17 Mayıs 2025 Cumartesi

Ulusalcı Kemalistlerin Lozan ve 1924 Anayasası hezeyanı-Halil Gündoğan-15.05.2025

Öcalan’ın çağrısına uyarak kendisini feshetme kararı alan PKK’nin 12. Kongre kararları arasında yer alan iki husus, Türk milliyetçisi bazı kesimler ve ama özellikle de sosyal demokrat, liberal demokrat, sol vb. sıfatlarla da kendilerini etiketleyen, fakat kamuoyunda da daha çok “Kemalist ulusalcılar” olarak bilinen çevreleri adeta fişeklemiş durumda. Şunlar söylenmekte Kongre kararlarında:

 

“PKK, kaynağını Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasası’ndan alan Kürt inkâr ve imha siyasetine karşı halkımızın özgürlük hareketi olarak tarih sahnesine çıktı.”

 “Önder Apo Kürt-Türk ilişkilerinin sorunsallaştığı Lozan Antlaşması’nın ve 1924 Anayasası’nın öncesini referans alarak, ‘Ortak Vatan’ ve Kürt-Türk halklarının kurucu öğe olduğu ‘Demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ perspektifini ve ‘Demokratik Ulus’ anlayışını Kürt sorununun çözüm çerçevesi olarak benimsedi.”

 (https://www.ozgurpolitika.com/haberi-yeni-donem-basliyor-200499)

 Alıntılanan birinci paragrafta, açıkça anlaşılacağı üzere, yapılan şey bir durum tespitinden ibarettir. Kuşkusuz ki bu, yapay, aslı astarı bulunmayan bir tespit değil; tam aksine inkârdan gelinmesi öyle pek de mümkün olmayan, olgusal, tarihi bir gerçektir. Tabii bu tespit, tarihsel olarak kodlanan Kürt sorununun ortaya çıkış miladının Lozan Antlaşması olarak veriliyor olması yönüyle elbette kusurludur. Çünkü Kürt yurdu ilk olarak Lozan Antlaşmasıyla parçalanmıyor. Bilindiği üzere Kürdistan daha öncesinden, Osmanlı ile Safevi Devleti arasında yaşanan Çaldıran Savaşı sonrasında yapılan Kasr-ı Şirin Antlaşmasıyla ikiye bölünür.

Büyük bölümü Osmanlıların denetiminde olsa da “Doğu Kürdistan” bölümü Safeviler denetimine girer. Lozan Antlaşmasıyla olan ise; Osmanlı denetiminde olan Kürdistan’ın, Osmanlının parçalanmasıyla ortaya çıkan ve emperyalistlerin dizayn ettiği “yeni Orta Doğu”da Irak, Suriye ve Osmanlı bakiyesi olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti arasında paylaştırılır. Nitekim PKK hareketinin ilk temel strateji ve programı olan Bağımsız Birleşik Kürdistan hedefi üç parça Kürdistan üzerinden değil; dört parça Kürdistan’ın özgürleştirilmesi üzerinden tanımlanıyordu.

Fakat Öcalan ve dolayısıyla da PKK burada sorunu TC. Devleti muhataplığı üzerinden müzakere ediyor olduğundan; doğallığıyla sadece Osmanlı denetiminde kalmış olan Kürdistan bölümünü ele alıyor politik olarak. Zaten Lozan Antlaşması da bu bağlamda öne çıkarılmış oluyor. Bu tavırda belirleyici ana motivasyon, İttihat Terakki ve ideolojik devamcısı olan Kemalistlerin yeni Türk devletini “ana vatan” olarak kurguladıkları Misakı Milli sınırları üzerinde var etmektir.

 

Bilindiği üzere Kemalistlerin bu rüyası, Lozan Antlaşması ile yarım kalır. Lozan’daki bu uzlaşma, Kemalistler açısından tarihi bir zorunluluktur. Çünkü Lozan, anlatıldığı gibi, “Kurtuluş Savaşı’nın” zaferinin doğrudan ifadesi değil; “Kurtuluş Savaşı” ile elde edilen kısmi başarının sağladığı avantaj ile, Sevr Antlaşması’nın devre dışı bırakılmasının uzlaşısıdır. 

