istedikleri alanda çalışma hakları; miras, boşanma ve şahitlik haklarında eşitlik gibi haklar güvence altına alındı.
1930’lara gelindiğinde, faşizm olgusu tüm dünyayı etkisi altına almış, Nazilerin başlattığı saf ve üstün aryan ırkı ve bu ırka bağlı ulusun, dilin, kültürün insanlığa egemen olma hakkı tartışmaları tüm dünya uluslarında ulusal bencilliğin çeşitli biçim ve derecelerde hortlamasına yol açmış bulunuyordu. Türklerin batılılar tarafından asırlar boyunca sarı ırka mensup barbarlar diye horlandıklarını, Selçuklu ve Osmanlı hanedanlarının da Etrâk-i bî idrâk olarak gördükleri Türkleri, Arap islam dünyasının arka planına ittiklerini savunan Kemalistler, tekciliğe ve modernleşmeye bağlı olarak bir tarih ve dil teorisi oluşturma çalışmalarına başladılar. Kurtuluş Savaşı ile batı dünyasını yenen ve yükselişe geçen Türk varlığının, tarih, dil ve kültür gücünü de tüm dünyaya gösterme zamanı gelmişti.
1923’te Darülfunun’a verilen tarih tezi oluşturma görevi, 1930’da 16 kişilik bir Tarih Heyeti’nin oluşturulması şeklinde ete kemiğe büründü. Heyet, batı ve İslam merkezli tarih anlayışına karşı "Türk Tarihinin Ana Hatları" adlı bir çalışma yayımladı. İleri sürülen görüşler, Orta Asya’daki güçlü Türk uygarlığının, göçler aracılığıyla, tıpkı güneş ışınlarının yayılması gibi Çin, Hindistan, İran, Mezopotamya, Anadolu ve Mısır’a yayıldığı ve bu bölgeleri uygarlaştırdığı yönündeydi. Tarih Heyeti, 1931’de adını "Türk Tarih Tedkik Cemiyeti", 1935’de ise “Türk Tarih Kurumu" olarak değiştirdi.
Mustafa Kemal, cemiyetin çalışmalarını yakından izliyor, “Anadolu 7000 yıllık Türk beşiğidir," görüşünü savunuyordu. Ona göre Sümer, Hitit, Urartu ve Yunan medeniyetinin kökü Orta Asya’ya dayanıyordu. Araştırmalar, arkeolojik kazılar, Almanya’dan kaçıp Türkiyeye sığınan Yahudi bilim adamlarının da desteği ile yoğunlaşmıştı.
Mustafa Kemal, 1 Kasım 1936’da meclis açılış konuşmasında, Alacahöyük'te yapılan kazılarda bulunan eserlerin 5500 yıllık Türk tarihinin aydınlatılmasına ışık tutacağı iddiasında bulundu.
Türk dili üzerine yapılan çalışmalar da tarih çalışmalarına bağlı ve ona parelel olarak yürütüldü. Ortaya atılan “Güneş Dil Teorisi” fikri etrafında bir “Güneş Dil Teorisi ve Dil Karşılaştırmaları Komisyonu” kuruldu. Komisyon 1935’de bir rapor hazırladı. Rapor, Orta Asya’dan güneş ışınları gibi yayılan Türk medeniyetinin güçlü dilini ele alıyor, bu dilin etkilerini ve doğurduğu dilleri karşılaştırmalı bir şekilde inceliyordu. Bu güneş dili, ışınlarını Atlantik’in ötesine bile yaymıştı. Amazon’un adı, ‘amma uzun’dan, Niyagara’nın adı da ‘ne yaygara’dan geliyordu. Türkçe Tarihin en eski diliydi ve bir çok dil bu dilden doğmuştu.
Otuzlu yıllarda tekçilik, en çok Türkleşme ve Türk üstünlüğü konusunda kendini gösterdi. Bunun yanında, modernleşme, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma çabaları da sürdü. Üst ve orta sınıfa mensup Nezihe Muhiddin ve Şükûfe Nihal gibi kadınların önderliğinde, 1923’de Kadınlar Halk Fırkası’nı oluşturmaları ve izin verilmeyince bunu Türk Kadınlar Birliği’ne dönüştürerek mücadeleyi sürdürmeleri, 1934’de kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınmasına yol açtı. Ancak bu süreç zorlu oldu. Anadoluda şubeler açan, 500 üyeye ulaşan ve Türk Kadın Yolu dergisini çıkaran birliğin başkanı Nezihe Muhiddin tasfiye edildi. Birlik, yardımlaşma kurumuna dönüştürüldü. Güncel yaşam sorunları ve Kemalist tandanslı dar milliyetçi feminizm sınırları içine hapsedilen Türk Kadın Yolu dergisi de 1927’de yayınına son vermek zorunda kaldı. Kemalist rejim, seçme seçilme hakkının kazanılmasından sonra, kadınlara, haklarını elde ettiklerini, artık dergi çıkarmalarına gerek olmadığını bildirdi. Türk Kadınlar Birliği’nin CHP’ye katılması sağlanarak, varlığına son verildi.
Sonuç olarak,

Kemalist hareketi modernist ve faşist yönleriyle kavramak gerekiyor. Bu hareketin modernist yönü, kısmi bir aydınlanmaya ve laik yaşama yol açtı ve bu yönüyle de en çok Türk aydınlarını etkiledi. Ama bizi biz eden geçmiş kültürümüzden bir yönüyle kopardı. Bağrında veya yanıbaşında asırlar boyu yaşadığımız, dilinden ve kültüründen etkilenip zenginlikler devşirdiğimiz İran, Arap, Ermeni, Kürt, Rum, Süryani gibi güçlü yerleşik uygarlıklardan da kopardı. Faşist yönü ise günümüzü de içine alan, ezen, ağır sorunlara, travmalara yol açtı. Ülkenin demokratikleşmesini, milliyetçi, tekçi, inkarcı, katliamcı karekteriyle engellemeye çalıştı.
Modernist ve faşist kavramların çelişen kavramlar olmadığını burada belirtmem gerekiyor. Modernizm veya modernleşme, kapitalizmin ve kapitalist devletlerin, hangi biçimde olursa olsun, ister demokratik, ister monarşik, isterse faşist biçimde olsun, vazgeçemeyeceği bir olgudur. Azami kârın olmazsa olmazıdır. Her biçim, modernleşmeyi kendi meşrebine uygun bir tazda uygular. Kemalizmi günümüze kadar yaşatan, ayakta tutan, aydınların gözünde muteber kılan da zaten onun bu modernist yanıdır.

GAZETE PATİKA

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)