24 Mayıs 2025 Cumartesi

Kürt sorunu çözülüyor mu?__ Kürt sorunu tam olarak nedir?

Tarihsel bağlamı içerisinde, “Kürt sorunu” olarak kodlanan sorunun özü tam olarak şudur: Kürt sorunu her şeyden önce bir ulus olarak kendi kaderini belirleme hakkı elinden alınmış, yurdu dört parçaya bölünmek suretiyle ulusal birliği ve yurdu parçalanmış, bulunduğu her bir parçadaki egemen ulus devletçe temel ulusal haklarını kullanması yasaklanmış, dili zincire vurulmuş, zorlan asimilasyona tabi tutularak egemen ulusa dahil edilmek istenmiş ve her hak talebinde defalarca kez kitlesel kıyımlardan, sürgünlerden ve yıkımlardan geçirilmiş bir halkın ağıtı olduğu kadar, ulusal kurtuluşunu sağlama isyanıdır.

Siyasal literatürde bunun kavramsal olarak “sömürge”, “sömürge ötesi bir sömürge” veya “ezilen bağımlı ulus” vb. olarak ifade ediliyor olmasının çokta tayin edici bir önemi yok aslında. Çünkü Kürt sorunun bu olgusal gerçekliğinden ötürü, bu tanımlamaların her biri, zorunlu olarak bu özü içerir.

 Kürt sorunun “sorun” olmaktan çıkması

Doğallığıyla anlaşılacağı ve kabul edileceği üzere, bu karakterli bir sorun gerçek tam çözümünü ancak ki sorunu “sorun” olarak var eden etmenlerin ortadan kaldırılarak, zıddına dönüşmesinin sağlanmasıyla bulabilir. Yani ulusların kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesi hakkının, kayıtsız koşulsuz olarak Kürtlere de tanınması ve buna saygı duyulmasıyla bu sorun “sorun” olmaktan böylece çıkabilir. Bunun dışındaki konjonktürel kısmi çözümler ancak ki “ara çözümler” olabilir.

 Sorun, talep ettiği gerçek çözümle buluşmadıkça; her seferinde bir şekilde yeniden “güncel sorun” olarak kendisini var etmeye ve çözüm talep etmeye devam edecektir. Ta ki toplumların ulusal topluluklar olarak örgütlenmelerini gerektiren koşullar ortadan kalkıncaya kadar sorunun ana yönelimi böyle kalmaya devam edecektir.

 

Bu, sübjektif bir niyet beyanı olarak değil; eşyanın tabiatı gereği olarak böyledir. Bunun böyle bir özellik arz ettiğini, yakın dönem olarak, hem SSCB’nin ve Yugoslavya’nın dağılmasıyla adeta vahşice hortlayan burjuva milliyetçi hezeyanlarla her birinin kendi burjuva devletlerinin “bağımsızlığına” yönelmeleri ve hem de toprak/sınır vb. hak iddialarıyla kardeş halkları birbirine boğazlatan “ulusal savaşlara” yönelmelerinden ve keza hem de burjuva demokrasisi altındaki çok uluslu devletlerin, örneğin Büyük Britanya, Belçika, Fransa vs. gibilerinde baş gösteren ayrılma taleplerinin sona ermemiş olmasından da anlamak zor olmasa gerek.

 

Öcalan’ın “yeni” paradigmasında Kürt sorununu

Kuşkusuz ki tarihsel-toplumsal olay ve olgular dönem önderleri ve siyasi aktörlerinin gerçekleri ters yüz eden keyfiyetçi “paradigmaları” veya oluşturdukları “yüzyılın manifestoları” ile tanımlanamaz. Onlar, kendilerini deha ve peygamber addeden bu megaloman şahsiyetlerin yarattığı yapay-zorlama kalıplara sıkıştırılamaz. Çünkü er ya da geç olgu ve olayların gerçekliği bu hileli tanım ve kalıpları aşıp, öz gerçeklikleriyle arzu endam eder.