Galiba bugün feveran eden çevrelerin yeterince idrakine varamadıkları da sorunun bu boyutudur. Yani Lozan, galip devletlerin Sevr Antlaşması’nın iptal edilmesi karşılığında Kemalistlerin Misakı Milli sevdasından vaz geçip, Türkiye’nin bugünkü sınırlarına razı olması tavizidir.

 

Dolayısıyla da Misakı Milli sevdası TC. Devleti’nin ve ama özellikle de Turancı ve İslamcı kesiminin “gizli ajandası” olarak hep var ola geldi. Galiba bunu doğrudan ilk depreştiren şahsiyet de Turgut Özal’dı. Ve o süreçle birlikte, Öcalan’ın da tav olduğu bir proje oldu. Birleşik Bağımsız Kürdistan projesinin gerçekleşebilir olma umudunu yitiren Öcalan, tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi, üç parça Kürdistan’ın birliğini, Misakı Milli sevdalısı Türk Devlet yetkilileriyle müzakereye çark etti.

 Turgut Özal’ın fiilen tasfiyesiyle, başlamadan ara verilen bu projeyi Öcalan, tutsak düşten sonra devletle açıktan müzakere etti. Fakat bu kez de ciddi bir muhatap bulamadı. Derken, fikren zaten Misakı Millici olan Cumhur İttifakı iktidarının ve aslında bir bütün olarak da “devlet aklı” denilen çekirdek kadronun (Ki bu bağlamda aslında ümmetçi Erdoğan ve Turancı faşist Bahçeli, kendilerini ulusalcı Kemalistler olarak tanımlayanlardan daha sıkı  İttihatçı ve Kemalist olmuş oluyorlar), Orta Doğu’nun yeniden dizaynı temelinde şekillenen gelişmeler üzerinden yaptıkları “Son Türk Devleti’nin mevcut sınırlarını koruyamama riski” okumasıyla, çıkış yolunu “tarihi Kürt-Türk ittifakı” üzerinden, Misakı Milli’ye yeniden hayat vermekte bulmasıyla, Öcalan için de böylece yeniden fırsat doğmuş oldu.

 

Yani özetle PKK Kongresi’nin, Öcalan’ı referans alarak atıfta bulunduğu Lozan ve 1924 Anayasası öncesine dönülerek Kürt sorununa çözüm arayışı ifadesi, bazılarının şuursuzca bir hezeyanla sandığı gibi Sevr’e geri dönüp bağımsız Kürdistan’ın kurulması istemi değil; Lozan Antlaşması’yla yitirilen Osmanlının denetimindeki birleşik üç parça Kürdistanı, şimdi Türkiye Cumhuriyeti Devleti çatısı altında tekrardan birleştirme sevdasıdır (Ki bu sevda, İdris i Bitlisi’den miras bir sevdadır.).

TC. Devleti açısından ise, bu ittifakla, İttihatçı ve Kemalistlerin Lozan ile yarım kalan Misakı Milli rüyasını gerçekleştirmektir. Aksi taktirde K. Kürdistan’ı da Türk Devleti denetiminden çıkarıp, muhtemelen İsrail denetiminde, “bağımsız” birleşik Kürdistan’ın ortaya çıkma sürpriziyle yüz yüze kalma güçlü riskiyle karşı karşıya kalınacaktır. Yani Lozan Antlaşması öncesine dönülmesi istemiyle kastedilenin bundan başka bir şey olmadığı zaten güçlü vurgularla dile getirilen “Ortak Vatan” ve “Kürt-Türk halklarının kurucu öğe olduğu ‘Demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ ve ‘Demokratik Ulus’ oluşturarak, yeni bir Türk ulus devleti inşa etme istemlerinden de açıkça orta da değil midir?

 

PKK Kongresi’nin 1924 Anayasası öncesinin referans alınması ifadesinin de yine bu bütünlüklü anlayışın bir unsuru  olarak, Kemalistlerin “Kurtuluş Savaşı” sürecinde ihtiyacını duydukları Kürt-Türk ittifakının oluşturulmasında verdiği sözlerin bir ifadesi olan 1921 Anayasası’nda yer alan Kürtlere yerel özerklikler verileceği sözlerinin, 1924 Anayasası ile darbelenip ortadan kaldırılan Kürt-Türk İttifakının ancak ki tekrardan 1921 Anayasası anlaşmasına dönülerek yeniden oluşabilme ortamı bulabileceğinin ifadesinden başka bir anlamının olmadığı da açık değil midir?

 

Bu milliyetçi faşizan hezeyan sahibi Turancı ve ulusalcı Kemalistler kendi tarihlerinin tutarlı sahiplenicisi ve savunucusu olmayı da beceremiyor maalesef. Azıcık tarih bilinci olsa, idrak ederler ki Kemalistlere 1921 Anayasası’nı yaptıran olgulardan biri de o süreçte Kürtler ile yapılan ittifak antlaşmasıdır.

Nitekim gerek “Milli Mücadele” olarak tanımlanan “Kurtuluş Savaşı”nın nasıl bir program ve rota izleyeceğinin belgesi olan “Amasya Genelgesi”nde ve gerekse “İzmit Basın Toplantısı”nda Kürtlere yerel yönetimler özerkliği şeklinde ifadesini bulan açıklamalarından anlaşılacağı üzere Kürlere verilen sözlerin tutulmayıp, onların inkârı ve asimilasyonu yoluna gidilmiştir. 1924 Anayasası da zaten takınılan bu inkârcı, tekçi faşizan yeni tutum ve rotanın ifadesidir.

 

Kurdukları ittifaka ihanet edip, Lozan’da Kürtlerin yurdunun üç parçaya bölünmesine onay verenler, kurulacak yeni devlette Kürtler ile Türklerin kurucu öğe olacağına dair sözlerini tutmayanlar, değil muhtariyet statüsü tanımayı, Kürtlerin ulusal varlığını dahi inkâr edenler, bütün bunları kendilerine mübah görüyor.

Ama tıpkı kendileri gibi, gasp edilen kendi ulusal haklarını dava edenler, inkâr ve ihanet tutumuna itiraz edip başkaldıranları ise katli vacip bölücüler olarak mahkûm edilmeye çalışıyor. Yüz yıldır anadilleri dahi yasaklanmış Kürtlerden, utanıp sıkılmadan; “biz zaten eşit haklara sahip, bin yıllık kardeşiz.” diye bahsediliyor olması gerçekten de utanç ötesi, yüzkarası bir ikiyüzlülüktür.

 

Kabahat sizden ziyade, Kürt sorunun çözümünü, Kemalistler dahil, ırkçı-faşist Turancı Türk milliyetçilerinin ve ümmetçi din bezirganlarının kutsal mirası olan Misakı Millici çizgide görerek, bir Türk milliyetçisinden daha fazla Türk ulusçuluğuna hizmet etmeyi, daha güçlü, bölge lideri olacak kadar daha güçlü bir ulus devlet yaratmayı kutsal görev addetmiş günümüz İdris i Bitlisi olma sevdalısı Öcalan ve onun arkasında duran PKK’dedir.

 Peki Kemalist ulusalcılar, yeniden ihtiyacı duyulan Kürt-Türk ittifakı ve barışının, bu ittifakı fiiliyatta boşa düşürüp bozan Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasası öncesine dönme referansı dışında, başka hangi tarihi referansları baz alarak gerçekleştirebileceklerini düşünüyor acaba? Lozan ve 1924 Anayasası etrafında bu kadar feveran ettiklerine göre, besbelli ki Misakı Milli zeminin de de olsa Kürtlerin birleşmesini ve keza Türk Devleti bünyesinde de olsa Kürtlerin hiçbir ulusal hak ve statüye sahip olmasını asla istemiyorlar. 

Ölümüne takipçisi olduklarını iddia ettikleri İttihatçı ve Atatürk başta olmak üzere “Silah arkadaşı” Kemalistlerin Lozan ile içlerinde ukte kalan “kutsal vatan toprakları” Apo sayesinde yeniden “ana vatana” dahil olup, Kürtlerin ve Türklerin yeminli “ortak vatanı” olacak, ama bunun ayırdında değiller. Milliyetçilik ve Kürt düşmanlığı gözlerini böylesine kör etmiş.

https://halilgundogan.blogspot.com/

 

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)