Mesela nasıl ki Kürtleri yok saymak için Türk Tarih Kurumu profesörlerine kıytırıktan masalımsı “tarih tezleri” yazdırılarak Kürtlerin öz be öz Türk etnik kökeninden olduğu “bilimsel yalanı” paçavraya döndüyse, ya da nasıl ki kitlesel kıyımlar, göçertmeler ve Türk nüfusu içinde, okulda ve kışlada asimile ederek eritme politikaları yeni Kürt isyanlarının önünü alamadıysa, nasıl ki “Ölmüş-bitmiş Kürtleri ben yeniden diriltip var ettim” diyen Öcalan’ı da örgütünü ve 29. Kürt isyanını da var eden nesnel temel oldu/olabildiyse; Öcalan’ın geldiği aşamada Kürt sorununu temel özünden kopartarak yok sayan “yeni” paradigmasına da elbette nanik yapma kudretinde olduğunu gösterecektir.

 

27 Şubat’ta kamuoyuyla paylaşılan “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” başlıklı metninde Öcalan’ın Kürt sorununu oturttuğu zemin ve ona çizdiği çerçeve, esas olarak Kürt-Türk ilişkilerinin yeniden tesisi bağlamındadır. (*) Bu ele alış zaten otomatik olarak Kürtlerin, bir ulus olarak tıpkı kardeşleri Türkler gibi, işgal ve ilhaktan kurtarılmış kendi yurtlarında kendi dilleri ve bayraklarıyla, kendi idari sistemleriyle, bağımsız bir devlet olarak var olabilme haklarını kategorik olarak dışlıyor.

 Oysa bu, sorunun tüm kapsam ve özüdür. Bunun es geçilip, sorunun; “tarihsel kardeşlik ilişkisinin” öncelikle “Kapitalist modernitenin” dayattığı ulus devlet projesiyle, ardından da “Cumhuriyetin tek tipçi yorumlarıyla” gündeme gelen “Kürt realitesinin inkârı, başta ifade olmak üzere özgürlükler konusunda yasaklardan kaynaklı”, normal “aile içi”, “kardeşler  arası” gerginlikler ve birbirini zorlamalar olarak tanımlanıp çerçevelendirilmesiyle, o  bahsi edilen “inkâr siyasetinin” bu kez de Kürtlerin içinden birilerince devamının sağlanmasından başka bir şey olmaz.

 

Nitekim Öcalan Kürt sorunun siyasi özünü oluşturan ve sorunu, “sorun” olarak var eden temel etmen olarak kendi kaderini tayin etme hakkının ifadesi olan “ayrı ulus-devlet (bu ifade ediş şayet bariz bir yazım hatası değilse, tire işaretli bu ifade “ulus devlet” kavramı ötesinde ayrı bir ulus ve devleti ifade eder. Bn.) federasyon, idari özerklik” gibi tüm formatlarını ve hatta bir halkın ulusal kimliği ve benliğinin oluşturucu ana öğesi olan kültürel haklarını dahi; “tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır.” şeklinde ifade ettiği böylesi garabet bir gerekçeyle kaldırıp bir kenara fırlatmaktadır.

 

Dolayısıyla da buradan hareketle şunun söylenmesi yanlış olmayacaktır: Öcalan için, temel hakları elinden alınmış bir ulusun ulusal kurtuluş davası artık güncel bir sorun olmaktan çıkmıştır. Bunun yerini, “Kapitalist modernitenin” temelini dinamitlediği ve Cumhuriyetin tekçi baskıcı tarzının da kopuşu iyice derinleştirdiği tarihi Kürt-Türk kardeşliğinin/İttifakının reorganizasyonu temel sorunu almıştır. Nitekim bunu şu sözlerle ifade eder: “Günümüzde çok kırılgan hâl alan tarihsel ilişkiyi, kardeşlik ruhu içinde inançları da göz ardı etmeden yeniden düzenlemek esas görevdir.” (*)

 Öcalan’ın “yeni” paradigmasında sorunun çözümü

Öcalan ve benzeri aşırı derecede uç erk sahiplerinin temel taktiklerindendir: Bir şeye istediği formatı verebilmek için önce yıkıp hiçleştirir, sonra da onun kurtarıcı yaratanı olarak yeniden tanımlarlar. Öcalan bu temel “dönüştürme-yaratıp var etme paradigması” ile önce kendisini yeniden tanımlayıp, modern zaman peygamberi olarak var eder. Etrafına topladığı kadro ve militanları önce hiçleştirir, sonra “Apocu kişilikte” yeniden var eder.

Kendisinin müdahalesine kadar Kürt toplumu çürümekte olan bir mevtadır. Onu bizzat kendisi bu yok oluştan çekip alır ve gurur, haysiyet ve kişilik sahibi yapar. Vs. vs. Her şeyin muktediri tapınılacak “önderlik” mitinin (bir başka ifadeyle efsanesinin) oluşması da önemli oranda bu sürecin eseridir.

 

Öcalan şimdi de “yeni” paradigması için zemin oluşturabilmek için, Kürt ulusunun varlığı, hakları ve kurtuluş yolu adına yaratıp var ettiğini söylediği tüm o “kutsal” değer ve stratejileri, “tarihi bir yanılgı” olarak “tu kaka” ilan ederek işe başlıyor. Bunu yapmak zorunda da çünkü başka türlü “işi kitabına uydurmakta” başarısız olur.

 

Ne diyordu yukarıya alınan pasajda? “Ayrı bir ulus” da bağımsız devlet de keza egemen ulus devleti çatısı altında federasyon veya idari özerklik gibi siyasi statüler de hatta “kültürel özerklik” türü istemler de artık “tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır.” diyerek, demiri tavına getirmiş oluyor. Böylece “yeni” paradigmanın inşası için zemin hazırlanmış oluyor.

 

Öcalan’a göre sürecin ve “zamanın ruhuna” en uygun ideal çözüm artık şudur: Bin yıllık kardeşimiz Türklerden ayrılıp ayrı ulus olma ve ayrı bir devlet kurma sevdasından artık vaz geçin. Hepimiz kardeşiz, Lozan ile elimizden alınan Misakı Milli kapsamındaki bu topraklar ortak vatanımızdır. Bu topraklar üzerinde sürekli çatışmalar vesilesi olan farklı ulusal kimliklerle var olmaya çalışmak anlamsızdır.

 Biz de tıpkı ABD ve İsviçre’de olduğu gibi tek bir ulus olarak tanımlayabiliriz kendimizi. Ben, “kapitalist modernitenin” dayattığı “ulus devlet” modelini reddederek buna “demokratik ulus” diyorum. Bunun için tek ihtiyacımız, emperyalistlerin bozmaya çalıştığı bin yıllık Kürt-Türk kardeşliğini yeniden oluşturmak ve el birliğiyle Cumhuriyeti demokratikleştirmek ve böylece demokratik bir toplumda kimliklere ve inançlara saygı temelinde kardeşçe yaşamak. Kimin hangi etnik kökenden olduğunun bir önemi yoktur; herkes kardeşlik hukuku gereği eşit anayasal vatandaşlık bağıyla özgürce yaşama imkânına kavuşacaktır…

Bunlara başarabilirsek, “ortak devletimizi” bölgenin lider gücü yapabilir ve böylece her türlü emperyalist oyunu da Allah’ın izni ve damarlarımızdaki asil kardeş kanıyla bozabiliriz. (Mealen özetlenen bu görüş ve yaklaşımlar için Öcalan’ın İmralı Savunması ve “Demokratik Cumhuriyet ile Birlik Projesi” kitabına ve konuya dair benim önceki makalelerime bakılabilir.)

 

Görüleceği gibi Öcalan’ın Kürt sorununa ve çözümüne ilişkin geliştirdiği “yeni” paradigma, Kürtleri tüm temel ulusal haklarından vaz geçirerek; karşı olduğunu söylediği “kapitalist modernitenin” çocuğu olan bir başka ulusa ve onun egemenlik aygıtı olan ulus devletine entegre etme plan ve stratejisinden ibarettir. Dolayısıyla da kısmi rahatlamalar dışında, bu “çözüm” tarzıyla sorunun, temel içeriğiyle çözüme kavuşmayacağını söylemenin bile abes kaçacağı kendiliğinden anlaşılır olmaz mı acaba?

Halil Gündoğan-23.05.2025

https://halilgundogan.blogspot.com/2025/05/kurt-sorunu-cozuluyor-mu.html#more

 

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)